TEFSİR:
Allah
Teâlâ, gökleri ve yeri altı günde yani sürelerini aklımızla belirlememiz mümkün
olmayan altı kozmik devirde yarattı. (bk. A‘râf
7/54) Bunları yaratmaya başlamadan evvel
arşı ve suyu yaratmıştı. “Arşı ise daha önce su üzerinde idi” (Hûd 11/7)
ifadesi buna işaret eder. Ancak bu ikisinden hangisinin daha önce
yaratıldığına dair bir bilgi yoktur. Resûlullah (s.a.s.) yaratılışın başlangıcı
hakkında şöyle buyurur:
“Allah
vardı, O’ndan başka hiçbir şey yoktu. Arşı da su üstünde idi. Daha sonra
gökleri ve yeri yarattı ve Levh-i Mahfuz’da her şeyi yazdı.” (Buhârî,
Bedü’l-Halk 1)
“Allah’ın
arşınının su üzerinde olması” mes’elesi;
› Zaman
› Su
› Arş
kavramları açısından incelendiğinde, bundan farklı yorumlar
çıkarılabilmektedir.
Eğer
âyette kastedilen zaman kâinatın yaratılışından önce ise, o takdirde “su”
kelimesinin burada bir istiareden ibaret olduğunu ve arş gibi onun da gerçek
niteliğini bilemeyeceğimizi kabul etmemiz gerekir. Kâinatın ilk yaratılma
aşamalarında ise, bizim dünyamızın “su” kavramına oldukça yaklaşmış oluruz.
Çünkü bugün bilim dünyasının ortak kanaati haline gelmiş ve oldukça ciddi
kanıtlarla desteklenen teoriler, kâinatın sıfır hacim ve sonsuz yoğunlukta,
trilyonlarca derece sıcaklıkta bir kozmik çorbadan yaratılmış olduğu ve daha
sonra da adım adım atom parçacıklarının inşa edildiği yönündedir. Buna göre
kâinatın ilk dönemlerinde, madde bütünüyle hidrojen çekirdeklerinden ibaretti
ki, hâlen de kâinattaki maddenin dörtte üçünün hidrojenden ibaret olduğu
hesaplanmaktadır. Hidrojen ise suyun hammaddesidir; kelimenin kökü “su”dan
gelmekte ve hidrojen adı da “suyu doğuran” anlamını taşımaktadır. Bu açıdan
yaklaşıldığında, kâinatın uzun çağlar boyunca ağırlıklı olarak hidrojen
üzerinde tecelli eden ilâhî irade ile şekillendiğini ve suyun hammaddesi ile
göklerin ve yerin yaratılarak bugünkü hâlini aldığını söyleyebiliriz. Eğer
âyetteki ibâre “yerin yaratıldığı” zamana işaret ediyorsa, bu defa, bizim
bildiğimiz suya iyice yaklaşmış oluruz. Her üç halde de suyun yaratılış için
taşıdığı önem âşikârdır. “Arş” kelimesine gelince, Allah’ın kudret ve
hâkimiyetini ifade etmesi itibariyle bu kelimenin su ile ilişkisi de açıktır.
Çünkü Allah’ın ilim, irade, kudret ve rahmetinin eserleri, bütün ihtişamıyla,
hayat üzerinde kendilerini göstermektedir ve hayatta suya bağlıdır. Nitekim
Enbiyâ sûresi 30. âyette buna açıkça işarette bulunulmuştur. (Kandemir ve
diğerleri, s. 750-751)
Arşın,
suyun, göklerin, yerin ve bunlarda bulunan her şeyin yaratılma maksadı, akılla
donatılıp sorumlu kılınan insanı imtihan etmek ve bunlar içinde en güzel amel
işleyenleri seçip ortaya çıkarmaktır. Efendimiz (s.a.s.)’in beyânıyla: “Hangisinin
akılca en güzel, Allah’ın haram kıldığı şeylerden sakınmada en müttaki, O’nun
taatine koşmada en süratli olduğunu belirlemektir.” (Suyûti, ed-Dürrü’l-Mensûr,
IV, 404) Buna göre aklı, yenip içilecek rızkı değil, yaratılışın esas hikmeti
olan en güzel amelin hangisi olduğunu tespit ve onun yapılması istikâmetinde
kullanmak gerekir. Çünkü Cenâb-ı Hak bu nimetlerin hepsini bir hikmete bağlı
olarak ihsan buyurdu. İnsanlar, dünyada bunlarla imtihan olunacak, öldükten
sonra dirildiğinde bu imtihanın neticesine göre bir muameleye tabi
tutulacaktır. Bunun, hayat ırmağının akacağı mecburi bir mecrâ ve içine
döküleceği zaruri bir son olduğunda şüphe bulunmamakla beraber, akıl ve
iradelerini küfür katranıyla iyice kapatmış olanlar bu gerçeği kabul etmez ve
bunun, gerçekle alakası olmayan apaçık bir düzmece olduğunu söylerler. Bu
hakikatleri haber veren Kur’an’ın, cahil insanları aldatmak, onları dünya
zevklerinden ve nefsânî hürriyetlerden mahrum bırakmak suretiyle üzerlerinde
baskı kurmak için uydurulmuş bir hile, bir oyun ve düzmece bir söz olduğunu
iddia ederler. Çünkü onların anlayışına göre ölenin bir daha dirilmesi olacak
şey değildir. Bu sebeple müşrikler, zaman zaman Peygamberimiz (s.a.s.) ile alay
etme niyetiyle başlarına helak edici musibetler getirmesini istiyorlar;
bekledikleri musibet hemen gelmeyince de yine alayvârî bir şekilde: “Ne oluyor,
niçin azap gelmiyor? Onu alıkoyan, gelmesini engelleyen nedir?” diyorlardı.
Halbuki acele etmelerine gerek yoktur. Çünkü azap geldiğinde onları her yönden
çepeçevre kuşatacak ve kimsenin bunu onlardan geri çevirmeye gücü
yetmeyecektir.[1]
İnsana
gelince o, kendine güvendiği kadar çok güçlü ve dayanıklı bir varlık değildir.
Ölüm, toplu helak, kıyâmet gibi büyük felaketler şöyle dursun karınca ısırması
gibi en küçük bir sıkıntı bile onun dengesini bozmaya ve ümitsizliğe düşmesine
yeter:
وَلَئِنْ اَذَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنَّا
رَحْمَةً ثُمَّ نَزَعْنَاهَا مِنْهُ اِنَّهُ لَيَؤُۧسٌ كَفُورٌ ﴿9﴾ وَلَئِنْ
اَذَقْنَاهُ نَعْمَاۤءَ بَعْدَ ضَرَّاۤءَ مَسَّتْهُ لَيَقُولَنَّ ذَهَبَ
السَّيِّـَٔاتُ عَنّ۪ي اِنَّهُ لَفَرِحٌ فَخُورٌ ﴿10﴾ اِلَّا الَّذ۪ينَ صَبَرُوا وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ اُوۨلٰۤئِكَ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَاَجْرٌ كَب۪يرٌ ﴿11﴾
9.
Biz insana tarafımızdan bir nimet tattırır, sonra da bunu elinden çekip
alıversek, bu takdirde o tamâmen ümitsizliğe kapılır, olabildiğine nankör
kesilir.
10.
Fakat başına gelen bir darlık, dert ve sıkıntıdan sonra kendisine bir nimet
tattırsak, hiç şüphesiz bu defa: “Bütün kötülükler, dertler, belâlar bir daha
gelmemek üzere beni bırakıp gitti” der. Böylesi, dengesiz bir sevinç içinde tam
bir şımarıktır, böbürlenip duran mağrurun tekidir.
11.
Ancak her iki halde de sabredip Allah’ın razı olacağı doğru, yerinde ve güzel
ameller işleyenler böyle davranmazlar. Onlar için bağışlanma ve pek büyük bir
mükâfât vardır.
Bu
ayetler, hidâyeti bulamamış insanın, sahip olduğu nimetleri elinden kaybedince
içine düştüğü ruh halini resmetmektedir. Gerçekten insana bir nimet gelip,
sonra da geri alındığında ümitsizliğe düşer ve nankörlük eder. Gelecek hakkında
bütün ümidini kaybeder. Geçmişi de hemen unutur, şükretmez ve tamamen nankör
biri oluverir. Daha önce verilmiş olan nimetlerin hepsini inkâr etmeye
varıncaya kadar ileri gider. Halbuki elindeki o nimetler, yüce Allah’ın
kendisine karşılıksız bir bağışı idi. Bunu hatırına getirmez, günaha girer
fakat tevbe etmek de aklına gelmez. Dolayısıyla ayetlerin oluşturduğu tablo,
dar görüşlü ve aceleci insan yapısını tasvir etmekte ve bize onu gerçek yönüyle
tanıtmaktadır. Yine ona, bir sıkıntıdan sonra hoş bir nimet tattırılırsa,
mesela hasta iken iyileşir, fakir iken zenginleşiverir, zayıf iken güçlenir,
vazifeden azledilmiş iken yeniden önemli bir göreve atanırsa kesinlikle: “Bütün
kötülükler, dertler, belâlar bir daha gelmemek üzere beni bırakıp gitti” (Hûd
11/10) der. Bir daha başına hiç sıkıntı gelmeyecek zanneder. Sevinir ve
şımarır. Allah korkusu hatırına bile gelmez olur. Ferahlanır ve gururlanır.
Verilen nimetin hakkını eda edecek ve şükredecek yerde, onunla insanlara
üstünlük taslamaya çalışır.
Fakat
ayetlerde bir grup insan, tasvir edilen bu insan tiplemesinden istisna
edilmektedir. Onlar zor ve sıkıntılı günlerde sabredenlerdir. Bunlar sıkıntılı
günlerde sabrettikleri gibi, nimetli günlerde de nimetin şükrünü yerine getirme
hususunda sabretmişlerdir. Zira insanların çoğu sıkıntılara katlanabildiği
halde, nimetli günlerde sabırlı davranarak gurura kapılmayan ve şımarmayan
insanların oranı çok küçüktür. Dolayısıyla her iki durumda da iyi işler
yapanları, yani zor günlerde sıkıntılara gönül hoşnutluğuyla katlanıp sabırlı davrananlar ile buna
karşılık nimete eriştiklerinde şükredip başkalarına iyilik edenleri bağışlama
ve büyük mükâfat beklemektedir. Şu bir gerçektir ki, insan nefsini, kâfirliğin
göstergesi olan sıkıntılı günlerdeki umutsuzluktan ve fâsıklığın göstergesini
oluşturan rahat günlerdeki şımarıklıktan koruyan tek müessir güç, iyi amellerle
kendini gösteren ciddi bir imandır. Zira böyle bir iman, insan kalbini
sıkıntılı günlerde de nimetli günlerde de aynı doğrultuda tutar, onu her iki
durumda da yüce Allah’a bağlar; ne sıkıntıların darbeleri altında sarsılmasına
izin verir ve ne de nimetlerin oluk oluk aktığı günlerde böbürlenip
kibirlenmesine müsaade eder. (Seyyid Kutub, Fî Zılâl, IV, 1860) Her iki
durum da mü’min hesabına ayrı birer hayırdır. Böyle bir durum, yani darlıkta ve
bollukta çifte mutluluk sadece mü’minler için sözkonusudur. Bu gerçeği beyân
sadedinde Allah Rasulü (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Mü’minin durumu gıbta ve
hayranlık vericidir. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi
bir özellik Sadece mü’minde vardır. Sevinecek bir şeye nâil olsa şükreder, bu
onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa sabreder, bu da onun için
hayır olur.” (Müslim, Zühd 64)
Her
türlü şartlar altında böylesi bir sabır ve şükür halinin devamı hususunda Allah
Teâlâ, Peygamberimiz (s.a.s.) şahsında bütün mü’minleri şu şekilde uyarmaktadır:
[1] Âyette geçen اُمَّةٌ مَعْدُودَةٌ (ümmetün ma‘dûdetün) ifadesinde yer alan “ümmet” kelimesine
pek çok müfessir “zaman, süre, vakit” mânaları vererek ibareyi “belli bir süre,
belirlenmiş bir vakit” şeklinde anlamışlardır. Bu doğrudur. Bununla birlikte
“ümmet” kelimesinde “nesil, cemaat; belli bir din ve gaye etrafında ve bir
önderin liderliğinde bir araya gelmiş düzenli bir grup” mânaları vardır. Buna
göre âyet-i kerîme bize şu mânaları hatırlatmaktadır: Bir neslin yaptığı
kötülüklerin cezası hemen o kötülükleri yapanlara verilmeyip daha sonraya
ertelenebilmektedir. Mesela âyeti ülkemizdeki gelişmeler ışığında ele almak
gerekirse Cumhuriyet döneminde boy veren zehirler Tanzimat döneminin
tohumlarıdır. Bir dönemde ekilen fitne fesat tohumlarının belâsını sonraki
nesiller çekmişlerdir. Yine Cumhuriyetin başından beri atılan yanlış adımların
belâsını bizler çekiyoruz. Aslında bu durum, âyetlerde yer alan: “Kimse bir
başkasının suç ve günah yükünü çekmez ve onunla yargılanmaz” (Fâtır 35/18)
ilkesine aykırı değildir. Örnek vermek gerekirse, sigara içen hamile annenin
bebeğine zararı bulunmuyor mu?
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri