Zümer sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 75 âyettir. İsmini 71 ve 73. âyetlerde geçen “zümreler, gruplar, bölükler” mânasına gelen اَلزُّمَرُ (zümer) kelimesinden alır. 22. âyette geçen ve “köşkler, odalar” mânasına gelen اَلْغُرَفُ (ğuref) kelimesi de sûreye isim olmuştur. Resmî tertîbe göre 39, iniş sırasına göre 59. sûredir.
Sûrede ağırlıklı olarak tevhid inancının ve Allah’a ihlasla kulluk yapmanın ehemmiyeti ele alınır. Bir taraftan da şirkin bâtıllığı, saçmalığı ve kötü neticeleri geniş izahlarla beyân edilir. Mekke’de müşriklerin mü’minlere şiddetli baskı uyguladıkları bir dönemde indiği anlaşılan sûre, müslümanların gerektiğinde hicret etmelerine kapı aralar. Peygambere ve mü’minlere, ne tür zor şartlar altında olurlarsa olsunlar, dinlerinden asla taviz vermemeleri hatırlatılır. Çünkü tevhid inancının zedelenmesi, sonuç itibariyle bütün amellerin boşa çıkması gibi ağır kayıplara yol açabilecektir. Bu hususta peygamberin durumu bile diğerlerinden farksızdır. Sûre kıyâmetten bahsederek; tevhid ehlinin erişeceği hayırlı netice ile, şirke düşenlerin düçar kalacakları kötü sonu tesirli bir şekilde sahneleyip, dinleyenlerine hem iki farklı neticeyi mukayese etme, hem de ikisi arasında tercihte bulunma fırsatı sağlayarak son bulur.
Mushaftaki sıralamada otuz dokuzuncu, iniş sırasına göre elli dokuzuncu sûredir. Sebe’ sûresinden sonra, Mü’min (Gåfir) sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Allah’ın rahmetinden ümit kesilmemesi gerektiğini belirten 53. âyetten itibaren üç veya yedi âyetin Medine döneminde indiği yolunda rivayetler varsa da bu rivayetler zayıf bulunmaktadır (bk. İbn Âşûr, XXIII, 311).
Hz. Aişe, Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in her gece yatmadan evvel Zümer ve İsrâ sûrelerini okuduğunu rivayet eder. (Tirmizî, Sevâbu’l-Kur’an 21)
Kur’ân-ı Kerîm Allah tarafından indirilmiştir. Dolayısıyla o, yaratılmış bir varlığın sözü değildir. Bu bakımdan onu çok dikkatli dinlemek ve buyruklarını büyük bir ciddiyet ve titizlikle yerine getirmek gerekir. Kur’an’ın, Allah Teâlâ’nın “Azîz” ve “Hakîm” isimleriyle yakın bir irtibatı vardır. اَلْعَز۪يزُ (Azîz), mutlak güç ve kudret sahibi, kudreti dâima üstün gelen ve asla mağlup edilemeyen demektir. Bu ismin tecellisi ile Kur’an’ın mesajı insanlığa ulaşacak, onun hükümlerinin geçerli olmasını hiçbir kimse engelleyemeyecek, emir ve yasakları sürekli yürürlükte olacaktır. اَلْحَك۪يمُ (Hakîm) ise verdiği hükümler, yaptığı işler her dâim hikmetli ve sağlam olan, tedbir ve yönetmesi bilgiye dayanan demektir. Bu ismin tecellisi ile de Kur’ân-ı Kerîm dil, belagat, fesahat, üslup, nazım ve ihata ettiği bilgiler itibariyle son derece sağlamdır. İhtivâ ettiği tüm hakîkatler nihâyetsiz hikmetlere dayalıdır. Kur’ân-ı Kerîm, gerçeğin ta kendisi olarak nâzil olmuştur. Yani ondaki bilgiler tümüyle doğrudur. İçinde herhangi bir yanlışlık veya şüphe yoktur. Rabbimizin kim olduğunu, O’nun muradını ve bizden nasıl bir kulluk istediğini açıkça beyân etmektedir. Doğru ile eğriyi, hakla bâtılı tüm netliği ile ortaya koymaktadır. O halde kula düşen vazife, Kur’an’ın tarif ettiği şekilde tam bir teslimiyet ve samimiyet içinde Allah’a yönelerek ve yalnızca O’nun rızâsını isteyerek Rabbine kulluk yapmaktır.
Bu sûrede, “dini yalnız Allah’a hâlis kılarak O’na kulluk etmek” tabiri birkaç kez tekrarlanır ve âdeta sûrenin mesajının iliğini teşkil eder. Dolayısıyla bu tabirin ne demek olduğunu izahta fayda vardır: Bu tabirde iki mühim nokta dikkat çeker:
› Kulluk etmek,
› Dini yalnızca Allah’a hâlis kılmak.
“Kulluk yapmak”; aciz olmanın idraki içinde severek itaatte bulunmak demektir. Buna göre Allah’ın kulundan istediği, sadece kendisine severek kulluk ve itaat etmesi, ayrıca koyduğu kanunlara harfiyen uymasıdır. “Din” ise bir varlığın, başkaları üzerinde kendisine ait bir otorite, güç ve yetki vehmederek, onların hayatlarını tanzim etmeye kalkışmak istemesidir. Buna göre “dini Allah’a hâlis kılarak O’na kulluk etmek” için Allah’a kulluk etmekle birlikte, başkalarına kulluk etmemeyi, sadece Allah’ın koyduğu kanun ve ilkelerle yaşamayı, yalnız O’nun hükümlerine uyup, yasaklarından kaçmayı tazammun eder. Bu sebepledir ki, “dini yalnızca Allah’a hâlis kılarak O’na kulluk etmek”, İslâm’ın kesin ve değişmez bir kâidesidir. Çünkü bu şekilde kulluk, yalnız Allah’ın hakkıdır. Kulluk edilmeye layık olan sadece O’dur ve sadece O’na itaat edilmesi gerekir. Bu sebepledir ki, Allah’a kulluğu reddedip de başkalarına itaat eden kimse açık bir sapıklık içindedir. Allah ile birlikte başkalarına da kulluk ediyorsa, bu da şirktir.
Nitekim Resûlullah (s.a.s.), bu ayeti kerîmenin izahını şöyle yapar:
Bir şahıs Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’e gelerek:
“- Şayet mallarımızı şan, şöhret olsun diye muhtaçlara harcasak, Allah bize bir mükafat verir mi?” diye sordu. Peygamberimiz (s.a.s.), “Hayır!” diye cevap verince, bu sefer o şahıs:
“- Hem Allah rızâsı, hem de şan, şöhret için harcasak?” diye sordu. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.):
“- Allah, ihlâslı bir şekilde sadece kendi rızâsı için yapılmamış hiçbir ameli kabul etmez” buyurup bu âyet-i kerîmeyi okudu. (Kurtubî, el-Câmi‘, XV, 233)
Hz. Mevlânâ (k.s.), ibâdetlerin hazzını duyabilmek için bunların ihlasla yapılması gerektiğini; ihlasa aykırı durumlar sözkonusu olunca da kalpte biriken manevî feyiz bereketlerin yok olup gideceğini “Anbar ve fare” misaliyle pek güzel izah eder:
“Biz, şu dünya anbarında buğday topluyoruz. Fakat topladığımız buğdayları kaybediyoruz. Bir gün aklımızı başımıza alıp da, buğdayın böyle azalmasının, kaybolmasının, anbara giren fâreden ve onun hilesinden ileri geldiğini anlayamıyoruz. Fâre, anbarımızı delmiş, anbarımız onun hilesinden harab olmuştur. Ey Hakk tâlibi can, önce anbara giren fâreden kurtulma çaresini ara, ondan sonra buğday toplamaya çalış. Büyüklerin büyüğü olan, gönüllere gönül kesilen Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)’in: «Namaz ancak kalb huzuruyla tamam olur» hadisini hatırla da nefsten, yani şeytandan kurtulmak için kalb huzuruyla namaza başla. Eğer anbarımızda, hırsız bir fâre bulunmasaydı, kırk yıllık ibâdet buğdayı nereye giderdi? Her gün azar azar da olsa, candan ve sevgiyle yapılan ibâdetlerden, iyiliklerden hâsıl olan iç rahatlığı ve huzur neden gönlümüzde hissedilmiyor? Çakmak demirinden bir çok kıvılcım sıçradı. İlâhî aşkla yanan gönül onları çekti aldı. Fakat karanlıkta gizli bir hırsız var. Kıvılcımları söndürmek için üstlerine parmak basıyor. Dünyada mânevî bir çerağ uyanmasın diye, o karanlıktaki hırsız, kıvılcımları söndürüyor. Allahım, senin inâyetlerin, merhametlerin bizimle beraber oldukça, şeytandan, o alçak hırsızdan ne korkumuz olur? Sen, bizimle beraber olup, bizi korudukça, ayak altında yüz binlerce tuzak olsa da önemi yoktur.” (Mevlânâ, Mesnevî, 377-389. beyitler)
Bu temsilde yaptığımız ibâdetlerden, iyiliklerden ve insânî vazifelerden elde edilen sevab, iç rahatlığı, kalb huzuru, buğdaylara benzetilmiştir. Ambar vücud şehrimizin mânevî ambarıdır. Fâre; nefsimizin, nefsânî arzuların sembolüdür. Yaptığımız ibâdetlerden mânevî zevk duymazsak, bilmeliyiz ki, gönül ambarına fâre düşmüştür. Şeytan; yaptığımız ibâdetleri çalmakta, dolayısıyla bizde mânevî zevk ve feyz bırakmamaktadır. Bu sebeple ibâdet var, fakat huzursuz olduğumuz için mânevî zevk ve feyz yoktur. İbâdetimizin, iyiliklerimizin meydana getirdiği mâna kıvılcımını aşkla yanan gönül benimsiyor, alıyor, ondan feyz buluyor. Karanlıktaki hırsız, şeytan ve nefs-i emmâredir. Bu düşmanlar, kıvılvımları söndürüyor, bize düşmanlık ediyor. Mânevî bir çerağın uyanmasına engel oluyor. (Şefik Can, Konularına Göre Açıklamalı Mesnevî Tercümesi, I-II, 51)
Öyleyse:Kur’an’da şöyle buyrulur: قَالُوا بَشَّرْنَاكَ بِالْحَقِّ فَلَا تَكُنْ مِنَ الْقَانِط۪ينَ قَالَ وَمَنْ يَقْنَطُ مِنْ رَحْمَةِ رَبِّه۪ٓ اِلَّا الضَّٓ ...
Gerçek saâdet, Kur’ânî hakîkatlerin cenneti içinde yaşayabilmektir. Her iki cihânın da bahtiyarlığı, Kur’ân’ın ihtişâmına bürünmekle mümkündür. Zira K ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: اِنَّ الْمُتَّق۪ينَ ف۪ي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍۜ اُدْخُلُوهَا بِسَلَامٍ اٰمِن۪ينَ Takvâ sahipleri, mutlaka cennetlerde ve pın ...
Bizler için örnek şahsiyetler olan ashâb-ı kirâmın ve evliyâullâhın Kur’ân-ı Kerîm’e karşı hissettikleri büyük mes’ûliyet duygusu, onu ne derecede hay ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا عِنْدَنَا خَزَٓائِنُهُۘ وَمَا نُنَزِّلُهُٓ اِلَّا بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ Her şeyin hazineleri sade ...
Kur’ân-ı Kerîm’i, her devirde milyonlarca hâfız ezberlemiştir. Müsteşriklerin dahî îtirâf ettikleri gibi[1] bu durum, yeryüzünde hiçbir kitaba nasîb o ...