Âl-i İmrân sûresi 200 âyettir. Medine’de nâzil olmuştur.
İsmini, 33-34. âyetlerde bahsedilen ve “İmrân Ailesi” mânasına gelen “Âl-i
İmrân” kelimesinden almıştır. Sûreye اَلْكَنْزُ(Kenz), اَلأمَانُ(Emân) ve الطيبة(Tayyibe) gibi isimlerin yanı sıra, seherlerde istiğfar
edenlerden bahsettiğinden سُورَةُ الْإسْتِغْفَارِ
(Sûretü’l-İstiğfâr) ve hidâyet nûrunun parlaklığı sebebiyle de اَلزَّهْرٰي(Zehrâ) ismi verilmiştir.
Mushaf tertibine göre 3, nüzûl sırasına göre 89. sûredir. Büyük ihtimalle Bedir
savaşından sonra başlayarak hicretin 9. senesine kadar peyderpey inmiştir. Kur’ân-ı
Kerîm’in Bakara sûresinden sonra ikinci uzun sûresidir.
Nuzül
Mushaftaki sıralamada 3, iniş sırasına göre 89. sûredir. Enfâl sûresinden sonra, Ahzâb sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur.
Müfessirlerin çoğunluğuna göre, sûrenin önemli bir bölümünün geliş sebebi, Necran hıristiyanları adına Medine’ye gelen heyetle Hz. Peygamber arasında geçen Allah inancı konusundaki tartışmalardır. Bu vesileyle nâzil olan âyetlerin sayısı ve sûrenin iniş zamanı hakkında farklı görüşler vardır. Necran heyetiyle ilgili rivayetten sonra bunlara yer verilecektir. Coğrafî kaynaklar Yemen’de, Kûfe civarında ve Havran’da Necran adını taşıyan birden fazla yerleşim biriminin bulunduğunu kaydeder. Burada söz konusu olan kişiler, Yemen Necranı’ndan heyet halinde gelen hıristiyanlardır. Hıristiyanlık aslî şekliyle Arap yarımadasının önce bu kasabasında yayılmış ve başlangıçta Yemen hükümdarlarının sert tepkileriyle karşılaşmıştır. Daha sonra burası Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden biri olmuştur.
Nitekim tarih kaynakları burada inşa edilen ve Kâbe-i Muazzama’ya karşılık olmak üzere “Kâbe-i Necrân” adıyla anılan görkemli kilisede çok sayıda piskoposun görev yaptığını belirtmektedirler. Aralarında bu kiliseye mensup din adamlarının da bulunduğu altmış kişilik bir Necran heyeti (aşağıda açıklanacağı üzere hicretin 9. yılında veya daha önceki bir tarihte) Medine’ye bir ziyarette bulunmuştu. Bu heyet içinde on dört kişi temsilci konumundaydı. Bunlardan üçü heyetin en yetkilileri idi: Başkan Abdülmesîh (el-Âkıb), başkan yardımcısı Eyhem (es-Seyyid) ve piskopos Ebû Hârise b. Alkame. Bir gün ikindi namazını müteakip süslü ve ihtişamlı elbiseler içinde mescide gelip Hz. Peygamber’in huzuruna çıkan bu heyet mensupları, kendi ibadet vakitleri geldiğinde doğuya doğru dönüp hıristiyan usulüne göre âyin yapmak istediler. Resûlullah onlara müsaade etti. Heyet birkaç gün Medine’de kaldı ve müslümanlar tarafından ağırlandı. Bu süre içinde heyetin ileri gelenleriyle Hz. Peygamber arasında Allah inancı ve Hz. Îsâ’nın durumuna dair önemli tartışmalar cereyan etti. Heyet mensupları arasında tam bir inanç birliği olmadığı gibi, sorulan sorulara verdikleri cevaplar da tutarlı değildi. Hz. Îsâ için bazan “Allah” bazan “Allah’ın oğlu” bazan da “üçün üçüncüsü” diyorlardı. Hz. Peygamber onların iddialarını çürüttükten sonra, kendilerini bağlayacak sorular yöneltti. Sonunda sükût etmek zorunda kaldılar.
Bunun üzerine Resûlullah onları İslâm’a davet etti. Bu teklife karşı direnme yollarını denediler: –
“Ey Muhammed! Sen Îsâ’nın, Allah’ın kelimesi ve O’ndan bir ruh olduğunu söylemiyor musun?” dediler. Resûlullah:– “Evet” deyince: – “İşte bu bize yeter” dediler. Allah Teâlâ resulüne onları “mübâhele”ye (açık biçimde lânetleşme) davet etmesini vahyetti (bu konuda ayrıntılı açıklamaya 61. âyetin tefsirinde yer verilecektir). Resûl-i Ekrem bu çağrıyı yapınca bir gün süre istediler. Bu konuda ne yönde bir karar alabileceklerini kendi aralarında müzakere ederlerken içlerinden biri şöyle dedi: “Îsâ efendimizle ilgili çekişmeyi çözüme bağlayışından anlaşılmış oldu ki Muhammed gerçekten Allah’ın gönderdiği bir peygamberdir. Bilirsiniz ki bir toplum peygamberle lânetleşmeye kalkışırsa Allah, büyüğüyle küçüğüyle onları mahveder. Dinimizde kalmaya kararlıysanız, bu zatla lânetleşmeye girmeyiniz ve iyilikle ayrılınız.” Sonunda Hz. Peygamber’e gelip şöyle dediler: “Ey Ebü’l-Kasım! Seninle lânetleşmeye girmemeye, seni dininle baş başa bırakıp kendi dinimiz üzere kalmaya karar verdik. Fakat biz senden hoşnuduz ve sana güveniyoruz. Ashabından uygun birini aramızdaki malî ihtilâfları çözmek üzere bize gönder.” Resûlullah bu talep üzerine Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı bu iş için görevlendirdi. Rivayete göre Hz. Ömer, hiçbir zaman yöneticilikten hoşlanmadığı halde, Hz. Peygamber’in söz konusu görev için karar verdiği gün, hayatında ilk defa içinde bu arzuyu duyduğunu ve kendisinin tayin edileceğini umduğunu ifade etmiştir (bk. İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, II, 222 vd.; İbn Atıyye, I, 396-397; Râzî, VII, 154-155; Elmalılı, II, 1011-1015; Necran’la ilgili bilgi için bk. A. Moberg, “Necrân”, İA, IX, 165-167). Necran heyetiyle yapılan tartışmalar vesilesiyle nâzil olan bölümün1-61, 1-82 ve 1-84. âyetler olduğu yönünde görüşler vardır (bk. Şevkânî, I, 345; İbn Âşûr, III, 143-144; Elmalılı, II, 1011). Necran heyetinin Medine’ye hicretin 9. yılında gelmiş olduğu yönündeki yaygın bilgiye mukabil, İbn Hişâm’ın bu heyet hakkındaki bilgileri tarih vermeksizin aktarması, Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu hususunda âlimler arasında görüş birliğinin bulunması ve sûrenin içerik ve üslûbu bazı müellifleri bu sûresinin ne zaman nâzil olduğu konusunda farklı değerlendirmeler yapmaya sevketmiştir. İbn Âşûr’un bu konudaki açıklamalarını şöyle özetlemek mümkündür (III, 143-144, 146): Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu ve bazı âyetlerinde Uhud Savaşı’ndan söz edildiği hususunda âlimler arasında görüş birliği vardır. Enfâl sûresinden önce veya sonra indiği konusu ise ihtilâflıdır. Fakat Âl-i İmrân sûresinin, Bedir Savaşı sırasında indiği ittifakla kabul edilen Enfâl sûresinden de önce nâzil olduğuna dair rivayetin kabulü halinde, bu sûrede Uhud Savaşı’ndan söz edildiğini ve Bedir’de müslümanların kazandığı zaferin hatırlatıldığını söylemek mümkün olmayacaktır. Daha önce açıklandığı üzere aynı süre içinde birden fazla sûrenin inmesi mümkündür ve tefsir kitaplarında yer alan “Bu sûre filân sûreden sonra inmiştir” şeklindeki ifadeler, “Bu iki sûreden ilki tamamlanıp sonra diğeri inmeye başladı” anlamında değil, “Birincinin nüzûlü diğerinin nüzûlünden önce başlamıştır” anlamındadır. Necran heyetiyle ilgili bölümün iniş zamanının da bu ölçüye göre değerlendirilmesi uygun olur. Şu var ki, bu bölümün hicretin 9. yılında inmiş olduğuna dair ifadelerin, bu yılın “senetü’l-vüfûd” (elçiler yılı) olarak tanınmasından kaynaklandığı ve Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu dikkate alınınca, Necran heyetinin sözü edilen elçiler yılından önce (muhtemelen hicretin 3. yılında) gelmiş olduğu söylenebilir. Derveze, Necran heyetinin, müslümanların Bedir Savaşı’nda Kureyş müşriklerine karşı zafer kazandıkları haberini yerinde tahkik etmek için–Uhud Savaşı öncesinde– Medine’ye gelmiş olabileceği ihtimali üzerinde durur. Aynı müfessir, Ebû Süfyân’ın –Mekke’nin fethinden sonraki bir zamanda– Hz. Peygamber’in Necran hıristiyanları için yazılı bir belge düzenlediğine tanıklığı ile ilgili haberin doğru olması halinde ise hicretin 9. yılında başka bir Necran heyetinin daha gelmiş olmasını muhtemel görür (VIII, 70-71). Abdülhamîd Mahmûd Tahmâz ise bunu zorlanmış bir yaklaşım olarak değerlendirir ve bir sûrenin âyetlerindeki sıralamanın daima nüzûl sebebi ve sırasına göre olmadığı noktasından hareketle burada Necran heyeti hakkında hicretin 9. yılında inen baş kısmın Uhud Savaşı hakkındaki orta kısımdan sonra inmiş olduğunu düşünmeye bir engelin bulunmadığını savunur (et-Tevrât ve’l-İncîl ve’l-Kur’ân fî sûreti Âli İmrân, s. 9-10). Âl-i İmrân sûresinin baştan 120. âyetine kadar olan bölümün hicretin ilk yıllarında nâzil olduğunu gösteren bir içeriğe sahip bulunduğuna işaretle, sûrenin ilk seksen küsur âyetinin Bedir Savaşı’ndan bile önce nâzil olduğu, muhtemelen Hz. Peygamber’in daha önce inen Âl-i İmrân âyetlerini Necran heyetine okuduğu için bunu duyan bazı kişilerin bu âyetlerin o zaman (hicretin 9. yılı) indiğini zannettikleri de ileri sürülmüştür. Fakat bu görüşün sahibi olan Süleyman Ateş’in konuya ilişkin açıklamaları kendi içinde tutarlı görünmemektedir. Zira Ateş “hicrî 5. yıldan sonra Medine’de yahudi kalmadığı” noktasından hareketle “bu sûrede yahudilerin yerinin bulunmadığı” tarzında ve kendisinin başka ifadeleriyle bağdaşmayan kesin bir kanaat de ortaya koymaktadır (krş. II, 6, 33, 60, 61, 65, 69, 70, 71, 84, 85; II, 48, 61, 62; II, 29-30; II, 63). Öte yandan bazı âyetlerin içeriği ile tarihî bilgiler arasında uyum arama çabasıyla, meselâ 64. âyetin bir Hudeybiye Antlaşması’ndan önce, bir de Mekke fethinden sonra olmak üzere iki defa inmiş olmasına ihtimal veren müfessirler de vardır (bk. İbn Kesîr, II, 46). Kanaatimize göre Âl-i İmrân sûresinde “Ehl-i kitap” olumlu ve olumsuz yönleriyle geniş bir biçimde ele alınmış, inanç esasları bakımından hıristiyanlara ağırlık verilmekle beraber birçok yerde yahudilere de atıfta bulunulmuştur. Özellikle Hz. İbrâhim hakkındaki tartışmaya gönderme yapan âyetler (65-68) bunun açık bir kanıtıdır. Hatta 64. âyetin tefsirinde açıklanacağı üzere Ehl-i kitaba yapılan diyalog çağrısını, aslî şekliyle tevhid inancına dayalı din mensuplarına yapılmış genel bir davet biçiminde anlamak mümkündür. Şevkânî’nin de belirttiği üzere, bu sûrede geçen Ehl-i kitap ifadelerinin sadece hıristiyanlar hakkında olduğuna dair bazı ilk dönem bilginlerinden nakledilen rivayeti mutlak biçimde doğru saymak mümkün değildir (I, 391); bu rivayeti, Bakara sûresiyle karşılaştırıldığında burada hıristiyanlara ağırlık verilmiştir şeklinde anlamak daha uygun olur. Âyetlerin sıralaması konusunda yukarıda işaret edilen bilgiler dikkate alındığında, daima nüzûl sırasına ilişkin rivayetlerden hareketle zaman tesbiti yapmanın isabetli olmayacağı açıktır. Âyetlerin anlaşılmasında tarihî bilgiler ve nüzûl bilgileri önemli bir yardımcı role sahip olmakla beraber, yorumu bu bilgiler içine hapsetmeksizin ve öncelikle Kur’an’ın içerdiği mesajlar üzerinde dikkatle durulduğu takdirde yorumun ufkunu genişletme ve sağlıklı sonuçlara ulaşma ihtimali artar. Tabii ki, bu yorumların da kesinlik taşıyan verilerle çatışmamasına özen gösterilmesi gerekir. Buna göre, sûrede geçen ifadelerin de kimlere uygun düştüğü noktasının esas alınması, kesinlik kazanmamış rivayet veya ihtimaller dolayısıyla yoruma kesin bir üslûp katılmaması uygun olur. Sonuç olarak sûrenin nüzûlü hakkında şu söylenebilir: Bakara ve Enfâl sûrelerinin ardından hicretin 3. yılında Uhud Savaşı’ndan sonra nâzil olmaya başlayan sûrenin tamamlanması muhtemelen hicretin 9. yılına kadar sürmüştür (Emin Işık, “Âl-i İmrân Sûresi”, DİA, II, 307).
Konusu
Sûrede bahsedilen temel konulardan bir kısmı
şunlardır:
Kur’ân-ı Kerîm’in, aynen Tevrat ve İncil gibi tek ilâh, Hayy ve Kayyûm
olan Allah tarafından insanlara hidâyet rehberi olarak indirilmesi; iman
edenlerin, kalplerinde hastalık bulunanların ve Ehl-i kitabın Kur’an
karşısındaki konumları ve buna göre gerçekleşecek âkıbetleri; kurtuluşa ve ilâhî
muhabbete erebilmek için Allah Resûlü’ne itaat ve ittibânın vurgulanması,
Hz. Meryem, Hz. Yahyâ ve Hz. İsa’nın mûcizevî doğumlarından ve özellikle
Hz. İsa’nın Allah’ın kulu olması ve yine O’nun izniyle gerçekleşen mûcizelerinden
bahsedilerek başta hıristiyanların ve buna bağlı olarak tüm Ehl-i kitabın,
yanlış düşünce, inanç ve davranışlarını terkederek Hak katında yegâne makbûl
din olan İslâm’ı kabule davet edilmesi,
Müslümanların, Ehl-i kitabın kötü niyet ve sapık anlayışlarına karşı
uyarılması; onların tarih boyu yapageldikleri Allah’ın âyetlerini inkâr,
insanları hak yoldan saptırmak, peygamberleri haksız yere öldürmek, isyan ve
azgınlık etmek gibi yanlışlıklardan uzak durarak söz ve davranış bütünlüğü
içinde Allah’ın dinini en güzel şekilde tebliğ eden en hayırlı ümmet olmaya
gayret göstermelerinin istenmesi,
Uhud savaşından ve bu savaşta uğranılan mağlubiyetin sebeplerinden;
zafere erişmek için sabır, Allah ve Rasûlü’ne itaat ve Allah’tan korkmak gibi
mânevî faziletlerle donanmanın gerekliliğinden; münafıkların karanlık ve şüphe
dolu iç dünyalarından ve buna mukâbil Allah yolunda şehâdet rütbesine erişmiş
bahtiyarların müjde, nimet, selâmet ve saadet dolu istikballerinden
bahsedilmesi,
Ayakta iken, otururken ve yatarken dâimî olarak Allah’ı zikretmenin,
O’nun azamet, kuvvet ve kudret nişâneleri üzerinde tefekkürün, azabından
sakınıp rahmetini ummanın ve bunların gerçekleşmesine vesile olacak cihad,
hicret, sabır ve takvâ gibi diğer amel-i sâlihlerin teşvik edilmesi.
Fazileti
Ele aldığı mevzulara, ihtiva ettiği ahkâm, kıssa, emir
ve yasaklara bakıldığında Âl-i İmrân sûresinin de tıpkı Bakara sûresi gibi çok
önemli, faziletli ve büyük bir sûre olduğu görülür. Onun fazileti hakkında Allah
Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kur’an’ı okuyunuz; çünkü o, kıyamet gününde
kendisiyle hemhâl olanlara şefaatçi olarak gelecektir. Zehrâvân’ı yani Bakara ve
Âl-i İmrân sûrelerini okuyun;[1]
çünkü onlar, kıyamet gününde iki büyük bulut veya iki gölgelik ya da iki kuş
sürüsü hâlinde gelerek kendilerini okuyanları savunacak ve koruyacaklardır.” (Müslim, Mûsâfirîn 252)
[1] Bakara ve Âl-i İmrân
sûrelerine, hidâyet nûrlarının parlaklığı ve okuyanlara verilecek ecrin
büyüklüğü sebebiyle, “Zehrâvân” ismi verilmiştir.
161: Hiçbir peygamberin emânete hıyanet etmesi asla söz konusu olamaz. Kim böyle bir haksızlık yaparsa, kıyâmet günü hıyânet ettiği şeyin günahıyla gelecektir. Sonra herkese yaptığının karşılığı tastamam ödencek ve hiç kimseye haksızlık yapılmayacaktır.
TEFSİR:
Uhud’da yerlerini terkeden okçular, Allah Resûlü’nün; “Ganimet
olarak kim ne alırsa ona sahip olur” buyuracağını düşünmüşlerdi. Nebiyy-i Ekrem
Efendimiz onlara:
“–Ganimet hususunda haksızlık yapıp size pay vermeyeceğimizi mi
zannettiniz?” buyurdu. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (Vâhidî,
Esbâbu’n-nüzûl, s. 131)
Cenâb-ı Hak burada insanların peygamberler
hakkındaki yanlış kanaatlerini düzelttikten sonra, haksızlık ve ihânetin ne
büyük bir günah olduğunu beyân etmiştir.
“Ganimet mallarından gizlice bir şey almak ve emânete hıyânet
etmek” mânasına gelen الغلول (ğulûl) kelimesi,
genel olarak kamu malında yolsuzluk ve suistimali ifade etmektedir. Kıyamet günü hâinlerin, “haksız yere
aldıkları malla birlikte gelmesi”, şiddetli bir tehdît olup, onların mahşer
meydanında herkesin huzûrunda rezil olacağını ve büyük bir azâba mâruz
kalacağını göstermektedir. Âyetin “Sonra herkese yaptığının karşılığı
tastamam ödencek ve hiç kimseye haksızlık yapılmayacaktır” (Âl-i İmrân
3/161)kısmında ise, bu şekilde ağır ceza verilmekle hâinlerin zulme uğratılmadığı,
bilâkis onların kendi işledikleri günahın cezasını çektiği hatırlatılmaktadır.
Yani insanların basit gördüğü bu ihânet, Allah katında çok büyük bir günahtır
ve cezası da ona göre verilecektir.
Enes b. Mâlik (r.a.) şöyle der:
Nebî (s.a.s.) bize yaptığı konuşmalarda çoğu
zaman şu sözü söylerdi:
“Emâneti olmayanın yani kendisine
güvenilmeyen kimsenin imanı yoktur, sözüne riâyet etmeyenin de dîni yoktur.”(Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 154, 135)
Adiy b. Amîre (r.a.) şöyle anlatır:
Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz’in şöyle
buyurduğunu işittim:
“Bir işe memur tâyin ettiğimiz
kimse, bizden bir iğneyi veya ondan daha küçük bir şeyi gizlerse, bu hıyânet
olur ve kıyâmet günü onunla gelir.”
Bunun üzerine Ensâr’dan siyah tenli bir adam
ayağa kalktı, -şu anda sanki o zâtı hâlâ görür gibiyim-:
“–Ya Rasûlallah! Bana verdiğiniz vazifeyi geri
alınız!” dedi. Resûlullah (s.a.s.):
“–Sana ne oldu?” diye sordu. Ensârî:
“–Şöyle şöyle dediğinizi işittim” cevabını
verdi. Allah Resûlü (s.a.s.):
“–Ben o sözü şimdi de söylüyorum:
Sizden kimi mâlî bir vazifeye tâyin edersek, o malın azını da çoğunu da
getirsin. O maldan kendisine verileni alır, verilmeyenden ise geri durur.” (Müslim, İmâre 30; Ebû Dâvûd, Akdıye 5/3581)
Ebû Hüreyre (r.a.), Peygamber Efendimiz’in bu konudaki mühim bir îkazını şöyle nakleder:
Bir keresinde Nebî (s.a.s.), aramızda ayağa
kalktı, ganimet ve devlet malına hiyânet hakkında konuşma yaptı. Hıyânetin çok
büyük bir fenâlık olduğunu, günahının çok fazla olacağını bildirip, bunun
şiddetle haram kılındığını izah etti ve şöyle buyurdu:
“Sakın sizden biri, kıyâmet
gününde omuzunda hıyânetle elde ettiği bir koyun avaz avaz melerken, öbürü de
omuzunda bir at kişnerken karşıma çıkarak:
«–Yâ Rasûlallah, bana yardım et!»
diye yalvarmasın. Aksi takdirde ben ona:
«–Sana hiçbir şekilde şefâat
edemem, ben sana dünyada Allah’ın hükmünü teblîğ etmiştim!» diye cevap veririm.
Biri de omuzunda bir deve böğürdüğü
hâlde bana gelip:
«–Yâ Resûlallah, yardım eyle!»
demesin! Ben ona da:
«–Senin için hiçbir sûretle şefâat
edemem; çünkü ben sana dünyada Allah’ın hükmünü teblîğ etmiştim!» derim.
Bir başkası da omuzunda altın,
gümüş yüklü olarak gelip:
«–Yâ Rasûlallah, bana yardım et!»
demesin. Ben ona:
«–Sana hiçbir türlü yardım edemem.
Çünkü ben, dünyada sana Allah’ın hükmünü teblîğ etmiştim» derim.
Bir diğeri de üzerinde hıyânetle
elde ettiği elbiseler dalgalandığı hâlde gelip:
«–Yâ Rasûlallah, bana yardım et!»
demesin. Ben ona da:
«–Sana hiçbir şekilde yardım
edemem. Çünkü ben dünyada sana Allah’ın hükmünü teblîğ etmiştim» derim.” (Buhârî, Cihâd 189; Müslim, İmâret 24)
Resûlullah (s.a.s.) şöyle dua ederdi:
“Allahım! Açlıktan sana sığınırım;
o ne kötü bir arkadaş, insanı avucunun içine alan ne fena bir hâldir. Emânete
ihânetten de sana sığınırım; o ne kötü bir huy ve tabiattır.”(Ebû Dâvûd, Vitir 32/1547;
Nesâî, İstiâze 19, 20)
Bazı rivayetlerde, mü’minin günahlara
düşebileceği, ancak hıyânetle yalanın onda kesinlikle bulunamayacağı ifade
edilir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 252; Beyhakî, Şu‘abu’l-iman,
IV, 207)
Böylesine kötü bir vasfın bir peygamberde olabileceğini düşünmek
ne kadar büyük bir hatâdır. Peygamberler sadece Allah’ın râzı olduğu işleri
yaparlar ve onlar insanlar için büyük bir ilâhî lutuftur:
Hiçbir peygamberin emânete hıyanet etmesi asla söz konusu olamaz. Kim böyle bir haksızlık yaparsa, kıyâmet günü hıyânet ettiği şeyin günahıyla gelecektir. Sonra herkese yaptığının karşılığı tastamam ödencek ve hiç kimseye haksızlık yapılmayacaktır.
2.
Diyanet Vakfı Meali
Bir peygambere, emanete hıyanet yaraşmaz. Kim emanete (devlet malına) hıyanet ederse, kıyamet günü, hainlik ettiği şeyin günahı boynuna asılı olarak gelir. Sonra herkese -asla haksızlığa uğratılmaksızın-kazandığı tastamam verilir.
3.
Diyanet İşleri (Eski) Meali
Hiçbir peygambere ganimete ve millet malına hiyanet yaraşmaz; haksızlık kim yaparsa, kıyamet günü yaptığı ile gelir, sonra, haksızlık yapılmaksızın herkese kazanmış olduğu ödenir.
4.
Diyanet İşleri (Yeni) Meali
Hiçbir peygamberin emanete hıyanet etmesi düşünülemez. Kim hıyanet ederse, kıyamet günü, hıyanet ettiği şeyle birlikte gelir. Sonra da hiçbir haksızlığa uğratılmaksızın herkese kazandığının karşılığı tastamam ödenir.
5.
Elmalılı Hamdi Yazır Meali
Hiçbir peygambere ganimet malını gizlemesi (devletmillet malını aşırması) yaraşmaz. Kim böyle bir aşırma ve ihanette bulunursa kıyamet günü aşırdığını boynuna yüklenerek getirir. Sonra da herkese kazandığının karşılığı tastamam ödenir, onlar haksızlığa da uğramazlar.
6.
Elmalılı Meali (Orjinal) Meali
bir Peygamber için, emanete hıyanet olur şey değildir, her kim hıyanet eder: ganimet ve hasılattan bir şey aşırırsa boynuna aldığını kıyamet günü yüklenir getirir, sonra da hersese kazandığı ödenir, hiç birine zulmedilmez
7.
Hasan Basri Çantay Meali
Bir peygamber için emânete (yahud ganîmet malına) hainlik etmek? (Bu) olur şey değil. Kim böyle hainlik eder (ganîmet ve ammeye âid hasılatdan bir şey aşırır, gizler) se kıyaamet günü hainlik etdiği o şey (in günâhını) yüklenerek gelir. Sonra herkes ne etdi, ne kazandıysa (mücâzât veya mükâfatı) eksiksiz ödenir. Onlar haksızlığa uğratılmazlar.
8.
Hayrat Neşriyat Meali
Ve bir peygamber için (emânete) hıyânet etme (aslâ söz konusu) olmaz! Kim(emânete) hıyânet ederse, kıyâmet günü hıyânet ettiği şeyle (yüklü olarak) gelir. Sonra herkese, yaptıklarının karşılığı tam olarak verilir ve onlar haksızlığa uğratılmazlar.
9.
Ali Fikri Yavuz Meali
Bir peygamber için emanete (ganimet malına) hıyanet etmek olur şey değildir. Kim böyle hainlik ederse, kıyamet günü, aşırdığı malı, boynunda taşıyarak getirir. Sonra da herkese kazandığı iyilik veya kötülüğün karşılığı ödenir; ve hiç birine zulmedilmez.
10.
Ömer Nasuhi Bilmen Meali
Bir peygamber için emanete hiyânet etmek sahih olamaz. Her kim hiyânet ederse o hiyânet ettiği şey ile Kıyamet gününde gelir. Sonra her şahsa kazanmış olduğu şey ödenir ve onlar zulmolunmazlar.
11.
Ümit Şimşek Meali
Emanete hıyanet bir peygambere yakışmaz. Kim emanete hıyanet ederse, kıyamet gününde hıyanet ettiği şeyin günahıyla gelir. Sonra, kimseye bir haksızlık edilmeden, herkese kazandığı şey tastamam ödenir.
12.
Yusuf Ali (English) Meali
No prophet could (ever) be false to his trust. If any person is so false, He shall, on the Day of Judgment, restore what he misappropriated; then shall every soul receive its due,- whatever it earned,- and none shall be dealt with unjustly.
Sadece meal okumak ile Kur'ân-ı Kerim'in bir çok âyetinin tam mânâsı ile anlaşılması mümkün olmayabilir. Ayetlerin izahı için mutlaka bir tefsire başvurulması gerekir. Âl-i İmrân Sûresi 161. ayetinin tefsiri için tıklayınız
*
Türkçe okunuşlarından Kur'an-ı Kerim okumak uygun görülmemektedir. Ayetler Türkçe olarak arandıkları için sitemize eklenmiştir.
Gerçek saâdet, Kur’ânî hakîkatlerin cenneti içinde yaşayabilmektir. Her iki cihânın da bahtiyarlığı, Kur’ân’ın ihtişâmına bürünmekle mümkündür. Zira K ...
Bizler için örnek şahsiyetler olan ashâb-ı kirâmın ve evliyâullâhın Kur’ân-ı Kerîm’e karşı hissettikleri büyük mes’ûliyet duygusu, onu ne derecede hay ...
Kur’ân-ı Kerîm’i, her devirde milyonlarca hâfız ezberlemiştir. Müsteşriklerin dahî îtirâf ettikleri gibi[1] bu durum, yeryüzünde hiçbir kitaba nasîb o ...