TEFSİR:
Bu
ayetlerde şöyle bir insan tipinden bahsedilmektedir: O insana Allah Teâlâ
ayetlerini veriyor; tevhidinin delillerini gösteriyor, kendi keremiyle
donatıyor, ilmiyle hilafet bahşediyor, hidâyet ve yücelmenin bütün yollarını,
en mükemmel fırsatlarını ona ihsan ediyor. Fakat o bunların hepsini tamamen bir
kenara bırakıyor, koyunun derisinin yüzülmesi gibi hepsinden sıyrılıp çıkıyor.
Şeytan onu kendine uyduruyor, böylece sapıklardan oluyor. Allah dilese onu,
kendisine verdiği bu ayetlerle, bilgilerle yükseltmeğe kadirdir. Fakat o zelil
kişi bu delillere itibar etmiyor, kendisini yüce ufuklara yükseltecek bütün
vesileleri elinin tersiyle bir tarafa itiyor, nefsinin arzularına uyuyor ve
yere saplanıyor, çamurlara batıyor.
Bahsedilen bu kimsenin Hz. Mûsâ zamanında İsrâiloğulları
âlimlerinden Bel‘am b. Ebr veya Kenanîlerden Bel‘am b. Ba‘ûra isminde birisi
olduğuna yahut Araplardan Ümeyye b. Ebî Salt Sekafî olduğuna; bu ayetin de
bunlardan biri hakkında indiğine dair bazı rivayetler vardır. Bel’am bir kısım
ilâhî kitaplar hakkında bilgisi olan duası kabul olunur bir veli iken Arz-ı
Mukaddes’e girerken Hz. Mûsâ’nın veya Yuşa’nın karşısında dünya sevgisiyle
zalimlere tarafdarlık etmişti. Mekke’nin önde gelen şairlerinden olan ve
şiirlerinde sıkça mânevî hususlara temas eden Ümeyye de bir kısım ilâhî
kitapları okumuş, bir peygamber geleceğine kanaat getirmiş ve fakat onun
kendisi olabileceğini düşünmüş, o sırada Resûlüllah (s.a.s.) gönderilince
hasedinden küfre sapmıştı. Diyebiliriz ki asıl kıssa, Bel’am’ın olduğu halde
ayetin iniş sebebi Ümeyye b. Ebi Salt olmuştur. (Fahreddin er-Râzî,Mefâtîhu’l-gayb,
XV, 54) Fakat
ayetin nüzûl sebebi hususi olsa da mânası, bu durumda olan herkese şamildir.
Allah Teâlâ böyle bir insanın durumunu çok
dikkat çekici bir misalle şöyle canlandırmaktadır:
Karşımızda yere saplanmış, çamura batmış,
üstü başı çamurla iyice sıvanmış perişan bir adam bulunmaktadır. Çamurun içinde
kıvranıyor, kıvrandıkça batıyor, battıkça perişanlığı artıyor. Sonra bir de
bakıyoruz ki bu adam şekil değiştiriyor, köpek suretine giriyor. Şimdi
karşımızda her tarafı pis ve kirli adi bir köpek dilini sarkıtmış soluyor.
Kovduğunuz zaman da soluyor, kovmadığınız ve kendi haline bıraktığınız zaman da
soluyor. İşte Allah’ın ayetleri kendilerine verildiği, gözlerine, iz’an ve
idraklerine sunulduğu halde ondan uzaklaşan, yeryüzünün çamurlarına saplanıp
ilâhî ayetlerden sıyrılan, heva hevese tabi olan, ne ilk ahdi tutan ne de doğru
yolu gösteren ayetlere bağlanan, dolayısıyla şeytanı dost edinip Allah’ın
muhafazasından kovulan herkesin durumu işte bu soluyan köpeğin durumu gibidir.
Bunlar hiçbir zaman rahat yüzü görmezler, huzur nedir bilmezler, sükûnet ve
karara eremezler. (Seyyid Kutub, Fî Zılâl, III, 1396-1397)
Dikkat edilirse, benzetmenin bütün köpeklere
değil sadece soluyan köpeklere yapıldığı görülür. Bu benzetmeden maksat şöyle
izah edilebilir:
Soluyan her canlı ya yorgunluğundan veya
susuzluğundan dolayı soluduğu halde soluyan köpek böyle olmayıp, yorgun veya
rahat, susuz veya değil her halükarda solur. Çünkü bu onun huyudur; bir
ihtiyaçtan dolayı değil, o adi huyundan dolayı solur. İşte Allah, kendisine ilim
ve din nasip ettiği bir kimseyi, insanların mallarının kirlerine bulaşmaktan zengin
kılmış olur. Sonra o kimse kalkar, dünya peşine düşer, kendisini onun içine
atarsa bunun durumu, aynen ihtiyaç ve zaruretten dolayı değil de sırf kötü
nefsinden, adi huyundan ötürü çirkin işlere devam eden o soluyucu köpeğin
durumu gibi olur.
Bir âlim, Allah rızâsını bırakıp ilmi
vasıtasıyla sırf dünya malı elde etmeğe yönelirse, bu, insanlara çeşitli
ilimlerini öğretmek ve kendisinin faziletlerini, şan ve şöhretini ortaya koymak
için olmuş olur. Hiç şüphesiz bu kimse, o sözleri anlatıp ifade ederken dilini
sarkıtır ve dünyalık elde etmeğe karşı olan kalbindeki aşırı susuzluğu ile
hırsının hararetinden ötürü dilini çıkarır, sarkıtır. Böylece bu kimsenin
durumu, bir ihtiyaç ve zaruret olmadığı halde, sırf adi huyundan ötürü, dilini
hep sarkıtan bir köpeğin haline benzer.
Soluyan köpeğin soluması hiç sona ermediği
gibi, hırslı olan insanın hırsı da böyle hiç tükenmez. Köpek kovsan da kovmasan
da, yorsan da rahat bıraksan da soluduğu gibi hırslı insan da böyledir. Ona
nasihatta bulunsan da bulunmasan da o sapıklığını sürdürür. Zira sapıklık artık
onun karakteri olmuştur. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XV, 56-57; Ebussuûd, İrşâd,
III, 293)
Hz. Mevlânâ (k.s.), Bel’am örneğinde olduğu
gibi hiç kimsenin nefsin düşmanlığından emin olmaması ve nefsin görünmez
zararlı yönlerine karşı son derece uyanık olunması uyarısında bulunmak üzere şu
ibretli misali anlatır:
Bir yılancı, efsunları ile yılan tutmak için
dağlık yerlere gitti. O, karda kışta, dağlarda iri bir yılan arayıp durmada
idi. Orada pek büyük bir ejderha gördü. Ejderha ölmüştü ama, şeklinden,
yılancının gönlü korku ile doldu. Yılancı, halkı hayrete düşürmek için o
ejderhayı aldı, Bağdat’a getirdi. Zavallı, birkaç kuruş kazanmak için o direk
gibi olan ejderhayı sürükleyip duruyordu. “Ben size ölü bir ejderha getirdim
ama, onu yakalamak için çok zahmetler çektim” diyordu. Yılancı onu ölmüş
sanıyordu. Halbuki ejderha diri idi. Dikkatle bakıp onun canlı olduğunu
anlayamamıştı. O soğuktan, kardan donmuş, kaskatı kesilmişti. Ölü gibi
görünüyordu ama diri idi. Onu Bağdat’a kadar getirdi. Çarşıda dört yol ağzında
bir gürültü koparmak, halkı başına toplamak istiyordu.
Sonunda o yılanı aldı, Dicle nehri kıyısında
bir peykenin üstüne koydu ve kocaman bir ejderhanın getirilmiş olduğu haberi
Bağdat içinde çalkalanmaya başladı. “Bir yılancı” diyorlardı, “Görülmemiş,
kocaman bir ejderhayı avlayarak Bağdat’a getirmiş!” Yüzbinlerce ahmak toplandı.
Onlar ahmaklıklarından onun gibi donmuş bir yılana av oldular. Ejderhayı
görmeye gelen kişiler de, yılancı da, şehirde işini gücünü görmek için dağılmış
olan halkın toplanmasını bekliyorlardı. Yılancı, seyre gelen halk çoğalsın da,
eline geçecek para daha da artsın” diye düşünüyordu. Yüzbinlerce meraklı kişi
toplandı. Onlar halka olmuşlardı. Herkes ayak parmaklarının uçlarına basarak
boyunu yükseltiyor, ejderhayı görmek istiyordu. Kalabalıktan, heyecandan
erkeğin kadından haberi yoktu. Kıyâmet günü gibi, halkın ileri gelenleri ile
câhil ve avamdan olanları birbirine karışmıştı. Yılancı yılanı sardığı kilimi
kımıldattıkça, toplanan halk boyunlarını uzatıyordu.
Soğuktan donmuş, uyumuş olan ejderha, bir
takım paçavraların, kilimin altında idi. Yılancı ihtiyatı elden bırakmamış,
onu kalın iplerle, halatlarla bağlamıştı. Fakat, halkın toplanması beklenirken
iyice zaman geçmiş ve Irak güneşi yılanın üstüne vurmuştu. Sıcak memleketin
güneşi ejderhayı ısıtınca, onun bedenindeki soğukluk, uyuşukluk gitmişti. Ölü
sanılan ejderha dirilmiş, kımıldanmaya başlamıştı. Ejderhanın kımıldanışı
yüzünden de, halkın şaşkınlığı bir iken yüzbin oldu. Seyirciler, şaşkınlıktan
naralar attılar. Ejderhanın kımıldanışını görünce, hepsi de bağırışarak
kaçışmaya başladılar. O bağırışmalar arasında yılan iplerini, bağlarını
kopardı. Kopan iplerin çatırtısı her taraftan duyuluyordu. O çirkin ejderha,
kükremiş arslan gibi bağlarını kopardı ve örtülerinin altından sıyrılıp çıktı.
Ejderhanın korkusundan kaçışan seyirciler arasında, bir çok kişi ayaklar
altında kaldı, ezilip öldü. Yere yıkılıp kalanlardan, ölenlerden yığınlar
meydana geldi. Yılancı, “Ben; dağlardan, kırlardan ne getirmişim?” diye
korkusundan olduğu yerde kaskatı kaldı, kaçamadı. Ejderha yılancıyı yuttuktan
sonra, kendisini bir direğe sardı ve direği sıkarak yuttuğu yılancının
kemiklerini kırdı.
Bu hikâyedeki yılancı; nefsin heva ve
hevesine uyan, dünyalıktan başka bir şeyi düşünmeyen gâfil kişiyi
göstermektedir. Ejderha ise; Hz. Mevlânâ’nın buyurduğu gibi “nefs-i emmare”yi
göstermektedir.
Mevlânâ bu misali verdikten sonra, bundan
alınacak dersler hakkında şöyle der:
“Ey insanoğlu; senin nefsin de bir
ejderhadır! Ölmüş görünse bile ölmemiştir; günah işlemek için eline fırsat
geçmediğinden ötürü, gamdan uyuşmuş bir hâlde, donmuş gibi beklemektedir! Nefis
güçlense, fırsat bulsa hemen Firavunluğa başlar; yüzlerce Mûsâ’nın, yüzlerce Hârûn’un
yolunu keser! Nefis ejderhası; yokluğa, yoksulluğa, fakirliğe düşerse, küçük
bir kuvvet hâline girer. Fakat mal mülk, yüksek mevki yüzünden nefis sivrisineği
çaylak kesilir. Sen nefis ejderhasını ayrılık karları altında tut; aklını
başına al da, onu güneşin altına getirme! Dikkat et ki, ejderhan donmuş bir
hâlde kalsın; eğer o canlanırsa, sen onun bir lokması olursun! Onu mat et de,
mat olmaktan, mânen ölmekten emin ol! Ona acıma; o, acımaya ve iyiliğe layık
değildir! Çünkü üstün şehvet güneşinin harareti vurunca, o pis baykuş kanatlanır
uçar! Onunla yiğitçe savaşa giriş de, buna karşılık Allah, sana mânen kendisiyle
buluşmayı ihsan etsin! Sen o nefse cefâ etmeksizin, riyâzatlar ve mücahede
çektirmeksizin, onu uslu, vefâlı bir hâlde tutmayı mı umuyorsun? Her soysuz ve
aşağılık kişiye nefsi zabtetmek nasib olur mu? Ejderhayı öldürmek için Mûsâ
olmak gerek!” (bk. Mevlânâ, Mesnevî, 994-1066 beyitler)
İşte Allah’ın ayetlerini yalanlayan ve onları
hiçe sayan kimselerin örneği budur. Bu çok çirkin ve kötü bir örnektir. Bundan
ibret alıp, bu gibilerden ve bunlar gibi olmaktan Allah’a sığınmak gerekir.
Çünkü hidâyet ve dalâlet Allah’ın dilemesine bağlı olup, neticede cehennem de
insan ve cinlerden nasibini alacaktır:
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri