Tûr Sûresi 29-34. Ayet Tefsiri


29-34 / 49


Tûr Sûresi Hakkında

Tûr sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 49 âyettir. İsminin 1. âyette geçip dağ mânasına gelen ve hususiyle Hz. Mûsâ’nın Allah Teâlâ ile konuştuğu dağın adı olarak bilinen اَلطُّورُ (Tûr) kelimesinden alır. Mushaf tertibine göre 52, iniş sırasına göre 76. sûredir.

Tûr Sûresi Konusu

Kıyâmetin ve cehennemin dehşetli manzaralarından bahsedilir. Cennetliklerin nâil olacakları nimetler daha geniş olarak haber verilir. Kesinlikle vuku bulacak bu gerçeklere rağmen Peygamberimiz (s.a.s.)’i kâhinlikle ve delilikle suçlayıp reddeden; benzerini getirmeleri mümkün olmayan mûcize kelam Kur’ân-ı Kerîm’i inkâr eden kâfirlerin akılsızlıkları bir takım dikkat çekici sorularla gözler önüne serilir. Asılsız iddiaları tenkit edilerek çürütülür. Bu bâtıl dâvalarından vazgeçmedikleri takdirde kâfirler, öncelikle dünyada başlarına inecek azapla, sonra da âhiret azabıyla tehdit edilir. Bütün bunlara rağmen Resûlullah (s.a.s.)’e ve O’nun şahsında tüm müslümanlara Allah Teâlâ’nın vereceği hükmü sabırla beklemeleri ve büyük bir titizlikle kulluk vazifelerine devam etmeleri istenir.

Tûr Sûresi Nuzül Sebebi

         Mushaftaki sıralamada elli ikinci, iniş sırasına göre yetmiş altıncı sûredir. Secde sûresinden sonra, Mülk sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

فَذَكِّرْ فَمَٓا اَنْتَ بِنِعْمَتِ رَبِّكَ بِكَاهِنٍ وَلَا مَجْنُونٍۜ ﴿٢٩﴾
اَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَتَرَبَّصُ بِه۪ رَيْبَ الْمَنُونِ ﴿٣٠﴾
قُلْ تَرَبَّصُوا فَاِنّ۪ي مَعَكُمْ مِنَ الْمُتَرَبِّص۪ينَۜ ﴿٣١﴾
اَمْ تَأْمُرُهُمْ اَحْلَامُهُمْ بِهٰذَٓا اَمْ هُمْ قَوْمٌ طَاغُونَۚ ﴿٣٢﴾
اَمْ يَقُولُونَ تَقَوَّلَهُۚ بَلْ لَا يُؤْمِنُونَۚ ﴿٣٣﴾
فَلْيَأْتُوا بِحَد۪يثٍ مِثْلِه۪ٓ اِنْ كَانُوا صَادِق۪ينَۜ ﴿٣٤﴾
Karşılaştır 29: Rasûlüm! Sen öğüt vermeye devam et. Şunu bil ki sen, Rab­binin nimeti sâyesinde ne bir kâhinsin, ne de bir deli!
Karşılaştır 30: Yoksa onlar: “O, şâirin biri! Bekliyoruz, zamanın felâketlerine uğrayacak, helâk olup gidecek” mi diyorlar?
Karşılaştır 31: De ki: “Bekleyedurun; ben de sizinle beraber zamanın neler getireceğini bekliyorum!”
Karşılaştır 32: Bunu onlara akılları mı söyletiyor? Yoksa onlar bir azgınlar gürûhu da, ondan mı böyle davranıyorlar?
Karşılaştır 33: Yahut: “Kur’an’ı kendiliğinden uyduruyor!”mu diyorlar? Ha­yır! Onlar gerçeği biliyor, fakat inanmak istemiyorlar.
Karşılaştır 34: Eğer iddialarında doğru iseler, haydi onun benzeri bir söz getirsinler!

TEFSİR:

Müşrikler, Resûlullah (s.a.s.)’i halkın nazarında küçük düşürüp insanların ona inanmalarını engellemek için onun hakkında çeşitli yaftalamalarda bulunuyorlardı. Bu sebeple ona “kâhin”, “mecnûn” ve “şâir” diyorlardı.

Kâhin, Arapçada falcı, gaipten haber veren, düzenbaz mânalarında kullanılır. Cahiliye döneminde kâhinlik apayrı bir meslekti. Kâhinler yıldızları tanıyıp onlara mâna verdiklerini iddia ediyorlardı. İtikadı bozuk insanlar da onların böyle olduklarını; ruhlar, şeytanlar ve cinlerle özel irtibata geçmelerinden dolayı gizli bilgileri öğrendiklerini zannediyorlardı. Kaybolan bir şeyi ve nerede olduğunu gösterebileceklerine, çalınan bir şeyin kim tarafından çalındığını bildireceklerine, talihini soranlara talihinde ne yazdığını bildiklerine inanıyorlardı. İşte bu maksatlarla halk onlara gidiyor, onlar da halktan bir şeyler alarak karşılığında istikballerine ait gaybî haberler veriyorlardı. Dilleri de genel konuşma tarzından ayrı idi. Kafiyeli, secîli cümleleri kendilerine has lehçe ile yarı terennümle söylerler ve genellikle herkesin kendi niyetine göre anlayacağı yuvarlak mânalı cümleler kullanırlardı. İşte Kureyş ileri gelenleri halkı aldatmak için Peygamberimiz (s.a.s.)’e kâhinlik iftirasını yalnızca halkın gözünden saklı olan hakikatleri haber verdiğinden dolayı yapmışlardı.

Mecnûn deli demektir. Cinlerin tasallutuna uğrayarak aklını kaybetmiş, ne konuştuğunu ve ne yaptığını bilemez hale gelmiş kişi mânasındadır. Efendimiz (s.a.s.), tek başına başlattığı İslâm davasıyla sapıklık ve şaşkınlık çukurunda bulunan bütün bir toplumu karşısına aldığı ve gerekirse canı pahasına onlarla amansız bir mücadeleye giriştiği için, müşriklerin nazarında bu delilikten başka bir şey değildi.

Şâir ise şiir söyleyen kimse demektir.

Müşrikler, Allah Resûlü (s.a.s.)’e bu iftiraları atıyor, fakat bunlar bekledikleri neticeyi vermeyince ne yapacaklarını bilmemenin verdiği kararsızlık ve çaresizlik içinde, zamanın felaketlerinin veya ölümün gelip onu yok etmesini bekliyorlardı. Nasıl ki söyledikleri hamasi şiirlerle zaman zaman canlarını yakan, kabile izzet ve şereflerini ayaklar altına seren önceki şairler felakete uğrayarak ölüp gidiyor ve onların belâsından kurtuluyor iseler, Hz. Muhammed (s.a.s.) de bir gün gelip yok olacak, böylece -hâşâ- onun şerrinden kurtulacaklardı.

Esasen burada müşriklerin Peygamberimiz (s.a.s.)’in günden güne gelişen İslâm tebliği karşısında kapıldıkları paniğin tesiriyle içine düştükleri çelişkili söz ve tutumlarına dikkat çekilmektedir. Çünkü Resûlullah (s.a.s.)’i bir taraftan “deli” ilan ederken, diğer taraftan da onu özel kabiliyet ve ince zekâ gerektiren “kâhinlik” ve “şâirlik”le vasıflandırmaları, akıl ve mantığa sığacak bir iş değildi. Kâhinlikle şâirlik de birbirinden apayrı şeylerdi. Bu sebeple böyle bir çelişkili tavrın, selim aklın emredeceği bir şey olmayıp ancak baştan başa azgınlık, cehalet, hak hukuk tanımama, inat ve vicdansızlıktan kaynaklanan bir durum olduğuna işaret edilmektedir.

Müşriklerin Kur’ân-ı Kerîm hakkındaki iddiaları ise onun Peygamberimiz (s.a.s.) tarafından uydurulduğu şeklindeydi. Aslında bunun böyle olduğuna kendileri de inanmıyorlardı. Çünkü Kur’an’ın gerçekten beşer üstü bir kelam olduğunu fark ediyor, kendilerini bile zaman zaman onu dinlemekten alıkoyamıyorlardı. Resûlullah (s.a.s.)’in, bırakalım Allah adına yalan uydurmayı, sıradan bir insana bile en küçük bir yalan söylemeyecek derecede doğru ve emin olduğunu biliyorlardı. Fakat hem kendileri inanmak istemedikleri, hem de başkalarının inanmalarına engel olabilmek için onu böylece karalamak istiyorlardı. Allah Teâlâ onların bu itirazlarını çürütmek üzere, onlardan Kur’an gibi mûcize bir söz getirmelerini istemiş, fakat onlar böyle bir söz getirmeye hiçbir zaman güç yetirememişlerdir.

Kıyâmete kadar gelecek tüm Allah ve Peygamber düşmanlarını ebediyen susturacak ve onlarda cevap verebilmek için en küçük bir mecâl bırakmayacak şu dehşetli sorulara kulak verin:
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/10/yunus-suresinin-85-86-ayetleri-ne-anlatiyor-196846-m.jpg
Yunus Suresinin 85-86. Ayetleri Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede buyrulur: فَقَالُوا عَلَى اللّٰهِ تَوَكَّلْنَاۚ رَبَّنَا لَا تَجْعَلْنَا فِتْنَةً لِلْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَۙ وَنَجِّنَا بِرَحْمَتِكَ ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/10/yunus-suresinin-72-ayeti-ne-anlatiyor-196830-m.jpg
Yunus Suresinin 72. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede buyrulur: فَاِنْ تَوَلَّيْتُمْ فَمَا سَاَلْتُكُمْ مِنْ اَجْرٍۜ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِۙ وَاُمِرْتُ اَنْ اَكُونَ مِنَ الْم ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/09/yunus-suresinin-62-ayeti-ne-anlatiyor-196800-m.png
Yunus Suresinin 62. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede buyrulur: اَلَٓا اِنَّ اَوْلِيَٓاءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَۚ Bilesiniz ki Allah’ın dostlarına hiçbir ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/09/yunus-suresinin-57-ayeti-ne-anlatiyor-196758-m.jpg
Yunus Suresinin 57. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede buyrulur: يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَٓاءَتْكُمْ مَوْعِظَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَشِفَٓاءٌ لِمَا فِي الصُّدُورِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِلْ ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/09/yunus-suresinin-44-ayeti-ne-anlatiyor-196743-m.jpg
Yunus Suresinin 44. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede buyrulur: اِنَّ اللّٰهَ لَا يَظْلِمُ النَّاسَ شَيْـًٔا وَلٰكِنَّ النَّاسَ اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ Gerçek şu ki Allah insanlara hi ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/09/saff-suresi-1-3-ayetleri-ne-anlatiyor-ayetleri-meali-ve-tefsiri-196732-m.jpg
Saff Suresi 1-3 Ayetleri Ne Anlatıyor? Ayetleri Meâli ve Tefsiri

Saff Sûresi 1. Ayet: "Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder. O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam ola ...