Âl-i İmrân sûresi 200 âyettir. Medine’de nâzil olmuştur.
İsmini, 33-34. âyetlerde bahsedilen ve “İmrân Ailesi” mânasına gelen “Âl-i
İmrân” kelimesinden almıştır. Sûreye اَلْكَنْزُ(Kenz), اَلأمَانُ(Emân) ve الطيبة(Tayyibe) gibi isimlerin yanı sıra, seherlerde istiğfar
edenlerden bahsettiğinden سُورَةُ الْإسْتِغْفَارِ
(Sûretü’l-İstiğfâr) ve hidâyet nûrunun parlaklığı sebebiyle de اَلزَّهْرٰي(Zehrâ) ismi verilmiştir.
Mushaf tertibine göre 3, nüzûl sırasına göre 89. sûredir. Büyük ihtimalle Bedir
savaşından sonra başlayarak hicretin 9. senesine kadar peyderpey inmiştir. Kur’ân-ı
Kerîm’in Bakara sûresinden sonra ikinci uzun sûresidir.
Nuzül
Mushaftaki sıralamada 3, iniş sırasına göre 89. sûredir. Enfâl sûresinden sonra, Ahzâb sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur.
Müfessirlerin çoğunluğuna göre, sûrenin önemli bir bölümünün geliş sebebi, Necran hıristiyanları adına Medine’ye gelen heyetle Hz. Peygamber arasında geçen Allah inancı konusundaki tartışmalardır. Bu vesileyle nâzil olan âyetlerin sayısı ve sûrenin iniş zamanı hakkında farklı görüşler vardır. Necran heyetiyle ilgili rivayetten sonra bunlara yer verilecektir. Coğrafî kaynaklar Yemen’de, Kûfe civarında ve Havran’da Necran adını taşıyan birden fazla yerleşim biriminin bulunduğunu kaydeder. Burada söz konusu olan kişiler, Yemen Necranı’ndan heyet halinde gelen hıristiyanlardır. Hıristiyanlık aslî şekliyle Arap yarımadasının önce bu kasabasında yayılmış ve başlangıçta Yemen hükümdarlarının sert tepkileriyle karşılaşmıştır. Daha sonra burası Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden biri olmuştur.
Nitekim tarih kaynakları burada inşa edilen ve Kâbe-i Muazzama’ya karşılık olmak üzere “Kâbe-i Necrân” adıyla anılan görkemli kilisede çok sayıda piskoposun görev yaptığını belirtmektedirler. Aralarında bu kiliseye mensup din adamlarının da bulunduğu altmış kişilik bir Necran heyeti (aşağıda açıklanacağı üzere hicretin 9. yılında veya daha önceki bir tarihte) Medine’ye bir ziyarette bulunmuştu. Bu heyet içinde on dört kişi temsilci konumundaydı. Bunlardan üçü heyetin en yetkilileri idi: Başkan Abdülmesîh (el-Âkıb), başkan yardımcısı Eyhem (es-Seyyid) ve piskopos Ebû Hârise b. Alkame. Bir gün ikindi namazını müteakip süslü ve ihtişamlı elbiseler içinde mescide gelip Hz. Peygamber’in huzuruna çıkan bu heyet mensupları, kendi ibadet vakitleri geldiğinde doğuya doğru dönüp hıristiyan usulüne göre âyin yapmak istediler. Resûlullah onlara müsaade etti. Heyet birkaç gün Medine’de kaldı ve müslümanlar tarafından ağırlandı. Bu süre içinde heyetin ileri gelenleriyle Hz. Peygamber arasında Allah inancı ve Hz. Îsâ’nın durumuna dair önemli tartışmalar cereyan etti. Heyet mensupları arasında tam bir inanç birliği olmadığı gibi, sorulan sorulara verdikleri cevaplar da tutarlı değildi. Hz. Îsâ için bazan “Allah” bazan “Allah’ın oğlu” bazan da “üçün üçüncüsü” diyorlardı. Hz. Peygamber onların iddialarını çürüttükten sonra, kendilerini bağlayacak sorular yöneltti. Sonunda sükût etmek zorunda kaldılar.
Bunun üzerine Resûlullah onları İslâm’a davet etti. Bu teklife karşı direnme yollarını denediler: –
“Ey Muhammed! Sen Îsâ’nın, Allah’ın kelimesi ve O’ndan bir ruh olduğunu söylemiyor musun?” dediler. Resûlullah:– “Evet” deyince: – “İşte bu bize yeter” dediler. Allah Teâlâ resulüne onları “mübâhele”ye (açık biçimde lânetleşme) davet etmesini vahyetti (bu konuda ayrıntılı açıklamaya 61. âyetin tefsirinde yer verilecektir). Resûl-i Ekrem bu çağrıyı yapınca bir gün süre istediler. Bu konuda ne yönde bir karar alabileceklerini kendi aralarında müzakere ederlerken içlerinden biri şöyle dedi: “Îsâ efendimizle ilgili çekişmeyi çözüme bağlayışından anlaşılmış oldu ki Muhammed gerçekten Allah’ın gönderdiği bir peygamberdir. Bilirsiniz ki bir toplum peygamberle lânetleşmeye kalkışırsa Allah, büyüğüyle küçüğüyle onları mahveder. Dinimizde kalmaya kararlıysanız, bu zatla lânetleşmeye girmeyiniz ve iyilikle ayrılınız.” Sonunda Hz. Peygamber’e gelip şöyle dediler: “Ey Ebü’l-Kasım! Seninle lânetleşmeye girmemeye, seni dininle baş başa bırakıp kendi dinimiz üzere kalmaya karar verdik. Fakat biz senden hoşnuduz ve sana güveniyoruz. Ashabından uygun birini aramızdaki malî ihtilâfları çözmek üzere bize gönder.” Resûlullah bu talep üzerine Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı bu iş için görevlendirdi. Rivayete göre Hz. Ömer, hiçbir zaman yöneticilikten hoşlanmadığı halde, Hz. Peygamber’in söz konusu görev için karar verdiği gün, hayatında ilk defa içinde bu arzuyu duyduğunu ve kendisinin tayin edileceğini umduğunu ifade etmiştir (bk. İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, II, 222 vd.; İbn Atıyye, I, 396-397; Râzî, VII, 154-155; Elmalılı, II, 1011-1015; Necran’la ilgili bilgi için bk. A. Moberg, “Necrân”, İA, IX, 165-167). Necran heyetiyle yapılan tartışmalar vesilesiyle nâzil olan bölümün1-61, 1-82 ve 1-84. âyetler olduğu yönünde görüşler vardır (bk. Şevkânî, I, 345; İbn Âşûr, III, 143-144; Elmalılı, II, 1011). Necran heyetinin Medine’ye hicretin 9. yılında gelmiş olduğu yönündeki yaygın bilgiye mukabil, İbn Hişâm’ın bu heyet hakkındaki bilgileri tarih vermeksizin aktarması, Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu hususunda âlimler arasında görüş birliğinin bulunması ve sûrenin içerik ve üslûbu bazı müellifleri bu sûresinin ne zaman nâzil olduğu konusunda farklı değerlendirmeler yapmaya sevketmiştir. İbn Âşûr’un bu konudaki açıklamalarını şöyle özetlemek mümkündür (III, 143-144, 146): Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu ve bazı âyetlerinde Uhud Savaşı’ndan söz edildiği hususunda âlimler arasında görüş birliği vardır. Enfâl sûresinden önce veya sonra indiği konusu ise ihtilâflıdır. Fakat Âl-i İmrân sûresinin, Bedir Savaşı sırasında indiği ittifakla kabul edilen Enfâl sûresinden de önce nâzil olduğuna dair rivayetin kabulü halinde, bu sûrede Uhud Savaşı’ndan söz edildiğini ve Bedir’de müslümanların kazandığı zaferin hatırlatıldığını söylemek mümkün olmayacaktır. Daha önce açıklandığı üzere aynı süre içinde birden fazla sûrenin inmesi mümkündür ve tefsir kitaplarında yer alan “Bu sûre filân sûreden sonra inmiştir” şeklindeki ifadeler, “Bu iki sûreden ilki tamamlanıp sonra diğeri inmeye başladı” anlamında değil, “Birincinin nüzûlü diğerinin nüzûlünden önce başlamıştır” anlamındadır. Necran heyetiyle ilgili bölümün iniş zamanının da bu ölçüye göre değerlendirilmesi uygun olur. Şu var ki, bu bölümün hicretin 9. yılında inmiş olduğuna dair ifadelerin, bu yılın “senetü’l-vüfûd” (elçiler yılı) olarak tanınmasından kaynaklandığı ve Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu dikkate alınınca, Necran heyetinin sözü edilen elçiler yılından önce (muhtemelen hicretin 3. yılında) gelmiş olduğu söylenebilir. Derveze, Necran heyetinin, müslümanların Bedir Savaşı’nda Kureyş müşriklerine karşı zafer kazandıkları haberini yerinde tahkik etmek için–Uhud Savaşı öncesinde– Medine’ye gelmiş olabileceği ihtimali üzerinde durur. Aynı müfessir, Ebû Süfyân’ın –Mekke’nin fethinden sonraki bir zamanda– Hz. Peygamber’in Necran hıristiyanları için yazılı bir belge düzenlediğine tanıklığı ile ilgili haberin doğru olması halinde ise hicretin 9. yılında başka bir Necran heyetinin daha gelmiş olmasını muhtemel görür (VIII, 70-71). Abdülhamîd Mahmûd Tahmâz ise bunu zorlanmış bir yaklaşım olarak değerlendirir ve bir sûrenin âyetlerindeki sıralamanın daima nüzûl sebebi ve sırasına göre olmadığı noktasından hareketle burada Necran heyeti hakkında hicretin 9. yılında inen baş kısmın Uhud Savaşı hakkındaki orta kısımdan sonra inmiş olduğunu düşünmeye bir engelin bulunmadığını savunur (et-Tevrât ve’l-İncîl ve’l-Kur’ân fî sûreti Âli İmrân, s. 9-10). Âl-i İmrân sûresinin baştan 120. âyetine kadar olan bölümün hicretin ilk yıllarında nâzil olduğunu gösteren bir içeriğe sahip bulunduğuna işaretle, sûrenin ilk seksen küsur âyetinin Bedir Savaşı’ndan bile önce nâzil olduğu, muhtemelen Hz. Peygamber’in daha önce inen Âl-i İmrân âyetlerini Necran heyetine okuduğu için bunu duyan bazı kişilerin bu âyetlerin o zaman (hicretin 9. yılı) indiğini zannettikleri de ileri sürülmüştür. Fakat bu görüşün sahibi olan Süleyman Ateş’in konuya ilişkin açıklamaları kendi içinde tutarlı görünmemektedir. Zira Ateş “hicrî 5. yıldan sonra Medine’de yahudi kalmadığı” noktasından hareketle “bu sûrede yahudilerin yerinin bulunmadığı” tarzında ve kendisinin başka ifadeleriyle bağdaşmayan kesin bir kanaat de ortaya koymaktadır (krş. II, 6, 33, 60, 61, 65, 69, 70, 71, 84, 85; II, 48, 61, 62; II, 29-30; II, 63). Öte yandan bazı âyetlerin içeriği ile tarihî bilgiler arasında uyum arama çabasıyla, meselâ 64. âyetin bir Hudeybiye Antlaşması’ndan önce, bir de Mekke fethinden sonra olmak üzere iki defa inmiş olmasına ihtimal veren müfessirler de vardır (bk. İbn Kesîr, II, 46). Kanaatimize göre Âl-i İmrân sûresinde “Ehl-i kitap” olumlu ve olumsuz yönleriyle geniş bir biçimde ele alınmış, inanç esasları bakımından hıristiyanlara ağırlık verilmekle beraber birçok yerde yahudilere de atıfta bulunulmuştur. Özellikle Hz. İbrâhim hakkındaki tartışmaya gönderme yapan âyetler (65-68) bunun açık bir kanıtıdır. Hatta 64. âyetin tefsirinde açıklanacağı üzere Ehl-i kitaba yapılan diyalog çağrısını, aslî şekliyle tevhid inancına dayalı din mensuplarına yapılmış genel bir davet biçiminde anlamak mümkündür. Şevkânî’nin de belirttiği üzere, bu sûrede geçen Ehl-i kitap ifadelerinin sadece hıristiyanlar hakkında olduğuna dair bazı ilk dönem bilginlerinden nakledilen rivayeti mutlak biçimde doğru saymak mümkün değildir (I, 391); bu rivayeti, Bakara sûresiyle karşılaştırıldığında burada hıristiyanlara ağırlık verilmiştir şeklinde anlamak daha uygun olur. Âyetlerin sıralaması konusunda yukarıda işaret edilen bilgiler dikkate alındığında, daima nüzûl sırasına ilişkin rivayetlerden hareketle zaman tesbiti yapmanın isabetli olmayacağı açıktır. Âyetlerin anlaşılmasında tarihî bilgiler ve nüzûl bilgileri önemli bir yardımcı role sahip olmakla beraber, yorumu bu bilgiler içine hapsetmeksizin ve öncelikle Kur’an’ın içerdiği mesajlar üzerinde dikkatle durulduğu takdirde yorumun ufkunu genişletme ve sağlıklı sonuçlara ulaşma ihtimali artar. Tabii ki, bu yorumların da kesinlik taşıyan verilerle çatışmamasına özen gösterilmesi gerekir. Buna göre, sûrede geçen ifadelerin de kimlere uygun düştüğü noktasının esas alınması, kesinlik kazanmamış rivayet veya ihtimaller dolayısıyla yoruma kesin bir üslûp katılmaması uygun olur. Sonuç olarak sûrenin nüzûlü hakkında şu söylenebilir: Bakara ve Enfâl sûrelerinin ardından hicretin 3. yılında Uhud Savaşı’ndan sonra nâzil olmaya başlayan sûrenin tamamlanması muhtemelen hicretin 9. yılına kadar sürmüştür (Emin Işık, “Âl-i İmrân Sûresi”, DİA, II, 307).
Konusu
Sûrede bahsedilen temel konulardan bir kısmı
şunlardır:
Kur’ân-ı Kerîm’in, aynen Tevrat ve İncil gibi tek ilâh, Hayy ve Kayyûm
olan Allah tarafından insanlara hidâyet rehberi olarak indirilmesi; iman
edenlerin, kalplerinde hastalık bulunanların ve Ehl-i kitabın Kur’an
karşısındaki konumları ve buna göre gerçekleşecek âkıbetleri; kurtuluşa ve ilâhî
muhabbete erebilmek için Allah Resûlü’ne itaat ve ittibânın vurgulanması,
Hz. Meryem, Hz. Yahyâ ve Hz. İsa’nın mûcizevî doğumlarından ve özellikle
Hz. İsa’nın Allah’ın kulu olması ve yine O’nun izniyle gerçekleşen mûcizelerinden
bahsedilerek başta hıristiyanların ve buna bağlı olarak tüm Ehl-i kitabın,
yanlış düşünce, inanç ve davranışlarını terkederek Hak katında yegâne makbûl
din olan İslâm’ı kabule davet edilmesi,
Müslümanların, Ehl-i kitabın kötü niyet ve sapık anlayışlarına karşı
uyarılması; onların tarih boyu yapageldikleri Allah’ın âyetlerini inkâr,
insanları hak yoldan saptırmak, peygamberleri haksız yere öldürmek, isyan ve
azgınlık etmek gibi yanlışlıklardan uzak durarak söz ve davranış bütünlüğü
içinde Allah’ın dinini en güzel şekilde tebliğ eden en hayırlı ümmet olmaya
gayret göstermelerinin istenmesi,
Uhud savaşından ve bu savaşta uğranılan mağlubiyetin sebeplerinden;
zafere erişmek için sabır, Allah ve Rasûlü’ne itaat ve Allah’tan korkmak gibi
mânevî faziletlerle donanmanın gerekliliğinden; münafıkların karanlık ve şüphe
dolu iç dünyalarından ve buna mukâbil Allah yolunda şehâdet rütbesine erişmiş
bahtiyarların müjde, nimet, selâmet ve saadet dolu istikballerinden
bahsedilmesi,
Ayakta iken, otururken ve yatarken dâimî olarak Allah’ı zikretmenin,
O’nun azamet, kuvvet ve kudret nişâneleri üzerinde tefekkürün, azabından
sakınıp rahmetini ummanın ve bunların gerçekleşmesine vesile olacak cihad,
hicret, sabır ve takvâ gibi diğer amel-i sâlihlerin teşvik edilmesi.
Fazileti
Ele aldığı mevzulara, ihtiva ettiği ahkâm, kıssa, emir
ve yasaklara bakıldığında Âl-i İmrân sûresinin de tıpkı Bakara sûresi gibi çok
önemli, faziletli ve büyük bir sûre olduğu görülür. Onun fazileti hakkında Allah
Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kur’an’ı okuyunuz; çünkü o, kıyamet gününde
kendisiyle hemhâl olanlara şefaatçi olarak gelecektir. Zehrâvân’ı yani Bakara ve
Âl-i İmrân sûrelerini okuyun;[1]
çünkü onlar, kıyamet gününde iki büyük bulut veya iki gölgelik ya da iki kuş
sürüsü hâlinde gelerek kendilerini okuyanları savunacak ve koruyacaklardır.” (Müslim, Mûsâfirîn 252)
[1] Bakara ve Âl-i İmrân
sûrelerine, hidâyet nûrlarının parlaklığı ve okuyanlara verilecek ecrin
büyüklüğü sebebiyle, “Zehrâvân” ismi verilmiştir.
26: De ki: “Ey mülkün gerçek sahibi olan Allah! Sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü çekip alırsın; dilediğini yüceltip aziz kılar, dilediğini alçaltıp zelil edersin. Bütün hayırlar yalnız senin elindedir. Şüphesiz sen, her şeye kâdirsin.
TEFSİR:
اَلْمُلْكُ
(mülk) kelimesi; “peygamberlik, kudret, idare etme kuvveti, zafer, hâkimiyet,
ilim, servet, itibar, akıl ve sıhhat gibi maddî ve manevî imkânlar” mânalarını
ihtiva eder. Buna göre مَالِكُ الْمُلْكِ
(mâlikü’l-mülk) olan Allah Teâlâ, sayılan bu imkânların hepsinin mutlak olaraksahibidir. O, bu nimetlerden istediği kullarına dilediğini vermekte
nihâyetsiz bir kudret ve iradeye maliktir.
Âyet-i
kerîmenin iniş sebebiyle ilgili iki rivayet şöyledir:
Birincisi;
Mekke’nin fethi üzerine Allah Resûlü (s.a.s.), ümmetine, bir gün Bizans ve İran
imparatorluklarını ele geçireceklerini müjdelemişti. Bunun üzerine münafıklar
ve yahudiler, “Olacak iş değil. Muhammed nerede, İran ve Rum nerede! Onların
güç ve kuvvetleri bundan çok fazla. Üstelik Muhammed’e Mekke ve Medine yetmedi
mi ki, bir de İran ve Rum devletlerini istiyor?” dediler.
İkincisi;
Hendek savaşının yapıldığı yılda Resûlullah, kazılacak hendeği belirlemiş,
Medine halkından her on kişiye kırk arşınlık yer göstermişti. Aralarında
Selman-ı Farisi’nin de bulunduğu grup, kendilerine düşen yeri kazarlarken
hendeğin orta yerinde büyük bir kaya çıktı. Kayayı kırmaya uğraştılar, fakat
başaramadılar. Durumu Allah Resûlü’ne arzettiler. Efendimiz gelip hendeğe indi,
Selman’ın elinden balyozu aldı, taşa bir vurdu, taş çatladı ve öyle bir
kıvılcım çıktı ki, karanlık bir odadaki kandil gibi etrafı aydınlattı.
Resulullah bir fetih tekbiri aldı, oradakiler de tekbir getirdiler. İkinci bir
darbe daha indirdi, yine öyle bir şimşek çaktı ve yine tekbir getirdiler.
Üçüncü bir darbe daha vurdu, taşı parçaladı ve yine öyle bir şimşek daha çaktı.
Aynı şekilde bir tekbir daha getirdiler. Sonra Efendimiz birinci çakan ışıkta
kendisine Hıyre’nin ve Kİsrâ’nın şehirlerinin köşkleri göründüğünü; ikinci
ışıkta Rum diyarının kırmızı köşkleri göründüğünü; üçüncü ışıkta ise San‘a’nın
köşkleri göründüğünü haber verdi. Cebrâil (a.s.) da, ümmet-i Muhammed’in kısa
zaman sonra bunları ele geçireceklerini müjdeledi. Buna müslümanlar çok
sevindiler. Münafıklar ise: “Ne tuhaf insanlarsınız! Muhammed sizi boş
ümitlerle oyalıyor, asılsız va‘dlerde bulunuyor, Medine’den Hıyre ve Rum kralının
şehirlerinin köşklerini gördüğünü ve sizin bunları fethedeceğinizi söylüyor.
Halbuki savaşa çıkmaya bile gücünüz yetmiyor da korkunuzdan hendek
kazıyorsunuz” dediler. Bu ve benzeri hâdiseler üzerine bu âyet-i kerîme indi. (Zemahşerî,
el-Keşşâf, I, 168; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 4-5)
“Mülk”ten maksat ister peygamberlik, ister
dünya hâkimiyeti, isterse yukarıda zikredilen diğer mânalardan biri olsun, fark
etmez, Cenâb-ı Hak bunları dilediğine lütfeder, dilediğinden de çekip geri
alır. Nitekim peygamberler asırlar boyu hep İsrâiloğulları neslinden devam
etmiştir. Bu sebeple onlar, Tevrat’ta gelmesi müjdelenen son peygamberin de
yine kendilerinden olmasını bekliyorlardı. Bunu tabii bir hak olarak
görüyorlardı. Fakat Allah Teâlâ, işledikleri günahlar ve nankörlükleri
sebebiyle bu nimeti onların elinden aldı ve Araplar’ın seçkin kolu Kureyş’ten
Hz. Muhammed (s.a.s.)’e ihsan etti. Efendimiz Medine’de İslâm devletini kurdu
ve kısa zamanda Arap Yarımadası’na hakim oldu. Fazla zaman geçmeden de Bizans
ve İran imparatorlukları fethedildi, İslâm devletinin sınırları İstanbul’a,
Kafkaslar’a ve İspanya’ya kadar genişledi.
Âyetin “dilediğini
yüceltip aziz kılar, dilediğini alçaltıp zelil edersin” (Âl-i İmrân 3/26) ifadesi,
hem dinî hem de dünyevî açıdan değerlendirilebilir. Dinî açıdan izzet, Allah’a
gönülden inanmak ve bu imanın gereğini tam olarak yapmaya çalışmaktır. Kul için
en büyük şeref budur. Nitekim: “Asıl güç, izzet ve şeref Allah’a aittir,
Rasûlü’ne aittir ve mü’minlere aittir; fakat münafıklar bunu bilmiyor” (Münafıkûn
63/8) âyetinde “izzet” bu mânadadır. Dinî açıdan zillet ise hakikati gördüğü
halde imansızlık yolunu tutmak, inkârda direnmek ve bunun savunucusu konumunda
olmaktır. “Allah ve Rasûlü’ne karşı çıkanlar, evet onlar, mağlubiyete
uğrayıp en zelîl ve en alçak kimseler arasında olacaklardır” (Mücâdile
58/20) âyeti de bu mânadaki “zillet”ten bahseder.
Maddî
mânevî, dinî dünyevî her türlü hayırlar, iyilikler ve bereketler Allah
Teâlâ’nın kudretindedir. O, aynı zamanda her şeye gücü yetendir. Bize göre
olması imkânsız veya zor olan şeyleri yapmak Allah’a güç değildir. Dolayısıyla,
âyetin iniş sebeplerinde örnekleri geçtiği üzere, müslümanlar için imkânsız
görülen başarı ve zaferleri onlara lütfetmek kesinlikle Allah’ın kudretindedir.
Mü’minler her daim bu iman ve tevekkül anlayışı içinde olmalıdırlar.
Nitekim
O’nun sınırsız kudret tecellilerinden biri de şudur:
Kuli(A)llâhumme mâlike-lmulki tu/tî-lmulke men teşâu vetenzi’u-lmulke mimmen teşâu vetu’izzu men teşâu vetużillu men teşâ(u)(s) biyedike-lḣayr(u)(s) inneke ‘alâ kulli şey-in kadîr(un)
1.
Ömer Çelik Meali
De ki: “Ey mülkün gerçek sahibi olan Allah! Sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü çekip alırsın; dilediğini yüceltip aziz kılar, dilediğini alçaltıp zelil edersin. Bütün hayırlar yalnız senin elindedir. Şüphesiz sen, her şeye kâdirsin.
2.
Diyanet Vakfı Meali
(Resûlüm!) De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin.
3.
Diyanet İşleri (Eski) Meali
De ki: "Mülkün sahibi olan Allah'ım! Mülkü dilediğine verirsin; dilediğinden çekip alırsın; dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın; iyilik elindedir. Doğrusu Sen, her şeye Kadir'sin.
4.
Diyanet İşleri (Yeni) Meali
De ki: “Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.”
5.
Elmalılı Hamdi Yazır Meali
De ki: "Ey mülkün sahibi Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden de onu çeker alırsın, dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır Senin elindedir. Muhakkak ki, Sen her şeye kâdirsin.
6.
Elmalılı Meali (Orjinal) Meali
Deki: ey mülkün sahibi Allahım! Dilediğine mülk verirsin, dilediğinden de mülkü çeker alırsın, ve dilediğini azîz edersin, dilediğini zelil edersin, hayır yalnız senin elindedir, muhakkak ki sen her şey'e kadirsin
7.
Hasan Basri Çantay Meali
(Habîbim) de ki: «Ey mülkün saahibi Allah, Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, mülkü kimden dilersen ondan alırsın. Kimi dilersen onun kadrini yükseltir, kimi dilersen onu alçaltırsın. Hayr, yalınız Senin elindedir. Şübhesiz ki Sen her şey'e hakkıyle kaadirsin.
8.
Hayrat Neşriyat Meali
(Habîbim, yâ Muhammed!) De ki: “Ey mülkün (gerçek) sâhibi olan Allah! Dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden de mülkü çeker alırsın! Hem dilediğini azîz edersin, dilediğini de zelîl kılarsın! (Her) hayır (ancak senin) elindedir! Şübhesiz ki sen, herşeye hakkıyla gücü yetensin!”
9.
Ali Fikri Yavuz Meali
Rasûlüm, şöyle de: “- Ey mülkün sahibi Allah'ım! Sen, dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini de zelil edersin; hayır, yalnız senin elindedir. Muhakkak ki sen her şeye kâdirsin.
10.
Ömer Nasuhi Bilmen Meali
De ki: «Ey mülkün sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden çeker alırsın ve dilediğini azîz edersin, dilediğini de zelil kılarsın. Hayır (iyilik), Senin Yed-i Kudretindedir. Şüphe yok ki, Sen her şeye ziyâdesiyle kâdirsin.»
11.
Ümit Şimşek Meali
De ki: Ey mülkün sahibi olan Allahım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden de çekip alırsın. Dilediğini aziz eder, dilediğini hor ve hakir kılarsın. Bütün hayır Senin elindedir. Senin herşeye gücün yeter.
12.
Yusuf Ali (English) Meali
Say: "O Allah. Lord of Power (And Rule), Thou givest power to whom Thou pleasest, and Thou strippest off power from whom Thou pleasest: Thou enduest with honour whom Thou pleasest, and Thou bringest low whom Thou pleasest: In Thy hand is all good. Verily, over all things Thou hast power.
Sadece meal okumak ile Kur'ân-ı Kerim'in bir çok âyetinin tam mânâsı ile anlaşılması mümkün olmayabilir. Ayetlerin izahı için mutlaka bir tefsire başvurulması gerekir. Âl-i İmrân Sûresi 26. ayetinin tefsiri için tıklayınız
*
Türkçe okunuşlarından Kur'an-ı Kerim okumak uygun görülmemektedir. Ayetler Türkçe olarak arandıkları için sitemize eklenmiştir.
Şifa; deva demektir. Şifa; insanın hastalıktan kurtulması, sıhhat bulması, iyilik bulması anlamlarına gelir. Peki hastalara ne şifa olur?
KUR’AN’DA G ...