TEFSİR:
Bitki
olsun hayvan olsun bütün canlı varlıklar gibi insan da toprak ile sudan
yaratılmıştır. Fakat insanın diğerlerinden çok büyük farklılığı ve üstünlüğü
vardır. İnsanın dışındaki canlı varlıklar yaratılışlarını, başlangıç ve
sonlarını düşünmekten mahrum iken insan tefekkür edebilme, düşünüp anlayabilme
yeteneğiyle donatılmıştır. İşte âyet-i kerîmedeki “düşünsün” ifadesi, insanın
sadece topraktan yaratılan maddî varlığına değil, düşünen ve anlayan ma’nevî
varlığına dikkat çeker. İnsan, dünya gözüyle göremediği ve fakat var olduğu da
en doğru sözlü tarafından haber verilen yanındaki gözetleyici ve koruyucu
karşısındaki acizliğini ve zayıflığını düşünmeli; kibir, gurur ve küstahlığa
kapılmamalıdır. Bir taraftan değerli, diğer taraftan her tarafı kuşatılmış
olduğu bilincini taşıyarak şuurlu ve maksatlı bir hayat sürmeye çalışmalıdır.
Daha önemlisi insan, kendisini değersiz bir sudan yaratıp geliştirerek düşünen
ve anlayan bir varlık düzeyine çıkaran Yüce Yaratıcı’nın yaratma, koruma ve
takip etme kudretinin büyüklüğünü tefekkür ederek yeniden dirilişin gayet kolay
olduğu inancına ulaşmalı; kendi iradesiyle kalbinden ve ruhundan fışkıran bir
gayretle samimi olarak Allah’a doğru mânen yükselmeye çalışmalıdır.
İnsanın
hangi şeyden yaratıldığı sorusuna, onun, اَلصُّلْبُ
(sulb) ve اَلتَّرَٓائِبُ (terâib) arasından
çıkan اَلدَّافِقُ (dâfık) bir sudan
yaratıldığı belirtilerek cevap verilir. Dökmek ve atmak anlamlarına gelen اَلدِّفْقُ (dıfk) kelimesinden türeyen اَلدَّافِقُ (dâfık), embriyonun oluşumuna başlangıç
teşkil eden suyun vasfı olarak “dökülen ve atılan” mânasını taşımaktadır. Bu
suyun dökülüşünde bir gayret, bir sürat, bir atılganlık bulunmaktadır. Bu su,
icra ettiği görev bir tarafa bırakılarak dışarıdan bakıldığında göze hoş
gelmeyen değersiz bir su görünümündedir.
İnsanın
yaratılışına başlangıç teşkil eden ve “meni, nutfe” diye isimlendirilen bu su,
sulb ile terâib arasından çıkar. Sözlük anlamıyla katı, sert ve şiddetli anlamlarına
gelen اَلصُّلْبُ (sulb) kelimesi, daha
çok omurgaya ve omurga bölgesine denilir. Burası, insan bedeninin güç ve
kuvvetinin temelini teşkil eden bir bölgedir. اَلتَّرَٓائِبُ
(terâib) ise göğüs, gerdanlık yeri, iki meme arası; kadının iki eli, iki ayağı,
iki gözü, iki omuzu ile göğüs arası; göğüs bölgesinde dördü sağda dördü de
solda olan sekiz kaburga kemiğinin kapsadığı kısım, göğüs kemiği, meme ve
çevresindeki et gibi mânalar taşımaktadır. Şunu belirtelim ki sulb ve terâib
hem erkek hem de kadının anatomisinde bulunmaktadır. Ancak burada kadının
devreye sokulup sokulmadığı tartışmalıdır:
Sulbün
erkekle, terâibin kadınla alakalı olduğu düşünülünce meninin sulbden,
yumurtanın terâibden kaynaklanıp oluştuğu anlaşılır. Böylece her ikisinden
kaynaklanan ayrı sıvılar hakkında, erkeğinki öne alınarak “tek su” ifadesi
kullanılmıştır.
Hem
sulbün hem de terâibin erkekle ilgili olduğu düşünülünce, erkeğin menisinin
oluşma ve akışma alanı sözkonusudur ki bu alanın sınırları bu iki kavramla
çizilmiştir.
Üçüncü
bir ihtimalle erkek ve kadının sulb ve terâibinden çıkan iki suyun birleşmiş
haline işaret edilmektedir. Bu ihtimal, bugünkü bilimsel araştırmalarla da
desteklenmektedir.
Şüphesiz
bütün varlığı yoktan var eden Allah Teâlâ, ölümünden sonra insanı hayata
döndürmeye elbette kâdirdir. İnsanın yaratılış biçimine bakıldığında onu ilk
olarak yaratanın tekrar geri döndürmeye, mahşer günü dirilterek huzuruna
dikmeye ve kendi azamet, kuvvet ve kudretini göstermeye kâdir olduğu anlaşılır.
Allah Teâlâ’nın insanı yeniden dirilteceği o dehşetli gün, bütün sırların
yoklanacağı, imtihan meydanına serilip Allah’a arzedileceği hesap günüdür. Bu
hesap gününde kalplerde gizlenen niyetler, düşünülen gizli şeyler; kin, haset,
intikam, şehvet, sevgi, rahmet ve merhamet gibi olumlu olumsuz bütün duygular;
namaz, oruç, hac ve zekât gibi emirlerin yerine getirilip getirmediği gibi
durumlar birer birer ortaya serilecek, iyisi kötüsünden ayırdedilecek ve teker
teker hesabı görülecektir. Böylece gizli tutulan her düşünce, niyet ve duygu o
gün ya kişinin yüzünde bir zînet bir süs, ya da kara bir leke olarak
belirecektir. Bu durumda artık kişinin yüzünü karartacak şeyleri gizli tutmaya
ne gücü yeter ne de onlardan dolayı kendisini Allah Teâlâ’ya karşı savunacak
bir yardımcısı bulunur. Bu bakımdan o dehşetli günde insanın ortaya dökülen
sırları yüz karartmayacak, güzel ve temiz sırlar ise; o kimse selîm bir kalple
Mevlâsının huzuruna varmış ise ona ne mutlu! Yok eğer fâş olunan sırlar yüz
karası olacak iğrenç şeyler ise kulun vay haline!
Bu
gerçekleri hesap ederek insan, yaratılışına bakmalı da sulb ile terâib arası
gibi bir kafes, bir geçit olan dünyada Yaratıcı’nın kendisine verdiği kuvvet,
istidat ve kabiliyetleri kötü yollarda kullanmamalı, kendini nefsinin alçak
arzularına kaptırmamalı, üzerinde daima hazır bulunan bir bekçi bulunduğunu
bilerek, sırların ortaya çıkacağı günde temiz sırlarla Hakk’ın huzuruna varmak
için lekesiz bir kalb-i selîm ile hareket etmeli, bu dünya geçidinde zorluklara
göğüs gererek bu ten kafesinden kamil iman ve sâlih amellerle Allah’a gitmeye
gayret etmelidir. Bunun için de Kur’an’ın verdiği haberlerin gerçekleğine ve
bunların asla şaka olmadığına tam anlamıyla inanarak, onun gösterdiği yolda
yürümelidir:
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri