TEFSİR:
Kur’ân-ı
Kerîm Allah tarafından indirilmiştir. Dolayısıyla o, yaratılmış bir varlığın
sözü değildir. Bu bakımdan onu çok dikkatli dinlemek ve buyruklarını büyük bir
ciddiyet ve titizlikle yerine getirmek gerekir. Kur’an’ın, Allah Teâlâ’nın
“Azîz” ve “Hakîm” isimleriyle yakın bir irtibatı vardır. اَلْعَز۪يزُ (Azîz), mutlak güç ve kudret sahibi, kudreti
dâima üstün gelen ve asla mağlup edilemeyen demektir. Bu ismin tecellisi ile
Kur’an’ın mesajı insanlığa ulaşacak, onun hükümlerinin geçerli olmasını hiçbir
kimse engelleyemeyecek, emir ve yasakları sürekli yürürlükte olacaktır. اَلْحَك۪يمُ (Hakîm) ise verdiği hükümler, yaptığı
işler her dâim hikmetli ve sağlam olan, tedbir ve yönetmesi bilgiye dayanan
demektir. Bu ismin tecellisi ile de Kur’ân-ı Kerîm dil, belagat, fesahat,
üslup, nazım ve ihata ettiği bilgiler itibariyle son derece sağlamdır. İhtivâ
ettiği tüm hakîkatler nihâyetsiz hikmetlere dayalıdır. Kur’ân-ı Kerîm, gerçeğin
ta kendisi olarak nâzil olmuştur. Yani ondaki bilgiler tümüyle doğrudur. İçinde
herhangi bir yanlışlık veya şüphe yoktur. Rabbimizin kim olduğunu, O’nun
muradını ve bizden nasıl bir kulluk istediğini açıkça beyân etmektedir. Doğru
ile eğriyi, hakla bâtılı tüm netliği ile ortaya koymaktadır. O halde kula düşen
vazife, Kur’an’ın tarif ettiği şekilde tam bir teslimiyet ve samimiyet içinde
Allah’a yönelerek ve yalnızca O’nun rızâsını isteyerek Rabbine kulluk
yapmaktır.
Bu
sûrede, “dini yalnız Allah’a hâlis kılarak O’na kulluk etmek” tabiri
birkaç kez tekrarlanır ve âdeta sûrenin mesajının iliğini teşkil eder.
Dolayısıyla bu tabirin ne demek olduğunu izahta fayda vardır: Bu tabirde iki
mühim nokta dikkat çeker:
›
Kulluk etmek,
›
Dini yalnızca Allah’a hâlis kılmak.
“Kulluk
yapmak”; aciz olmanın idraki içinde severek itaatte bulunmak demektir. Buna
göre Allah’ın kulundan istediği, sadece kendisine severek kulluk ve itaat
etmesi, ayrıca koyduğu kanunlara harfiyen uymasıdır. “Din” ise bir varlığın,
başkaları üzerinde kendisine ait bir otorite, güç ve yetki vehmederek, onların
hayatlarını tanzim etmeye kalkışmak istemesidir. Buna göre “dini Allah’a hâlis
kılarak O’na kulluk etmek” için Allah’a kulluk etmekle birlikte, başkalarına
kulluk etmemeyi, sadece Allah’ın koyduğu kanun ve ilkelerle yaşamayı, yalnız
O’nun hükümlerine uyup, yasaklarından kaçmayı tazammun eder. Bu sebepledir ki,
“dini yalnızca Allah’a hâlis kılarak O’na kulluk etmek”, İslâm’ın kesin ve
değişmez bir kâidesidir. Çünkü bu şekilde kulluk, yalnız Allah’ın hakkıdır.
Kulluk edilmeye layık olan sadece O’dur ve sadece O’na itaat edilmesi gerekir.
Bu sebepledir ki, Allah’a kulluğu reddedip de başkalarına itaat eden kimse açık
bir sapıklık içindedir. Allah ile birlikte başkalarına da kulluk ediyorsa, bu
da şirktir.
Nitekim
Resûlullah (s.a.s.), bu ayeti kerîmenin izahını şöyle yapar:
Bir şahıs Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’e gelerek:
“-
Şayet mallarımızı şan, şöhret olsun diye muhtaçlara harcasak, Allah bize bir
mükafat verir mi?” diye sordu. Peygamberimiz (s.a.s.), “Hayır!” diye
cevap verince, bu sefer o şahıs:
“-
Hem Allah rızâsı, hem de şan, şöhret için harcasak?” diye sordu. Bunun üzerine
Allah Resûlü (s.a.s.):
“-
Allah, ihlâslı bir şekilde sadece kendi rızâsı için yapılmamış hiçbir ameli
kabul etmez” buyurup bu âyet-i kerîmeyi okudu. (Kurtubî, el-Câmi‘, XV, 233)
Hz.
Mevlânâ (k.s.), ibâdetlerin hazzını duyabilmek için bunların ihlasla yapılması
gerektiğini; ihlasa aykırı durumlar sözkonusu olunca da kalpte biriken manevî
feyiz bereketlerin yok olup gideceğini “Anbar ve fare” misaliyle pek güzel izah
eder:
“Biz,
şu dünya anbarında buğday topluyoruz. Fakat topladığımız buğdayları
kaybediyoruz. Bir gün aklımızı başımıza alıp da, buğdayın böyle azalmasının,
kaybolmasının, anbara giren fâreden ve onun hilesinden ileri geldiğini anlayamıyoruz.
Fâre, anbarımızı delmiş, anbarımız onun hilesinden harab olmuştur. Ey Hakk
tâlibi can, önce anbara giren fâreden kurtulma çaresini ara, ondan sonra buğday toplamaya çalış.
Büyüklerin büyüğü olan, gönüllere gönül kesilen Sevgili Peygamberimiz
(s.a.s.)’in: «Namaz ancak kalb huzuruyla tamam olur» hadisini hatırla da
nefsten, yani şeytandan kurtulmak için kalb huzuruyla namaza başla. Eğer
anbarımızda, hırsız bir fâre bulunmasaydı, kırk yıllık ibâdet buğdayı nereye
giderdi? Her gün azar azar da olsa, candan ve sevgiyle yapılan ibâdetlerden, iyiliklerden
hâsıl olan iç rahatlığı ve huzur neden gönlümüzde hissedilmiyor? Çakmak
demirinden bir çok kıvılcım sıçradı. İlâhî aşkla yanan gönül onları çekti aldı.
Fakat karanlıkta gizli bir hırsız var. Kıvılcımları söndürmek için üstlerine
parmak basıyor. Dünyada mânevî bir çerağ uyanmasın diye, o karanlıktaki hırsız,
kıvılcımları söndürüyor. Allahım, senin inâyetlerin, merhametlerin bizimle
beraber oldukça, şeytandan, o alçak hırsızdan ne korkumuz olur? Sen, bizimle
beraber olup, bizi korudukça, ayak altında yüz binlerce tuzak olsa da önemi
yoktur.” (Mevlânâ, Mesnevî, 377-389. beyitler)
Bu
temsilde yaptığımız ibâdetlerden, iyiliklerden ve insânî vazifelerden elde
edilen sevab, iç rahatlığı, kalb huzuru, buğdaylara benzetilmiştir. Ambar
vücud şehrimizin mânevî ambarıdır. Fâre; nefsimizin, nefsânî arzuların
sembolüdür. Yaptığımız ibâdetlerden mânevî zevk duymazsak, bilmeliyiz ki,
gönül ambarına fâre düşmüştür. Şeytan; yaptığımız ibâdetleri çalmakta,
dolayısıyla bizde mânevî zevk ve feyz bırakmamaktadır. Bu sebeple ibâdet var,
fakat huzursuz olduğumuz için mânevî zevk ve feyz yoktur. İbâdetimizin,
iyiliklerimizin meydana getirdiği mâna kıvılcımını aşkla yanan gönül
benimsiyor, alıyor, ondan feyz buluyor. Karanlıktaki hırsız, şeytan ve nefs-i
emmâredir. Bu düşmanlar, kıvılvımları söndürüyor, bize düşmanlık ediyor. Mânevî
bir çerağın uyanmasına engel oluyor. (Şefik Can, Konularına Göre Açıklamalı
Mesnevî Tercümesi, I-II, 51)
Öyleyse:
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri