Âl-i İmrân sûresi 200 âyettir. Medine’de nâzil olmuştur.
İsmini, 33-34. âyetlerde bahsedilen ve “İmrân Ailesi” mânasına gelen “Âl-i
İmrân” kelimesinden almıştır. Sûreye اَلْكَنْزُ(Kenz), اَلأمَانُ(Emân) ve الطيبة(Tayyibe) gibi isimlerin yanı sıra, seherlerde istiğfar
edenlerden bahsettiğinden سُورَةُ الْإسْتِغْفَارِ
(Sûretü’l-İstiğfâr) ve hidâyet nûrunun parlaklığı sebebiyle de اَلزَّهْرٰي(Zehrâ) ismi verilmiştir.
Mushaf tertibine göre 3, nüzûl sırasına göre 89. sûredir. Büyük ihtimalle Bedir
savaşından sonra başlayarak hicretin 9. senesine kadar peyderpey inmiştir. Kur’ân-ı
Kerîm’in Bakara sûresinden sonra ikinci uzun sûresidir.
Nuzül
Mushaftaki sıralamada 3, iniş sırasına göre 89. sûredir. Enfâl sûresinden sonra, Ahzâb sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur.
Müfessirlerin çoğunluğuna göre, sûrenin önemli bir bölümünün geliş sebebi, Necran hıristiyanları adına Medine’ye gelen heyetle Hz. Peygamber arasında geçen Allah inancı konusundaki tartışmalardır. Bu vesileyle nâzil olan âyetlerin sayısı ve sûrenin iniş zamanı hakkında farklı görüşler vardır. Necran heyetiyle ilgili rivayetten sonra bunlara yer verilecektir. Coğrafî kaynaklar Yemen’de, Kûfe civarında ve Havran’da Necran adını taşıyan birden fazla yerleşim biriminin bulunduğunu kaydeder. Burada söz konusu olan kişiler, Yemen Necranı’ndan heyet halinde gelen hıristiyanlardır. Hıristiyanlık aslî şekliyle Arap yarımadasının önce bu kasabasında yayılmış ve başlangıçta Yemen hükümdarlarının sert tepkileriyle karşılaşmıştır. Daha sonra burası Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden biri olmuştur.
Nitekim tarih kaynakları burada inşa edilen ve Kâbe-i Muazzama’ya karşılık olmak üzere “Kâbe-i Necrân” adıyla anılan görkemli kilisede çok sayıda piskoposun görev yaptığını belirtmektedirler. Aralarında bu kiliseye mensup din adamlarının da bulunduğu altmış kişilik bir Necran heyeti (aşağıda açıklanacağı üzere hicretin 9. yılında veya daha önceki bir tarihte) Medine’ye bir ziyarette bulunmuştu. Bu heyet içinde on dört kişi temsilci konumundaydı. Bunlardan üçü heyetin en yetkilileri idi: Başkan Abdülmesîh (el-Âkıb), başkan yardımcısı Eyhem (es-Seyyid) ve piskopos Ebû Hârise b. Alkame. Bir gün ikindi namazını müteakip süslü ve ihtişamlı elbiseler içinde mescide gelip Hz. Peygamber’in huzuruna çıkan bu heyet mensupları, kendi ibadet vakitleri geldiğinde doğuya doğru dönüp hıristiyan usulüne göre âyin yapmak istediler. Resûlullah onlara müsaade etti. Heyet birkaç gün Medine’de kaldı ve müslümanlar tarafından ağırlandı. Bu süre içinde heyetin ileri gelenleriyle Hz. Peygamber arasında Allah inancı ve Hz. Îsâ’nın durumuna dair önemli tartışmalar cereyan etti. Heyet mensupları arasında tam bir inanç birliği olmadığı gibi, sorulan sorulara verdikleri cevaplar da tutarlı değildi. Hz. Îsâ için bazan “Allah” bazan “Allah’ın oğlu” bazan da “üçün üçüncüsü” diyorlardı. Hz. Peygamber onların iddialarını çürüttükten sonra, kendilerini bağlayacak sorular yöneltti. Sonunda sükût etmek zorunda kaldılar.
Bunun üzerine Resûlullah onları İslâm’a davet etti. Bu teklife karşı direnme yollarını denediler: –
“Ey Muhammed! Sen Îsâ’nın, Allah’ın kelimesi ve O’ndan bir ruh olduğunu söylemiyor musun?” dediler. Resûlullah:– “Evet” deyince: – “İşte bu bize yeter” dediler. Allah Teâlâ resulüne onları “mübâhele”ye (açık biçimde lânetleşme) davet etmesini vahyetti (bu konuda ayrıntılı açıklamaya 61. âyetin tefsirinde yer verilecektir). Resûl-i Ekrem bu çağrıyı yapınca bir gün süre istediler. Bu konuda ne yönde bir karar alabileceklerini kendi aralarında müzakere ederlerken içlerinden biri şöyle dedi: “Îsâ efendimizle ilgili çekişmeyi çözüme bağlayışından anlaşılmış oldu ki Muhammed gerçekten Allah’ın gönderdiği bir peygamberdir. Bilirsiniz ki bir toplum peygamberle lânetleşmeye kalkışırsa Allah, büyüğüyle küçüğüyle onları mahveder. Dinimizde kalmaya kararlıysanız, bu zatla lânetleşmeye girmeyiniz ve iyilikle ayrılınız.” Sonunda Hz. Peygamber’e gelip şöyle dediler: “Ey Ebü’l-Kasım! Seninle lânetleşmeye girmemeye, seni dininle baş başa bırakıp kendi dinimiz üzere kalmaya karar verdik. Fakat biz senden hoşnuduz ve sana güveniyoruz. Ashabından uygun birini aramızdaki malî ihtilâfları çözmek üzere bize gönder.” Resûlullah bu talep üzerine Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı bu iş için görevlendirdi. Rivayete göre Hz. Ömer, hiçbir zaman yöneticilikten hoşlanmadığı halde, Hz. Peygamber’in söz konusu görev için karar verdiği gün, hayatında ilk defa içinde bu arzuyu duyduğunu ve kendisinin tayin edileceğini umduğunu ifade etmiştir (bk. İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, II, 222 vd.; İbn Atıyye, I, 396-397; Râzî, VII, 154-155; Elmalılı, II, 1011-1015; Necran’la ilgili bilgi için bk. A. Moberg, “Necrân”, İA, IX, 165-167). Necran heyetiyle yapılan tartışmalar vesilesiyle nâzil olan bölümün1-61, 1-82 ve 1-84. âyetler olduğu yönünde görüşler vardır (bk. Şevkânî, I, 345; İbn Âşûr, III, 143-144; Elmalılı, II, 1011). Necran heyetinin Medine’ye hicretin 9. yılında gelmiş olduğu yönündeki yaygın bilgiye mukabil, İbn Hişâm’ın bu heyet hakkındaki bilgileri tarih vermeksizin aktarması, Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu hususunda âlimler arasında görüş birliğinin bulunması ve sûrenin içerik ve üslûbu bazı müellifleri bu sûresinin ne zaman nâzil olduğu konusunda farklı değerlendirmeler yapmaya sevketmiştir. İbn Âşûr’un bu konudaki açıklamalarını şöyle özetlemek mümkündür (III, 143-144, 146): Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu ve bazı âyetlerinde Uhud Savaşı’ndan söz edildiği hususunda âlimler arasında görüş birliği vardır. Enfâl sûresinden önce veya sonra indiği konusu ise ihtilâflıdır. Fakat Âl-i İmrân sûresinin, Bedir Savaşı sırasında indiği ittifakla kabul edilen Enfâl sûresinden de önce nâzil olduğuna dair rivayetin kabulü halinde, bu sûrede Uhud Savaşı’ndan söz edildiğini ve Bedir’de müslümanların kazandığı zaferin hatırlatıldığını söylemek mümkün olmayacaktır. Daha önce açıklandığı üzere aynı süre içinde birden fazla sûrenin inmesi mümkündür ve tefsir kitaplarında yer alan “Bu sûre filân sûreden sonra inmiştir” şeklindeki ifadeler, “Bu iki sûreden ilki tamamlanıp sonra diğeri inmeye başladı” anlamında değil, “Birincinin nüzûlü diğerinin nüzûlünden önce başlamıştır” anlamındadır. Necran heyetiyle ilgili bölümün iniş zamanının da bu ölçüye göre değerlendirilmesi uygun olur. Şu var ki, bu bölümün hicretin 9. yılında inmiş olduğuna dair ifadelerin, bu yılın “senetü’l-vüfûd” (elçiler yılı) olarak tanınmasından kaynaklandığı ve Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu dikkate alınınca, Necran heyetinin sözü edilen elçiler yılından önce (muhtemelen hicretin 3. yılında) gelmiş olduğu söylenebilir. Derveze, Necran heyetinin, müslümanların Bedir Savaşı’nda Kureyş müşriklerine karşı zafer kazandıkları haberini yerinde tahkik etmek için–Uhud Savaşı öncesinde– Medine’ye gelmiş olabileceği ihtimali üzerinde durur. Aynı müfessir, Ebû Süfyân’ın –Mekke’nin fethinden sonraki bir zamanda– Hz. Peygamber’in Necran hıristiyanları için yazılı bir belge düzenlediğine tanıklığı ile ilgili haberin doğru olması halinde ise hicretin 9. yılında başka bir Necran heyetinin daha gelmiş olmasını muhtemel görür (VIII, 70-71). Abdülhamîd Mahmûd Tahmâz ise bunu zorlanmış bir yaklaşım olarak değerlendirir ve bir sûrenin âyetlerindeki sıralamanın daima nüzûl sebebi ve sırasına göre olmadığı noktasından hareketle burada Necran heyeti hakkında hicretin 9. yılında inen baş kısmın Uhud Savaşı hakkındaki orta kısımdan sonra inmiş olduğunu düşünmeye bir engelin bulunmadığını savunur (et-Tevrât ve’l-İncîl ve’l-Kur’ân fî sûreti Âli İmrân, s. 9-10). Âl-i İmrân sûresinin baştan 120. âyetine kadar olan bölümün hicretin ilk yıllarında nâzil olduğunu gösteren bir içeriğe sahip bulunduğuna işaretle, sûrenin ilk seksen küsur âyetinin Bedir Savaşı’ndan bile önce nâzil olduğu, muhtemelen Hz. Peygamber’in daha önce inen Âl-i İmrân âyetlerini Necran heyetine okuduğu için bunu duyan bazı kişilerin bu âyetlerin o zaman (hicretin 9. yılı) indiğini zannettikleri de ileri sürülmüştür. Fakat bu görüşün sahibi olan Süleyman Ateş’in konuya ilişkin açıklamaları kendi içinde tutarlı görünmemektedir. Zira Ateş “hicrî 5. yıldan sonra Medine’de yahudi kalmadığı” noktasından hareketle “bu sûrede yahudilerin yerinin bulunmadığı” tarzında ve kendisinin başka ifadeleriyle bağdaşmayan kesin bir kanaat de ortaya koymaktadır (krş. II, 6, 33, 60, 61, 65, 69, 70, 71, 84, 85; II, 48, 61, 62; II, 29-30; II, 63). Öte yandan bazı âyetlerin içeriği ile tarihî bilgiler arasında uyum arama çabasıyla, meselâ 64. âyetin bir Hudeybiye Antlaşması’ndan önce, bir de Mekke fethinden sonra olmak üzere iki defa inmiş olmasına ihtimal veren müfessirler de vardır (bk. İbn Kesîr, II, 46). Kanaatimize göre Âl-i İmrân sûresinde “Ehl-i kitap” olumlu ve olumsuz yönleriyle geniş bir biçimde ele alınmış, inanç esasları bakımından hıristiyanlara ağırlık verilmekle beraber birçok yerde yahudilere de atıfta bulunulmuştur. Özellikle Hz. İbrâhim hakkındaki tartışmaya gönderme yapan âyetler (65-68) bunun açık bir kanıtıdır. Hatta 64. âyetin tefsirinde açıklanacağı üzere Ehl-i kitaba yapılan diyalog çağrısını, aslî şekliyle tevhid inancına dayalı din mensuplarına yapılmış genel bir davet biçiminde anlamak mümkündür. Şevkânî’nin de belirttiği üzere, bu sûrede geçen Ehl-i kitap ifadelerinin sadece hıristiyanlar hakkında olduğuna dair bazı ilk dönem bilginlerinden nakledilen rivayeti mutlak biçimde doğru saymak mümkün değildir (I, 391); bu rivayeti, Bakara sûresiyle karşılaştırıldığında burada hıristiyanlara ağırlık verilmiştir şeklinde anlamak daha uygun olur. Âyetlerin sıralaması konusunda yukarıda işaret edilen bilgiler dikkate alındığında, daima nüzûl sırasına ilişkin rivayetlerden hareketle zaman tesbiti yapmanın isabetli olmayacağı açıktır. Âyetlerin anlaşılmasında tarihî bilgiler ve nüzûl bilgileri önemli bir yardımcı role sahip olmakla beraber, yorumu bu bilgiler içine hapsetmeksizin ve öncelikle Kur’an’ın içerdiği mesajlar üzerinde dikkatle durulduğu takdirde yorumun ufkunu genişletme ve sağlıklı sonuçlara ulaşma ihtimali artar. Tabii ki, bu yorumların da kesinlik taşıyan verilerle çatışmamasına özen gösterilmesi gerekir. Buna göre, sûrede geçen ifadelerin de kimlere uygun düştüğü noktasının esas alınması, kesinlik kazanmamış rivayet veya ihtimaller dolayısıyla yoruma kesin bir üslûp katılmaması uygun olur. Sonuç olarak sûrenin nüzûlü hakkında şu söylenebilir: Bakara ve Enfâl sûrelerinin ardından hicretin 3. yılında Uhud Savaşı’ndan sonra nâzil olmaya başlayan sûrenin tamamlanması muhtemelen hicretin 9. yılına kadar sürmüştür (Emin Işık, “Âl-i İmrân Sûresi”, DİA, II, 307).
Konusu
Sûrede bahsedilen temel konulardan bir kısmı
şunlardır:
Kur’ân-ı Kerîm’in, aynen Tevrat ve İncil gibi tek ilâh, Hayy ve Kayyûm
olan Allah tarafından insanlara hidâyet rehberi olarak indirilmesi; iman
edenlerin, kalplerinde hastalık bulunanların ve Ehl-i kitabın Kur’an
karşısındaki konumları ve buna göre gerçekleşecek âkıbetleri; kurtuluşa ve ilâhî
muhabbete erebilmek için Allah Resûlü’ne itaat ve ittibânın vurgulanması,
Hz. Meryem, Hz. Yahyâ ve Hz. İsa’nın mûcizevî doğumlarından ve özellikle
Hz. İsa’nın Allah’ın kulu olması ve yine O’nun izniyle gerçekleşen mûcizelerinden
bahsedilerek başta hıristiyanların ve buna bağlı olarak tüm Ehl-i kitabın,
yanlış düşünce, inanç ve davranışlarını terkederek Hak katında yegâne makbûl
din olan İslâm’ı kabule davet edilmesi,
Müslümanların, Ehl-i kitabın kötü niyet ve sapık anlayışlarına karşı
uyarılması; onların tarih boyu yapageldikleri Allah’ın âyetlerini inkâr,
insanları hak yoldan saptırmak, peygamberleri haksız yere öldürmek, isyan ve
azgınlık etmek gibi yanlışlıklardan uzak durarak söz ve davranış bütünlüğü
içinde Allah’ın dinini en güzel şekilde tebliğ eden en hayırlı ümmet olmaya
gayret göstermelerinin istenmesi,
Uhud savaşından ve bu savaşta uğranılan mağlubiyetin sebeplerinden;
zafere erişmek için sabır, Allah ve Rasûlü’ne itaat ve Allah’tan korkmak gibi
mânevî faziletlerle donanmanın gerekliliğinden; münafıkların karanlık ve şüphe
dolu iç dünyalarından ve buna mukâbil Allah yolunda şehâdet rütbesine erişmiş
bahtiyarların müjde, nimet, selâmet ve saadet dolu istikballerinden
bahsedilmesi,
Ayakta iken, otururken ve yatarken dâimî olarak Allah’ı zikretmenin,
O’nun azamet, kuvvet ve kudret nişâneleri üzerinde tefekkürün, azabından
sakınıp rahmetini ummanın ve bunların gerçekleşmesine vesile olacak cihad,
hicret, sabır ve takvâ gibi diğer amel-i sâlihlerin teşvik edilmesi.
Fazileti
Ele aldığı mevzulara, ihtiva ettiği ahkâm, kıssa, emir
ve yasaklara bakıldığında Âl-i İmrân sûresinin de tıpkı Bakara sûresi gibi çok
önemli, faziletli ve büyük bir sûre olduğu görülür. Onun fazileti hakkında Allah
Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kur’an’ı okuyunuz; çünkü o, kıyamet gününde
kendisiyle hemhâl olanlara şefaatçi olarak gelecektir. Zehrâvân’ı yani Bakara ve
Âl-i İmrân sûrelerini okuyun;[1]
çünkü onlar, kıyamet gününde iki büyük bulut veya iki gölgelik ya da iki kuş
sürüsü hâlinde gelerek kendilerini okuyanları savunacak ve koruyacaklardır.” (Müslim, Mûsâfirîn 252)
[1] Bakara ve Âl-i İmrân
sûrelerine, hidâyet nûrlarının parlaklığı ve okuyanlara verilecek ecrin
büyüklüğü sebebiyle, “Zehrâvân” ismi verilmiştir.
134: O takvâ sahipleri, bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcar, öfkelerini yutar ve insanların kusurlarını affederler. Allah da böyle iyilik ve ihsân sahiplerini sever.
TEFSİR:
Âyette
geçen اَلسَّرَّاۤءُ (sarrâ), sürûr ve sevinç veren, اَلضَّرَّاۤءُ (darrâ) ise zarar ve sıkıntı veren durumları
ifade eder. الْغَيْظُ (gayz), hoşlanmadık
bir şeye karşı insanın duyduğu öfke demektir. كَظْمُ
الْغَيْظِ (kazmu’l-gayz) ise öfkesini yutup tutmak, zarar gördüğü
kimselere karşı kudreti bulunduğu halde intikama kalkışmamak ve hatta hoş
olmayacak bir davranış göstermeyip hazmetmek ve sabretmektir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
IV, 124)
Burada
ilk olarak cennet ehli olan müttakîlerin üç önemli özelliğine dikkat çekilir:
Birincisi;
genişlik ve darlıkta, varlıkta ve yoklukta, sürûr ve gam halinde devamlı verirler.
Bolluk ve surûr hali onları şımartıp bencilleştirmediği gibi, darlık ve
zorluklar da onlara vermeyi unutturamaz. Devamlı ganî gönüllü ve iyilik eder
halde bulunurlar. Şu misal darlık zamanlarında bile Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in
nasıl bir cömertlik ve infak seferberliği halinde olduğunu göstermeye yeter:
Bir
gün, muhtaç bir kimse Peygamber Efendimiz’e gelerek bir şeyler istedi. Allah
Resûlü:
“–Yanımda
sana verebileceğim bir şey yok, git benim nâmıma satın al, mal geldiğinde
öderim” dedi. Efendimiz’in sıkıntıya girmesine gönlü râzı olmayan Hz. Ömer:
“–Yâ
Resûlallah! Yanında varsa verirsin, yoksa Allah seni gücünün yetmeyeceği şeyle
mükellef kılmamıştır” dedi. Allah Resûlü (s.a.s.)’in, Hz. Ömer’in bu sözünden
hoşnud olmadıkları, mübârek yüzlerinden belli oldu. Bunun üzerine Ensâr’dan bir
zât:
“–Anam,
babam Sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Ver! Arşın sahibi azaltır diye korkma!”
dedi. Bu sahâbînin sözleri Efendimiz’in çok hoşuna gitti, tebessüm etti ve:
“–Ben de bununla emrolundum” buyurdu. (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, X, 242)
İnfakın
genişlikle-darlıkla, malla-varlıkla değil, gönlün cömertliğiyle alakalı bir
durum olduğunu şu misalle daha iyi anlamak mümkündür:
8
Ekim 2005 târihinde Pakistan büyük bir depremle sarsılmıştı. yetmiş binden
fazla insan vefât etti. Geride kalanlar da açlık ve yoklukla baş başa kaldılar.
Türkiye’den müslüman bir yavru, 24 Kasım’da şu mektup ile malının yarısını
müslüman kardeşlerine infâk etti ve îsârın zirvesini gösteren bir misal
sergiledi:
“Ben
fakir bir evin oğluyum. Babam yok, annem hasta. İki milyon (iki lira) ekmek
paramız vardı, bunun size bir milyonunu gönderiyorum. Çünkü ben bugün çöpten
ekmek buldum. Akşam iftarı onunla yapacağız. Bu bir milyon ile, depremde zarar
gören çocuklara ekmek alın. Bu para helâldir. Pul parası da vereceğim için
paramın hepsini gönderemedim. Özür dilerim.”
Nitekim
Allah Resûlü (s.a.s.), cennete girebilmede cömertliğin ehemmiyetini şöyle beyân
eder:
“Cömert kul Allah’a yakındır,
cennete yakındır, insanlara yakındır, Cehennemden de uzaktır. Cimri kul ise
Allah’tan uzaktır, insanlardan uzaktır, Cehenneme de yakındır.” (Tirmizî, Birr 40)
İkinci
olarak bu seçkin kullar öfkelerini yutarlar. Onlar, takvâdan doğan mânevî bir
kuvvet ile, nefsin zaruri arzuları seviyesinden daha yüce bir ufka yükselir,
böylece büyük bir ruhî güç kazanarak öfkeyi yenmeyi başarırlar. Peygamber
Efendimiz, öfkeyi yenebilmenin faziletiyle ilgili şöyle buyurmuştur:
“Gerçek pehlivan güreşte rakibini yenen değil, kızdığı zaman
öfkesine hâkim olandır.” (Buhârî, Edeb 76; Müslim, Birr 107)
“Kızgınlığını tatbik etme kudreti varken öfkesini kontrol edeni
Allah, kıyamet günü bütün insanların ön tarafına çağırır ve onu hurilerden
dilediğini seçmekte serbest bırakır.” (Ebû Dâvûd, Edeb 3; Tirmizî, Birr 74)
Şâirin
şu beyti, olayın psikolojik boyutunu şöyle ifade eder:
“Âlâmını kalbinde tutup, kimseye açma.
Zira elemin zikri de bir başka elemdir.” (Ferit Kam)
Şeyh
Edebali Hazretleri’nin Osman Gâzi’ye verdiği şu öğütler de bu ve benzeri
âyetlerin birer yansımasıdır:
“Ey Oğul! Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana. Güceniklik
bize; gönül almak sana. Suçlamak bize; katlanmak sana. Âcizlik bize, yanılgı
bize; hoş görmek sana. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar
bize; adâlet sana. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlamak sana.
Ey Oğul!
Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana. Üşengeçlik bize;
uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana...”
Ancak
öfkeyi yenmek birinci safha olup tek başına yeterli değildir. İnsan bazan hınç
almak ve şiddetli kin beslemek için öfkesini yutabilir. Bu durumda bir anlık
öfke korkunç bir intikama, dışa vurmuş bir kızgınlık ise gizli bir kine
dönüşür. Halbuki öfke ve kızgınlık, hınç ve kine nispetle daha pâk ve daha
temizdir. Bu yüzden, ayeti kerîme muttakîlerin ruhlarındaki, bu mağlup edilmiş
öfkenin ulaşması gereken sonucunu göstermekte ve bunun affetme ve müsamaha
olduğunu şöyle bildirmektedir:
Üçüncü
olarak onlar, kendilerine kötülük edenlere karşı da af ile muamele ederler.
Öfke kontrol edildiği zaman, ruh üzerinde bir ağırlık, kalbi yakıp kavuran bir
alev ve vicdanı kaplayan bir duman haline gelir. Fakat insan, bu noktadan bir
adım daha ileri atarak affedebildiği takdirde gönlü açılır ve ruhu
ağırlıklardan kurtulup nurlu ufuklara açılma imkânı bulur. Kalp, kavurucu
alevlerin etkisinden kurtularak huzur, sukûnet ve itminana kavuşur. Bununla
birlikte affedip şefkat ve merhametle davrandığı karşısındaki insanın da doğru
yolu bulmasına yardımcı olur.
Rivayete
göre Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin bir kölesi vardı. Kendisinin yakın
hizmetlerini görürdü. Birgün köle, getirdiği içi çorba dolu kâseyi, kazârâ Câfer
Hazretlerinin üzerine döktü. Üstü başı çorbaya bulanan Câfer Hazretleri de,
öfkeyle kölenin yüzüne baktı. Bunun üzerine köle:
“–Efendim!
Kur’ân’da öfkelerini yenenler takdir ediliyor!” dedi. O zaman Câfer-i Sâdık
Hazretleri:
“–Öfkemi
yendim!” dedi. Bu sefer köle:
“–Kur’ân’da
aynı yerde insanların kusurlarını bağışlayanlar da takdir ediliyor!” dedi.
Câfer Hazretleri:
“–Haydi
bağışladım seni!..” dedi. Bu defâ da köle:
“–Âyetin
sonunda; «Allah ihsanda bulunan, iyilik eden kimseleri sever!»(Âl-i
İmrân 3/134) buyruluyor!” dedi. Bunun üzerine Câfer-i Sâdık Hazretleri:
“–Haydi
git, hürsün artık; seni Allah için âzâd ettim!..” dedi.
Nitekim
şu misâl de ne kadar ibretli ve takdire şâyandır.
Merhum
Ramazanoğlu Mahmud Sâmi Hazretleri’nin bir talebesi, geçirdiği bir buhran
sebebiyle mânen zaafa uğrar ve sarhoş bir vaziyette kapısına gelir. Kapıyı açan
kişi:
“−Bu
ne hâl! Hangi kapıya geldiğinin farkında mısın?” diye azarlayınca, bitkin ve
bîçâre adamcağız:
“−Beni
merhametle kucaklayacak başka kapı var mı ki!..” diyerek çâresizliğini dile
getirir. Olup bitenleri içeriden işiten Sâmi Efendi, hemen kapıya gelir ve o
gönlü zedelenmiş talebesini içeriye buyur ederek, can sarayına alır. Onun vîrâne
olmuş gönlünü, merhamet, şefkat ve muhabbetle ihyâ eder. Bu rakîk gönül üslûbu
ile irşâda mazhar olan o şahıs da, bütün menfî hâllerinden kurtularak zamanla
sâlihler zümresine dâhil olur.
Önceki âyette birinci grup müttakîlerin
hususiyetleri beyân edildikten sonra şimdi burada ikinci bir müttaki grubundan
bahsedilmektedir:
O takvâ sahipleri, bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcar, öfkelerini yutar ve insanların kusurlarını affederler. Allah da böyle iyilik ve ihsân sahiplerini sever.
2.
Diyanet Vakfı Meali
O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.
3.
Diyanet İşleri (Eski) Meali
Onlar bollukta ve darlıkta sarfederler, öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını affederler. Allah iyilik yapanları sever.
4.
Diyanet İşleri (Yeni) Meali
Onlar bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcayanlar, öfkelerini yenenler, insanları affedenlerdir. Allah, iyilik edenleri sever.
5.
Elmalılı Hamdi Yazır Meali
O (Allah'tan hakkıyla korka)nlar, bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, öfkelerini yutarlar, insanları affederler. Allah iyilik edenleri sever.
6.
Elmalılı Meali (Orjinal) Meali
o müttekîler ki bollukta ve darlıkta infak ederler, ve kızdıklarında öfkelerini yutarlar ve nasın kusurlarını afvedicidirler, Allah da muhsinleri sever
7.
Hasan Basri Çantay Meali
Onlar (O takvaa sahipleri) bollukda ve darlıkda infaak edenler, öfkelerini yutanlar, insanlar (ın kusurların) dan, afv ile, geçenlerdir. Allah iyilik edenleri sever.
8.
Hayrat Neşriyat Meali
Onlar ki, bollukta ve darlıkta (mallarını Allah yolunda) sarf ederler, (kızdıkları zaman) öfkelerini yenerler ve insanları affederler. Allah ise, iyilik yapanları sever.
9.
Ali Fikri Yavuz Meali
(O takva sahipleri) Bollukta ve darlıkta harcayıp yedirenler, öfkelerini yutanlar, insanların kusurlarını bağışlayanlardır. Allah da iyilik edenleri sever.
10.
Ömer Nasuhi Bilmen Meali
Öyle muttakîler ki, bollukta da darlıkta da infakta bulunurlar. Ve öfkeyi yutan ve nâsın kusurlarını affeden kimselerdir. Allah Teâlâ da ihsan edenleri sever.
11.
Ümit Şimşek Meali
O takvâ sahipleri ki, bollukta da, darlıkta da Allah için harcarlar, öfkelerini yutarlar, insanların kusurlarını bağışlarlar. Allah ise iyilik yapanları sever.
12.
Yusuf Ali (English) Meali
Those who spend (freely), whether in prosperity, or in adversity; who restrain anger, and pardon (all) men;- for Allah loves those who do good;-
Sadece meal okumak ile Kur'ân-ı Kerim'in bir çok âyetinin tam mânâsı ile anlaşılması mümkün olmayabilir. Ayetlerin izahı için mutlaka bir tefsire başvurulması gerekir. Âl-i İmrân Sûresi 134. ayetinin tefsiri için tıklayınız
*
Türkçe okunuşlarından Kur'an-ı Kerim okumak uygun görülmemektedir. Ayetler Türkçe olarak arandıkları için sitemize eklenmiştir.
"Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder. O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır." (Saf Sûresi ...
"Meryem oğlu İsa da: “Ey İsrâiloğulları! Ben size Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim; daha önce inen Tevrat’ı doğrulamak ve benden sonra g ...
"Allah’a ve Rasûlü’ne gerektiği gibi inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, sizin için hayırlı olan bu ...