Bakara Sûresi 13. Ayet Tefsiri


13 / 286


Bakara Sûresi Hakkında

Bakara sûresi 286 ayettir. Medine’de on senelik bir müddet içinde peyderpey nâzil olmuştur. Mushaf tertîbine göre 2, nüzûl sırasına göre 87. sûredir. İsmini, 67 ile 71. âyetler arasında bahsedilen, İsrâiloğulları’nın sığır kurban etmeleri kıssasından almıştır. Sûreye, içinde Âyetü’l-Kürsî bulunduğundan اَلْكُرْسِيُّ (Kürsî), Kur’ân’ın zirvesi olduğu için سَنَامُ الْقُرْاٰنِ (Senâmu’l-Kur’ân), hidâyet nûrunun parlaklığı sebebiyle de اَلزَّهْرٰي (Zehrâ) ismi verilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in en uzun sûresidir. Bu hâliyle sûre, Kur’ân’ın geniş bir özeti mâhiyetindedir.

Resûlullah (s.a.s.):

“Bu sûre, neredeyse dînin tamamını ihtivâ eder” buyurmuştur. (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân 2/2876

Bakara Sûresi Konusu

Sûrede bahsedilen temel konulardan bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:

  Kur’an’ın Allah tarafından gönderilen hak bir kitap olduğu,

  Tevhîd, nübüvvet ve âhiret gibi îman esaslarının delillerle beyân edilmesi,

  Mü’min, kâfir ve münafıkların vasıfları,

  Hz. Âdem’in diğer yaratıklar arasındaki konumunun belirlenmesi, şeytanla imtihanı ve cennetten indirilmesi,

  İsrâiloğulları’nın tarih içindeki durumları, Kur’an’a ve Peygamberimize karşı tavırları, hidâyete davet edilmeleri, yanlış itikad ve davranışlarının tashihi,

  Ka’be’nin inşâsı ve kıblenin Mescid-i Aksâ’dan Mescid-i Harâm’a çevrilmesi,

  Müslüman şahsiyetin inşası ve İslâm toplumunun teşekkülü için: Namaz, oruç, zekât, hac ve cihad gibi ibâdetlerle ilgili hükümlerin; adâlet, ahde vefâ ve infak gibi ictimâî hayata dair esaslar ile âile hukûku, devletler arası ilişkiler, iktisadî ve siyâsî düzenlemelerin getirilmesi,

  Ferd ve cemiyeti bozulup dağılmaktan korumak için sihir, içki, kumar ve faiz gibi yasaklara dikkat çekilmesi,

  Allah’ın birliğini, her şeye kâdir olduğunu ve ölüleri diriltip hesap soracağını çeşitli misallerle ortaya koyarak insanları îman ve itaate çağırması,

  Kulluğun özü olan ve mü’mini Rabbine bağlayan bazı duaların öğretilmesi.

Hâsılı dikkatle incelendiğinde Bakara sûresinin, ihtiva ettiği hükümler, konular ve maksatlar itibariyle muazzam bir insicama, belirli ve düzenli bir plana sahip olduğu görülür. İlk âyetlerde sûrede incelenecek olan konuların ana hatları verilmekte, daha sonraki bölümlerde ise her konu sûre bütünlüğü içinde en uygun yerini almaktadır. Sûre, hidâyeti kabul eden kulun, emredilen hükümleri yerine getirme hususunda Rabbinden kolaylık talebiyle sona ermektedir. Muhtelif konular ele alınmakla birlikte sûrenin esas hedefi, Kur’an’ın hidâyetini gerçekleştirmek ve bundan âzamî istifadeyi sağlamaktır. Sûre boyunca devamlı bu hedef gözetilmiş ve sûrenin başı ile sonu o hedefte birleşmiştir.[1]

[1] Sûrenin bu açıdan büyük bir vukûfiyetle ele alınmasına örnek olarak bk. Drâz, en-Nebeü’l-azîm, s. 163-211; En Mühim Mesaj: Kur’ân, s. 195-299.

Bakara Sûresi Nuzül Sebebi

         Mushafta ikinci, nüzûl sıralamasında 87. sûredir, Medine’de nâzil olmuştur. Kur’an’ın en uzun sûresidir. Tamamının bir nüzûl sebebi olmamakla birlikte birçok âyeti için özel iniş sebepleri vardır. O âyetler açıklanırken nüzûl sebepleri hakkında da bilgi verilecektir.

Bakara Sûresi Fazileti

Ele aldığı mevzulara bakıldığında Bakara sûresinin çok önemli, faziletli ve büyük bir sûre olduğu görülür. Peygamber Efendimiz’in “Kur’an âyetlerinin efendisi ve en büyüğü” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 142, 178) olarak beyân ettiği Âyetü’l-Kürsî de bu sûrede yer almaktadır. Sûrenin faziletini beyân eden pek çok rivayet nakledilir. Bunların birkaçı şöyledir:

  “Kur’an’dan uzak kalarak ev­lerinizi kabirlere çevirmeyin. Şunu bilin ki şeytan, içinde Bakara sûresi okunan evden ürküp kaçar.” (Müslim, Müsâfirîn 212)

  “Kur’an’ı okuyun; çünkü o, kıyamet gününde kendisiyle hemhâl olanlara şefaatçi olarak gelecektir. Zehrâvân’ı yani Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini okuyun;[1] çünkü onlar, kıya­met gününde iki büyük bulut veya iki gölgelik ya da iki kuş sürüsü hâlinde gelerek kendile­rini okuyanları savunacak ve koruyacaklardır. Bakara sûresini okuyun; çünkü ona sarılmak bereket, terketmek ise hasret ve pişmanlıktır; ona sihir­bazların gücü yetmez.” (Müslim, Müsâfirîn 252)

  “Bakara sûresinin sonunda­ki iki âyeti her kim gece vakti okursa bu iki âyet o gece ona yeter.” (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 10)

  Sahâbeden Üseyd b. Hudayr bir gece Ba­kara sûresini okuyordu. Atı da yanında bağlı bulunuyordu. Derken at ürküp hırçınlaşmaya başladı. Üseyd okumayı kesince at da sâkinleşti. Tekrar okumaya başlayınca at yine tedirgin bir şekilde ileri geri gitmeye başladı. Üseyd susunca at da sâkinleşti. Bu durum iki kez daha tekerrür etti. Oğlu Yahyâ ata yakın bir yerde bulunuyordu. Atın çocuğa bir zarar vermesinden korktu ve onu bulunduğu yerden yanına çekti. Bu sırada başını kaldırıp gökyüzüne baktığında buluta benzer bir şey içinde kandiller misali ışıklar gördü. Bunlar yavaş yavaş yükselerek nihayet gözden kayboldu. Sabah olunca durumu Resûlullah (s.a.s.)’e anlattı… Efendimiz şöyle buyurdu:

  “Onlar seni dinlemeye gelen meleklerdi. Eğer okumaya devam etseydin sabah olunca onları herkes görecekti, kendilerini halktan gizlemeyeceklerdi.” (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 15; Müslim, Müsafirin 242)

Bu ve benzeri rivayetlerden de anlaşılacağı üzere Bakara sûresi, hem evlerimizi hem de gönüllerimizi mânen îmâr edecek, okuyanı âdeta maddî mânevî şerlerden muhâfaza ederek onu meleklerle beraberliğe yükseltecek bir fazilet ve şerefi hâizdir.

Şimdi, bütün mâna, hikmet ve sırlarından kalbe yansıyan miktarıyla o sûrenin tefsiri başlamaktadır:

[1] Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerine, hidâyet nûrlarının parlaklığı ve okuyanlara verilecek ecrin büyüklüğü sebebiyle, اَلزَّهْرَاوَانِ (Zehrâvân) ismi verilmiştir.

وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمْ اٰمِنُوا كَمَٓا اٰمَنَ النَّاسُ قَالُٓوا اَنُؤْمِنُ كَمَٓا اٰمَنَ السُّفَهَٓاءُۜ اَلَٓا اِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَٓاءُ وَلٰكِنْ لَا يَعْلَمُونَ ﴿١٣﴾
Karşılaştır 13: Onlara: “Şu mü’minlerin iman ettiği gibi siz de iman edin!” dendiği zaman: “Şu aptal ve akılsızlar gibi mi iman edeceğiz?” derler. Şunu bilin ki, asıl aptal ve akılsız olan kendileridir; fakat bunu da bilmezler.

TEFSİR:

Onlar bir önceki ayette yeryüzünde fesat çıkarmaktan nehyedilmişlerdi. Bu ayette ise onlara diğer “insanlar” gibi iman etmeleri emredilmektedir. Ayetteki “insanlar” dan maksat, Peygamberimiz ve ona inanan mü’minlerdir. Zira iman, akıl ve idrakleri itibariyle gerçek insanlık şerefine layık olanlar, onlardır. اَلسَّف۪يهُ (sefîh) kelimesinin aslı olan “sefeh” sözlük olarak görüş ve gidişatta hafiflik, yufkalık, fikirsizlik ve temkinsizliktir. Bunlar akıl noksanlığından doğar. Dolayısıyla sefehin zıddı, ağır başlılık ve akıllı olmaktır. Terim olarak sefeh ise, akıl ve dinin gereklerinin zıddına hareket etmektir.

Münafıklara, hakiki mü’minler gibi, nifak şâibelerinden uzak ve ihlâslı bir şekilde iman etmeleri söylenince; kendilerine yapılan bu güzel tavsiyeye karşı çıkarlar. Ruhen duydukları rahatsızlık sebebiyle o vakûr ve kâmil mü’minlere hakarete yeltenirler. Onları, sahip oldukları kamil sıfatların zıddı ile vasfederek, “ne yâni, şimdi kalkıp da şu beyinsizlerin, akılsızların inandığı gibi mi inanalım?” derler. Onların “süfehâ” yani akılsız ve beyinsiz olarak niteledikleri kimseler genel anlamda kâmil insanlar, mü’minler veya iman etmiş belli şahıslardır.

Menfaatlerini her şeyin önünde gören münafıkların böyle söylemeleri, şu iki sebepten kaynaklanır. Birincisi, Allah’a ve âhirete imanları olmadığından, kendi akıllarınca böyle bir iman uğruna her türlü fedakârlığa katlananlar, sefih kimselerdir. İkincisi ise kendilerine örnek gösterilen mü’minlerden birçoğunun fakir ve çaresiz kimseler olmasıdır. Onlara göre, müslümanların imanları uğruna inanmayan bütün insanları kendilerine düşman edinmeleri ahmaklık ve akılsızlıktan başka bir şey değildir. İşte bu sebeple onlar, İslâm’ı samimiyetle kabul edip, kendilerini her türlü eziyet, zorluk ve tehlikelere atan kimseleri aptal ve sefih olarak nitelerler.

Münafıklar, bu sözü, mü’minlerin yanında değil, gizlice ve alay yollu söylüyorlardı. Allah Teâlâ, Peygamberini ve mü’minleri bundan haberdar etmiştir. Üstelik asıl sefihliğin, hafifliğin ve basîretsizliğin münafıklar için geçerli olduğu­nu ve gerçek sefihlerin de on­lar olduğunu haber vermiştir. Zira onlar, içinde bulundukları cehâletin farkında olmadıkları gibi, fâni menfaatleri uğruna en büyük kazanç olan ebedi âhiret hayatını kaybetmektedirler.[1]

Gerçeği kabule davet edilen münafıkların, müslümanları sefihlikle suçlamalarından hareketle âyetten şöyle bir işaret çıkarılmıştır:  Kendini zengin görüp malıyla gururlanan ve bu hâliyle fakir mü’minleri küçük gören kişilerin hali de aynen böyledir. Onlara kalben dünyayı terk etmeleri söylenince, rüşd ve kemâl ehlini tembellik ve acizlikle suçlarlar. Fakirlerin hiçbir değeri olmadığını söylerler. Zira onların ne malı, ne şöhreti, ne rahatı ne de geçinebilecekleri bir şeyleri vardır. Hakikatte ise gerçek fakirler ve mihnet sahipleri, işte kendini zengin sanan o mağrurlardır. Zira onlar zillet korkusuyla zillete, hakirlik korkusuyla da hakirliğe düştüler. Saraylar bina ettiler fakat fazla geçmeden kabirleri mesken tuttular. Bir beşikten ibaret olan dünyayı tezyin ettiler, fakat kabre mahkum edildiler. Dünyada gaflet meydanlarında dolaştılar, fakat neticede hasret vadilerinde perişan oldular. Yakın zamanda gerçeği bilecekler, fakat o zaman bu bilgileri kendilerine hiçbir fayda vermeyecektir. Allah muhafaza eylesin! (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 25)

Münafıkların altıncı vasfı, ikiyüzlü olmalarıdır:

[1] Münafıklar hakkında 9. ayette geçen مَا يَشْعُرُونَ (mâ yeş‘urûn) “farkında değillerdir” sözü, onlarda “farketme, hissetme” özelliğinin; 12. ayette geçen لَا يَشْعُرُونَ (lâ yeş‘urûn) “farkında değillerdir” kaydı ise onlarda geleceğe yönelik “firâset, zekâ ve anlayışın” olmadığını haber verir. 13. âyetteki لَا يَعْلَمُونَ (lâ ye‘lemûn) “bilmezler” ifadesi ise onların bu halleriyle “gerçek bir bilgiye ulaşamayacaklarını ve sürekli zan ve vehimlerine tabi olacaklarını” belirtir. Burada şöyle ince bir mâna ve tenbîhin varlığı söz konusudur: Birincisinde münafıkların, Allah ve mü’minleri aldatma teşebbüslerinde hissiz ve şuursuz davrandıkları, dolayısıyla koyu bir cehâlet içinde bulundukları açıklanır. İkincisinde “hissi olmayanın firâset ve aklı da olmaz” gerçeğinden hareketle, yapılan uyarıları kavrayamayacakları; üçüncüsünde ise “ilim akla tabi olduğu için aklı olmayanın ilmi de olmayacağı”ndan, yapılan tenbîh ve ikazların mâhiyetini bilemeyecekleri ifade edilir.

Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/04/enam-suresinin-68-ayeti-ne-anlatiyor-195024-m.jpg
Enâm Suresinin 68. Ayeti Ne Anlatıyor?

En‘âm suresinin 68. ayetinde buyrulur: وَاِذَا رَاَيْتَ الَّذ۪ينَ يَخُوضُونَ ف۪ٓي اٰيَاتِنَا فَاَعْرِضْ عَنْهُمْ حَتّٰى يَخُوضُوا ف۪ي حَد۪يثٍ غَيْرِ ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/04/enam-suresinin-59-ayeti-ne-anlatiyor-195002-m.jpg
Enâm Suresinin 59. Ayeti Ne Anlatıyor?

En‘âm suresinin 59. ayetinde buyrulur: وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لَا يَعْلَمُهَٓا اِلَّا هُوَۜ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِۜ وَمَا ت ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/04/kaf-suresinin-tefsiri-195001-m.jpg
Kaf Suresinin Tefsiri

Kâf sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 45 âyettir. İsmini 1. âyette geçen ق (Kāf) harfinden alır. Resmî tertîbe göre 50, iniş sırasına göre 34. sûredir. ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2020/03/yasin-suresinin-okunusu-ve-anlami-171428-m.jpg
Yasin Suresinin Okunuşu ve Anlamı

Yasin suresi Mekke’de nazil olmuştur. 83 ayettir. İsmini birinci ayette geçen يٰسٓ (Yasin) kelimesinden alır. Resmî sıralamada 36, nüzul (İniş) sırası ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/04/enam-suresinin-46-ayeti-ne-anlatiyor-194995-m.jpg
Enam Suresinin 46. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede buyrulur: قُلْ اَرَاَيْتُمْ اِنْ اَخَذَ اللّٰهُ سَمْعَكُمْ وَاَبْصَارَكُمْ وَخَتَمَ عَلٰى قُلُوبِكُمْ مَنْ اِلٰهٌ غَيْرُ اللّٰهِ يَأ ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/04/hz-ibrahim-as-ile-ilgili-ayetler-194966-m.jpg
Hz. İbrahim (a.s.) ile İlgili Ayetler

İbrâhim Âleyhisselâm; Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm’ın müştereken kabul ettiği büyük peygamberdir. Kur’an-ı Kerim’de Hz. İbrahim’den (a.s.) birçok ...