TEFSİR:
Kur’ân-ı
Kerîm’i Peygamberimiz (s.a.s.)’e müşriklerin iddia ettikleri gibi bir beşer
değil, beşer üstü bir varlık olan melek Cebrâil (a.s.) öğretmiştir. Burada
Cebrâil (a.s.)’ın bir kısım hususiyetleri beyân edilir:
Son derece güçlü ve kuvvetli,
İlim ve amel bakımından fevkalade kuvvetleri olan,
Akıl ve görüşünde sağlam,
Sağlam yapılı,
Nüfûz sahibi ve cesur,
Güzel ve şahâne manzaralı.
Nitekim
Tekvîr sûresinin 19-21. âyetlerinde de Cebrâil’in şu vasıflarına dikkat
çekilir:
“Şüphesiz
Kur’an, çok şerefli bir Elçi’nin getirdiği sözdür. Bir Elçi ki pek kuvvetli,
arşın sahibi yanında çok itibarlı. Orada sözü dinlenir, kendisine son derece
güvenilir.”
Cebrâil
(a.s.)’ın getirdiği vahyin bütün yönlerden doğru, sağlam ve itimada şayan
olduğuna işaret için bu üstün vasıflarla vasıflandığı anlaşılmaktadır.
Dolayısıyla söylenen sözün doğru ve sağlamlığına medar olan idrak gücünün
sağlamlığı, ezberleme, anlayış ve kavrayış kuvvetinin ve diğer kuvvelerin güçlü
olmasına bağlıdır. Çünkü idrak gücü zayıf olursa anlayışı kısa olur; hafızası
zayıf olursa duyduğunu ezberleyemez ve belleme kuvveti zayıf olursa işittiğini
anlayamaz. Bu bakımdan sözüne itimat olunacak kimsede bu kuvvetlerin bulunması
gerektiğinden vahye memur olan Cibrîl-i Emîn’in kuvvetlerinin tam ve her yönden
sağlam ve güvenilir olduğuna işaret edilmiştir. Üstadın sağlam ve güvenilir
olması, talebenin de sağlam ve güvenilir olmasını gerekli kıldığından bu
ayetlerde Cebrâil (a.s.) ile birlikte aslında Resûlullah (s.a.s.) övülmektedir.
Cebrâil
(a.s.) Hira dağında ilk vahyi getirdiği zaman göğün doğu tarafında en yüce
ufukta kendî aslî sûretinde görünmüş, Resûlullah (s.a.s.) de onu bu haliyle
görmüştü. İlk defa rastladığı bu muazzam ve müthiş manzara karşısında baygın
yere düşmüştü. Nitekim bu husus Tekvîr sûresinde şöyle haber verilir: “Yemin
olsun ki Peygamber, vahyi getiren Elçi’yi apaçık bir ufukta gördü.” (Tekvîr
81/23) Sonra Cibrîl (a.s.) Efendimiz (s.a.s.)’e yaklaştı, onun üzerine doğru
iyice sarktı. Öyle ki araları, iyice kıvrılmış ve karşı karşıya getirilmiş
yayın iki ucu kadar yahut bundan da daha yakın bir hâle geldi.[1]
Bu noktada Cebrâil (a.s.) Allah’tan getirmiş olduğu vahyi O’nun en seçkin kulu
Hz. Muhammed (s.a.s.)’e bildirdi. Resûlullah (s.a.s.), vahyi getiren meleği
aslî sûretiyle görmüş, kendisine emanet edilen nübüvvet vazifesinin
ehemmiyetini tam olarak kavramış ve insanlığa tebliğ edeceği hakikatin
mâhiyetine âşinâ olmuştu. Gözleriyle gördüğü şeyleri kalbi yalanlamamıştı.
Gördüğü bu şeyler bir hayal değil, kalp ve vicdanın yalancı çıkarmayıp görerek
tasdik ettiği birer hakikatti. Bu sebepledir ki Peygamberimiz (s.a.s.), bundan
böyle Cebrâil (a.s.)’ı hangi surette görse mutlaka tanırdı.
Âyet-i
kerîmede bahsedilen “yayın iki ucu arası kadar veya daha az mesâfe”
yakınlaşmanın Miraç gecesi Allah Teâlâ ile Peygamberimiz (s.a.s.) arasında vuku
bulduğu şeklinde bir tefsir de yapılabilir. Şöyle ki:
Miraç
gecesi Resûl-i Ekrem (s.a.s.) Cebrâil (a.s.) ile birlikte göklere yükseldi.
Yedi kat semayı geçti, Sidre-i Müntehâ’nın yanına ulaştı. Cebrâil (a.s.) orada
kaldı, Efendimiz (s.a.s.) ise daha ötelere gitti. İlâhî bir cezbe ve çekilme
ile Allah Teâlâ’ya doğru yaklaştı. “Kulum bana nafile ibâdetlerle yaklaşmaya
devam eder…” (Buhârî, Rikâk 38) sözünün mânası kendisinde zâhir oldu.
Birdenbire bir çekim kuvvetiyle yüce ufkun ötelerine fırlayıverdi. Mânen öyle
yakınlaştı ki, Allah Teâlâ ile arasındaki mesafe yayın iki ucu kadar veya daha
az kaldı.
Ancak
şunu dikkatten uzak tutmamak gerekir ki, Allah Teâlâ’ya izafe edilen yaklaşmak
ve yakınlık herhangi bir şekilde mekan yaklaşması ya da mesafe yakınlığı
değildir. Peygamberimiz (s.a.s.)’in Rabbine yaklaşıp yakınlaşması, onun
mevkiinin büyüklüğünü açığa çıkarmak, şerefini yüceltmek, mârifet nurlarının
aydınlığını etrafa göstermek, gayb âleminin ve ilâhî kudretin sırlarını
müşahede etmesini sağlamaktır. Cenâb-ı Hakk’ın ona yakınlaşması ona bir
lutuftur, ünsiyettir, huzur vermektir ve en büyük bir ikramdır. Bu hakîkat,
Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in Hak katındaki makbûliyetini, onun nasıl korunup
gözetildiğini, isteklerinin kabule şayan olup yerine getirildiğini, ona ihsan
edilen ilâhî lutufların büyüklüğünü ve makamının yüceliğini gösterir. Bu
yakınlaşmada: “Kim bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım.
Bana yürüyerek gelene ben koşarak gelirim” (Tirmizî, Da‘avat 131/3603) kudsî hadisinin mânasının tecelli
ettiği görülmektedir.
O halde:
[1] “Öyle ki araları yayın iki ucu arası kadar veya daha
az kaldı” (Necm
53/9) ifadesini şöyle izah etmek mümkündür: Birincisi; o dönemde Araplar bir
anlaşma yaparlarken iki yay çıkarıp üst üste koyarak tek bir yay görünümü
verirler, sonra ikisini birlikte çekip bir ok atarlar böylece tam olarak
ahitleştiklerini simgelerlerdi. Buna göre قَابَ قَوْسَيْنِ (kābe
kavseyn) hem maddî anlamda fevkalade yakın olmayı hem de manevî bir yakınlığı
ifade eder. İkincisi; Hicaz dilinde قَوْسٌ (kavs) kelimesi bir uzunluk ölçüsü
olan “zira/arşın” (68 cm civarında uzunluk ölçüsü) anlamında kullanılırdı. Buna
göre iki arşın ( ortalama 136 cm) uzunluğunda bir mesafenin kastedildiği
söylenebilir. Üçüncüsü; قَابَ قَوْسَيْنِ (kābe kavseyn) ifadesini
“bir yayın iki ucu arasındaki mesafe kadar” şeklinde anlamak da mümkündür. Âyet
“hatta daha yakın oldu” şeklinde tamamlanmakta, böylece “adetâ elini uzatsa
değecek kadar yakındı” mânasına gelen maddî bir yakınlık tasviri yapılarak,
-manevî anlamda- Resûlullah’ın vahyi aldığı kaynağın sağlamlığına ve vahye
hiçbir şeyin karışma ihtimalinin bulunmadığına dikkat çekmenin hedeflendiği
anlaşılmaktadır.
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri