Zâriyât sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 60 âyettir. İsmini, 1. âyette geçen ve “tozu toprağı savuran rüzgârlar” mânasına gelen اَلذَّارِيَاتُ (zâriyât) kelimesinden alır. Mushaf tertîbine göre 51, iniş sırasına göre 67. suredir.
Cenâb-ı Hakk’ın bir kısım kudret tecellilerine yemin edilerek kıyâmetin mutlaka vuku bulacağı; Allah’tan korkup günahlardan sakınan ve ilâhî tâlimatlara uygun yaşayanların cennette mükâfatlandırılacakları haber verilir. Lût kavmi, Firavun, Âd, Semûd ve Nûh kavimleri misal verilerek Peygamber (s.a.s.)’in davetine uymayanları bekleyen hazin akıbet bildirilir. Böylece insanlar putperestlikten ve peygambere muhalefetten sakındırılarak tek olan Allah’a kulluğa çağrılır.
Mushaftaki sıralamada elli birinci, iniş sırasına göre altmış yedinci sûredir. Ahkåf sûresinden sonra, Gaşiye sûresinden önce Mekke’de inmiştir.
Cennetlerde, pınar başlarında bulunup Rablerinin ihsan ettiği sayısız nimetleri hoşnutlukla kabul edip razı olacak kullar, şu hususiyetlere sahiptirler:
Birincisi; bunlar takvâ sahipleridir. Allah’tan korkan, O’na karşı muhabbete dayalı derin bir saygı duyan, bu sevgi ve saygının sevkiyle ilâhî emirleri yerine getirip yasaklardan titizlikle kaçınan kimselerdir. Onların yaşadıkları bu takvâ hayatından bir iki misal vermek gerekirse:
İkincisi; onlar dünyada iyilik ve ihsan sahibi idiler. Dâimâ sâlih ameller yapar ve yaptıklarını da en güzel şekilde yapmaya çalışırlardı. Bütün işlerini Allah’ı görürcesine yaparlardı. Bu sebeple en güzel mükafata ve sevaba layık olmuşlardır.
Üçüncüsü; geceleri pek az uyurlardı. “Geceleyin kalk, az bir kısmı dışında geceyi ibâdetle geçir!” (Müzzemmil 73/2) âyetinin mânasına göre amel ederlerdi. Allah Teâlâ’ya olan şevk ve muhabbetleri, âhiretle alakalı korku ve endişeleri sebebiyle gözlerine uyku girmez, ibâdet eder, vazife yaparlardı. Âyette geçen اَلْهُجُوعُ (hucû‘) kelimesi, az uyku, özellikle gece uykusu demektir. ما (mâ) edatının olumsuzluk için alınması durumunda âyet: “Bazı gece biraz bile uyumazlar, hepsini ihya ederlerdi” (Zâriyât 51/17) mânasını taşımaktadır. Seher vakitleri de onlar istiğfar ederlerdi. Geceleri ibâdet etmekle birlikte, sanki günah ile vakit geçirmiş gibi seher vakitleri de yatmaz, kusurları için af dilerlerdi.
Resûlullah (s.a.s.), gece ibâdetine teşvik ederek şöyle buyurur:
“Ey insanlar! Birbirinize selam verin, yemek yedirin, akrabanızla ilginizi ve onlara yardımınızı devam ettirin. İnsanlar uyurken geceleyin namaz kılın. Böyle yaparsanız, selâmetle cennete girersiniz.” (Tirmizî, Et‘ime 45; İbn Mâce, İkâmet 174)
Gecenin sükûn ve bediî manzarasının câzibesi ve sırları, onu ibâdet ve tefekkürde derinleşerek geçirenlere âittir. Bu sırra sahip olan kulların kalbî âlemleri, ulvî hasletlerle yerler ve gökler kadar genişleyip nice ilâhî tecellîlere ma‘kes olur ve mârifetullâh libâsına bürünür.
Hasan Basrî Hazretleri’ne: “Gece namazı kılanların yüzleri niçin güzel ve nûrlu olur?” diye sordular. Şöyle buyurdu:
“Çünkü onlar, Rahmân ile başbaşa kalmışlardır...”
Bu beraberlik dolayısıyla âşıklar, gecenin nasıl geçtiğini anlayamadan iştiyak ve muhabbetleri artmış bir vaziyette sabaha ulaşırlar.
Veysel Karanî Hazretleri hiç uyumazdı. Gecelerini üçe taksim etmişti. Bir gece kıyâm, bir gece rukû, bir gece de secde hâlinde sabahlardı. Sordular:
“–Yâ Veysel! Geceleri aynı hâl üzere, meselâ secdede sabaha kadar bir hâl içinde nasıl geçirebiliyorsun?”
Şöyle cevap verdi:
“–Biliyorsunuz ki secdede üç defa «Sübhâne Rabbiye’l-a’lâ» demek sünnettir. Ben daha bir kere diyemeden sabah oluyor!..”
İmam Rabbani’nin torunu Şeyh Seyfüddin (r.h.), her gece iki rekat namazda bir hatim indirir ve:
“Ya Rabbi! Geceler ne kadar da kısa. Düzgün bir şekilde iki rekat namaz kılamadan sabah oluyor” derdi.
Mevlânâ’nın Dîvân-ı Kebîr’inden nazmen dilimize çevrilen şu ifadeler, âdetâ Hak âşıklarının bu hâline tercüman olmaktadır:
“Doldur o şerâbdan, yine doldur, yine bir sun,
Dursun gece, ey dost onu durdur, ne olursun!..
Vur uykumu zincirlere vur, geçmesin ânlar.
Varmaz gecenin farkına, varmaz uyuyanlar...”
Dördüncüsü; onların mallarında اَلسَّٓائِلُ (sâil) ve اَلْمَحْرُومُ (mahrûm) için ödemek mecburiyetinde oldukları bir hak vardır. “Sâil”, ihtiyacını dile getiren, isteyen ve dilenen kimsedir. “Mahrum” ise, iffetinden dolayı zengin zannedildiği için sadakadan dahi mahrum bulunan muhtaç demektir. Nebiyy-i Muhterem (s.a.s.) bu hususta şöyle buyurur:
“Kapı kapı dolaşıp bir iki lokma, bir iki hurma ile savuşturulan kimse yoksul değildir. Asıl yoksul, kendisine yetecek malı bulunmayan, muhtaç olduğu bilinip de kendisine sadaka verilmeyen ve kimseden bir şey dilenmeyen kimsedir.” (Buhârî, Zekât 53; Müslim, Zekât 101)
“Sâil”in ihtiyacını dile getiren insanlara, “mahrum”un ise ihtiyaç sahibi diğer canlılara işaret ettiği de söylenmiştir. Bu tefsir, insanların yanı sıra diğer canlıların, özellikle hayvanların haklarını koruma bakımından önem arz etmektedir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.): “Ciğer taşıyan her canlıdan ötürü, ona verilen rızık sebebiyle bir ecir vardır.” (Buhârî, Mûsâkât 9; Müslim, Selâm 153)
“Hak” ifadesi zahiren verilecek miktarın vacip olduğunu ifade eder. Bu sebeple bir kısım âlimler bunun zekât olduğunu söylerler. Fakat bu sûrenin Mekkî olması, zekâtın ise Medine’de farz kılınmış olması dolayısıyla çokları tarafından bu nafile sadaka olarak anlaşılmıştır. Dolayısıyla bu, zekâttan ayrı olarak mal sahibi müttakîlerin vermeyi taahhüt ettikleri miktardır. Aslında bu ilâhî buyruğun özü şudur: Gerçekten takvâ sahibi bir insan hiçbir zaman: “Zekâtımı vermek suretiyle fakirlerin benim malım içinde olan haklarını ödedim ve bu mesuliyetten tamamen kurtuldum. Artık her fakirin, aç olanın, felakete uğrayanın yardımına koşmaya mecbur değilim” şeklinde yanlış bir düşünceye saplanamaz. Aksine o, her zaman gücünün yettiği her iyilik için can ü gönülden hazırdır. Hayırlı ve sevaplı bir iş için kendisine düşen fırsatları hiçbir zaman elden kaçırmaz. Yapacağı iyiliğe kendisinin daha çok muhtaç olduğunu düşünerek bütün imkânlarını bu yolda seferber eder. Böyle bir anlayışın, İslâm kardeşliğinin kuvvetlenmesi, içtimâî nizam ve ahengin sağlanıp toplumun yükselmesi açısından çok büyük ehemmiyet taşıdığında şüphe yoktur.
Bu gibi salih amellerin uhrevî âlemde de açılımları şüphesiz muhteşem olacaktır. Bu sebeple söz kıyamete getiriliyor; kıyâmetin, öldükten sonra dirilişin ve hesabın olacağına ve bunun da gerekli olduğuna dair üç alandan deliller arz ediliyor:Kur’an’da şöyle buyrulur: اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَاَخْبَتُٓوا اِلٰى رَبِّهِمْۙ اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ الْجَنَّةِۚ هُمْ ف۪ ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: اَمْ يَقُولُونَ افْتَرٰيهُۜ قُلْ فَأْتُوا بِعَشْرِ سُوَرٍ مِثْلِه۪ مُفْتَرَيَاتٍ وَادْعُوا مَنِ اسْتَطَعْتُمْ مِنْ دُونِ ا ...
Zebâniler, insanları cehenneme sevkeden ve cehennemi yöneten meleklerdir. Kur’an-ı Kerim’de zebânilerden bahseden ayetler şunlardır: ZEBANİLER İLE İL ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: وَمَا مِنْ دَٓابَّةٍ فِي الْاَرْضِ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا وَيَعْلَمُ مُسْتَقَرَّهَا وَمُسْتَوْدَعَهَاۜ كُلٌّ ف۪ي ك ...
Ayet-i kerimede buyrulur: وَاِنْ يَمْسَسْكَ اللّٰهُ بِضُرٍّ فَلَا كَاشِفَ لَهُٓ اِلَّا هُوَۚ وَاِنْ يُرِدْكَ بِخَيْرٍ فَلَا رَٓادَّ لِفَضْلِه۪ۜ يُص۪ ...
Ayet-i kerimede buyrulur: وَاَنْ اَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّ۪ينِ حَن۪يفًاۚ وَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ “Ve yüzünü hak dine çevir, sakın müşrikler ...