TEFSİR:
Allah Teâlâ
ile Âdem oğulları arasında cereyan eden bu ahitleşmeyi ve Allah’ın onları
rubûbiyetine şâhit tutmasını hem hakîki hem de temsilî mânada anlamak
mümkündür.
Hakiki
mânaya göre; Allah Teâlâ dünyayı yaratmadan önce dünyaya gelecek olan bütün insanların
ruhlarını “Elest Bezmi” diye meşhur olan ruhlar âleminde bir araya getirerek
onları kendi varlığına şâhit tutmuştur. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”
süaline “Evet!” cevabını alarak, kendisinin onların rabbi olduğunu yine onlara
ikrar ettirmiştir. Böylece kendisi ile dünyaya gelecek bütün insanlar arasında
Rab-kul ilişkisi bağlamında bir sözleşme yapmıştır. Ayrıca bu sözleşmeye bizzat
kendilerini şâhit tutmuş veya bizzat kendisi ve melekleri bu sözleşmeye şâhit
olmuşlardır. Nitekim, “Allah, adâleti ayakta tutarak, kendisinden başka
hiçbir ilâhın olmadığına bizzat şâhittir. Ayrıca bütün melekler ve kendilerine
ilim verilmiş olanlar da tam bir doğruluk, adâlet ve hakkâniyet içinde aynı
gerçeğe şâhittirler” (Âl-i İmran 3/18) âyeti bu şâhitliğe işaret
etmektedir. Günümüzde genetik ilmi, bütün insanların aslını teşkil eden
genlerin, babaları Hz. Âdem’in sulbüne rahatlıkla sığabileceğini söylemektedir.
Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın rûhlar âleminde bu ilk ahdi almasına ve bizlerin de
“kalû belâ”dan beri müslüman olmamıza bir mâni gözükmemektedir.
Tasavvuf
erbâbı âlimler de bu hakiki mâna üzerinden hareket ederek âyet-i kerîmede şu
işaretlerin olduğunu söylemişlerdir:
“Yaratılmışların
alması, mevcut olan bir şeyden mevcut olan bir şeyi almak şeklindedir.
Yaratanın alması ise bazan yok olan bir şeyi, yokluktan almak şeklinde olur.
Nitekim “Daha önce de, sen hiçbir şey değilken, seni yoktan ben yaratmıştım”
(Meryem 19/9) ayeti bu türlü bir almaya delâlet eder. Bazan de yok olan bir
şeyi, yine yok olan bir şeyden almak şeklinde olur. Nitekim “Rabbin Âdem
oğullarının bellerinden zürriyetlerini almıştı” (A‘râf 7/172) ayeti sözü edilen ikinci almaya örnek
verilebilir. Çünkü ayette bahsedilen “alma” zamanında Âdemoğulları, onların
belleri ve zürriyetleri yoktu. Allah Teâlâ kemâl-i kudretiyle onların kıyamete
kadar vücuda gelecek olan, fakat o anda yok bulunan zürriyetlerini, yok olan
Âdem oğullarının yok olan bellerinden almış ve onları o anda var ederek içinde
bulundukları duruma uygun bir vücut vermiştir.
Allah
Teâlâ, Âdem (a.s.)’ın belinden çocuklarının zerrelerini, çocukların bellerinden
de kıyamete kadar gelmesi mukadder olan zürriyetlerinin zerrelerini çıkardığı
zamanda ruhlar, üç saf halinde dizilmiş bir ordu gibiydi: Birinci saf, hayırda
önde olanların ruhlarıdır. İkinci saf, amel defterini sağ taraftan alacakların
ruhlarıdır. Üçüncü saf ise amel defterini sol taraftan alacakların ruhlarıdır.
Babalarının bellerinden alınan zerreler, kendilerine ait ruhlar ile aydınlanıp
rabbânî bir vücudla ruhânî vücud elbisesini giydiler. Kulaklar, gözler ve
kalpler de ruhânî bir örtüye büründüler.
Sonra
Hak Teâlâ onlara: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” buyurdu. Hayırda önde
olanlar, Allah Teâlâ’nın bu hitabını nûrânî ve ruhânî bir kulakla dinleyip
nûrânî gözlerle O’nun cemâlini müşâhede ettiler. O’nu, O’na vuslat arzusuyla
nurlanmış rabbânî ve ruhânî bir kalple sevdiler. Bu sevgi üzere O’nun: “Ben
sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna icâbet ederek: “Evet, sen bizim
mahbûbumuz ve mabûdumuz olan Rabbimizsin. Senin mahbûbiyetine ve rubûbiyetine
şâhid olduk” dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ onlardan, sadece kendisini
sevip kulluk etmeleri hususunda söz aldı. Amel defterini sağ taraftan alanlar,
Hak Teâlâ’nın hitabını ruhânî bir kulakla işitip ruhânî gözlerle O’nun
celâlinin ruhâniyetini gördüler. İlâhî ve rabbânî bir kalple O’na inanıp kulluk
üzere davetine icâbette bulunarak: “Evet, sen bizim taptığımız, kulluk
ettiğimiz Rabbimizsin. İşittik, itaat ettik” dediler. Allah Teâlâ da onlardan,
sadece kendisine kulluk etmeleri hususunda söz aldı. Amel defterini sol
taraftan alanlar ise Hak Teâlâ’nın hitabını ruhânî bir kulakla izzet perdesinin
arkasından işittiler. Kulaklarında gaflet ağırlığı, gözlerinde şekavet perdesi,
kalplerinde ise mihnet mührü vardı. Hak Teâlâ’nın buyruğuna mecbûren icâbet
edip: “Evet, sen bizim Rabbimizsin. Fakat biz bunu istemeyerek işittik”
dediler. Allah Teâlâ da, kendisine kulluk etmeleri için onlardan söz aldı.
Şimdi iman ve küfür bakımından insanlar arasında var olan farklılıklar, onlara
verilen rabbânî ve ruhânî istîdatların farklılığından kaynaklanmaktadır.” (Bursevî,
Rûhu’l-Beyân, III, 351)
Temsilî
mânaya göre ise; Allah Teâlâ insanı fıtrat olarak Rabliğini kabul edecek
şekilde yaratmıştır. Ona hissetme, düşünme, akletme, idrak ve iman etme özelliklerini
vermiştir. Ayrıca hem insanın varlığına hem de kâinata pek çok deliller koyup,
insanın bunlara bakarak kendi Rabliğini tanımasına imkân hazırlamıştır. İşte
sözleşmeden murat budur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de buna benzer temsilî
anlatımlar vardır. Şu ayette yer alan: “Bundan başka, gaz halinde olan göğe
yöneldi. Hem ona, hem de yeryüzüne: «İsteseniz de istemeseniz de gelin!»
buyurdu. İkisi de: «İsteyerek geldik» dediler” (Fussılet 41/11) şeklindeki
konuşma bunlardan biridir.
İster
hakiki ister temsilî olsun yapılan bu sözleşmenin ve alınan bu ahdin hikmeti,
insana kulluk mesuliyetini hatırlatmak; kıyâmet günü, “bizim böyle bir şeyden
haberimiz yoktu” veya “bâtıl yola sapmış müşrik bir toplumun içinde dünyaya
geldik, böyle dinî hakîkatlerin farkında bile olamadık” şeklinde mazeretler
ileri sürmesine mâni olmaktır. Allah Teâlâ’ya karşı samimi bir kulluk
sorumluluğu olduğu ve hiçbir kimsenin diğerinin günahından sorumlu olmayacağı
şuurunu, ilâhî kudret elinden kendine has müstesnâ bir güzellikle varlık
sahasına çıkan her bir insanın aklına tek tek yerleştirmektir. Âyetlerin böyle
açık ve anlaşılır bir şekilde beyân edilmesinin hedefi de yine insanın taklidi
bırakıp tahkike ermesine, gittiği yanlış yolları terk edip doğru yola dönmesine
ve Allah’a yönelmesine yardımcı olmaktır.
Ancak
Allah’ın âyetlerine kulak verip doğru yolu bulanlar da, bu nimetin kıymetini
bilmeli, var gücüyle buna şükretmeye çalışmalı ve tekrar küfre dönmek gibi kötü
bir sonuçtan Allah’a sığınmalıdır. Anlatılan şu kıssa, bu konuda ne ibretli bir
misâldir:
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri