TEFSİR:
Müttakîlerin
birinci vasfı gaybe iman etmeleridir. İman, kalp ile tasdik yani bir şeyin
doğruluğunu kalben kabul etmek ve bunu dil ile ikrâr etmektir. Tasdik olmazsa
iman olmaz. Tasdik bulunur, fakat kişinin tutum ve davranışları buna aykırı ve
tutarsız olursa bu, imanın zayıflığına bir işaret sayılır. Böyle bir imanla, İslâm
gerçek mânasıyla yaşanamayacağı gibi, dinin vadettiği ebedi mutluluğa erişmek
de zor olur. Dine göre îman esaslarını kalp ve diliyle tasdîk etmeyen kâfir; kalbiyle
tasdik etmediği hâlde diliyle kabul ettiğini söyleyen münafık; kalp ve diliyle
tasdik ettiği hâlde ameli olmayan ise mü’min fakat fâsık sayılır. Gerçek iman, âhirette
cehennemden kurtularak cennete girmenin yegâne şartıdır. Kur’an, pek çok
âyetinde bu hususa vurgu yapmaktadır.
الْغَيْبُ (gayb) sözlükte, gerçekte var olup da görme,
işitme, dokunma ve tatma gibi duyularımızın algı sahasına girmeyen, bunların
ötesinde kalan şeylerdir. Âyetteki “gayb”den maksat ise, Allah’ın ve Resûlü’nün
var olduğunu veya meydana geleceğini haber verdiği, insanın duyularıyla
algılayamadığı fakat inanılması lazım gelen varlıklar ve olaylardır. Bunlar
Allah, melekler, kader, kıyamet, âhiret, cennet ve cehennem gibi hususlardır. Allah
Resûlü (s.a.s.) îmanı tarif ederken: “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine,
âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine iman etmendir”
(Müslim, İman 1, 5) buyurmuştur ki bunların hepsi gayb âlemindendir.
Âyetin,
“gaybe îman ederler” şeklinde meâli verilen kısmı, “gaybde de iman ederler”
diye de anlaşılmıştır. Yani, mü’minler, insanlar arasında olduğu gibi kimsenin
bulunmadığı tenha yerlerde de imanlarını ikrâra ve gereğini yapmaya devam
ederler. Zira îmanda devamlılık esastır. Münafıklar ise böyle değildir. Çünkü
onlar: “İman edenlerle karşılaştıklarında «inandık»
derler. Şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise: «Emin olun! Biz sizinle
beraberiz, onlarla sadece alay ediyoruz» derler.” (Bakara
2/14)
Esasen
gayb âlemine bir sınır çizmek mümkün değildir. Bununla beraber genel mânada iki
türlü gaybden söz edilebilir. Birincisi, Allah Teâlâ’nın hiçbir varlığa
bildirmediği, ancak zâtına mahsus kıldığı mutlak gaybdir: “Gaybın
anahtarları Allah’ın yanındadır; başkası onları bilemez.” (En‘âm 6/59)
Diğeri ise izâfî gaybdir ki, Allah Teâlâ’nın yarattıklarından dilediğini
dilediği kadar bilgilendirdiği ve diğerlerinden gizli tuttuğu gaybdir. Buna
göre her bir varlığa göre gayb alanı farklıdır. Ancak Kur’an ve sünnette
varlığı bildirilen fakat insanın duyularıyla tam idrak edemediği hususlara
îman, mü’min olmanın şartıdır. Üzerinde durduğumuz âyette de bu nevi gaybe işaret
edilmiştir.
Allah
Teâlâ’nın her türlü tecellî ve tasarruflarıyla zâhir ve âşikâr olmasına (Hadîd
57/3), kullarına şah damarından daha yakın olmasına (Kâf 50/16), onların
kendileri ile kalpleri arasına girmesine (Enfâl 8/24), hülâsa onları her yönden
kuşatmasına (İsrâ 17/60) rağmen gayb kabul edilmesi, idraklerin O’nu
kuşatamaması (En‘âm 6/103) sebebiyledir. Nitekim ehl-i irfân demiştir ki,
“Cenâb-ı Hak o kadar zâhirdir ki, zuhûrunun şiddetinden gâiptir.”
Görülemeyen
ve hissedilemeyen varlıklar, görüp hissettiklerimize nispetle kıyas edilemeyecek
derecede fazladır. Bu gerçeği kabul eden kişi, Allah’a imana ve böylece hayatın
derin bir mânası ve gayesi olduğu inancına erişir. Gözü maddeden başka bir şey görmeyen
ve tüm varlığı görüp hissettiklerinden ibaret zanneden düşünce ve sistemler,
insan muhayyile ve tefekkürünü âdetâ dondurarak onu geniş ufuklardan mahrum
bırakmaktadırlar. Bu mânada gaybe îman, insan tefekkürünün ve muhayyilesinin
önündeki izâfî engelleri kaldıran bir hürriyet iksîridir. Îman esaslarının
“gayb” alanında olması, mü’mindeki îman derinliğine sonsuz bir boyut
kazandırmaktadır. Bu sebeple Kur’an, inanılması gerekli hususlar içinden
özellikle gaybı zikretmiştir. Çünkü gaybe iman, kulun Peygamberin davetine
kulak vererek Allah’ın buyruklarına itaat etmesinde kuvvetli bir tesire
sahiptir. Maddi âlemin ötesinde başka bir âlemin olduğunu kabul etmeyenler ise
Allah’a ve âhirete iman davetinden yüz çevirirler.
Müttakîlerin
ikinci vasfı, namazı dosdoğru kılmalarıdır. Âyet-i kerîmede “ikâme-i salât”
ifadesi geçmektedir. الصَّلٰوةُ (salât), Kur’an’da namaz ibâdetinin yanı sıra
dua, övgü, kıraat ve rahmet mânalarında kullanılmıştır. Namaz ibâdeti bu mânaların
hemen hepsini ihtiva eder. Nitekim namazın kıyâmında kıraat, ka’desinde senâ ve
dua nihâyetinde ise namaz kılan kimseye rahmet vardır.
“İkâme”,
bir şeyi ayakta tutmak, ayakta durur hale getirmek demektir. “İkâme-i salât”
ise namazı dosdoğru edâ etmektir. Yani namazı, Allah Resûlü (s.a.s.)’in öğrettiği
şekilde âdâb ve erkânına riâyetle, vaktinde, aksatmadan, ona gerekli rağbeti
göstererek, hem şeklî şartlarını hem de huşu ve tâzim gibi kalbî ve ruhî
yönlerini gözeterek kılmaktır. “İkâme-i salât” tabiri, ayrıca, namazı cemaatle
kılmanın önemine ve onu îfa için lazım gelen şartların hazırlanmasının gereğine
de işaret etmektedir.
Namaz, İslâm’ın başlangıcından itibaren meşrû olmakla birlikte beş vakit
halinde, Peygamberimizin yaşadığı en faziletli zaman
olan Mi’râc gecesinde farz kılınmıştır. (bk. Müslim, İman 259)
Namaz
ibâdeti, dini hayatın omurgasını teşkil eder. Ferdin zihnî, kalbî ve fiilî
hayatının Allah ve Rasûlü’nün iradesi çerçevesinde ihyası için vazgeçilmez bir
esas olan namaz, toplum hayatının inşa ve ıslahı için de aynı derecede bir
öneme sahiptir. Namazın bu yönüne işaretle Peygamber Efendimiz: “Dinî
hayatın ana direği, namazdır” buyurmuştur. (Tirmizî, İman 8)
Müttakîlerin üçüncü vasfı, Allah’ın kendilerine verdiği
rızıklardan infak etmeleridir. Onlar, Allah’ın ikram ettiği her türlü rızıktan,
O’nun muradına uygun olarak başkalarının faydasına harcamada bulunurlar.
“Rızık”, bütün canlıların maddî mânevî her türlü ihtiyaçlarını karşıladıkları nimetlerdir. Yiyecek, içecek, giyecek, mal ve benzeri her
türlü maddî nimet ve imkânlar rızık olarak adlandırıldığı gibi ilim, îman ve
ahlâk gibi mânevî ihsanlar da rızık kapsamında değerlendirilmiştir.
“İnfak”, kulun, Allah’ın rızâsına nâil olma niyetiyle O’nun
kendisine verdiği rızıklardan ailesine, akrabasına, diğer insanlara ve hatta
tüm canlılara fayda sağlamak üzere sarfetmesidir. Kur’ân’da infak kavramının
kullanıldığı yerlerden biri de “fî sebîlillah” yâni Allah’ın dînini korumak,
yaymak ve yüceltmek adına yapılan her türlü harcamalardır.
Âyetteki infaktan hem farz hem de nafile harcamalar kastedilmiştir.
Farz olanlar zekât ve ailesi için yaptığı zaruri masraflardır. Bunların haricinde
hayır niyetiyle yapılan tüm harcamalar ise nafile kısmına girer.
Mânevî
rızıklar açısından “infak”, kişinin sahip olduğu ilim, irfan ve güzel ahlâk
gibi ilâhî ikramlardan başkalarını da istifade ettirmesidir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “İstifadeye sunulmayan
ilim, Allah yolunda infak edilmeyen hazîne gibidir” buyurur. (Ahmed b.
Hanbel, Müsned, II, 499; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, I, 184) Bu mânadan
hareketle sûfîler, âyet-i kerîmede, müttakîlerin kendilerine lutfedilen mânevî
hâl, ilim ve mârifet nûrlarından başkalarına da infak etmeleri gerektiğine
işaret bulunduğunu söylemişlerdir.
Esasen Kur’ân âyetleri, kısa cümlelerde çok geniş ve
zengin mânalar ihtivâ eder. Meselâ üzerinde durduğumuz âyetin, وَممَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ (Kendilerine rızık
olarak verdiğimiz şeylerden harcama yaparlar) kısmında bulunan bir takım
nüktelere şöyle işaret edilmiştir:
› İnsan,
kazancının tümünü değil, ihtiyâç fazlasını infâk etmelidir. Ba‘ziyet yani
kısmîlik anlamı ifade eden مِنْ (min) edatıyla
bu inceliğe işaret edilmiştir.
› İnfak,
başkalarının malından değil kendine ait maldan yapılmalıdır. Bu şartı رَزَقْنَاهُمْ (Kendilerine
rızık olarak verdiğimiz) lafzı ifade eder. Burada, yapılan infakı Allah adına
yapmak ve başa kakmamak gerektiğine de bir işaret vardır. Âdetâ şöyle
denilmektedir: “Size rızkı biz veriyoruz. Hakîkatte siz bize vekâlet
etmektesiniz. Öyleyse bizim ihsân ettiğimiz rızıklardan kullarımıza verirken
başa kakmanız doğru olamaz.”
› يُنْفِقُونَ (harcarlar)
fiilinin geniş zamanda kullanılması, sürekli bir infak duygusunun kulda
yerleşerek alışkanlık hâline gelmesini ifade eder. Bu ibare aynı zamanda
infakın, ehline, zarurî ihtiyaçlarını karşılaması
için yapılması gerektiğine işaret eder. Yoksa gereksiz ya da meşrû olmayan
yerlere harcayacak kimselere infakta bulunulmaz. Zira “infak” kelimesi, yerinde
ve aslî ihtiyaçları karşılamak üzere yapılan harcamalar anlamında
kullanılmıştır. (Bedîuzzaman, İşârâtü’l-i‘câz, s. 47)
Görüldüğü üzere âyet-i kerîmenin emir ve tavsiye buyurduğu infakın
şumûlü oldukça geniştir. Bu sebeple tasavvuf âlimleri, farklı
mertebelerde bulunan insanların infakları hususunda bir kısım izahlar
yapmışlardır. Onlardan bazıları şöyledir:
Zenginlerin
infâkı mallarından olup onu ihtiyaç sahiplerinden
kıskanmazlar. Âbidlerin infâkı nefislerinden olup kendilerini hizmetten
esirgemezler. Âriflerin infâkı gönüllerinden olup hiçbir zaman kendilerine
bahşedilen ilâhî feyizlerden Hak taliplerini mahrum bırakmazlar. Hak
aşıklarının infakı ise daha farklıdır. Nitekim Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (k.s.) bunu
şu beytiyle dile getirir:
Sehâvet ehli olan kimseye
yakışan, fakîre ihsândır
Âşıklara yakışan da Cânân yolunda fedâ-yı cândır[1]
İnfâkın belli başlı derecelerini ifade etmek üzere Arapça’da
farklı kavramlar kullanılmıştır. Birinci mertebe “sehâ”dır. Malın birazını
verip geriye kalanı kendine ayırana sehâvet sahibi denir. İkinci mertebe “cûd”
seviyesidir. Malının çoğunu dağıtıp azını kendine ayıran kimseye cûd ehli
denir. İnfakta nihai mertebe ise “îsâr”dır. Zarûret miktarı mal ile hayatını
idâme ettirip kendi ihtiyacı olan şeyi bile başkasına verebilme fedakârlığını
gösteren kimse ise îsâr sahibi, diğergâm, yani başkasını kendinden fazla
düşünen kişi olarak vasfedilir.
Kur’an’ın infak emri, ferd ve cemiyet açısından pek büyük bir
öneme sahiptir. İctimaî hayatın intizamlı olması ve toplumda sosyal adâletin
sağlanabilmesi için, maddi imkânlar ve refah itibariyle insan tabakaları
arasında boşluk kalmamalıdır. Zenginlerin fakirlerden, aradaki irtibat kopacak
derecede uzaklaşmamaları lazımdır. Bu tabakalar arasında irtibatı sağlayan
yegane vasıta, zekât başta olmak üzere her türlü infak ve yardımlaşmadır.
Cemiyet içinde zekâtın farz, faizin ise haram kılınışının hikmetleri dikkate alınmaz
ve bu ilâhî emirlere harfiyen uyulmazsa, tabakalar arası bağlar kopar. Aşağı
tabakadan yukarı tabakaya hürmet, itaat, muhabbet yerine ihtilal sadâları,
haset alevleri, kin ve nefret feryatları yükselir. Aynı şekilde yüksek
tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, baskılar
ve şimşek gibi hakaretler yağar. Hülasa toplumdaki insan tabakaları arasında
barış ve huzurun temini, ancak İslâm’ın temel şartlarından biri olan zekât,
sadaka ve diğer yardımların herkes tarafından en güzel şekilde edâ edilmesine
bağlıdır.
Müttakîlerin dördüncü önemli özelliklerini açıklamak
üzere buyruluyor ki:
[1] Sehâvet ehli:
Cömert olanlar; Cânân: Sevgili, kula en sevgili olan Allah Teâlâ; Fedâ-yı
cân: can vermek
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri