TEFSİR:
Cennetlerde,
pınar başlarında bulunup Rablerinin ihsan ettiği sayısız nimetleri hoşnutlukla
kabul edip razı olacak kullar, şu hususiyetlere sahiptirler:
Birincisi;
bunlar takvâ sahipleridir. Allah’tan korkan, O’na karşı muhabbete dayalı derin
bir saygı duyan, bu sevgi ve saygının sevkiyle ilâhî emirleri yerine getirip
yasaklardan titizlikle kaçınan kimselerdir. Onların yaşadıkları bu takvâ
hayatından bir iki misal vermek gerekirse:
İkincisi;
onlar dünyada iyilik ve ihsan sahibi idiler. Dâimâ sâlih ameller yapar ve
yaptıklarını da en güzel şekilde yapmaya çalışırlardı. Bütün işlerini Allah’ı
görürcesine yaparlardı. Bu sebeple en güzel mükafata ve sevaba layık
olmuşlardır.
Üçüncüsü;
geceleri pek az uyurlardı. “Geceleyin kalk, az bir kısmı dışında geceyi
ibâdetle geçir!” (Müzzemmil 73/2) âyetinin mânasına göre amel ederlerdi.
Allah Teâlâ’ya olan şevk ve muhabbetleri, âhiretle alakalı korku ve endişeleri
sebebiyle gözlerine uyku girmez, ibâdet eder, vazife yaparlardı. Âyette geçen اَلْهُجُوعُ (hucû‘) kelimesi, az uyku, özellikle gece
uykusu demektir. ما (mâ) edatının
olumsuzluk için alınması durumunda âyet: “Bazı gece biraz bile uyumazlar,
hepsini ihya ederlerdi” (Zâriyât
51/17) mânasını taşımaktadır. Seher vakitleri de onlar istiğfar ederlerdi.
Geceleri ibâdet etmekle birlikte, sanki günah ile vakit geçirmiş gibi seher
vakitleri de yatmaz, kusurları için af dilerlerdi.
Resûlullah
(s.a.s.), gece ibâdetine teşvik ederek şöyle buyurur:
“Ey
insanlar! Birbirinize selam verin, yemek yedirin, akrabanızla ilginizi ve
onlara yardımınızı devam ettirin. İnsanlar uyurken geceleyin namaz kılın. Böyle
yaparsanız, selâmetle cennete girersiniz.” (Tirmizî, Et‘ime 45; İbn Mâce,
İkâmet 174)
Gecenin
sükûn ve bediî manzarasının câzibesi ve sırları, onu ibâdet ve tefekkürde
derinleşerek geçirenlere âittir. Bu sırra sahip olan kulların kalbî âlemleri,
ulvî hasletlerle yerler ve gökler kadar genişleyip nice ilâhî tecellîlere
ma‘kes olur ve mârifetullâh libâsına bürünür.
Hasan
Basrî Hazretleri’ne: “Gece namazı kılanların yüzleri niçin güzel ve nûrlu
olur?” diye sordular. Şöyle buyurdu:
“Çünkü
onlar, Rahmân ile başbaşa kalmışlardır...”
Bu
beraberlik dolayısıyla âşıklar, gecenin nasıl geçtiğini anlayamadan iştiyak ve
muhabbetleri artmış bir vaziyette sabaha ulaşırlar.
Veysel
Karanî Hazretleri hiç uyumazdı. Gecelerini üçe taksim etmişti. Bir gece kıyâm,
bir gece rukû, bir gece de secde hâlinde sabahlardı. Sordular:
“–Yâ
Veysel! Geceleri aynı hâl üzere, meselâ secdede sabaha kadar bir hâl içinde
nasıl geçirebiliyorsun?”
Şöyle
cevap verdi:
“–Biliyorsunuz
ki secdede üç defa «Sübhâne Rabbiye’l-a’lâ» demek sünnettir. Ben daha bir kere
diyemeden sabah oluyor!..”
İmam
Rabbani’nin torunu Şeyh Seyfüddin (r.h.), her gece iki rekat namazda bir hatim
indirir ve:
“Ya
Rabbi! Geceler ne kadar da kısa. Düzgün bir şekilde iki rekat namaz kılamadan
sabah oluyor” derdi.
Mevlânâ’nın
Dîvân-ı Kebîr’inden nazmen dilimize çevrilen şu ifadeler, âdetâ Hak âşıklarının
bu hâline tercüman olmaktadır:
“Doldur
o şerâbdan, yine doldur, yine bir sun,
Dursun
gece, ey dost onu durdur, ne olursun!..
Vur
uykumu zincirlere vur, geçmesin ânlar.
Varmaz
gecenin farkına, varmaz uyuyanlar...”
Dördüncüsü;
onların mallarında اَلسَّٓائِلُ (sâil) ve اَلْمَحْرُومُ (mahrûm) için ödemek mecburiyetinde
oldukları bir hak vardır. “Sâil”, ihtiyacını dile getiren, isteyen ve dilenen
kimsedir. “Mahrum” ise, iffetinden dolayı zengin zannedildiği için sadakadan
dahi mahrum bulunan muhtaç demektir. Nebiyy-i Muhterem (s.a.s.) bu hususta
şöyle buyurur:
“Kapı
kapı dolaşıp bir iki lokma, bir iki hurma ile savuşturulan kimse yoksul
değildir. Asıl yoksul, kendisine yetecek malı bulunmayan, muhtaç olduğu bilinip
de kendisine sadaka verilmeyen ve kimseden bir şey dilenmeyen kimsedir.” (Buhârî,
Zekât 53; Müslim, Zekât 101)
“Sâil”in
ihtiyacını dile getiren insanlara, “mahrum”un ise ihtiyaç sahibi diğer
canlılara işaret ettiği de söylenmiştir. Bu tefsir, insanların yanı sıra diğer
canlıların, özellikle hayvanların haklarını koruma bakımından önem arz
etmektedir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.): “Ciğer taşıyan her canlıdan
ötürü, ona verilen rızık sebebiyle bir ecir vardır.” (Buhârî, Mûsâkât 9; Müslim,
Selâm 153)
“Hak”
ifadesi zahiren verilecek miktarın vacip olduğunu ifade eder. Bu sebeple bir
kısım âlimler bunun zekât olduğunu söylerler. Fakat bu sûrenin Mekkî olması,
zekâtın ise Medine’de farz kılınmış olması dolayısıyla çokları tarafından bu nafile
sadaka olarak anlaşılmıştır. Dolayısıyla bu, zekâttan ayrı olarak mal sahibi
müttakîlerin vermeyi taahhüt ettikleri miktardır. Aslında bu ilâhî buyruğun özü
şudur: Gerçekten takvâ sahibi bir insan hiçbir zaman: “Zekâtımı vermek
suretiyle fakirlerin benim malım içinde olan haklarını ödedim ve bu
mesuliyetten tamamen kurtuldum. Artık her fakirin, aç olanın, felakete
uğrayanın yardımına koşmaya mecbur değilim” şeklinde yanlış bir düşünceye
saplanamaz. Aksine o, her zaman gücünün yettiği her iyilik için can ü gönülden
hazırdır. Hayırlı ve sevaplı bir iş için kendisine düşen fırsatları hiçbir
zaman elden kaçırmaz. Yapacağı iyiliğe kendisinin daha çok muhtaç olduğunu
düşünerek bütün imkânlarını bu yolda seferber eder. Böyle bir anlayışın, İslâm
kardeşliğinin kuvvetlenmesi, içtimâî nizam ve ahengin sağlanıp toplumun
yükselmesi açısından çok büyük ehemmiyet taşıdığında şüphe yoktur.
Bu gibi salih amellerin uhrevî âlemde de açılımları
şüphesiz muhteşem olacaktır. Bu sebeple söz kıyamete getiriliyor; kıyâmetin, öldükten
sonra dirilişin ve hesabın olacağına ve bunun da gerekli olduğuna dair üç
alandan deliller arz ediliyor:
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri