Zuhruf sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 89 âyettir. İsmini 35. âyette geçen ve altın, mücevher mânasına gelen اَلزُّخْرُفُ (zuhruf) kelimesinden alır. Resmî tertibe göre 43, nüzûl sırasına göre 63. sûredir.
Sûrede Allah’ın birliği ve sonsuz kudret sahibi olduğu, Kur’an’ın Allah kelâmı ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in de Allah’ın peygamberi olduğu ana fikri işlenir. Bu çerçevede müşriklerin, Resûlullah (s.a.s.)’in davetine uymayıp atalarını körü körüne taklit etmeleri, meleklere Allah’ın kızları demeleri, Allah’ın tüm kâinatın yaratıcısı olduğunu bildikleri halde putlara tapmaları reddedilir. Hz. İbrâhim, Hz. Mûsâ ve Hz. İsa’nın kıssalarından misaller verilerek, tevhid çağrısına uyanların güzel âkıbetleri, uymayanların ise feci sonları ibret alacak nazarlara arz edilir.
Sûre Mekke’de, geliş sırası bakımından Şûrâ’dan sonra, Duhân’dan önce vahyedilmiştir. 45. âyetin Hz. Peygamber’in mi‘racında Kudüs’te Mescid-i Aksâ’da nâzil olduğuna dair bir rivayet varsa da bu, sûrenin Mekkî niteliğini değiştirmez; çünkü tefsirciler hicretten önce nâzil olan bütün sûrelere Mekkî demektedirler.
Allah’tan korkup günahlardan sakınarak güzel bir kulluk yaşayanların, dünyadaki dostlukları âhirette de devam edecektir. Fakat sırf dünya menfaati için dost olanlar, ana, baba, kardeş bile olsalar orada birbirine düşman olacak, birbirinden kaçacaklardır. (bk. Abese 80/34-36)
Sadece dünya ve dünyalık için dostluğu mâhiyetini ve acı sonucunu şu misal ne güzel anlatır:
Bir gün Mevlânâ Hazretleri ve bazı dostları gezmeye çıkmışlardı. Biraz ilerleyince bir viraneye geldiler. Orada birkaç köpek birbirleriyle sarmaş dolaş olmuş uyuyorlardı. Siraceddin Tatarî:
“–Bu biçareler arasında ne güzel bir birlik vardır, ne güzel uyuyorlar ve birbirleriyle ne kadar da güzel sarmaş dolaş olmuşlar!” dedi. Bunun üzerine Mevlânâ:
“–Ey Siraceddin! Eğer bunların arasındaki dostluğu ve birliği anlamak istiyorsan, onların aralarına bir leş veya bir parça ciğer atıver. O zaman bu dostluğun nasıl bir dostluk olduğunu görürsün.
İşte şu gördüğün dünya ehli ve dünya malına tapanların aralarındaki dostluk da böyledir. Aralarında bir menfaat ve karşılık olmadıkça birbirlerinin dostudurlar; fakat değersiz bir dünyalık araya girince nice senelik nâmus ve şereflerini havaya atarlar ve aralarındaki tuz ekmek hakkını bir tarafa bırakırlar. Dolayıısyla nifak ehlinin zahiren şa’şaalı gözüken dostluklarının gerçekte bir kıymeti yoktur. Az önce verilen köpek misalinde olduğu gibi!” (Ahmet Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, I, 235)
Verilen örnekten de anlaşılacağı üzere kâfirlerin dostlukları bir fayda sağlamazken Cenâb-ı Hak, dünyadayken âyetlerine iman eden, onlara teslim olan ve Allah için birbirine dost olan o müttakî kulları, eşleriyle, aileleriyle birlikte cennetlere yerleştirecek, onları muhteşem bir şekilde ağırlayacak ve şânına yaraşır şekilde emsalsiz ikram ve ihsanlarda bulunacaktır. Cennetlikler canlarının çektiği her şeyi orada hazır bulacaklardır.
Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Şüphesiz cennetlikler orada yemek yerler ve içerler. Fakat ne tükürürler, ne küçük abdest bozarlar, ne büyük abdest bozarlar, ne de sümkürürler.” Orada bulunanlar: “Peki yedikleri ne olacak, nereye gidecek” diye sorunca da şöyle buyurur: “Geğirecekler ve yedikleri miski andırır şekilde derilerinden sızacaktır. Onlara nefes almaları ilham edildiği gibi tesbih, tahmid ve tekbir[1] getirmeleri ilham olunacaktır.” (Müslim, Cennet 18)
İstenilen her şeyin orada olmasıyla alakalı şu rivayet ne güzeldir:
Bir adam Peygamber (s.a.s.)’e: “Ey Allah’ın Rasûlü! Cennette at var mı?” diye sordu Efendimiz (s.a.s.): “Allah seni cennete girdirirse, orada kırmızı yakuttan yapılmış ve cennette istediğin yere uçarak seni götüren bir atın üzerinde taşınmak ister misin?” buyurdu. Bureyde dedi ki: Yine bir adam: “Ey Allah’ın Rasûlü! Acaba cennette deve var mıdır?” diye sordu. Allah Resûlü (s.a.s.) ona diğerine söylediğinin benzerini söylemedi, şöyle buyurdu: “Allah seni cennete girdirecek olursa, senin orada canının çektiği ve gözünün lezzet aldığı her şey olacaktır.” (Tirmizî, Cennet 11)
“Gözlerin zevk aldığı şey” cennetin göze hitap eden nimetleri olabilir. Bunların en zirvesi ise şüphesiz Allah Teâlâ’nın cemâlini seyretmektir.
İnkâra saplanıp günah bataklıklarında dolaşanların hazin âkibetine gelince:[1] Tesbîh: سُبْحَانَ اللّٰهِ (sübhânellâh), سُبْحَانَ اللّٰهِ وَ بِحَمْدِه۪ (sübhânellâh ve bi hamdih) gibi zikirlerle Allah Teâlâ’yı tüm ortaklardan ve noksan sıfatlardan pak ve uzak tutmaktır. Tahmîd:اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ (elhamdulillâh) gibi sözlerle Allah’a hamdetmek, O’nu övüp yüceltmektir. Tekbîr. اَللّٰهُ اَكْبَرُ (Allahu ekber) diyerek Allah’ın en büyük olduğunu ilan etmektir.
Kur’an’da şöyle buyrulur: قَالُوا بَشَّرْنَاكَ بِالْحَقِّ فَلَا تَكُنْ مِنَ الْقَانِط۪ينَ قَالَ وَمَنْ يَقْنَطُ مِنْ رَحْمَةِ رَبِّه۪ٓ اِلَّا الضَّٓ ...
Gerçek saâdet, Kur’ânî hakîkatlerin cenneti içinde yaşayabilmektir. Her iki cihânın da bahtiyarlığı, Kur’ân’ın ihtişâmına bürünmekle mümkündür. Zira K ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: اِنَّ الْمُتَّق۪ينَ ف۪ي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍۜ اُدْخُلُوهَا بِسَلَامٍ اٰمِن۪ينَ Takvâ sahipleri, mutlaka cennetlerde ve pın ...
Bizler için örnek şahsiyetler olan ashâb-ı kirâmın ve evliyâullâhın Kur’ân-ı Kerîm’e karşı hissettikleri büyük mes’ûliyet duygusu, onu ne derecede hay ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا عِنْدَنَا خَزَٓائِنُهُۘ وَمَا نُنَزِّلُهُٓ اِلَّا بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ Her şeyin hazineleri sade ...
Kur’ân-ı Kerîm’i, her devirde milyonlarca hâfız ezberlemiştir. Müsteşriklerin dahî îtirâf ettikleri gibi[1] bu durum, yeryüzünde hiçbir kitaba nasîb o ...