Şûrâ
sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 53 âyettir. İsmini 38. ayette geçen,“müşavere etmek, danışmak” mânalarına gelen,
yapılacak işlere karar vermede ve devlet yönetiminde çok önemli bir yeri olan اَلشُّورٰي (şûrâ) kelimesinden alır. Resmî tertibe
göre 42, iniş sırasına göre 62. sûredir.
Nuzül
Mushaftaki sıralamada kırk ikinci, iniş sırasına göre altmış ikinci sûredir. Mekke döneminde, Zuhruf sûresinden önce ve Fussılet sûresinden sonra nâzil olmuştur. 23-24, 23-26, 27 ve 39-41. âyetlerinin Medine’de indiğine dair rivayetler de bulunmaktadır (İbn Atıyye, V, 25; İbn Âşûr, XXV, 23-24). Fakat üslûp ve içerikleri bu âyetlerin de Mekke döneminde indiği izlenimini vermektedir (bu konuda ve ilgili rivayetlerin taşıdığı zaaflar hakkında bk. Derveze, V, 159, 175-178, 182-183, 187-189).
Konusu
Vahiy, Hz. Muhammed
(s.a.s.) ile başlayan bir hâdise değildir. Allah Teâlâ ilk insandan başlayarak
Resûlullah (s.a.s.)’e kadar pek çok peygambere vayhetmiştir. Peygamberlere
vahyedilen dinin temel esasları aynıdır. O da tek olan Allah’a kulluk etmek,
O’na hiçbir şeyi ortak koşmamak, âhirette yeniden dirilip hayatın hesabının
verileceğini unutmamak, emrolunduğu gibi dosdoğru olup nefsânî arzulara
uymamak, dinde ayrılığa düşmemektir. Aynı şekilde Kur’an’ın iniş gâyesi de
başta indiği toplum olan Mekke halkını, sonra da peyderpey bütün dünyayı kuşatacak
şekilde etraftaki toplumları uyarmaktır. Resûlullah (s.a.s.), yirmi üç senelik
tebliğ hayatında, yakından başlayıp dalga dalga yayılan bir tebliğ siyâsetiyle,
bunu gerçekleştirmiş ve âyette ifadesini bulduğu şekilde Kur’an’ın mesajının
cihanşumûl olduğunu göstermiştir. Önceden olduğu gibi bugün ve yarın, dünya
durdukça ilâhî vahye tâbi olanlar ebedî mükâfat yurdu olan cennete girecekleri
gibi, ona yüz çevirenler, dünyada kısa bir müddet geçinip gitseler de öte
dünyada kaybedenlerden olacak, cehennemi dolduracaklardır. Kâinatta sergilenen
ilâhî kudret delilleri Allah Teâlâ’nın bunu yapmaya kadir olduğunu
göstermektedir. Sûrede Kur’an’ın yetiştirmeği hedeflediği fert ve toplumun
temel husûsiyetleri beyân edilerek, onların haramlar ve haksızlıklar karşısındaki
sert ve kararlı duruşları, Allah’a kulluk noktasındaki ciddiyet ve coşku
halleri, şahıslarına yapılan kusurları affetmedeki sınırsız müsamaha ve
bağışlama meziyetleri ve devlet yönetiminde müşâvere esasına ağırlık vermeleri
örnek birer davranış olarak sunulur. Kullar arasında maddî rızıkları ve en
mühim dünya nimetlerinden olan çocuk nimetini dilediği gibi taksim eden Cenab-ı
Hak, vahiy ve peygamberlik nimetini de öyle taksim etmiş, nübüvveti için
seçtiği kullarla üç yolla konuşmuş ve en son Hz. Muhammed (s.a.s.)’i seçerek,
daha önce hiç bilmediği “kitab”ın ve “iman”ın ne olduğunu ona öğretmiş ve onun
vasıtasıyla da âhir zaman ümmetini irşad etmiştir.
3: Rasûlüm! O kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olan Allah, sana da senden öncekilere de işte böyle vahyediyor.
4: Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Gerçek mânada yüce ve büyük olan yalnız O’dur.
TEFSİR:
Önceki
peygamberlere de, son olarak Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’e de vahyeden
Allah Teâlâ’dır. Vahiy gerçeğinin, Cenâb-ı Hakk’ın “Azîz: karşı gelinemez bir
kudret ve kuvvet sahibi” ve “Hakîm: yaptığı her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam
olan” isimleriyle çok yakın irtibatı vardır. Yani O, birine vahyetmek istediği
zaman hiç kimse bunu engelleme imkânına sahip olmadığı gibi, vahyedilen
tâlimatların tebliğini, yayılmasını ve insanlığa tesirini de hiç kimse
engelleyemeyecektir. Bu, dâvasında başarılı olacağı yönünde Peygamber Efendimiz
(s.a.s.)’e bir müjde, Kur’an karşısında mağlup olacaklarına dair müşriklere de
bir uyarıdır. Hem vahiyle gelen dinî tâlimatlar, insanları boşuna uğraştırmak
ve yormak için değil, kesinlikle onların dünya ve âhiret faydasınadır. Çünkü
Hakîm olan Allah, boş ve hikmetsiz bir iş yapmaktan pak ve yücedir.