Kehf
sûresi 110 âyettir. Mekke’de inmiştir. İsmini, 9-26. âyetleri arasında
anlatılan “Ashâb-ı Kehf” kıssasından almıştır. Mushaf tertibine göre 18, iniş
sırasına göre 69. sûredir.
Nuzül
Mushaftaki sıralamada on sekizinci, iniş sırasına göre altmış dokuzuncu sûredir. Gåşiye sûresinden sonra, Nahl sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Ancak 28. âyeti ile 83 ve 101. âyetlerinin Medine’de indiği rivayeti de vardır Nüzûl sebebi olarak tefsir ve siyer kaynaklarında şöyle bir olay anlatılmaktadır: Müslümanların sayısının çoğalması üzerine müşrikler, Resûlullah’ın peygamber olup olmadığını araştırmak için Nadr b. Hâris ile Utbe b. Muayt’ı Medine’deki yahudi âlimlerine gönderip kendilerine şu tâlimatı vermişlerdi: “Muhammed’in durumunu onlara sorun, vasıflarını ve söylediklerini anlatın; onlar kitap ehlidir, peygamberler hakkında bizim bilmediklerimizi bilirler.” Bu iki adam, Medine’ye giderek meseleyi yahudi âlimlerine anlattılar. Onlar da, “Muhammed’e, geçmiş zamanlarda mağaraya sığınmış gençleri; dünyanın doğusunu ve batısını dolaşmış olan adamı; rûhun ne olduğunu sorun; eğer bunları size bildirirse o bir peygamberdir, ona uyun; aksi takdirde bir falcıdır, ona istediğinizi yapabilirsiniz” dediler. Nadr ile arkadaşı Mekke’ye dönüp bunları Hz. Peygamber’e sordular. O da “Sorularınıza yarın cevap veririm” dedi. Fakat “inşallah” demesi gerekirken bunu ihmal ettiği için o günden itibaren on beş gün vahiy gelmedi. Bunun üzerine Mekke halkı, “Muhammed bize, ‘Sorularınıza yarın cevap veririm’ diye söz vermişti. Ancak aradan on beş gün geçtiği halde hâlâ sorularımıza cevap vermedi” diyerek dedikoduya başladılar. Hz. Peygamber’e vahyin gecikmesi sırasında iyice bunaldığı bir sırada Cebrâil yukarıdaki soruların cevabını içeren Kehf sûresi ile İsrâ sûresinin 85. âyetini getirdi (İbn Âşûr, XV, 242-244). Tefsir ve siyer kaynaklarından bu rivayeti nakleden İbn Âşûr, Ashâb-ı Kehf hakkında Hz. Peygamber’e soru sormaya Kureyşliler’i teşvik edenlerin, ticaret maksadıyla Mekke’ye gelen bazı hıristiyanlar veya Kureyş’in Suriye ticaret yolu üzerinde bulunan kiliselerdeki hıristiyan din adamları olabileceğini söylemektedir (XV, 259-260). Elmalılı Muhammed Hamdi de yukarıdaki rivayeti geniş şekliyle naklettikten sonra, hadis tekniği açısından bu rivayetin zayıf olduğunu, buna dayanılarak sûrenin tefsir edilmesinin doğru olmayacağını ifade etmektedir. Elmalılı’ya göre sûrenin baş tarafındaki âyetler gösteriyor ki esas iniş sebebi, “Allah çocuk edindi” denilmiş olmasıdır. Sûre, bunun ilmî dayanağı bulunmayan büyük bir yalan olduğunu açıklamak, bu sözü söyleyenleri uyarmak ve onları tevhide davet etmek için indirilmiş, Zülkarneyn ile ilgili sorunun cevabı da bunun tamamlayıcısı olmuştur (V, 3220).
Konusu
Kehf
sûresi, giriş kısmında Kur’ân-ı Kerîm’den, onun indiriliş maksadından,
Kur’an’ın tâlimatları karşısında insanların “iman eden ve iman etmeyen” olarak
ikiye ayrıldıklarını; bunlardan iman edenlerin çok güzel mükafatlara nâil
olacaklarını, iman etmeyenlerin ise cezalandırılacaklarını beyân eder. Resûlullah
(s.a.s.)’e vazifesinin sadece tebliğ olduğunu, bunun ötesine geçip insanları
İslâm’a davette kendini telef edecek derecede yorucu bir yola girmemesini
tavsiye eder.
Sûrede esas konu olarak dünya hayatının ve
âhiret hayatının mâhiyeti, bu münâsebetle dünyanın gelgeç sevdâlarına
aldanmayıp Allah’a ve âhirete imanın önemi üzerinde durulur. Bu konu, pek
dikkat çekici bir üslupla anlatılan Ashâb-ı Kehf kıssası, biri bahçeleri olan
varlıklı ve şımarık, diğeri oldukça fakir iki kişinin hikâyesi ve dünya hayatının
fanîliğiyle alakalı çarpıcı bir örnekle dikkatlere sunulur. Bu arada insanların
mahşer yerinde toplanması ve amel defterlerinin açılıp içinde küçük büyük her
şeyin sayılıp döküldüğünü, hiçbir ayrıntının bile ihmal edilmediğini gören
inkarcı suçluların hazin hallerinden bir manzara arzedilir. Tekrar Kur’an’ın
ana mesajlarına dikkat çekildikten sonra, anlaşılması bakımından insan aklının
sınırlarını zorlayan Hz. Mûsâ ile Hz. Hızır kıssasına geçilir. Bu kıssada ilm-i
ledün konuşur; üç misalle sır perdesinin kenarı azıcık açılır, kader
muammasından iğne ucu kadar bir nokta aydınlanır, sonra tekrar kapatılır. İlm-i
ledünden siyaset ve saltanat ilmine geçilir. Bu hususta da Hz. Zülkarneyn’in
emsalsiz dünya saltanatının ana noktalarına temas edilir. Fakat bu dünyada iyi
veya kötü nasıl bir saltanat sürülürse sürülsün kâinatı altüst edecek olan
kıyamet dehşetinin kaçınılmaz olduğuna vurgu yapılarak, kârlı çıkacak olanların
yatırımlarını âhiret hayatına yapanlar; zararlı çıkacak olanların ise âhireti
hesaba katmadan çalışanlar olacağı belirtilir.
Berâ
b. Âzib (r.a.)’in dediğine göre bir adam Kehf sûresini okuyordu, yanında da
iki uzun iple bağlı bir at vardı. Derken bir bulut adamın üzerine doğru inmeye
başladı. Bulut yaklaştıkça yaklaşıyordu. At bundan dolayı ürktü ve huysuzlardı.
Sabaha çıkınca o zat Nebî (s.a.s.)’e gelerek hâdiseyi anlattı. Resûlullah
(s.a.s.): “O, kalbe huzur veren bir melektir, Kur’an okuduğun için inmiştir”
buyurdu. (Buhârî, Fezâil 11; Müslim, Müsâfirîn 240)
“Kim,
Kehf sûresinin son on âyetini okursa deccâlin fitnesinden korunur.” (Ahmed b.
Hanbel, Müsned, VI, 446)
“Her
kim Cuma gecesi Kehf sûresini okuyacak olursa, bir nûr kendisi ile Beyt-i Atîk
arasındaki mesâfeyi onun için aydınlatır.” (Dârimî, Fezâilü’l-Kur’ân 18)
“Kim
Kehf sûresinin baş tarafları ile sonlarını okursa, bu sûre onun için tepeden
tırnağa kadar bir nûr olur. Kim de tamâmını okursa, onun için gök ile yer
arasında bir nûr olur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III,439)
“Kim,
Kehf sûresini indirildiği gibi okursa sûre, kıyamet gününde onun için bir nûr
olur.”
(Beyhakî, Sünen, III, 249)
90: Nihâyet güneşin üstüne ilk doğduğu yere varınca, onu öyle bir kavim üzerine doğuyor buldu ki, biz onlar için güneş ışınlarına karşı korunacakları hiçbir siper yapmamıştık.
91: İşte Zülkarneyn’in durumu bundan ibarettir. Şüphe yok ki biz onun bütün yaptıklarından ve sahib olduğu ilim ve salâhiyetten haberdardık.
TEFSİR:
Zülkarneyn
(a.s.), batıdan sonra doğuya sefer yaptı. Üzerlerine güneşin ilk doğduğu
yerlere vardı. Zülkarneyn’in, arka arkaya ülkeler fethederek doğu tarafına
ilerlediği, nihâyet medenî yaşayışın sona erdiği, ibtidâî, evsiz barksız bir
halde yaşayan insanların bulunduğu en uzak doğu bölgelerine ulaştığı
anlaşılıyor. Topraklarında kendilerini güneşin sıcağından koruyabilecek ağaç
veya herhangi bir bitki örtüsü de bulunmuyordu. Buradaki insanlar, güneş
vurunca mağaralara veya denize girerlerdi. Ancak güneşin şiddetli sıcağı
geçince ihtiyaçlarını karşılamak üzere mağaralarından dışarı çıkarlar,
geçimlerini temin için çalışırlardı. Zülkarneyn, onları da hak dîne davet etti.
Zülkarneyn
(a.s.), yaptığı seferlerden birinde, ölüm endişesi ve nefs engelini aşmaya
çalışan bir kavme uğradı. Oradaki insanların dünya serveti nâmına altın, gümüş
gibi hiçbir şeyleri yoktu. Rızıklarını sebzeden te’mîn ederlerdi. Sebzelerini
korumaya çok ihtimam gösterirlerdi. Ayrıca bu kavimde herkes, kendi mezarını
kazar, her gün onu temizler ve ibâdetlerini burada yapardı. Zülkarneyn (a.s.),
bunların hükümdarlarını çağırttı. Hükümdar:
“–Ben
kimseyi istemiyorum. Beni isteyen de yanıma gelir!” dedi. Zülkarneyn bu söz
üzerine hükümdarın yanına giderek:
“–Ben
seni davet ettim, niye gelmedin?” diye sordu. Hükümdar:
“–Sana
bir ihtiyacım yok, olsa gelirdim” cevâbını verdi. Bunun üzerine Zülkarneyn:
“–Bu
hâliniz nedir? Sizdeki bu hâli kimsede görmedim!” deyince, Hükümdar:
“–Evet
biz, altın ve gümüşe kıymet vermiyoruz. Çünkü baktık ki bir kimsenin eline
bunlardan bir miktar geçince, bu sefer daha fazlasını isteyerek huzûru
bozuluyor... Onun için dünyalık peşinde değiliz” dedi. Zülkarneyn (a.s.):
“–Bu
mezarlar nedir? Neden bunları kazıyor ve ibâdetlerinizi burada yapıyorsunuz?”
diye sordu. Hükümdar:
“–Dünyalık
peşinde koşmamak için bunu böyle yaptık. Mezarları görüp de oraya gireceğimizi
hatırlayınca, her şeyden vazgeçeriz” dedi. Hz. Zülkarneyn:
“–Niçin
sebzeden başka yiyeceğiniz yok? Hayvan yetiştirseniz; sütünden, etinden
istifade etseniz olmaz mı?” dedi. Hükümdar:
“–Mîdelerimizin
hayvanlara mezar olmasını istemiyoruz. Bitkilerle geçimimizi sağlıyoruz. Zâten
boğazdan aşağı geçtikten sonra hiçbirinin tadını alamayız!” diye cevap verdi.
Bu
kıssayı dünyaya karşı zahid ve müstağni olma bakımından değerlendirmek ve o
açıdan yaptığı telkini dikkate almak gerekir. Çünkü şer’î bakımdan Allah
Teâlâ’nın helâl kıldığı hayvanların etinden yemenin hiçbir mahzuru yoktur.
Burada bahsedilen, o kavmin kendisine mahsus bir tercihidir.
Zülkarneyn
(a.s.)’ın diğer bir ibretli kıssası da şöyledir:
Birisi
Zülkarneyn (a.s.)’a:
“–Bana
imanımı ve yakînimi kuvvetlendirecek bir şey öğret!” dedi. O da:
“Öfkelenip
kimseye kızma! Zira şeytanın insana en çok musallat olup zarar vereceği an öfke
ânıdır. Sakın acele etme! Acele ettiğin zaman, nasîbini zâyî edersin. Akraban
olsun olmasın yakın uzak herkese karşı mülâyim ol! İnatçı, inkârcı ve zâlim
olma!” diye cevap verdi.
Zülkarneyn
(a.s.) ölmeden önce şöyle vasiyet etmiştir:
“–Beni
yıkayın, kefenleyin! Sonra bir tabuta koyun! Yalnız kollarım dışarıya sarkık
kalsın! Hizmetkârlarım arkamdan gelsin! Hazînelerimi de katırlara yükleyin!
Halk, benim son derece ihtişamlı bir saltanat ve dünya mülküne rağmen eli boş
gittiğimi, hizmetkârlarımın da, hazînelerimin de bu dünyada kalarak benimle
beraber gelmediğini görsün! Bu yalancı ve fânî dünyaya aldanmasın!..”
Söyledikleri
aynen yapıldı. Âlimler bu vasiyeti şöyle tefsîr etmişlerdir: “Arkamdan gelen
ordular ile doğu ve batıya hâkim oldum. Maiyyetimde birçok hizmetçi ve sayısız
asker vardı. Hiçbiri emrimden dışarıya çıkmadı. Dünya, baştanbaşa benim idârem
altında idi. Sayısız hazînelere sahip oldum. Fakat dünya nimetleri kalıcı
değildir. İşte gördüğünüz gibi mezarıma eli boş gidiyorum! İşte dünya malı
dünyada kaldı. Sizler âhirette faydalı olan işleri yapın!..” Nitekim Resûlullah
(s.a.s.) de Zülkarneyn (a.s.)’ın vasiyetiyle işaret ettiği hakîkati şöyle beyân
buyurmuştur:
“Ölüyü
kabre kadar üç şey tâkip eder: Çoluk-çocuğu, malı ve ameli. Bunlardan ikisi
geri döner, biri kalır. Çoluk-çocuğu ve malı geri döner, ameli kendisiyle
kalır.”
(Buhârî, Rikak 42; Müslim, Zühd 5)
Hz. Zülkarneyn üçüncü seferini yüksek dağlar
arasında bulunan bir bölgeye yaptı:
Sonra (başka) bir sebeb (doğuya doğru, bir yol) ta'kib etti.
9.
Ali Fikri Yavuz Meali
Sonra Zül'-Karneyn (Doğuya doğru) bir yol tuttu.
10.
Ömer Nasuhi Bilmen Meali
Sonra da başka bir yol takip etti.
11.
Ümit Şimşek Meali
Sonra yine bir sebebi izledi.
12.
Yusuf Ali (English) Meali
Then followed he (another) way,
Sadece meal okumak ile Kur'ân-ı Kerim'in bir çok âyetinin tam mânâsı ile anlaşılması mümkün olmayabilir. Ayetlerin izahı için mutlaka bir tefsire başvurulması gerekir. Kehf Sûresi 89. ayetinin tefsiri için tıklayınız
*
Türkçe okunuşlarından Kur'an-ı Kerim okumak uygun görülmemektedir. Ayetler Türkçe olarak arandıkları için sitemize eklenmiştir.
İslâmiyet’te bugün bilinen şekliyle beş vakit namaz hicretten bir buçuk yıl kadar önce Mi‘râc gecesinde farz kılınmıştır (Buhârî, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 6; M ...
Peygamberimizin (s.a.v.) ismi Kur’an-ı Kerim’de beş defa geçmektedir. Peygamberimiz (s.a.v.) Kur’an’da dört defa “Muhammed”, bir defa da “Ahmed” olara ...
Sözlükte “korku namazı” anlamına gelen salâtü'l-havf tabiri fıkıhta düşman, eşkıya, hayvan saldırısı yahut yangın, sel tehlikesi gibi tehditler karşıs ...