TEFSİR:
Allah’a
ve Rasûlü’ne karşı çıkanlar, düşmanlık yapanlar mutlaka ezilecekler,
alçalacaklar ve mağlup edileceklerdir. Buna mukâbil Allah ve peygamberleri,
aynı şekilde o peygamberlerin yolundan gidenler hep galip geleceklerdir. Allah
Teâlâ’nın ezeli yazgısı böyledir. (bk. Sâffât 37/171-173) Ancak kader planında
yazılmış olan bu ilâhî hükmün beşer planında gerçekleşmesi için mü’minlere bir kısım
vazife ve sorumluluklar terettüp eder. Onların, “Allah’ın taraftarı” olmayı hak
edecek iman-ı kâmil, amel-i sâlih ve ahlâk-i hamide sahibi olmaları gerekir.
Bunun için de imanlarına aykırı olan her türlü dostluk, muhabbet, hal ve
hareketlerden uzak durmalıdırlar. Bunların başında ise Allah ve Rasûlü’ne karşı
çıkanları sevmemek ve dost edinmemek gelir. Bu kimseler ana-baba, evlat, kardeş
ve akraba gibi kişinin en yakınları bile olsa hüküm aynıdır. Onlarla da, Allah
ve Rasûlü’ne düşmanlıktan vazgeçinceye kadar muhabbet ve dostluk münâsebetleri
askıya alınacaktır. Onlarla bu durumda dostluk yapmak küfre rızâ göstermektir.
Çünkü Allah ve Rasûlü’ne düşmanlık etmek, küfrün en şiddetlisidir. Küfre
muhabbet ise iman ile bir arada bulunmaz.
Zünnûn-ı
Mısrî (k.s.) şu izahı yapar:
“Allah
Teâlâ kendi düşmanlarını sevmeyi men ediyorsa, bu O’nun kıskançlığından
değildir. Bu men edişin asıl sebebi; sevdiklerini, âsî düşmanlarından ayrı
tutmaktır. Düşmanlara gelmesi muhtemel felâketin dostlarına sıçramasını
istememesidir.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 233)
Bir
bülbüle, “Öt!” demişler, ötmemiş. “Öt!” demişler, ötmemiş. Nihayet, “Seni altın
bir kafese kapatırız; lâkin yanına da bir karga koyarız!..” tehdidinde
bulunmuşlar. Bülbül, kafesin altın olmasına mukabil, karga ile beraber bulunmak
ızdırâbmdan korkarak ötmeye başlamış...
Bu
darb-ı mesel ile birbiriyle zıt karakterlere sahip ruhların bir arada
bulunmasının ne korkunç bir hâdise olduğu çok güzel ve basitçe ifade
edilmektedir. Lâkin bundan daha güzelini, Hz. Mevlânâ’nın bir hikâyesinde
müşahede etmekteyiz:
Avcının
biri, avladığı ceylanı öküz ve eşeklerle dolu bir ahıra hapsetmişti. Ceylan,
ahırda şaşkınlık ve korku içinde bir taraftan diğer tarafa kaçıyordu. Avcı,
akşamüstü gelerek hayvanların önüne saman döktü. Eşekler ve öküzler büyük bir
iştâh ile kapışarak yemeğe başladılar. Ceylan ise, kâh ürktü, kâh bu
samanlardan çıkan toz ve topraktan acıyan gözlerini ovaladı. Böylece o karnı
misk kokulu ve zarîf hayvan, ahırda işkence altında kalmıştı. Eşeğin biri, alay
ederek yanındaki diğer eşeklere dedi ki:
“-Susun!..
Bu, pâdişâhların ve beylerin huyunda bir hayvandır.” Bir başka eşek de şöyle
dedi:
“-O
halde bu hayvan, nezâket ile pâdişâhın tahtına çıkıp yaslansın!..” Durumu
seyreden başka bir eşek, ceylanı saman yemeğe çağırdı. Ceylan:
“-Hayır,
hiç iştihâm yok!” dedi. Eşek cevap verdi:
“-Biliyorum
ki nazlanıyorsun!” Ceylan, bu sözlere karşı:
“-
Ben, çemenler, akan berrak sular arasında bağ ve bahçelerde gezerdim, ilâhî
nakışları seyrederdim. Kaza ve kader, beni bu azaba düşürmüşse, nasıl olur da
birdenbire hâlet-i rû-hiyem değişebilir?!. Ben sünbülü, lâleyi, reyhanı bile
naz ile koklaya koklaya yerdim. Tabiattaki ilâhî kudret akışlarının âhengini,
hayran hayran seyrederdim. Bu hayranlığı yudumlarken de, avcılar bizleri su
başlarında gönlümüz ve gözlerimiz yaşlarla dolu iken avlarlar...” dedi. Bir
eşek cevap verdi:
“-Söylen,
bakalım.. Nasılsa gurbette yalan söylemesi kolaydır.” Ceylan cevap verdi:
“-Benim
karnımdan çıkan misk kokusu, sözlerime şâhittir. O, misk ve anber neşreder. Sizlerin
ise, hâliniz meydanda. Bu sözler, elbette size yalan gelir. Sizin aranızda
hakîkaten garîb, bîkes ve bîçâre kaldım...” (bk. Mesnevî, 833-861. beyitler)
Hz.
Mevlânâ (k.s.), insan müfekkiresinin kavramakta güçlük çektiği mücerred
hâdiseleri, basit ve müşahhas hikâyeler içinde sunar. Nitekim bu hikâyede de
zıtların, birbiriyle imtizacının mümkün olmadığını ifade için, yaratılışları
birbirine zıd hayvanlardan misâl almıştır.
Ceylanlar,
yemesi, içmesi, teneffüsü, bediî duyguları ve zerâfetleriyle en hassas
hayvanlardır. Avcılar, yeşillikler arasındaki akarsuların kenarlarında bir
neyzene ney üfletirler. O muhrik nağmelerin etrafına civardaki ceylanlar
toplanır. Gözleri ve gönülleri yaşlarla dolduğu anda zâlim avcılar onları
tuzağa düşürüp avlarlar. Karnından çıkan misk kokusundan, derisinden ve etinden
ötürü o zarîf ve hassas duygulu hayvanları ölüme mahkûm ederler. Eşek ve
öküzler ise, sesleri ile çirkin, duyguları ile büyük bir nefsâniyet içinde
yaşayan hayvanlardır.
Mevlânâ
(k.s.), hikâyesinde zıdlarla bir arada bulunulmasının acı ızdırâbını misâlle
izah ettikten sonra, Mesnevisi’ndeki hikmetli beyitlerinde bu zıdlığın elemini
şu şekilde ifadelendirir:
“Her
kimi ki, kendi zıddıyla bir arada korlar; bu, o kimse için ölüm azabıdır.
Hakk’a yakın kişi, bu beden yüzünden azap içindedir. Çünkü onun ruh kuşu, kendi
cinsinin gayri olan nefsâniyetle bir araya bağlanmıştır. Ruh, kuşlar arasında
bülbül gibidir. Tabiatlar olan nefs ise, kargalardır. O bülbül, kargalardan ve
baykuşlardan yaralanır. Bir arada olmaktan dolayı ızdırap duyar. Ruh bülbülü, o
hodgâm nefs kargaları ve kem gözlü nefs baykuşları arasında inim inim
inlemektedir.”
Bu hikâyenin ilham ettiği bir mânaya göre,
ruhun nefse göre bedendeki hâli ile, ceylanın eşekler ahırındaki durumu
aynıdır. Ceylan, yabancıların yanında nasıl garîb ise, ruh da, bu cesedde zor
günlerin garîbliği ve imtihanı içindedir. Ruhun diğergâmlığı, nefsin
hodgâmlığından rahatsızdır. Bu iki zıd, insanın dünyasında müşterek bir şekilde
hayatiyetlerini ve canlılıklarını birbirleriyle mücâdele hâlinde devam
ettirirler.
Bu
hikâyeyi, başka bir gönül penceresinden seyrettiğimiz zamanda, zarîf ve yüksek
yaratılışlı kâmil insanların, câhil ve küstahlar içinde ölüm azabından daha
ağır bir ızdırap ile karşı karşıya olduklarını görürüz.
Ancak
şunu söylemek gerekir ki, müslümanların gayri müslimlerle olan
münâsebetlerinde, hangi durumda nasıl bir ilişki içinde olmaları gerektiği
hususunda İslâm’ın hükümlerini belirleyebilmek için bu konuyu ilgilendiren her
bir ayeti diğerlerinden bağımsız olarak ele almak yerine, konuyu ilgilendiren
tüm âyet ve hadisleri birlikte değerlendirip çıkarılacak sonuçlara bakmak
gerekir. Dolayısıyla bu âyeti izah ederken Âl-i İmrân 3/28, Tevbe 9/23-24,
Lokmân 31/14-15, Mümtehene 60/7-9 gibi âyet-i kerîmeler de göz önünde bulundurulmalıdır.
Allah
ve Rasûlü’nün safında yer alıp onun dâvasını sahiplenecek ve Allah ve
Peygamber’e düşmanlık edenlerle sonuna kadar cihad edecek gerçek mü’minlerin
mümeyyiz özellikleri şöyle hülâsa edilir:
›
Allah Teâlâ onların kalplerine imanı nakşetmiştir. İman sadece
dillerinde değil, kalplerine iyice yerleşmiştir.
›
Tarafından onları bir ruh ile desteklemektedir. Onları, kalplerine
hayat veren ilâhî bir irfan nûruyla kuvvetlendirmiştir. İlim ve hidâyet
lütfetmiştir. Bu sebeple Allah’ı hiç unutmazlar. Âhiret yolunu görür, işin
neticesinin nereye varacağını bilir, sevilecek ve sevilmeyecek kimseleri çok
iyi tanırlar. Allah ve Rasûlü’ne itaat eder ve Allah yolunda her türlü
fedakârlığa katlanırlar.
›
Böyle yaptıkları için Allah onları altlarından ırmaklar akan
cennetlere yerleştirecek ve orada ebedi kalacaklardır. Bunun ötesinde rızâ
makamına yükselecekler; Allah onlardan, onlar da Allah’tan razı olacaklardır.
›
Onlar için en büyük şeref ise “Hizbullah”, Allah’ın taraftarı
olmalarıdır. O ebedî ve büyük kurtuluşa da ancak Allah’ın taraftarları
ereceklerdir!
Ey
Rabbimiz! Bizi bu şerefe, bu kurtuluşa eren o bahtiyar kullarından eyle!
Allah’ın taraftarlarının başarı ve zafere ereceğini
bildirerek sona eren Mücâdile sûresini, bu gerçeğin yaşanmış açık bir misâlini
vererek başlayan Haşr sûresi izliyor:
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri