A'râf Sûresi 94-95. Ayet Tefsiri


94-95 / 206


A'râf Sûresi Hakkında

A‘râf  sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 206 âyettir. İbretli “Ashâb-ı sebt” kıssasını anlatan 163-170. âyetlerin Medine’de indiğine dair rivayetler vardır. Mushaf tertibine göre 7, iniş sırasına göre 39. sûredir. İsmini 46 ve 48. âyetlerde geçen اَلأعْرَافُ (A‘râf ) kelimesinden alır. “A‘râf ”, cennetle cehennem arasında bulunan yerin ismidir. Bu sûrenin ayrıca اَلْم۪يثَاقُ (Mîsâk) ve اَلْم۪يقَاتُ (Mîkat) diye isimleri olmasına rağmen daha çok “A‘râf ” ismiyle anılmıştır.

A'râf Sûresi Konusu

A‘râf  sûresi, hacmine uygun genişlikte ele aldığı Hz. Âdem, Hz. Nûh, Hz. Hud, Hz. Sâlih, Hz. Şuayb ve Hz. Mûsâ kıssaları çerçevesinde Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz’in getirdiği Kur’an’ın gerçek bir kitap olduğunu, ona iman ve itaatin gerekli olduğunu; çünkü âhiretin, hesabın, cennet ve cehennemin kaçınılması imkânsız bir akıbet olduğunu son derece tesirli misallerle ve ibretli tablolarla beyân eder. Ehl-i kitaba da yer yer atıflarda bulunarak, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in sadece Araplara gönderilmiş bir peygamber olmadığını, onun tebliğinin kıyamete kadar bütün insanlığı içine aldığını vurgular. Resûlullah (s.a.s.) ve ona inananlara da, İslâm’ı tebliğ ederken dikkat etmeleri gereken hususları hatırlatır. Özellikle din düşmanlarının tahriklerine karşı sabırlı ve tahammüllü olmalarını; hissî davranıp hedeflerine zarar verecek herhangi bir yanlış adım atmamalarını öğütler. 

A'râf Sûresi Nuzül Sebebi

         Mushaftaki sıralamada 7., iniş sırasına göre 39. sûredir. Sâd sûresinden sonra, Cin sûresinden önce Mekke’de nâzil olmuştur. 163-170. âyetlerinin Medine’de indiği de rivayet edilir. Âyet sayısı itibariyle Mekke’de inen sûrelerin en uzunudur, Kur’an’da da en uzun sûrelerin üçüncüsüdür. Bu sebeple “es-seb‘u’t-tıvâl” (yedi uzun sûre) arasında gösterilir. Ayrıca En‘âm sûresiyle birlikte “iki uzun sûre” diye de anılır (İbn Âşûr, VIII/2, s. 5-6).

A'râf Sûresi Fazileti

Rivayete göre Allah Resûlü (s.a.s.), A‘râf  sûresini ikiye bölerek akşam namazında tilâvet etmiştir. (Buhârî, Ezan 98; Nesâî, İftitah 67)

وَمَٓا اَرْسَلْنَا ف۪ي قَرْيَةٍ مِنْ نَبِيٍّ اِلَّٓا اَخَذْنَٓا اَهْلَهَا بِالْبَأْسَٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ لَعَلَّهُمْ يَضَّرَّعُونَ ﴿٩٤﴾
ثُمَّ بَدَّلْنَا مَكَانَ السَّيِّئَةِ الْحَسَنَةَ حَتّٰى عَفَوْا وَقَالُوا قَدْ مَسَّ اٰبَٓاءَنَا الضَّرَّٓاءُ وَالسَّرَّٓاءُ فَاَخَذْنَاهُمْ بَغْتَةً وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ ﴿٩٥﴾
Karşılaştır 94: Biz hangi memlekete bir peygamber gönderirsek, önce oranın halkını ezici fakirlikler, kımıldatmayan sıkıntılar ve musibetlere uğratırız ki, kalpleri yumuşasın, gafletten uyanıp kendilerine gelsinler ve boyun büküp Allah’a yalvarsınlar.
Karşılaştır 95: Sonra kötülüğün yerini iyilikle, darlığın yerini bollukla değiştiriririz. Zamanla onların nüfusları ve servetleri artınca: “Atalarımız da bazan böyle darlık ve sıkıntılar, bazan de bolluk ve mutluluklar yaşamışlardı” der, olup bitenlerden hiç ders almazlar. Biz de onları, kendileri farkına bile varmadan ansızın yakalayıveririz.

TEFSİR:

Allah Teâlâ’nın toplumların hayatında câri olan kanunlarından biri de, peygamber gönderdiği ülke halklarını, kalplerini ilâhî hakîkatleri idrâke müsait hale getirmek için bir takım zorluklar ve felâketlerle sınamasıdır. Bu kanuna uygun olarak Allah, peygamber gönderdiği kavimlere fakirlik, kıtlık ve hastalıklar göndermiş, onları çeşitli iktisâdî sıkıntılara sokmuş, savaşlarda yenilgilere ve buna benzer felâketlere uğratmıştır. Bütün bunlar, az önce de ifade edildiği gibi onların kibir ve gururlarını kırmak, güç, kuvvet ve zenginliğe olan aşırı güvenlerini sarsmak içindir. Üzerlerinde, bütün mukadderatlarını kontrol eden sonsuz kudret sahibi Allah’ın olduğunu hatırlatmak ve bu sayede kalplerini, ilâhî ikazlardan ders çıkarabilecek bir hâle getirerek Rablerinin önünde huşû içinde boyun büküp O’nun emirlerine teslim olmalarını sağlamaktır. Fakat birinci sırada uygulamaya konan bu usul, eğer onları hakkı kabule yönlendirmede yeterli olamazsa, bu sefer de, o insanlar her türlü nimet, bolluk ve refah ile şımartılır. Bu durum, artık onların feci bir âkıbete doğru sürüklendiklerinin mühim bir işaretidir. Tecrübe edilmiş genel bir kâide olarak, sıkıntı ve felaketlere düçâr olan bir topluluk, büyüyüp zenginleşmeye başladıklarında, şükürlerini artıracak yerde, daha ziyade Rablerine minnet duymaktan ictinap ederler ve hatta eski günlerini sanki hiçbir sıkıntı olmamış gibi unutup giderler. Gördükleri sıkıntı ve refah hallerinin, Allah tarafından terbiyeye yönelik bir sebep ve hikmetle alakalı olduğunu düşünmezler. Hatta: “Bunlarda öyle harikulâde sayılacak bir şey yok. Böyle darlık, boluk, fakirlik, zenginlik, hastalık, sağlık, kederli ve sürûrlu haller insan hayatının tabii bir gereği olarak öteden beri devam edegelen şeylerdir. Bunların, peygamberlerin davetini kabul edip etmeme, onların öğrettiği ahlâkî değerlere bağlı kalıp kalmamayla hiçbir ilgisi yoktur. Tarihin verdiği bilgilere göre, daha önce yaşayan atalarımızın başına da bu tür şeyler gelmiştir” diyerek kendilerini kandırırlar. Neticede bu gaflet ve şaşkınlık içinde, hiç farkına varamadan başlarına gelen ilâhî kahır tecellileriyle yok olur giderler.

Allah Resûlü (s.a.s.), belâ ve musîbetler karşısında mü’minle münâfığın tavrını ne güzel beyân eder:

“Mü’minin durumu gıbta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır: Sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur.  Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd 64)

Hz. Âmir (r.a.) anlatıyor:

Birgün Resûlullah (s.a.s.)’in yanına gittim. Bir ağacın altına kendisi için bir yaygı serilmiş, O da üzerine oturuyordu. Ashâbı etrafına toplanmışlardı. Ben de yanlarına oturdum. Bir ara Allah Resûlü hastalıklardan ve dertlerden bahsedip dedi ki:

“Mü’mine bir hastalık gelir, sonra da Allah ona şifa verirse, bu hastalık onun geçmiş günahlarına kefâret, geri kalan hayatı için de bir öğüt olur. Şâyet münafık hastalanır, sonra da âfiyet verilirse o, sahibi tarafından bağlanıp sonra da salıverilen fakat niçin bağlandığını, niçin salıverildiğini bilmeyen bir deve gibidir.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz 1/3089)

Netice olarak eğer bir toplum musibet ve dertlere düçar olduğunda bile Allah’a yönelmiyorsa veya Allah rahmetini ve bereketini saçarken O’nu hatırlamıyor ya da halini düzeltmek için hiç mi hiç gayret göstermiyorsa, onun helâki artık yakın ve kaçınılmazdır.

Bu ayetler nâzil olduğu sırada Mekke’de Kureyş müşrikleri Peygamberimiz (s.a.s.)’e aynı muhalefeti gösteriyorlardı. Sonunda şiddetli bir kıtlığa maruz kalıp açlıktan kıvranmaya başladılar. Hadise şöyle oldu: Kureyşliler Peygamberimiz (s.a.s.)’in tebliğine karşı gelmeye başlayıp, müslümanlara olan işkence ve eziyetlerini had safhaya vardırınca, Resûlullah (s.a.s.), mübârek ellerini semâya kaldırdı ve Kureyş müşriklerine şöyle beddua etti:

“−Yâ Rabbi! Şu zâlim kavme, Yûsuf (a.s.) zamânındaki gibi yedi sene kıtlık azâbı vererek bana yardım eyle!”

Bunun üzerine, yağmurlar kesildi; Kureyş müşriklerini öyle bir kuraklık ve kıtlık yakaladı ki, her şeyi kökten kazıdı, silip süpürdü. Birçokları açlıktan öldüler. Yiyecek bir şey bulamayınca, ölü hayvanların etlerini, derilerini yemeye başladılar. Onlardan biri göğe baktığında, açlık sebebiyle ortalığı duman kaplamış gibi görürdü!

Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de bu hâdiseden şöyle bahseder: “Öyleyse sen, göğün âşikâr bir duman çıkaracağı günü gözetle. Bütün insanları her yönden saracak bir duman! Bu, gerçekten can yakıcı bir azaptır.” (Duhân 44/10-11)

Bu kuraklık son derece şiddetlenince Ebû Süfyân, Âlemlerin Efendisi’ne mürâcaat etti ve:

“−Ey Muhammed! Sen rahmet olarak gönderildiğini söylüyor, Allah’a itaati, akrabâya yardımı emrediyorsun. Kavmin ise kıtlıktan yok olmak üzeredir! Onlardan bu felâketin kaldırılması için Allah’a dua ediver! Eğer senin duan vesîlesiyle Allah bu belâyı üzerimizden kaldıracak olursa, Allah’a iman edeceğiz!” dedi. Ardından da yemin ederek söz verdi. Bunun üzerine Fahr-i Kâinat (s.a.s.) dua etti. Yağmur yağdı. Kıtlık nihâyete erdi. Rahata eren müşrikler ise tekrar şirke döndüler. (Buhârî, Tefsir 30, 44; Müslim, Münafıkîn, 40; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 431, 441)

Dolayısıyla bu ayetler, indikleri dönemde Peygamberimizin karşısında yer alan Kureyş’in o andaki durumu dikkate alındığında daha kolay ve güzel bir şekilde anlaşılacaktır.

Cenab-ı Hak, onlara ve tüm insanlığa kurtuluş, hayır ve bereket kapısını göstermek üzere buyruyor ki:

Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/03/maide-suresinin-109-ayeti-ne-anlatiyor-194874.jpg
Maide Suresinin 109. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede buyrulur: يَوْمَ يَجْمَعُ اللّٰهُ الرُّسُلَ فَيَقُولُ مَاذَٓا اُجِبْتُمْۜ قَالُوا لَا عِلْمَ لَنَاۜ اِنَّكَ اَنْتَ عَلَّامُ الْغُيُو ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/03/maide-suresinin-105-ayeti-ne-anlatiyor-194854-m.jpg
Maide Suresinin 105. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede buyrulur: يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا عَلَيْكُمْ اَنْفُسَكُمْۚ لَا يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْۜ اِلَى اللّٰهِ مَ ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/03/maide-suresinin-100-ayeti-ne-anlatiyor-194841-m.jpg
Maide Suresinin 100. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede buyrulur: قُلْ لَا يَسْتَوِي الْخَب۪يثُ وَالطَّيِّبُ وَلَوْ اَعْجَبَكَ كَثْرَةُ الْخَب۪يثِۚ فَاتَّقُوا اللّٰهَ يَٓا اُو۬لِي الْاَلْب ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/03/maide-suresinin-90-ayeti-ne-anlatiyor-194828.jpg
Maide Suresinin 90. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede buyrulur: يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنَّمَا الْخَمْرُ وَالْمَيْسِرُ وَالْاَنْصَابُ وَالْاَزْلَامُ رِجْسٌ مِنْ عَمَلِ الشَّيْ ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/03/nisa-suresi-100-ayet-ne-anlatiyor-ve-inis-sebebi-nedir-194825-m.jpg
Nisa Suresi 100. Ayet Ne Anlatıyor ve İniş Sebebi Nedir?

Nisâ sûresi Medine’de nâzil olmuştur, 176 âyettir. İsmini, birinci âyette geçen ve “kadınlar” mânasına gelen اَلنِّسَاءُ (Nisâ) kelimesinden alır. A ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/03/hucurat-suresinin-tefsiri-194812-m.jpg
Hucurât Suresinin Tefsiri

Hucurât sûresi Medine’de nâzil olmuştur. 18 âyettir. İsmini, 4. âyette geçen ve “odalar” mânasına gelen اَلْحُجُرَاتُ (hucurât) kelimesinden alır. Bu ...