Ahzâb Sûresi 6. Ayet Tefsiri


6 / 73


Ahzâb Sûresi Hakkında

Ahzâb sûresi Medine’de hicrî beşinci yılın sonlarında inmiştir. 73 âyettir. İsmini, 20. âyette geçen اَلأحْزَابُ (ahzâb) kelimesinden alır. “Ahzâb” topluluk, grup, parti, bölük gibi mânalara gelen اَلْحِزْبُ (hizb) kelimesinin çoğuludur. İnsanın her gün okumayı mutat hale getirdiği dua demetine ve Kur’an’da bir cüz’ün dörtte birine de hizb denilir. Bu sûrede “ahzâb” kelimesiyle, müslümanlara karşı savaşmak için birleşen müşrik Arap kabileleri ve onlara katılan diğer düşman güçleri kastedilir. Mushaf tertîbine göre 33, iniş sırasına göre 97. sûredir.

Ahzâb Sûresi Konusu

Resûlullah (s.a.s.)’in şahsında tüm mü’minlere Allah’tan korkup kâfirlere ve münafıklara itaat etmeme, Kur’an’a ittibâ ve Allah’a tevekkül gibi temel ahlâkî esaslara yer vererek başlayan sûrede üç mühim tarihî hâdiseden bahsedilir:

  Hicrî 5. yılın Şevvâl ayında vuku bulan Hendek, diğer ismiyle Ahzâb savaşı ve bu vesileyle münafıkların iç dünyalarının ortaya konması, ruh hallerinin tasvir edilmesi.

  Hicrî 5. yılın Zilkâde ayında yapılan Benî Kurayza gazvesi, bu vesileyle mü’minlere zafer ve ganimetlerin müjdelenmesi.

  Yine Hicrî 5. yılın Zilkâde ayında meydana gelen Peygamberimiz (s.a.s.)’in Hz. Zeynep’le evlenmesi ve bu hâdise esas alınarak evlatlıkla alakalı hükümlerin düzenlenmesi.

Bu hâdiseler Ahzâb sûresinin ne zaman indiği hususunda net bir fikir verdiği gibi, sûrede temas edilen diğer konular da bu üç ana hâdise etrafında döner durur. Hususiyle Resûlullah (s.a.s.)’in müstesnâ şahsiyeti, Allah katındaki değeri, kendisine ve hanımlarına mahsus evlenme, boşanma, örtünme hükümleri; mü’minlerin Efendimiz (s.a.s.) ve hanımlarıyla olan içtimâî münâsebetlerine dâir edep kâideleri beyân edilir. Allah ve Rasûlü’ne  karşı saygısız davranan kimselerin hem dünya, hem de âhiretteki fecî sonlarından birer manzara sunularak, mü’minlerin bu hususta daha dikkatli olmaları istenir. Sûre din ve kulluk emânetini taşımanın ehemmiyeti ve zorluğunu dile getirerek nihâyete erer.

Ahzâb Sûresi Nuzül Sebebi

         Mushaftaki sıralamada otuz üçüncü, iniş sırasına göre doksanıncı sûredir. Âl-i İmrân sûresinden sonra, Mümtehine sûresinden önce Medine’de inmiştir. İbn İshak’a göre hicretten sonra nâzil olmuştur; geliş tarihi bakımından Medine’de nâzil olan sûrelerin dördüncüsüdür.

اَلنَّبِيُّ اَوْلٰى بِالْمُؤْمِن۪ينَ مِنْ اَنْفُسِهِمْ وَاَزْوَاجُهُٓ اُمَّهَاتُهُمْۜ وَاُو۬لُوا الْاَرْحَامِ بَعْضُهُمْ اَوْلٰى بِبَعْضٍ ف۪ي كِتَابِ اللّٰهِ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُهَاجِر۪ينَ اِلَّٓا اَنْ تَفْعَلُٓوا اِلٰٓى اَوْلِيَٓائِكُمْ مَعْرُوفًاۜ كَانَ ذٰلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا ﴿٦﴾
Karşılaştır 6: O Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha yakındır; onun hanımları da mü’minlerin anneleridir. Şu kadar ki, aralarında kan bağı bulunanlar, Allah’ın kitabına göre miras ve yardımlaşma hususunda birbirlerine diğer mü’minlerden ve muhâcirlerden daha yakın ve karşılıklı daha çok hak sahibidirler. Bununla birlikte, her zaman dostlarınıza iyilikte bulunabilir ve onlara vasiyetle mirasınızdan bir miktar mal ayırabilirsiniz. Bu hükümler, kitapta bu şekilde kaydedilmiştir.

TEFSİR:

Âyet-i kerîmede üç mühim husus beyân edilir:

Birincisi; Peygamberimiz (s.a.s.)’in mü’minlere kendi canlarından daha yakın olmasıdır. Âyet-i kerîmenin bu kısmının iniş sebebi şöyledir:

Allah Resûlü (s.a.s.), Tebük gazvesine çıkmak istediğinde müslümanlara lâzım gelen hazırlığı yapıp bu sefere çıkmalarını emir buyurdu. İçlerinden bazıları:

“- Annelerimiz ve babalarımızdan izin isteyelim” dediler.

Bunun üzerine “O Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha yakındır” (Ahzâb 33/6) âyet-i kerîmesi nâzil oldu. (Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, XXI, 151)

Bu ifadede aynı zamanda şöyle bir işârî mâna hissedilmektedir:

“Allah Resûlü (s.a.s.)’in sünnetini kendi arzu ve isteklerinizin önüne geçirin. Kendi istediğiniz şeye değil, Resûlullah (s.a.s.)’in sünnetine uyun. Kendiliğinizden hiçbir fikir ve düşünce karıştırmaksızın, Allah Resûlü (s.a.s.)’in işaret buyurduğu yerde durun. Onun ne ilerisine geçmeye çalışın, ne de gerisinde kalın. Sizi ona yaklaştıracak vesile ve sebepleri, kendinizin kıymet verdiği şeylere ve size dostluk gösterisinde bulunan kimselere tercih edin.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, III, 32)

Çünkü Rasûlüllâh (s.a.s.), bir kişinin değil bütün ümmetin babası mesâbesindedir. Onlara kendi ailelerinden, hatta öz canlarından daha yakın, daha müşfik, yumuşak ve merhametlidir. Belki ailesi, eşleri ve çocukları insana zarar verebilir, onu yanıltıp hata ve günah işlemesine sebep olabilir ve onu cehenneme sürükleyebilir. Yüce Rabbimiz bu hususta bizleri şöyle ikaz buyurur:

 “Ey iman edenler! Eşlerinizden ve evlatlarınızdan size düşman olanlar çıkabilir; onlara karşı dikkatli olun! Bununla beraber eğer affeder, hoş görür ve kusurlarını örterseniz bu sizin için bir fazilettir. Hiç şüphesiz Allah da, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” (Teğâbün 64/14)

Yine mü’minler, çoğu kere kendi nefislerinin kötülüğünden bile emin olamazlar. Zira Rabbimiz:

 “Rabbimin merhamet edip koruduğu kimseler dışında, nefis insana sürekli kötülüğü emreder.” (Yûsuf 12/53)

Fakat Peygamberimiz (s.a.s.)’in ümmetine olan muamelesi bambaşkadır: Onlara hep iyilikleri emreder, zararlı şeyleri yasaklar. Onları sadece ebedi saadet ve huzura istikâmetlendirecek davranışlarda bulunur.

Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Benim ve sizin durumunuz, ateş yakıp da, ateşine cırcır böcekleri ve pervaneler düşmeye başlayınca, onlara engel olmaya çalışan adamın durumuna benzer. Ben sizi ateşten korumak için kuşaklarınızdan tutuyorum, siz ise benim elimden kurtulmaya, ateşe girmeye çalışıyorsunuz.” (Buhârî, Rikâk 26; Müslim, Fezâil 19)

Rasûlüllâh (s.a.s.)’in bizi davet ettiği şeylerin hepsi, bize hayat veren ve içinde kurtuluşumuzun olduğu şeylerdir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Ey iman edenler! Allah ve Rasûlü sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman onlara uyun.” (Enfâl 8/24)

 Bu bakımdan Allah Resûlü (s.a.s.) Efendimiz’den, değil çok sevdiği ümmetine, hiç kimseye bir zarar gelmesi mümkün değildir. Çünkü onun mübârek kalbi tüm mahlukata karşı nihayetsiz bir rahmet, şefkat ve merhametle doludur. Onun rahmet ve bereketinden hayvanlar, bitkiler, dağlar ve taşlar da nasibini almıştır.

Rasûlüllâh (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Hiçbir mümin yoktur ki, ben ona, dünyada ve âhirette insanların en yakını olmayayım. İsterseniz «Peygamber müminlere kendi canlarında daha yakındır» âyetini okuyunuz. Kim bir mal bırakırsa onu, vârisleri kimler ise alsınlar. Eğer geride bir borç veya korunmaya muhtaç çoluk çocuk bırakırsa bana gelsin, ben onun yakınıyım.” (Buhârî, Tefsir 33; Müslim, Ferâiz 14-15)

“Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ben bir kimseye kendinden, servetinden ve çocuğundan daha sevgili olmadığım sürece o, gerçek mânada iman etmiş olmaz.” (Müslim, İman 69-70)

Durum böyle olduğuna göre, Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in müminler tarafından ailelerinden, çocuklarından, hatta kendi canlarından bile önde tutulmaya hakkı vardır. Müminler, onu dünyadaki herkesten, her şeyden daha çok sevmeli; onun hükmünü kendilerinkine tercih etmeli ve onun verdiği her emre boyun eğmelidir. Zira onun emirlerine tereddütsüz, cân ü gönülden teslim olmayanlar kâmil mü’min sayılmazlar. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Hayır! Hayır! Rabbine yemin olsun ki, onlar aralarında baş gösteren anlaşmazlıklarda seni hakem yapmadıkça, sonra da verdiğin hükümlere, içlerinde hiçbir sıkıntı ve itiraz duymadan tam bir teslimiyetle bağlanmadıkça gerçek mü’min olamazlar.” (Nisâ 4/65)

İkincisi; Resûlüllâh (s.a.s.)’in hanımları ümmetin erkeklerinin anneleridir. Yani onlar, hürmet ve saygıda müminlerin anneleri mesâbesindedir. Onlarla evlenmek haram, kendilerine hürmet etmek farzdır. Bunun dışındaki hususlarda ise, öteki yabancı kadınlar gibidirler. Meselâ, gerçek akrabaları dışında bütün müslümanlar onlara namahremdir, yani onların yanında tesüttürlü bulunmalıdırlar. Hatta mü’min erkekler onlardan bir şey isteyecekleri zaman perde arkasından istemeleri hükmü konmuştur. (bk. Ahzâb 33/53) Onların kızları müminlerin gerçek kızkardeşleri gibi değildir; böyle olsaydı hiçbir müslüman onlarla evlenemezdi. Onların kız kardeşleri müminlerin teyzeleri, erkek kardeşleri de mü’minlerin dayıları gibi değildir. Yine gerçek akrabası olmadığı sürece hiç kimse onlara vâris olamaz.

Üçüncüsü; Resûlullah (s.a.s.) Medine’ye hicret ettiği zaman Ensar-ı kirâmla muhacirleri kardeş yaptı. İslâm tarihinde bu hâdise “muâhât” olarak meşhur olmuştur. Bu öyle bir kardeşliktir ki, beşeriyet tarihinde eşine rastlanması mümkün değildir. Ensâr-ı kirâm, nesi var nesi yok her şeyini, malını, mülkünü kardeşiyle paylaşmaktan nihayetsiz bir zevk alıyor, pek çok zaman kardeşini kendine tercih ediyordu. Onların bu yüksek faziletlerini ve emsalsiz îsar hâllerini methetmek üzere âyet-i kerîmeler nâzil oldu:

“Muhâcirlerden önce Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş bulunan Ensâr’ın da bu ganimet mallarında hakları vardır. Onlar beldelerine göç eden muhacirleri kendi canları gibi severler ve onlara fazladan verilen ganimetlerden ötürü gönüllerinde en küçük bir kıskançlık ve burukluk duymazlar. Hatta onlar ihtiyaç içinde kıvransalar bile, daha muhtaç durumda olan mümin kardeşlerini kendilerine tercih ederler. Şunu bilin ki, kim nefsinin cimriliğinden ve mala düşkünlüğünden kendini kurtarırsa, dünyada daâhirette de kurtuluşa erecek olanlar, işte bunlardır.” (Haşr 59/9)

Ensâr’ın bu işar halini sergileyen şu misal ne kadar ibretlidir.

Allah Resûlü (s.a.s.), Beni Nadîr’den alınan ganimetleri Muhâcirler’e taksim etmiş, Ensâr’dan da ihtiyâcı olan üç kişiden başkasına vermemişti. Daha sonra Ensâr’a hitap ederek:

“– Dilerseniz daha önce Muhâcirler’e verdikleriniz onlarda kalır, siz de bu ganimetten pay alırsınız. Dilerseniz verdiklerinizi geri talep eder, bu ganimetin tamamını onlara bırakırsınız” buyurdu. Bunun üzerine Ensâr-ı kirâm şu muhteşem cevâbı verdiler:

“– Hem mallarımızdan ve evlerimizden onlara hisse veririz, hem de ganimeti onlara bırakır, kendilerine ortak olmayız. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXIX, 250; Kurtubî, el-Câmi‘, XVIII, 25)

Resûl-i Ekrem (s.a.s.), Ensar’ın bu meziyetini şöyle medhetmiştir:

“– Gördüğüm kadarıyla siz gazâya ve muhtaçlara yardıma çağrıldığınız zaman çoğalıyor, akın akın geliyorsunuz; dünyalık bir şey verilmek üzere çağrıldığınızda ise azalıyor, müstağnî davranıyorsunuz.” (Ali el-Mütteki, Kenzu’l-Ummâl, XIV, 66)

İşte Efendimiz (s.a.s.) tarafından Medine’de ensâr-muhâcir kardeşliği akdedildiği zaman, onlar birbirlerine bu şekilde yardımcı oluyorlardı. Hatta öldüklerinde birbirlerine vâris olabiliyorlardı. Hicretin 5. senesi bu âyet ininceye kadar bu durum devam etti. Bu âyetle bu uygulama kaldırılarak, bundan böyle ancak akraba olanların birbirlerine vâris olacakları hükme bağlandı.

Ancak âyet-i kerîme akraba hâricindeki din kardeşlerimize iyiliğin yolunu açık tutmaktadır. Buna göre mü’min, akraba dışındaki diğer dost ve arkadaşlarına, malın üçte birini geçmemek şartıyla vasiyette bulunabilir, hediye verebilir ve başka türlü iyilikler yapabilir. Eğer bir müslüman, malından kendisine miras düşmeyen bir din kardeşine vasiyette bulunursa, öldüğünde bıraktığı terekeden öncelikle bu vasiyeti ödenmeli, sonra mirasçılar paylarını almalıdır.

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

 “Mirasla alakalı bütün bu taksimatlar, ölenin yaptığı vasiyet yerine getirildikten ve varsa borcu ödendikten sonra yapılacaktır.” (Nisâ 4/11)

Bu sebeple, bir mesele Allah’ın kitabında, Resûlullah (s.a.s.)’in sünnetinde nasıl hükme bağlanmışsa o şekilde tatbik edilecektir.

Âyetin bu tevcihi de, İslâm’ın iman kardeşliğine ve bu kardeşliği kuvvetlendirecek vesilelere verdiği ehemmiyeti gösteren çok mühim bir kâidedir.

Âyetin bu kısmına da şöyle bir işârî mâna verilir:

“İyilik, ihsan ve güzel ahlâkınla öyle bir mü’min kardeşliği sergile ki, yabancılar sana dost olsun, uzaktakiler yakın hâle gelsin. Akrabalarınla sıla-i rahmi ihmal etme, bunu artırmaya çalış. Şunu unutma ki sıla-i rahim, evlerin yakınlığı veya ziyaret yerlerinin beraberliği ile değil, kalplerin yakınlığı ile olur. Hoşa giden ve gitmeyen her durumda kardeşinin yardımına koşmakla olur.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, III, 32)

Bir kısmı önceki âyetlerde haber verildiği üzere Rabbimizin emirlerini tebliğ etmek, anlamak, anlatmak ve yerine getirmek çok dikkat, ciddiyet, sabır ve sebat isteyen bir durumdur. Bu sebeple buyruluyor ki:
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/04/enam-suresinin-68-ayeti-ne-anlatiyor-195024-m.jpg
Enâm Suresinin 68. Ayeti Ne Anlatıyor?

En‘âm suresinin 68. ayetinde buyrulur: وَاِذَا رَاَيْتَ الَّذ۪ينَ يَخُوضُونَ ف۪ٓي اٰيَاتِنَا فَاَعْرِضْ عَنْهُمْ حَتّٰى يَخُوضُوا ف۪ي حَد۪يثٍ غَيْرِ ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/04/enam-suresinin-59-ayeti-ne-anlatiyor-195002-m.jpg
Enâm Suresinin 59. Ayeti Ne Anlatıyor?

En‘âm suresinin 59. ayetinde buyrulur: وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لَا يَعْلَمُهَٓا اِلَّا هُوَۜ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِۜ وَمَا ت ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/04/kaf-suresinin-tefsiri-195001-m.jpg
Kaf Suresinin Tefsiri

Kâf sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 45 âyettir. İsmini 1. âyette geçen ق (Kāf) harfinden alır. Resmî tertîbe göre 50, iniş sırasına göre 34. sûredir. ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2020/03/yasin-suresinin-okunusu-ve-anlami-171428-m.jpg
Yasin Suresinin Okunuşu ve Anlamı

Yasin suresi Mekke’de nazil olmuştur. 83 ayettir. İsmini birinci ayette geçen يٰسٓ (Yasin) kelimesinden alır. Resmî sıralamada 36, nüzul (İniş) sırası ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/04/enam-suresinin-46-ayeti-ne-anlatiyor-194995-m.jpg
Enam Suresinin 46. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede buyrulur: قُلْ اَرَاَيْتُمْ اِنْ اَخَذَ اللّٰهُ سَمْعَكُمْ وَاَبْصَارَكُمْ وَخَتَمَ عَلٰى قُلُوبِكُمْ مَنْ اِلٰهٌ غَيْرُ اللّٰهِ يَأ ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/04/hz-ibrahim-as-ile-ilgili-ayetler-194966-m.jpg
Hz. İbrahim (a.s.) ile İlgili Ayetler

İbrâhim Âleyhisselâm; Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm’ın müştereken kabul ettiği büyük peygamberdir. Kur’an-ı Kerim’de Hz. İbrahim’den (a.s.) birçok ...