TEFSİR:
Allah
Teâlâ, bir önceki Müzzemmil sûresinde olduğu gibi bu sûrede de Peygamberimiz
(s.a.s.)’e bir vasfını öne çıkararak hitap eder. Bu, اَلْمُدَّثِّرُ
(müddessir) vasfıdır. Müddessir,
“elbisesine örtünüp bürünen kimse” mânasındadır. Resûlullah (s.a.s.), Hira
dağında Cebrâil (a.s.)’ı aslî sûretinde görmüş, çok korkmuş, eve dönüp, “Beni
örtün, beni örtün!...” demişti. Bu sebeple Cenâb-ı Hak ona: “Ey örtüsüne
bürünen Rasûlüm! Kalk ve insanları ilâhî azap ile korkut!” diye hitap eder.
Böylece, artık örtülere bürünmenin, uyumanın, rahat etmenin zamanının
geçtiğini; uyanmanın, görünmenin, ilâhî hakîkatleri açıklamanın, zahmetler
çekmenin, meşakkatlere katlanmanın, halkı irşat için azimle kalkıp harekete
geçmenin zamanı geldiğini haber verir.
Sonra
İslâm’ı tebliğ vazifesinde başarılı olabilmesi için lazım gelen imanî ve ahlâkî
olgunluğu kazanmanın esasları hatırlatılır:
Birincisi;
Allah’ın en büyük olduğunu, O’nun karşısında her şeyin küçük, aciz, hakîr ve
değersiz bulunduğunu kalben idrak etmek, bu gerçeğe tam olarak inanmak, bu
imanın bir gereği olarak kalbi bütün küçük şeylerin korku ve sevgisinden
boşaltarak “En Büyük Olan”a bağlamak, bunu söz ve fiillerimizle dünyaya ilan
etmek. Çünkü الله اكبر (Allahu Ekber) demek
İslâm’ın özüdür, başta gelen emridir. Mühim bir zikirdir. Risâletin
başlangıcında öğretilen bu zikir ezanlarda, namazlarda, hacda, kurbanda,
hayatın her alanında devam etmektedir.
İkincisi;
elbisenin tertemiz olması. Bu gerçekten çok şumüllü bir ifadedir. Buna göre;
giyilen elbise her türlü pislik ve necasetten arındırılmalı, böylece giyim
kuşam temiz ve tertipli olmalıdır. Beden her türlü pisliklerden temizlenip el,
ayak, saç sakal düzgün olmalıdır. Çünkü Allah’a davet eden kişinin görünüşünün
nezih ve pâk olması, insanların kendisine ısınması ve kalbî yakınlık duyması
açısından büyük ehemmiyet taşır. Giyilen elbiseler ahlâkî ayıplardan da uzak
tutulmalı; helâl kazançla elde edilmiş olmalı; kibirlenme, gösteriş, şan ve
şöhret vesilesi olmamalıdır. Allah’a davet eden kişi, öyle bir elbise
giymelidir ki, onu gören herkes bu kişinin şerefli bir insan olduğunu ve onun
kalbinde hiçbir kötülüğün olmadığını fark etmelidir. “Elbiseni temizle” ifadesi
mecazi olarak da, insanın kalbini ve nefsini her türlü günahtan, zulümden,
tebliğine mâni olacak kötü ahlâktan sakındırmasını; nasihatlerini kabule
yardımcı olacak güzel ahlâk ile ahlâklanmasını öğütler.
Üçüncüsü;
maddi-manevî her türlü pislikten uzak durulması. Hülasa olarak akidedeki
pislik, düşüncedeki pislik, ahlâkî pislik, amelî pislik, beden ve elbisedeki
pislik ve hayatın her alanındaki pislikten uzak durulmalıdır. Buna göre Allah
davetçisi, toplumda yaygın olan her türlü pislikten kendini temiz tutmalıdır.
Öyle ki, biri kalkıp da: “Bu, başkalarına bir şeyler anlatmaya çalışıyor, fakat
kendisi bile bu pisliklerden arınmış değil” dememelidir. Bu ifade, özellikle
putlara karşı savaş açılmasını ve onların bertaraf edilmesini de istemektedir.
Dördüncüsü;
din adına yapılan iyilik ve hizmetin kesinlikle başa kakılmaması. Burada da
yine çok muhtevâlı bir ifade kullanılmıştır. Buna göre öncelikle Peygamberimiz
(s.a.s.)’e ve onun şahsında Allah’a davet edecek her müslümana şu tâlimatlar
verilmektedir:
Beşincisi;
peygamberlik sana Allah’ın büyük bir lutfudur. Senin aracılığınla insanlara
hidâyet ulaşmaktadır. Bu yüzden “başka insanlara ihsanda bulunuyoruz” diyerek
bir gösterişe kapılma ve bundan şahsî bir çıkar peşinde olma. Aslında yaptığın
hizmet, çok büyük bir hizmettir. Fakat sen “ben büyük bir iş yapıyorum” gibi
yanlış bir düşünceye kapılma. Bu peygamberlik vazifesini yerine getirmek için
canını ortaya koyarak Allah’a bir iyilikte bulunmakta olduğunu zannetme. Çünkü
bu yolda gösterdiğin gayretler ve yaptığın iyilikler, tamamen kendi
menfaatinedir.
Altıncısı;
ihsanda bulun, bağış yap, cömert ol, iyi muamelede bulun. Bunların hepsini
sadece ve sadece Allah rızâsı için yap. Bunları yaparken hiçbir dünyevî menfaat
bekleme. Yani Allah için ihsan et, kendi menfaatini sağlamak için ihsanda
bulunma.
Yedincisi;
sadece Allah’ın mükâfat ve rızâsına
ermek için sabredilmesi. Çünkü Allah’ın dinin tebliğ, onu yaşama, yaşatma ve
yayma yolunda pek çok musibet, eziyet ve sıkıntılarla karşılaşmak mukadderdir.
Bunlara göğüs gerip hedefe erişebilmede sabır en mühim şarttır. Sabrın da Allah
rızâsı için olması zaruridir. Çünkü başka maksatlarla yapılan sabır, yeterli
derecede etkili olmayacaktır. Ancak Allah için gösterilen sabır, kişiye bu
dayanma kuvvetini verecektir.
İşte
bahsedilen bu mühim esaslar, Allah’ın dinini tebliğ edecek, insanları Allah’a
çağıracak her müslümanın sahip olması gereken esaslardır. Bu yolun azığı ve
teçhizatı bunlardır. Bu yönden eksiği bulunan insanların, davet yolunda başarı
ihtimalleri, eksikleri nispetinde düşük olacaktır. Allah Resûlü (s.a.s.)’de bu
esaslar en mükemmel mânada yerleştiği için, Allah’ın izniyle çok kısa sürede
dünyada misli görülmemiş büyük bir inkılap gerçekleştirmiştir. Bu esaslar aynı
zamanda peygamberliğin, ne kadar sağlam temeller üzerine oturduğunu ve
peygamberin davet ettiği yolun ne kadar güzel bir yol olduğunu bütün dünyaya
ilan etmektedir. Hiçbir akıl ve insaf sahibi insan bu esaslarda zerre kadar bir
yanlışlığın ve eksikliğin olduğunu iddia edemez. Edenler de ancak, küfür ve
nankörlüklerinden ederler ki, onları da sûra üfürmekle başlayacak olan
gerçekten çok zor bir gün beklemektedir.
Kıyâmet
gününe dair âyetlerin haber verdiği güçlükler, burada da belirtildiği gibi
kâfirler içindir. Resûlullah (s.a.s.), mü’minlerin durumu hakkında şu müjdeyi
vermektedir:
“Canımı
kudret altında tutan Allah’a yemin ederim ki, kıyâmet gününün zahmet ve
meşakkatleri mü’min için öyle hafifletilir ki, nihâyet, dünyada iken kıldığı
bir farz namazdan daha hafif hale gelir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned,
III, 75)
Şimdi Peygamber’i yalanlayıp Kur’an’ı reddederek o
dehşetli günün zorluklarına maruz kalacak bir kâfirin, hem dünyadaki perişân
hâli, hem de cehennemde çekeceği azap çok ibretli bir tablo, çok canlı bir
filim şeridi halinde arz olunmaktadır:
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri