TEFSİR:
Firavun
Hz. Mûsâ’ya iki sual sorar:
İlk
olarak, dillerinden düşürmedikleri Rablerinin kim olduğu hakkında bilgi ister,
Mûsâ (a.s.) da O’nu sıfatlarıyla tanıtır. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın zâtını tanımak
imkânsızdır. O, ancak sıfatları ve fiilleriyle tanınır. Buna göre hepimizin
Rabbi, her türlü varlığı yaratan, her birine yaratılış gayelerini,
ihtiyaçlarını ve onlardan sağlanacak faydaları dikkate alarak hususi şekil ve
özellikler veren, aynı zamanda her birine yürüyecekleri yolu gösteren,
yapacakları işi öğreten Allah’tır. Rahatlıkla görüleceği üzere Yüce Rabbimiz,
her bir varlığa kendisine münâsip ve ondan beklenen faydaya elverişli bir
tabiat vermiştir. Meselâ; eli tutmak, ayağı yürümek, dili konuşmak, gözü
görmek, kulağı işitmek için yaratmıştır. Her bir varlığın böyle özel yaratılış
sebep ve hikmeti vardır. Cenâb-ı Hak onları, bu hikmetlerin tgerçekleşmesi için
hareket ettirmektedir.
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.) bu mânaya işaret ederek şöyle buyurur:
“Amellere
sarılın; zira herkese niçin yaratıldıysa o şey kolaylaştırılmıştır.” (Buhârî,
Kader 4; Müslim, Kader 6) Hadis-i şerife göre Allah mü’mini iman feyzini kabule
hazır olarak yaratmış, sonra da onu peygamberlerin davetini kabule ve onlara
uymaya yönlendirmiştir. Kâfir ise kahrı, rüsvaylığı ve peygamberlere isyânı
kabule müsait halde bulunmaktadır.
İkinci
olarak Firavun, önceden gelip geçmiş olup Allah’ın birliğini inkâr eden ve
putlara tapan nesillerin hallerinin nice olduğunu sorar. Mûsâ (a.s.), büyük
ihtimalle konuyu değiştirmek için sorulan bu sorunun cevâbına fazla girmeden
yine fırsatı değerlendirerek, Firavun’u inanmaya çağırdığı Cenâb-ı Hakk’ın
sıfatlarını anlatmaya devam eder. Geçmiş ümmetlerin hali de dâhil her şeyin
ilminin Allah katında Levh-i Mahfûz’da kayıtlı olduğunu, yani Allah’ın her şeyi
çok iyi bildiğini, O’nun şaşırmasının, yanılmasının ve unutmasının söz konusu
olmadığını bildirir. Sonra da tabiattan Allah’ın birliğini, kudret ve azametini
gösteren canlı deliller ileri sürerek Firavun’un taştan katı kalbini
yumuşatmaya çalışır: Allah, yeryüzünü bizim için bir döşek, yani hayatımızın
idâmesi için lâzım gelen bütün imkânların hazırlandığı müsait bir mekan kılmış[1],
orada yürümemizi sağlayacak yollar var etmiş, canlılığın olmazsa olmaz şartı
olan suyu gökten indirmiştir. O su vasıtasıyla hem bizim hem de hayvanlarımızın
istifade edeceği bitkiler, mer’alar, meyve ve sebzeler bitirmektedir. Aklı olan
herkes[2]
bunlardan hareketle o Yüce Yaratan’ın varlığını, birliğini, ulûhiyet ve
rubûbiyetini tanır, O’na teslim olur. Hem o toprağa öyle kuru bir toprak
gözüyle bakmamak gerekir. Onda nice sırlar gizlidir. Burada sadece şunu
belirtmek yeterli olacaktır:
Allah
bütün insanları ondan yaratmıştır ve yaratmaktadır. Eceli gelip ölenleri oraya
döndürmekte, ruhsuz bedenleri çürümüş toprak haline getirmektedir. İşin en
dikkat çekici tarafı ise, vakti gelince bütün insanları ondan tekrar ruhlarıyla
ve bedenleriyle beraber çıkaracaktır! O halde kim olduğumuzun, nasıl bir dünyada
bulunduğumuzun, niçin yaratılıp niçin yaşatıldığımızın, nereden gelip nereye
gittiğimizin farkına varma vakti henüz gelmedi mi? Bu hususta Ömer b.
Abdülaziz’le alakalı şu hâdise çok ibretli ve fevkalade tesirlidir:
Muhammed
b. Kâ‘b el-Kurazî şöyle anlatır:
Ömer
b. Abdülaziz’le Medine-i Münevvere’de karşılaşmıştım. O zaman genç, yakışıklı,
ter ü tâze ve bolluk içindeydi. Daha sonra halîfe olunca yanına gittim, izin
istedim, izin verilince içeri girdim. Ömer b. Abdülaziz’i görünce şaşırdım ve
ona şaşkın şaşkın bakmaya başladım. Bana:
“–Ey
İbn Kâ‘b! Neden öyle şaşkın bir vaziyette bakıyorsun?” dedi.
“–Ey
Mü’minlerin Emîri! Renginiz uçmuş, bedeniniz yıpranmış, saçlarınız ağarmış ve
dökülmüş! Sizi bu hâlde görünce hayretimi gizleyemedim” dedim.
Bunun
üzerine bana şunları söyledi:
“–Ey
İbn Kâ‘b! Beni kabre konduktan üç gün sonra görsen kim bilir ne kadar
şaşıracaksın? O zaman karıncalar gözlerimi çıkarmış, gözlerim yanaklarımın
üzerine akmış, ağzım burnum da kan ve irinle dolmuş olur. İşte o zaman beni hiç
tanıyamaz ve daha çok şaşırırsın. Şimdi bunları bırak da sen bana İbn Abbas’ın
Resûlullah (s.a.s.)’den rivayet ettiği hadîsi tekrar et…” (Hâkim, el-Müstedrek,
IV, 300/7706)
Bütün
bunlara rağmen şu da bir gerçek ki, kalp gözleri iyice körleşmiş öyle kâfirler
var ki bu apaçık delillerin hiçbirini göremez, inkârları içinde tükenip
giderler. İşte Firavun bunlardan biridir:
[1] Allah
yeryüzünü bedenler için bir karargâh, bedenleri kendine kulluk için bir
karargâh, kalpleri mârifeti için bir karargâh, ruhları muhabbeti için bir
karargâh ve sırları da müşâhedesi için bir karargâh kılmıştır. (Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, II, 265)
[2]
Âyette “akıl” mânasında اَلنُّهٰى (nühâ) kelimesi kullanılmıştır. Bu, اَلنُّهٰى (nühye)
kelimesinin çoğuludur ve “yasaklamak, alıkoymak” mânasına gelmektedir. Akıl
insanı bâtıla uymaktan, kötülük işlemekten alıkoyduğu için ona bu isim
verilmiştir. “Akıl” mânasına gelen diğer bir kelime de “hicr”dir. Bu kelimede
de yine yasaklama, engelleme ve alıkoyma mânaları vardır. Demek ki aklın en
mühim vazifesi, öncelikle kişiyi yanlış düşünce, söz, fiil ve davranışlardan
uzaklaştırmak, sonra da faydalı olan şeylere yönlendirmektir. Bu açıdan
bakıldığında “akıl” ile “takvâ” arasında ne derin bir irtibat olduğu rahatlıkla
anlaşılacaktır. O halde en akıllı kişiler, Allah’a karşı takvâsı yani O’na olan
korku ve muhabbeti en çok olan kimselerdir. Zaten Allah katında en değerli
insanların da takvâ bakımından en üstün kimseler olacağı beyân edilmektedir. (bk. Hucurât 49/13)
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri