TEFSİR:
Her
şeyi bilen Allah Teâlâ, şüphesiz ki Mûsâ (a.s.)’ın elindekinin ne olduğunu
öğrenmek için değil, ilâhî hitâbın dehşetiyle kendinden geçen Mûsâ’nın
dikkatini elindeki asa üzerinde toparlayabilmesi için böyle sual buyurmuştur.
Bir de onu asada ortaya çıkacak mûcizeyi tahammüle hazırlamak istemiştir. Eğer
Cenâb-ı Hak onu, kendisini saran ilâhî heybetin tesiri altında bırakıverseydi,
Mûsâ (a.s.)’ın kendi gayretiyle aklının başına gelmesi ve yapması gereken
işlere güç yetirmesi bir daha mümkün olmayabilirdi.
Abdülkâdir
Geylânî (k.s.), bu âyetleri şu şekilde açıklar:
“Âyetlerde
beyân olunan hâdiselerin maksadı, Mûsâ (a.s.)’ı Allah’ın kudretine muttalî
kılmaktı. Tâ ki, Firavun’un saltanatı, O’nun gözünde büyük ve kudretli
görünmesin! Diğer bir ilâhî gâye de, Firavun ve kavmiyle mücâdeleyi Mûsâ’ya
öğretmekti. Böylece Allah, O’nu Firavun ve ahâlîsiyle savaşmaya hazırladı ve
Mûsâ’yı hârikulâde şeylere muttalî kıldı. Zira önceleri o çekingen idi. Sonra
Allah, onun kalbini genişletti. Kendisine hüküm, peygamberlik ve ilim verdi.”
Hz.
Mûsâ’nın asâsını yere atmasının, onun iç dünyasına âit bir irşad mâhiyetinde
olduğu da anlaşılmaktadır. Şöyle ki:
Mûsâ
(a.s.), “Şu sağ elindeki de ne ey Mûsâ?” (Tâhâ 20/17) suâline cevâben “O
benim asamdır” (Tâhâ 20/18) diyerek onu kendine izâfe edince, yâni fânî
bağlılıkları zikredince, Allah Teâlâ bunların atılmasını, bırakılıp
terkedilmesini emretti. Nefs ve nefse ait olan kötü vasıflar, koca bir yılan
hâlinde temessül etti. Böylece Mûsâ’ya nefsin hakîkati gösterildi. O ise
korktu, ürktü ve ondan kaçtı. Bütün bunlarla ona bir bakıma şöyle denilmiş
oldu:
“Ey
Mûsâ! İşte bu yılan, Allah’tan başka şeylere bağlılık vasfının ta kendisidir.
Bu nefsânî vasıf, şekillenmiş bir sûrette sahibine gösterilince, ondan ürker ve
kaçar.”
“Asânı
yere at!”
(Tâhâ 20/19) emrinin diğer bir işârî mânası da şudur:
“Artık
sen tevhîd sıfatı ile sıfatlanmışsın. Senin bir asâya dayanıp güvenmen, senin
için kendisine dayanacağın ve kendisinden yardım dileyeceğin fânî bir varlığın
olması, nasıl doğru ve yerinde olabilir? Nasıl olur da sen, o asâ ile şöyle
yapıyorum, ondan istifade ediyorum ve onda benim için başka faydalar da var
diyorsun? Tevhîd yolunda ilk adım, sebepleri terktir. Yâni mutlak tevekkül ve
teslîmiyettir. O halde her türlü talep ve istekten vazgeç!” (Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât,
II, 256-257)
Nitekim
Hz. İbrâhim, melekler dâhil bütün fânîlerin yardımından müstağnî kalarak
izâfetlerden sıyrılmıştı. Bu şekilde, yalnız Hakk’a tevekkül ve teslîmiyet
okyanusuna dalması ile ona ateş, serin ve selâmet olmuştu. Bu sebeple:
“Hakk’ın
nidâsını işiten ve O’nun cemâlinin nûrunu gören kişi, Allah’tan başka dayandığı
her şeyi bırakır. Allah’ın fazl u kereminden başka bir şeye dayanmaz. Nefsin
arzularından sıyrılır” denilmiştir.[1]
Hz.
Mûsâ’nın ayağında ayakkabısı, elinde asası vardı. Ayak kaçmanın, el ise
istemenin aletidir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, Hz. Mûsâ’nın kaçmamasına bir işaret
olsun diye önce, “Ayakkabılarını çıkar” buyurmuş; sonra da “istemeyi
bırakması”na işaret olsun diye, “Ey Mûsâ asanı yere bırak” buyurmuştur. Buna
göre sanki Hak Teâlâ: “Sen, kaçma ve isteme makamında olduğun müddetçe,
nefsinle meşgul olmuş, kendin için pay aramış olursun. O zaman da mârifetullâha
uygun olacak şekilde, hâlis, saf ve sırf benim için olamazsın. Bu bakımdan,
kulluğunun sadece bana ait olması için, kaçışı ve isteyişi bırakman gerekir”
buyurmuş olmaktadır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXII, 24)
Allah
Teâlâ Mûsâ (a.s.)’a hâriçte âfâkî bir mûcize olan asa mûcizesini gösterdikten
sonra ikinci bir mûcize olarak da bizzat kendi üzerinde cereyan eden enfüsî bir
mûcize göstermek istedi. Bu sebeple şöyle buyurdu:
[1] Allah Resûlü (s.a.s.)’in ümmetinin âlimlerini tekrîm
ve taltif için buyurduğu:“Ümmetimin âlimleri, İsrâiloğularıl peygamberleri
gibidir!” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ,
II, 64/1744) hadis-i
şerifiyle alakalı olarak Şeyh Ebu’l-Hasen Şâzelî, sâdık
bir rüyâsını şöyle nakleder: Bir tahtın üzerine Resûlullah (s.a.s.) oturmuş,
diğer bütün peygamberler de etrafına dizilmişlerdi. Onların etrafında da sâlih âlimler
vardı. Ben de durup onlara bakmaya ve sözlerini dinlemeye başladım. Bir ara Hz.
Mûsâ, Efendimiz (s.a.s.)’e hitâben şöyle bir suâl sordu:
“–Ey Allah’ın
Rasûlü! ‘Ümmetimin âlimleri, İsrâiloğulları peygamberleri gibidir!
buyurmuştunuz. Şimdi bana onlardan birini gösterir misiniz?” Bunun üzerine
Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.):
“–İşte
bu!” diyerek İmâm
Gazâlî’yi gösterdi. Mûsâ (a.s.) da Gazâlî’ye bir suâl sordu. Gazâlî, bu suâle
on tane cevap verdi. Mûsâ (a.s.), cevâbın suâle uygun olmadığını, suâlin bir
tane olduğu hâlde cevâbın on tane olduğunu söyleyerek îtirazda bulundu. O zaman
Gazâlî şöyle dedi:
“–Bu îtiraz
sizin için de vâriddir. Çünkü Allah Teâlâ da Siz’e, «Şu sağ elindeki de
ne ey Mûsâ?» diye sormuştu. Bu suâlin cevâbının Sadece «O benim
asâmdır!» olması gerekirken, siz de birçok sıfatlar daha saydınız!..”
İmam Şâzelî
(k.s) devamla der ki:
“Ben bu
sırada Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in kadrinin büyüklüğünü, onun tahtı üzerinde,
diğer peygamberlerin de yerde oturmalarını düşünürken, birisi, ayağı ile bana
öyle bir vurdu ki, derhal kendime geldim. Meğer Mescid-i Aksâ’nın kandillerini
yakmakta olan kayyım imiş. Bana:
«–Hayret
etme! Her şey Hz. Muhammed Mustafâ’nın nûrundan yaratıldı» dedi. Bunu duyunca düşüp bayıldım.
Ancak cemâat namazı kıldıktan sonra ayılabildim. Hemen kayyımı aradım. Fakat
bugüne kadar bulamadım.” (Bursevî,
Rûhu’l-Beyân, V, 446)
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri