TEFSİR:
Önceki
âyetlerde temas edildiği üzere, hicretin beşinci yılında Hendek savaşından sonra
Kurayza oğulları bertaraf edilmiş, onların malları ve toprakları müslümanların
eline geçmişti. Başka vesilelerle de Medine’ye ganimet malları gelmeye
başlamıştı. Böylece İslâm toplumunun maddî şartları nispeten iyileşmişti. Diğer
taraftan Enfâl sûresinin 41. âyetiyle ganimetlerin beşte biri, devlet işlerine
sarf edilmek üzere Resûlullah (s.a.s.)’e tahsis edilmişti. Efendimiz
(s.a.s.)’in eline maddî imkânların geçtiğini ve diğer müslüman kadınların da
dünya nimet ve zînetlerinden daha fazla faydalandığını fark eden
Peygamberimiz’in eşleri, bu refahtan biraz da kendilerinin yararlanma
taleplerini dile getirdiler. Peygamberimiz (s.a.s.), eğer isteseydi onların bu
taleplerini yerine getirir ve bir sıkıntı da ârız olmazdı. Fakat, dünyaya
yüksek bir zühd anlayışıyla yaklaşan ve en fakir insanların hayat ölçülerini
kendine mizan alan Allah Resûlü (s.a.s.), gelen ilâhî tâlimat gereğince onların
bu taleplerini uygun bulmadı. Çünkü bu âyetler, Peygamberimiz (s.a.s.)’e
hanımlarıyla birlikte, eski zühd ve sâde hayatına devam etmesini
emrediyordu. Bunun üzerine Resûlullah
(s.a.s.) hanımlarını yanına topladı. Hz.
Âişe’den başlayarak:
“–Ben
sana bir husus arz edeceğim. Cevap vermede acele etme! Anne babanla istişâre
ettikten sonra da cevap verebilirsin” dedi. Âişe (r.a.):
“–O husus nedir ey Allah’ın Rasûlü?” diye
sorunca, Efendimiz inen âyetleri tilâvet buyurdu. Bunun üzerine Hz. Âişe hemen:
“–Yâni
sizi tercih meselesinde mi âilemle istişâre edeceğim? Aslâ! Ben Allah’ı,
Rasûlü’nü ve âhiret yurdunu tercih ediyorum” karşılığını verdi. (Müslim, Talâk
29)
Hâsılı
Efendimiz (s.a.s.) onları, ya alışageldikleri sade hayata devam, ya da boşanma
arasında muhayyer bıraktı. Onlar da dünya hayatını değil, Peygamberimiz
(s.a.s.) ile beraber olmayı tercih ettiler.
Bu
âyetlerden anlaşıldığına göre, İslâm toplumu içerisinde önderlik yapan,
toplumun idâresi ve terbiyesiyle mesul olan kişilerin, fert ve aile olarak her
hususta tebalarına örnek teşkil etmeleri, söyledikleriyle yaptıklarının
birbirine uygun olması mühim bir düstûrdur. Çünkü insanlar, umûmen, kendilerini
yöneten insanların haliyle hallenir, onların istikâmet ve temâyüllerine göre
kendilerine bir yol edinirler. Bu hususlarda örnek bir şahsiyet sergilemenin
ehemmiyetini gösteren şu misâller pek ibretlidir:
›
Birinci misal:
Hz.
Ömer’in halîfeliği zamanında Sûriye, Filistin, Mısır gibi beldeler fethedildi
ve İran toprakları, baştanbaşa İslâm devletinin sınırlarına dâhil oldu. Bizans
ve İran’ın zengin hazineleri İslâm dünyasının merkezi olan Medine-i
Münevvere’ye akmaya başladı. Mü’minlerin refah seviyesi yükseldi. Fakat
mü’minlerin halîfesi Ömer (r.a.), bu refah seviyesine karşı müstağnî kalmış bir
gönül zirvesinde, devletin ihtişâmına, beytü’l-mâlin zenginliğine rağmen,
yamalı elbisesiyle hutbe okuyordu. Bazan borçlanıyor, sıkıntı içinde hayâtını
idâme ettiriyordu. Çünkü o, hazineden ancak kifâyet miktarı bir tahsisât almayı
tercih ediyor ve bununla da zor geçiniyordu. Ashâbın ileri gelenleri, onun bu
hâline daha fazla dayanamadılar. Halîfenin nafakasını artırmayı düşündüler.
Fakat bunu teklif etmekten çekindikleri için Hz. Ömer’in kızı ve aynı zamanda
Allah Resûlü (s.a.s.)’in eşi Hz. Hafsa’ya başvurdular. İsimlerini vermeyerek,
babasına bu teklifi arz etmesini istediler. Hafsa (r.a.), ashâbın bu teklifini
babasına açtı. Allah Resûlü (s.a.s.)’in gün boyu açlık çekip de karnını
doyuracak bir tek hurma bile bulamadığı günlere şâhid olmuş olan Ömer (r.a.),
kızı Hafsa’ya:
“–Kızım!
Resûlullah’ın yeme-içme ve giyimde hâli nasıldı?” diye sordu.
“–Kifâyet
miktarı, ancak yetecek derecede idi” cevâbını alınca, Hz. Ömer sözüne şöyle
devam etti:
“–En
sevdiğim iki dostum Peygamberimiz’le Ebubekir ve ben, aynı yolda giden üç
yolcuya benzeriz. İlk olarak Peygamberimiz varacağı makâmına vardı. Ebubekir
aynı yoldan giderek birinciye kavuştu. Üçüncü olarak ben de arkadaşlarıma
ulaşmak isterim. Eğer fazla yükle gidersem, onlara yetişemem! Yoksa sen, bu
yolun üçüncüsü olmamı istemez misin?” dedi. (bk. Müslim, Zühd 36; Ahmed b.
Hanbel, Zühd, s. 125)
›
İkinci misal:
Emevî
halîfelerinden Velid b. Abdülmelik, güzel binâlara meraklıydı. Onun devrinde
insanlar da ona bakarak emlâk ve binâ merakına düştüler. Meclislerde ve
mahfillerde devamlı inşaattan bahsedilir oldu. Süleyman b. Abdülmelik, yiyip
içmeye düşkün bir hükümdardı. Onun zamanındaki insanlar da yeme içme
lâkırdılarıyla vakitlerini İsrâf ederlerdi. Ömer b. Abdülazîz ise âbid, zâhid
ve takvâ sahibi bir mü’mindi. Onun döneminde halk, ibâdet, tâat ve infakta
yarışır hâlde idi. Meclislerde; “Bu gece evrâdın ne idi, Kur’ân-ı Kerîm’den kaç
âyet ezberledin, bu ay kaç gün oruç tuttun ve Allah yolunda ne kadar harcadın?”
gibi sözler konuşulur, böylece insanlar birbirlerini hayra teşvik ederlerdi.
(Taberî, Târihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, Kâhire 1939, V, 266-267)
›
Üçüncü misal:
Ömer
b. Abdülazîz (r.h.), halîfe olduğu günden itibâren, eğer kendisiyle beraber
asgari geçim şartlarına razı olmadığı takdirde hanımını boşanmak üzere muhayyer
bırakmış, çocuklarına karşı muamelesi de değişmişti. Hilâfete geçtiği gün, halk
büyük kalabalıklar hâlinde Ömer b. Abdülazîz’e bey’at ederken izdiham sebebiyle
oğlu Abdülmelik’in elbisesi yırtılmıştı. Bunu gören Ömer b. Abdülazîz, oğluna:
“–Evlâdım,
git elbiseni diktir. Zira bugünden itibâren belki bu elbiseden başka bir elbise
bulamayacak ve buna muhtaç olacaksın!” demişti.
Ömer
b. Abdülazîz, her gece kızlarına uğrar, hâl ve hatırlarını sorduktan sonra
uyumaya giderdi. Bir gece yine onlara uğramıştı. Babalarının geldiğini duyan
kızları, elleriyle ağızlarını kapatarak kapıyı açtılar. Ömer b. Abdülazîz,
yanlarında bulunan mürebbiyelerine, niçin böyle yaptıklarını sorunca, şu cevâbı
aldı:
“–Yanlarında
mercimek ve soğandan başka yiyecek bir şey yoktu. Soğan kokusu sizi rahatsız
etmesin diye ağızlarını kapatıyorlar.”
Onların
bu zühd, edeb ve hassâsiyeti karşısında Ömer b. Abdülazîz’in gözleri yaşardı ve
kızlarına:
“–Kızlarım!
Sizin çeşitli ve güzel yemeklerle dünya nimetlerine tâlip olmanız, babanız için
bir âhiret vebâli olabilirdi” dedi.
İşte
Kur’an’ın ihyâ edici gür sedâsı, Resûlullah (s.a.s.)’in yaşadığı İslâmî hayatın
mânasını derinden idrak eden böyle mümtâz şahsiyetlerin hal dilleriyle
seslendirilerek, yeryüzünün bütün ufuklarını sarmıştır.
Bu kez ilâhî hitap bizzat Efendimiz’in eşlerine
yönlendirilerek, bir taraftan kalpleri şiddetle sarsan, diğer taraftan ise
ruhları huzûr ve itminânın doruk noktalarına tırmandıran bir edayla buyruluyor
ki:
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri