Âl-i İmrân sûresi 200 âyettir. Medine’de nâzil olmuştur.
İsmini, 33-34. âyetlerde bahsedilen ve “İmrân Ailesi” mânasına gelen “Âl-i
İmrân” kelimesinden almıştır. Sûreye اَلْكَنْزُ(Kenz), اَلأمَانُ(Emân) ve الطيبة(Tayyibe) gibi isimlerin yanı sıra, seherlerde istiğfar
edenlerden bahsettiğinden سُورَةُ الْإسْتِغْفَارِ
(Sûretü’l-İstiğfâr) ve hidâyet nûrunun parlaklığı sebebiyle de اَلزَّهْرٰي(Zehrâ) ismi verilmiştir.
Mushaf tertibine göre 3, nüzûl sırasına göre 89. sûredir. Büyük ihtimalle Bedir
savaşından sonra başlayarak hicretin 9. senesine kadar peyderpey inmiştir. Kur’ân-ı
Kerîm’in Bakara sûresinden sonra ikinci uzun sûresidir.
Nuzül
Mushaftaki sıralamada 3, iniş sırasına göre 89. sûredir. Enfâl sûresinden sonra, Ahzâb sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur.
Müfessirlerin çoğunluğuna göre, sûrenin önemli bir bölümünün geliş sebebi, Necran hıristiyanları adına Medine’ye gelen heyetle Hz. Peygamber arasında geçen Allah inancı konusundaki tartışmalardır. Bu vesileyle nâzil olan âyetlerin sayısı ve sûrenin iniş zamanı hakkında farklı görüşler vardır. Necran heyetiyle ilgili rivayetten sonra bunlara yer verilecektir. Coğrafî kaynaklar Yemen’de, Kûfe civarında ve Havran’da Necran adını taşıyan birden fazla yerleşim biriminin bulunduğunu kaydeder. Burada söz konusu olan kişiler, Yemen Necranı’ndan heyet halinde gelen hıristiyanlardır. Hıristiyanlık aslî şekliyle Arap yarımadasının önce bu kasabasında yayılmış ve başlangıçta Yemen hükümdarlarının sert tepkileriyle karşılaşmıştır. Daha sonra burası Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden biri olmuştur.
Nitekim tarih kaynakları burada inşa edilen ve Kâbe-i Muazzama’ya karşılık olmak üzere “Kâbe-i Necrân” adıyla anılan görkemli kilisede çok sayıda piskoposun görev yaptığını belirtmektedirler. Aralarında bu kiliseye mensup din adamlarının da bulunduğu altmış kişilik bir Necran heyeti (aşağıda açıklanacağı üzere hicretin 9. yılında veya daha önceki bir tarihte) Medine’ye bir ziyarette bulunmuştu. Bu heyet içinde on dört kişi temsilci konumundaydı. Bunlardan üçü heyetin en yetkilileri idi: Başkan Abdülmesîh (el-Âkıb), başkan yardımcısı Eyhem (es-Seyyid) ve piskopos Ebû Hârise b. Alkame. Bir gün ikindi namazını müteakip süslü ve ihtişamlı elbiseler içinde mescide gelip Hz. Peygamber’in huzuruna çıkan bu heyet mensupları, kendi ibadet vakitleri geldiğinde doğuya doğru dönüp hıristiyan usulüne göre âyin yapmak istediler. Resûlullah onlara müsaade etti. Heyet birkaç gün Medine’de kaldı ve müslümanlar tarafından ağırlandı. Bu süre içinde heyetin ileri gelenleriyle Hz. Peygamber arasında Allah inancı ve Hz. Îsâ’nın durumuna dair önemli tartışmalar cereyan etti. Heyet mensupları arasında tam bir inanç birliği olmadığı gibi, sorulan sorulara verdikleri cevaplar da tutarlı değildi. Hz. Îsâ için bazan “Allah” bazan “Allah’ın oğlu” bazan da “üçün üçüncüsü” diyorlardı. Hz. Peygamber onların iddialarını çürüttükten sonra, kendilerini bağlayacak sorular yöneltti. Sonunda sükût etmek zorunda kaldılar.
Bunun üzerine Resûlullah onları İslâm’a davet etti. Bu teklife karşı direnme yollarını denediler: –
“Ey Muhammed! Sen Îsâ’nın, Allah’ın kelimesi ve O’ndan bir ruh olduğunu söylemiyor musun?” dediler. Resûlullah:– “Evet” deyince: – “İşte bu bize yeter” dediler. Allah Teâlâ resulüne onları “mübâhele”ye (açık biçimde lânetleşme) davet etmesini vahyetti (bu konuda ayrıntılı açıklamaya 61. âyetin tefsirinde yer verilecektir). Resûl-i Ekrem bu çağrıyı yapınca bir gün süre istediler. Bu konuda ne yönde bir karar alabileceklerini kendi aralarında müzakere ederlerken içlerinden biri şöyle dedi: “Îsâ efendimizle ilgili çekişmeyi çözüme bağlayışından anlaşılmış oldu ki Muhammed gerçekten Allah’ın gönderdiği bir peygamberdir. Bilirsiniz ki bir toplum peygamberle lânetleşmeye kalkışırsa Allah, büyüğüyle küçüğüyle onları mahveder. Dinimizde kalmaya kararlıysanız, bu zatla lânetleşmeye girmeyiniz ve iyilikle ayrılınız.” Sonunda Hz. Peygamber’e gelip şöyle dediler: “Ey Ebü’l-Kasım! Seninle lânetleşmeye girmemeye, seni dininle baş başa bırakıp kendi dinimiz üzere kalmaya karar verdik. Fakat biz senden hoşnuduz ve sana güveniyoruz. Ashabından uygun birini aramızdaki malî ihtilâfları çözmek üzere bize gönder.” Resûlullah bu talep üzerine Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı bu iş için görevlendirdi. Rivayete göre Hz. Ömer, hiçbir zaman yöneticilikten hoşlanmadığı halde, Hz. Peygamber’in söz konusu görev için karar verdiği gün, hayatında ilk defa içinde bu arzuyu duyduğunu ve kendisinin tayin edileceğini umduğunu ifade etmiştir (bk. İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, II, 222 vd.; İbn Atıyye, I, 396-397; Râzî, VII, 154-155; Elmalılı, II, 1011-1015; Necran’la ilgili bilgi için bk. A. Moberg, “Necrân”, İA, IX, 165-167). Necran heyetiyle yapılan tartışmalar vesilesiyle nâzil olan bölümün1-61, 1-82 ve 1-84. âyetler olduğu yönünde görüşler vardır (bk. Şevkânî, I, 345; İbn Âşûr, III, 143-144; Elmalılı, II, 1011). Necran heyetinin Medine’ye hicretin 9. yılında gelmiş olduğu yönündeki yaygın bilgiye mukabil, İbn Hişâm’ın bu heyet hakkındaki bilgileri tarih vermeksizin aktarması, Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu hususunda âlimler arasında görüş birliğinin bulunması ve sûrenin içerik ve üslûbu bazı müellifleri bu sûresinin ne zaman nâzil olduğu konusunda farklı değerlendirmeler yapmaya sevketmiştir. İbn Âşûr’un bu konudaki açıklamalarını şöyle özetlemek mümkündür (III, 143-144, 146): Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu ve bazı âyetlerinde Uhud Savaşı’ndan söz edildiği hususunda âlimler arasında görüş birliği vardır. Enfâl sûresinden önce veya sonra indiği konusu ise ihtilâflıdır. Fakat Âl-i İmrân sûresinin, Bedir Savaşı sırasında indiği ittifakla kabul edilen Enfâl sûresinden de önce nâzil olduğuna dair rivayetin kabulü halinde, bu sûrede Uhud Savaşı’ndan söz edildiğini ve Bedir’de müslümanların kazandığı zaferin hatırlatıldığını söylemek mümkün olmayacaktır. Daha önce açıklandığı üzere aynı süre içinde birden fazla sûrenin inmesi mümkündür ve tefsir kitaplarında yer alan “Bu sûre filân sûreden sonra inmiştir” şeklindeki ifadeler, “Bu iki sûreden ilki tamamlanıp sonra diğeri inmeye başladı” anlamında değil, “Birincinin nüzûlü diğerinin nüzûlünden önce başlamıştır” anlamındadır. Necran heyetiyle ilgili bölümün iniş zamanının da bu ölçüye göre değerlendirilmesi uygun olur. Şu var ki, bu bölümün hicretin 9. yılında inmiş olduğuna dair ifadelerin, bu yılın “senetü’l-vüfûd” (elçiler yılı) olarak tanınmasından kaynaklandığı ve Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu dikkate alınınca, Necran heyetinin sözü edilen elçiler yılından önce (muhtemelen hicretin 3. yılında) gelmiş olduğu söylenebilir. Derveze, Necran heyetinin, müslümanların Bedir Savaşı’nda Kureyş müşriklerine karşı zafer kazandıkları haberini yerinde tahkik etmek için–Uhud Savaşı öncesinde– Medine’ye gelmiş olabileceği ihtimali üzerinde durur. Aynı müfessir, Ebû Süfyân’ın –Mekke’nin fethinden sonraki bir zamanda– Hz. Peygamber’in Necran hıristiyanları için yazılı bir belge düzenlediğine tanıklığı ile ilgili haberin doğru olması halinde ise hicretin 9. yılında başka bir Necran heyetinin daha gelmiş olmasını muhtemel görür (VIII, 70-71). Abdülhamîd Mahmûd Tahmâz ise bunu zorlanmış bir yaklaşım olarak değerlendirir ve bir sûrenin âyetlerindeki sıralamanın daima nüzûl sebebi ve sırasına göre olmadığı noktasından hareketle burada Necran heyeti hakkında hicretin 9. yılında inen baş kısmın Uhud Savaşı hakkındaki orta kısımdan sonra inmiş olduğunu düşünmeye bir engelin bulunmadığını savunur (et-Tevrât ve’l-İncîl ve’l-Kur’ân fî sûreti Âli İmrân, s. 9-10). Âl-i İmrân sûresinin baştan 120. âyetine kadar olan bölümün hicretin ilk yıllarında nâzil olduğunu gösteren bir içeriğe sahip bulunduğuna işaretle, sûrenin ilk seksen küsur âyetinin Bedir Savaşı’ndan bile önce nâzil olduğu, muhtemelen Hz. Peygamber’in daha önce inen Âl-i İmrân âyetlerini Necran heyetine okuduğu için bunu duyan bazı kişilerin bu âyetlerin o zaman (hicretin 9. yılı) indiğini zannettikleri de ileri sürülmüştür. Fakat bu görüşün sahibi olan Süleyman Ateş’in konuya ilişkin açıklamaları kendi içinde tutarlı görünmemektedir. Zira Ateş “hicrî 5. yıldan sonra Medine’de yahudi kalmadığı” noktasından hareketle “bu sûrede yahudilerin yerinin bulunmadığı” tarzında ve kendisinin başka ifadeleriyle bağdaşmayan kesin bir kanaat de ortaya koymaktadır (krş. II, 6, 33, 60, 61, 65, 69, 70, 71, 84, 85; II, 48, 61, 62; II, 29-30; II, 63). Öte yandan bazı âyetlerin içeriği ile tarihî bilgiler arasında uyum arama çabasıyla, meselâ 64. âyetin bir Hudeybiye Antlaşması’ndan önce, bir de Mekke fethinden sonra olmak üzere iki defa inmiş olmasına ihtimal veren müfessirler de vardır (bk. İbn Kesîr, II, 46). Kanaatimize göre Âl-i İmrân sûresinde “Ehl-i kitap” olumlu ve olumsuz yönleriyle geniş bir biçimde ele alınmış, inanç esasları bakımından hıristiyanlara ağırlık verilmekle beraber birçok yerde yahudilere de atıfta bulunulmuştur. Özellikle Hz. İbrâhim hakkındaki tartışmaya gönderme yapan âyetler (65-68) bunun açık bir kanıtıdır. Hatta 64. âyetin tefsirinde açıklanacağı üzere Ehl-i kitaba yapılan diyalog çağrısını, aslî şekliyle tevhid inancına dayalı din mensuplarına yapılmış genel bir davet biçiminde anlamak mümkündür. Şevkânî’nin de belirttiği üzere, bu sûrede geçen Ehl-i kitap ifadelerinin sadece hıristiyanlar hakkında olduğuna dair bazı ilk dönem bilginlerinden nakledilen rivayeti mutlak biçimde doğru saymak mümkün değildir (I, 391); bu rivayeti, Bakara sûresiyle karşılaştırıldığında burada hıristiyanlara ağırlık verilmiştir şeklinde anlamak daha uygun olur. Âyetlerin sıralaması konusunda yukarıda işaret edilen bilgiler dikkate alındığında, daima nüzûl sırasına ilişkin rivayetlerden hareketle zaman tesbiti yapmanın isabetli olmayacağı açıktır. Âyetlerin anlaşılmasında tarihî bilgiler ve nüzûl bilgileri önemli bir yardımcı role sahip olmakla beraber, yorumu bu bilgiler içine hapsetmeksizin ve öncelikle Kur’an’ın içerdiği mesajlar üzerinde dikkatle durulduğu takdirde yorumun ufkunu genişletme ve sağlıklı sonuçlara ulaşma ihtimali artar. Tabii ki, bu yorumların da kesinlik taşıyan verilerle çatışmamasına özen gösterilmesi gerekir. Buna göre, sûrede geçen ifadelerin de kimlere uygun düştüğü noktasının esas alınması, kesinlik kazanmamış rivayet veya ihtimaller dolayısıyla yoruma kesin bir üslûp katılmaması uygun olur. Sonuç olarak sûrenin nüzûlü hakkında şu söylenebilir: Bakara ve Enfâl sûrelerinin ardından hicretin 3. yılında Uhud Savaşı’ndan sonra nâzil olmaya başlayan sûrenin tamamlanması muhtemelen hicretin 9. yılına kadar sürmüştür (Emin Işık, “Âl-i İmrân Sûresi”, DİA, II, 307).
Konusu
Sûrede bahsedilen temel konulardan bir kısmı
şunlardır:
Kur’ân-ı Kerîm’in, aynen Tevrat ve İncil gibi tek ilâh, Hayy ve Kayyûm
olan Allah tarafından insanlara hidâyet rehberi olarak indirilmesi; iman
edenlerin, kalplerinde hastalık bulunanların ve Ehl-i kitabın Kur’an
karşısındaki konumları ve buna göre gerçekleşecek âkıbetleri; kurtuluşa ve ilâhî
muhabbete erebilmek için Allah Resûlü’ne itaat ve ittibânın vurgulanması,
Hz. Meryem, Hz. Yahyâ ve Hz. İsa’nın mûcizevî doğumlarından ve özellikle
Hz. İsa’nın Allah’ın kulu olması ve yine O’nun izniyle gerçekleşen mûcizelerinden
bahsedilerek başta hıristiyanların ve buna bağlı olarak tüm Ehl-i kitabın,
yanlış düşünce, inanç ve davranışlarını terkederek Hak katında yegâne makbûl
din olan İslâm’ı kabule davet edilmesi,
Müslümanların, Ehl-i kitabın kötü niyet ve sapık anlayışlarına karşı
uyarılması; onların tarih boyu yapageldikleri Allah’ın âyetlerini inkâr,
insanları hak yoldan saptırmak, peygamberleri haksız yere öldürmek, isyan ve
azgınlık etmek gibi yanlışlıklardan uzak durarak söz ve davranış bütünlüğü
içinde Allah’ın dinini en güzel şekilde tebliğ eden en hayırlı ümmet olmaya
gayret göstermelerinin istenmesi,
Uhud savaşından ve bu savaşta uğranılan mağlubiyetin sebeplerinden;
zafere erişmek için sabır, Allah ve Rasûlü’ne itaat ve Allah’tan korkmak gibi
mânevî faziletlerle donanmanın gerekliliğinden; münafıkların karanlık ve şüphe
dolu iç dünyalarından ve buna mukâbil Allah yolunda şehâdet rütbesine erişmiş
bahtiyarların müjde, nimet, selâmet ve saadet dolu istikballerinden
bahsedilmesi,
Ayakta iken, otururken ve yatarken dâimî olarak Allah’ı zikretmenin,
O’nun azamet, kuvvet ve kudret nişâneleri üzerinde tefekkürün, azabından
sakınıp rahmetini ummanın ve bunların gerçekleşmesine vesile olacak cihad,
hicret, sabır ve takvâ gibi diğer amel-i sâlihlerin teşvik edilmesi.
Fazileti
Ele aldığı mevzulara, ihtiva ettiği ahkâm, kıssa, emir
ve yasaklara bakıldığında Âl-i İmrân sûresinin de tıpkı Bakara sûresi gibi çok
önemli, faziletli ve büyük bir sûre olduğu görülür. Onun fazileti hakkında Allah
Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kur’an’ı okuyunuz; çünkü o, kıyamet gününde
kendisiyle hemhâl olanlara şefaatçi olarak gelecektir. Zehrâvân’ı yani Bakara ve
Âl-i İmrân sûrelerini okuyun;[1]
çünkü onlar, kıyamet gününde iki büyük bulut veya iki gölgelik ya da iki kuş
sürüsü hâlinde gelerek kendilerini okuyanları savunacak ve koruyacaklardır.” (Müslim, Mûsâfirîn 252)
[1] Bakara ve Âl-i İmrân
sûrelerine, hidâyet nûrlarının parlaklığı ve okuyanlara verilecek ecrin
büyüklüğü sebebiyle, “Zehrâvân” ismi verilmiştir.
169: Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Aksine onlar diridirler ve Rableri yanında rızıklanmaktadırlar.
TEFSİR:
Şehitler Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine bahşettiği husûsî bir hayatla
diridirler. “Rableri yanında rızıklanmaktadırlar” (Âl-i İmrân 3/169) ifadesinden
anlaşıldığına göre Allah’a yakın bir mevkî elde etmişler ve orada akla hayâle
gelmez cennet nimetleriyle ikram olunmaktadırlar. Ölümden sonra sâlihlerin
rûhları cennetteki güzel makâmlarını görüp sevinir, kötülerin rûhları da
cehennemdeki yerlerini görüp elem ve ızdırap duyarlar. Şehitler ise yüce
makamlarını görmekle kalmaz, Allah katında dünyadaki insanların topladığı
şeylerden çok daha kıymetli ve daha büyük nimetlere mazhar olurlar. Resûlullah (s.a.s.)
bu hususta şöyle buyurur:
“Cennete giren hiçbir kimse, yeryüzündeki her şey kendisinin olsa
dahî dünyaya geri dönmeyi arzu etmez. Sadece şehit, gördüğü ileri derecedeki
itibar ve ikram sebebiyle tekrar dünyaya dönmeyi ve on defa şehit olmayı
ister.”
Bir
rivayette: “Şehitliğin faziletini gördüğü için” buyrulmuştur. (Buhârî,
Cihâd 21; Müslim, İmâre 109)
Fahr-i
Kâinat Efendimiz, diğer bir hadislerinde şöyle buyurmuştur:
“…Ümmetime ağır gelmeyecek olsaydı, hiçbir seriyyeden[1]
geri kalmaz, hepsine katılırdım. Allah yolunda şehîd olmak, sonra diriltilip
tekrar şehîd olmak yine diriltilip tekrar şehîd olmak isterdim.” (Buhârî,
Îman 26; Müslim, İmâre 103, 107)
Âyet-i
kerîmeden anlaşıldığına göre şehîdler hakkında konuşurken saygısız ifadeler
kullanmamalı, onlardan hürmet ve ihtiramla bahsetmelidir.
Şehîdler,
kendilerine lûtfedilen nimetlere sevindikleri gibi geride bıraktıkları
mü’minler ve özellikle kendilerinden sonra şehîd olacak kişiler için de sevinir
ve bunu onlara müjdelemek isterler. Çünkü kendileri gibi onlar için de hiçbir
korku ve hüzün olmadığını ve onlara da muazzam nimetler lûtfedileceğini öğrenmiş,
Allah’ın mü’minlerin ecrini eksiksiz verdiğini ayan beyân görmüşlerdir. Şehitler
öylesine büyük bir fedâkârlık rûhu taşımaktadırlar ki, kardeşlerinin iyiliğine,
kendi iyiliklerinden önce sevinmektedirler.
Câbir
b. Abdullah (r.a.) şöyle anlatır:
“Bir
defâsında ben üzüntülü bir haldeyken Resûlullah (s.a.s.)’le karşılaşmıştık.
Bana:
«–Seni niye böyle üzgün görüyorum?» buyurdu.
«–Babam
Uhud’da şehîd düştü. Geriye bakıma muhtaç kalabalık bir âile ve bir hayli de
borç bıraktı” dedim.[2]
Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.):
«–Allah’ın babanı nasıl karşıladığını sana müjdeleyeyim mi?» buyurdu. Ben:
«Evet!» deyince şöyle devam etti:
«–Allah, hiç kimseyle yüz yüze konuşmaz, dâimâ perde arkasından
konuşur. Ancak, babanı diriltti ve onunla perdesiz yüz yüze konuştu:
“–Ey kulum, benden ne dilersen iste, vereyim!” buyurdu. Baban:
“–Ey Rabbim, beni dirilt, senin yolunda tekrar şehîd olayım!”
dedi.
Allah Teâlâ:
“–Ama ben daha önce, «Ölenler artık dünyaya geri dönmeyecekler!»
diye hükmettim” buyurdu. (Tirmizî, Tefsir 3/3010)
Baban da:
“–Ey Rabbim, öyleyse benim hâlimi arkamda kalanlara bildir!” dedi.
Bu talep üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu…»
Daha
sonra Resûlullah (s.a.s.) şehîdlerle ilgili olan bu âyet-i kerîmeleri tilâvet
buyurdu. (İbn Mâce, Mukaddime 13/190)
Allah
Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Uhud’da kardeşleriniz isabet alıp şehîd edilince Allah Tealâ onların
ruhlarını alıp yeşil kuşlar hâline getirdi. Şehîdlerin rûhları cennet
nehirlerine gelir, cennet meyvelerinden yer ve arşın gölgesindeki altundan
kandillere gelirler. Şehîdler yeme-içmelerinin hoşluğunu, gezdikleri ve
kaldıkları yerlerin güzelliğini görünce:
«–Cihaddan ayrı kalmamaları ve savaştan korkmamaları için, bizim
cennette hayatta olup türlü nimetlerle rızıklandığımızı kardeşlerimize kim
ulaştıracak?» dediler. Her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah Tealâ:
«–Ben bunu sizin adınıza onlara haber veririm» buyurdu ve bu
âyet-i kerîmeleri Rasûlü’ne indirdi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd 25/2520; Müslim, İmâret 121)
Buradan
anlaşıldığına göre müslümanlar, kardeşlerinin iyiliğine kendi iyiliklerinden
daha çok sevinmelidirler. Zira öncelikle şehîdlerin, kardeşlerine ihsân edilen
nimetler sebebiyle sevindikleri bildirilmiştir.
171. âyette
“nimet” ve “fadl” kelimeleri nekre olarak gelmiştir. Bu da Allah’ın şehîdlere
ve mü’minlere lûtfedeceği nimetlerin ne kadar büyük ve kıymetli olduğunu
bildirmek ve insanların bunu idrak etmesinin zorluğuna işaret etmek içindir.
Görüldüğü üzere
Allah Teâlâ, mü’minlerin mükâfâtını kat kat fazlasıyla vermektedir. Ancak
Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu bu mü’minlerin bazı vasıfları taşıması lâzımdır. Bu
vasıflar şöyle beyân edilir:
[1]Seriyye: Savaşmak
için gönderilen en küçük askerî birlik.
[2] Allah
Resûlü (s.a.s.), Câbir (r.a.)’a her hususta dâimâ yardımcı olmuştur. Meselâ, Zâtürrikâ
gazvesinden dönerken, Hz. Câbir’in ihtiyaçlı olduğunu öğrenince, devesini satın
almış, Medine’ye varınca da ücretiyle birlikte deveyi de iâde etmiştir. (Buhârî, Cihâd 49; Büyû’ 34; Müslim, Müsâkât 109; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, III, 303) Yine borcunu ödeyebilmesi için
bahçesine giderek malını bereketlendirmesini Allah’tan niyâz etmiş, Allah
Resûlü’nün bu duası neticesinde Hz. Câbir’in hurmaları mûcizevî bir şekilde
bereketlenerek bütün borçlarına kâfi gelmiştir. (Buhârî,
Vasâyâ 36; Müslim, Müsâkât 109)
Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Aksine onlar diridirler ve Rableri yanında rızıklanmaktadırlar.
2.
Diyanet Vakfı Meali
169, 170. Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler; Allah'ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar.
3.
Diyanet İşleri (Eski) Meali
169,170. Allah yolunda öldürülenleri ölü saymayın, bilakis Rableri katında diridirler. Allah'ın bol nimetinden onlara verdiği şeylerle sevinç içinde rızıklanırlar, arkalarından kendilerine ulaşamayan kimselere, kendilerine korku olmadığını ve kendilerinin üzülmeyeceklerini müjde etmek isterler.
4.
Diyanet İşleri (Yeni) Meali
169,170. Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rableri katında Allah’ın, lütfundan kendilerine verdiği nimetlerin sevincini yaşayarak rızıklandırılmaktadırlar. Arkalarından kendilerine ulaşamayan (henüz şehit olmamış) kimselere de hiçbir korku olmayacağına ve onların üzülmeyeceklerine sevinirler.
5.
Elmalılı Hamdi Yazır Meali
Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rab'leri katında rızıklanmaktadırlar.
6.
Elmalılı Meali (Orjinal) Meali
ve sakın Allah yolunda katledilenleri ölmüşler sanma, hayır, hep hayattadırlar, Rablarının ındinde yaşarlar
7.
Hasan Basri Çantay Meali
169,170. Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bil'akis onlar Rableri kafında diridirler. (Öyle ki Allahın) lutf-ü inayetinden, kendilerine verdiği (şehidlik mertebesi) ile hepsi de şâd olarak (cennet ni'metleriyle) rızıklanırlar.. Arkalarından henüz onlara katılamayan (şehid dindaş) lar (ı) hakkında da: «Onlara hiç bir korku yokdur. Onlar mahzun da olacak değillerdir» diye müjde vermek isterler.
8.
Hayrat Neşriyat Meali
Ve sakın Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma! Bil'akis (onlar) hayatdardırlar, Rableri katında rızıklandırılmaktadırlar.
9.
Ali Fikri Yavuz Meali
Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma. Doğrusu onlar Rableri katında diridirler, cennet meyvalarından rızıklanırlar.
10.
Ömer Nasuhi Bilmen Meali
Ve Allah Teâlâ'nın yolunda öldürülmüş olanları ölmüşler sanma, hayır, Rablerinin indinde berhayattırlar. Merzûk olurlar.
11.
Ümit Şimşek Meali
Allah yolunda öldürülenleri ölü sayma. Onlar hayattalar ve Rablerinin katında rızıklanıyorlar.
12.
Yusuf Ali (English) Meali
Think not of those who are slain in Allah.s way as dead. Nay, they live, finding their sustenance in the presence of their Lord;
Sadece meal okumak ile Kur'ân-ı Kerim'in bir çok âyetinin tam mânâsı ile anlaşılması mümkün olmayabilir. Ayetlerin izahı için mutlaka bir tefsire başvurulması gerekir. Âl-i İmrân Sûresi 169. ayetinin tefsiri için tıklayınız
*
Türkçe okunuşlarından Kur'an-ı Kerim okumak uygun görülmemektedir. Ayetler Türkçe olarak arandıkları için sitemize eklenmiştir.
Sahabe, Kur’ân’a her zaman hürmet gösterir, ona olan saygılarını değişik şekillerde gösterirlerdi.
SAHABENİN KUR’AN’A OLAN SAYGISI
Hazret-i Ömer ve ...
Kul hakları içinde en mühim olanı ana-baba hakkıdır. Allah ve Resûlü’ne itaatten sonra ana-babaya itaat gelir. Çünkü anne ve babalarımız varlık sebebi ...