TEFSİR:
5.
âyette yer alan اَلْاَبْرَارُ (ebrâr), tam mânasıyla iyilik sahibi,
itaat eden, iyi insanlar demektir. Bunlar, Allah’a inanan, O’na hakkiyle kulluk
eden, Allah’ın farzlarını ve emirlerini yerine getiren ve yasakladığı şeylerden
de uzak duran kimselerdir. Kötülüğe razı olmazlar, karıncayı bile incitmezler.
“Ebrâr” isminin kullanılmasıyla, “şükür”den maksadın amel ederek şükretme olup
bunun ancak iyilik, hayır, ihsan ve doğru sözlülükle yerine getirileceğine
dikkat çekilir. (bk. Bakara 2/177; Âl-i İmrân
3/92) Allah katında övgüye layık olduklarına işaret edilmek üzere de,
onlardan عِبَادُ اللّٰهِ (‘ibâdullâh) yani “Allah’ın has kulları” olarak bahsedilir.
O
hayırlı insanların sahip oldukları elbette çok güzel vasıflar vardır. Burada
hatırlatılanlar şunlardır:
Birincisi;
adaklarını yerine getirirler. Adak, insanın yerine getirmeyi va‘dettiği her
türlü iştir. Dinde ise “dinen mükellef tutulmadığı halde kişinin kendi vaadiyle
üzerine vacip kıldığı ibâdet ve iyilik” demektir. Dolayısıyla bu iyi insanlar,
hem Allah’ın kendilerine farz kıldığı namaz, oruç, zekât, hac gibi vecîbeleri
yerine getirirler, hem de buna ilaveten kendiliklerinden Allah rızâsı için
adadıkları ibâdetleri yapar, sözlerini tutar, ahitlerini ifa ederler.
İkincisi;
şerri, yıkımı, kötülük ve felâketi uçan, uçuşan, yangın gibi her tarafa
yayılan, asık suratlı, çatık kaşlı, insanların suratını ekşiten dehşetli
kıyâmet gününden korkarlar. Aslında onlara tesir eden ve vazifelerini harfiyen
yapmaya sevk eden âmil de bu korkudur. Allah huzurunda verecekleri uhrevî hesap
ve ceza endişesidir.
Üçüncüsü;
canları çektiği halde yemeği fakîre, yetime ve esire yâni muhtaç olan kimselere
ikram ederler. Bunu yüksünerek veya kerhen değil, severek yaparlar. Gözden
çıkardıklarını değil, sevdikleri, beğendikleri ve faydalanabilecekleri
nimetleri muhtaçlarla paylaşırlar. Bunu sırf Allah rızâsı için yaparlar. Ayrıca
ikramda bulundukları kimselerden ne bir maddi karşılık, ne de teşekkür
beklerler. Çünkü en faziletli iyilik, maddi manevî hiçbir karşılık beklemeden
sırf Allah rızâsı için yapılan iyiliktir.
Bu
sebepledir ki; Hz. Âişe bir yoksula yardım ettiği zaman, yoksulun hayır duasına
karşılık aynı dua ile mukâbelede bulunurdu. Kendisine:
“–Hem
mal veriyorsun hem de dua ediyorsun, bu nasıl oluyor?” diye sorulduğunda şu
cevâbı verirdi:
“–Onun
yaptığı duanın, benim sadakamın karşılığı olmasından korkuyorum. Bana yaptığı
duanın aynısını ona yapıyorum ki, sadakam hâlis olsun, böylece infâkımın
mükâfâtını Sadece Allah’tan beklemiş olayım.”[1]
Nitekim
Hz. Ali ve Hz. Fatıma hakkında rivayet edilen şu hâdise ne kadar ibretlidir:
Hz.
Hasan ve Hüseyin çocukken bir hastalığa yakalandılar. Hz. Ali ve Hz. Fâtıma üç
gün oruç tutmayı adadılar. Birinci gün iftarlarını açacakları zaman bir yoksul
geldi:
“–Allah
rızâsı için yiyecek bir şeyler!..” dedi.
Sofralarındaki
yiyeceklerini verdiler. Suyla iftar edip ikinci gün oruca niyet ettiler. İkinci
gün iftar vaktinde, bir yetim kapıyı çaldı.
“–Allah
için bir lokma!” deyince, yine sofradaki yiyeceklerini ona verdiler.
Kendileri
suyla iftar edip, ertesi günkü oruca niyet ettiler.
Üçüncü
gün aynı saatlerde bir köle gelerek yiyecek istedi. Yine sofralarındaki
lokmalarını ona ikrâm ettiler ve yine suyla iftar ettiler. Bunun üzerine bu
âyetler nâzil oldu. (bk. Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 470; Zemahşerî, el-Keşşâf,
VI, 191-192)
Bu
âyetlerde üç husus dikkatimizi çekmektedir:
›
Allah’ın mahlûkatına merhamet ve şefkat nazarıyla bakabilmek;
yetimin, fakirin ve esirin gönlüne girebilmektir.
Resûlullah
(s.a.s.)’in şöyle ikaz etmektedir:
“Güçlü
ve kuvvetliyken, sıhhatin yerindeyken, cimriliğin üzerinde ve fakir düşmekten
endişe etmekteyken, daha zengin olmayı düşlerken verdiğin sadakanın sevabı daha
çoktur. Bu işi can boğaza gelip de «falana şu kadar, filana bu kadar» diye
vasiyete bırakma. Zâten o mal artık mirasçılardan şunun veya bunun olmuştur.” (Buhârî,
Zekât 11; Müslim, Zekât 92)
Bu
hususta Ebûbekir Verrâk (r.h.) şöyle der: “Malını muhtaçlara vermeyen, cenneti
ümit etmesin! Fakiri sevmeyen de Peygamber Efendimizi sevdiğini iddia etmesin.
İkisi de yalancıdır!”
›
Yapılacak iyilikleri Allah rızâsı için yapabilmektir.
›
Bir mü’min kalbinin, Allah korkusu ve hesap endişesiyle dolu
olması hâlidir.
Şimdi
gelelim bu bahtiyar kullara va’dedilen büyük nimet ve ihsanlara:
›
Onlar içine kâfûr katılmış, sarhoş etmeyen, saçma sözler
söyletmeyen, sadece zevk ve neş’e veren son derece berrak bir içecek içerler.
(bk. Vâkıa 56/19; Saffât 37/46-47)
اَلْكَافُورُ (kâfur), beyaz ve hoş bir renkte, güzel
kokulu, serin, kötü kokuya karşı tesirli ve tabii olarak kalbi kuvvetlendiren
Araplarca meşhur bir şeydir. Dolayısıyla cennet kâsesinin bu tabiatta olması
onun temizliğini, hoşluğunu, berraklığını ve güzelliğini ifade eder. “Kâfur”un,
dünyada bilinmeyen bambaşka bir içecek veya içecek katkısı olduğu da
belirtilir. Nitekim İbn Abbas (r.a.), bunun cennette bir pınarın adı olduğunu
söyler. Ona عَيْنُ الَكَافُورِ (‘aynü’l-kâfûr) yani
“kâfûr pınarı” denilir. (bk. Kurtubî, el-Câmi‘, XIX, 125) Buna göre
bahsedilen iyi kişilerin, o dolgun kadehten kâfur denilen bu çeşmenin suyunu
veya içine o çeşmeden katılan bir cennet içeceğini içecekleri anlaşılır.
Dolayısıyla o kâfûr cennette bir çeşme, bir kaynak, bir pınardır. Öyle bir iki
kadeh almakla tükenecek gibi değil, akıp giden bir kaynaktır, bir pınardır.
Allah’ın cennetle şereflenen kulları hem o kaynaktan içerler, hem de onu
diledikleri yerlere kolay kolay akıtırlar.
›
Cenâb-ı Hak, bu ihlâs ve hizmetlerine mukâbil onları, çok
korktukları o belâlı günden korur, yüzlerine parlaklık ve gönüllerine sürûr
ihsan eder. Kötülükten kaçınmaya, iyilikleri yapmaya sabrettikleri için onları
cennete koyar ve onlara ipek elbiseler giydirir.
O
güzel kullar için hazırlanmış diğer nimetler şöyle:
[1]
Necati Yeniel-Hüseyin Kayapınar, Sünen-i Ebû Dâvûd Tercüme ve Şerhi,
İstanbul, 1988, VI, 304.
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri