TEFSİR:
Burada
üzerinde durulması lâzım gelen gelen en mühim husus “tezkiye”dir. “Tezkiye”
kelimesinde iki mühim mâna vardır:
Birincisi;
temizlemek, arındırmak,
İkincisi;
artırmak, geliştirmek, bereketlendirmek ve feyizlendirmek.
Bu
mâna çerçevesinde tezkiye, esasen mânevî eğitimin bütün seyrini ifade
eder.
Tezkiyenin
zıddı olan اَلتَّدْسِيَةُ (tedsiye) ise اَلدَّوْسُ (devs) kökündendir. “Devs”, bir şey
gelişip büyümeyerek bodur ve cılız kalmak ve gizlenmek mânalarına gelir.
“Tedsiye” ise, bir kimseyi hile ile ayartıp fesada düşürmek demektir. Bu
kelimenin اَلدَّسُّ (dess) veya اَلدِّسِّسَةُ (dissise)den gelme ihtimalide vardır. Dess
ve dissise, bir şeyi bir şeyin altına gömüp gizlemek ve toprağa gömmek mânasınadır.
Bizdeki “desîse” tabirinin aslı “dissise” mastarıdır. اَلدَّس۪يسُ
(desîs), hiçbir ilaç ile giderilmeyen koltuk kokusuna, casusa ve küle gömülüp
kebap olmuş ete denir. اَلدَّسَّاسُ
(dessâs) da bir tür pis ve kötü yılana denir. İşte tedsis ve tedsiye bu mânalarla
alakalı olarak bir şeyi iyice gömmek ve hile yapmak, bir şeyi hile ile bozup
fenalaştırmak ve iyice örtüp gizlemek, gömmek mânalarını ifade eder. Buna göre
nefsi tedsiye, ruhu faziletli ve erdemli şeylerle temizlemeyip kötü işler ve
kötü ahlâk ile bozmak, sonunda kokuşup gömülmeye mahkum âdî beden kirleri, katı
hayvânî gayeler, gösteriş gibi şeytani ve karanlık hislerle çürütüp kokutarak
maddiyata gömmek ve âhirette, küle gömülmüş “kebap” gibi cehennem ateşine
kapatmaktır. Bunun için nefsi böyle bir duruma düşmekten kurtarabilmek için
onun tezkiyesi zaruridir.
Nefsi
tezkiye; öncelikle onu küfür, cehâlet, kötü hisler, yanlış inançlar
ve fenâ huylardan temizlemektir. Onu İslâm’a aykırı her türlü îtikâdî,
ahlâkî ve amelî yanlışlıklardan arındırmaktır. Onu temizleyip kötülüklerden
koruduktan sonra da, iman, ilim, irfân, hikmet, iyi duygular, güzel
huylar gibi takvâ özellikleriyle terbiye ederek, onu rûhâniyetle doldurmaktır.
Tezkiyenin
bir üst derecesi, nefsin isteklerini azaltarak onun beden üzerindeki
hâkimiyetini kırmak ve bu sûretle rûhun hükümranlığına imkân sağlamaktır.
Bu, ancak nefse karşı iradeyi güçlendirmek yoluyla mümkün olabilir.
İradeyi güçlendirmek ise yiyip içme, uyuma ve konuşmada ölçülü olmak gibi
usûllerle sağlanabilir. Bundan dolayıdır ki, Kur’an ve sünnetin
ruhuna uygun olarak âlimlerimiz tarafından “az yemek, az uyumak ve az konuşmak”
nefsi dizginlemenin metodu olarak belirlenmiştir. Çünkü bunlar, nefse
hâkimiyetin ilk adımlarıdır.
Fakat
her konuda olduğu gibi, bu metotları uygulamada da îtidâli elden bırakmamak
gerekir. Çünkü beden, Allah’ın insanlara bir emânetidir. Bu sebeple
kul, nefsini tezkiye ederken ifrat ve tefrîtten sakınmalı, onun azgınlıklarına
set çekeyim derken, mücâdele ve mücâhedede aşırılığa düşmemelidir.
Çünkü din, bütün hâl ve davranışlarda îtidâli emreder. İnsanlara
her türlü ifrat ve tefritten uzak durmayı öğütler. Üstelik nefsi, mutlak
sûrette bertaraf etmek mümkün olmadığı gibi, bu, istenen bir şey de
değildir. Buna göre nefsin tezkiye edilmesi, nefsânî arzu ve temâyüllerin
ilâhî emirler çerçevesinde dizginlenip terbiye edilmesi demektir.
Nefsi
tezkiyeye çalışıp bu uğurda ciddî gayretler göstermek, önemine ve zorluğuna
binâen “cihâd-ı ekber” kabul edilmiştir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.)
pek zorlu geçen Tebük Gazvesi’nden dönerken ashâbına:
“−Şimdi küçük cihâddan
büyük cihâda dönüyoruz!” buyurdu. Ashâb-ı kirâm hayretler içinde:
“–Yâ
Rasûlallah! Hâlimiz meydanda! Bundan daha büyük cihâd var mı?” dediklerinde
Peygamberimiz (s.a.s.):
“–Şimdi büyük cihâda, nefisle cihâda dönüyoruz!” buyurdu.
(Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, II, 73)
Nefisle
cihâd, ancak kalbî eğitim ve mânevî terbiye ile gerçekleşir. Gâye, ahlâkı
yüceltmek ve insanı mânen olgunlaştırarak “insân-ı kâmil” hâline getirmektir.
Bunun yolu da dinî gerçeklerle yoğrulmuş bir akıl, îman ve güzel ahlâk ile
süslenmiş bir kalp, Kur’ân ve sünnetin rûhâniyetiyle taçlanmış hâl ve
davranışlarla “tevhîdin mîrâcına yükselerek” kemâle ermektir.
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.):
“Akıllı, nefsine hâkim olup onu hesâba çekerek ölüm ötesi
için çalışandır. Ahmak da nefsini hevâsına uydurduğu hâlde Allah’tan
iyilik bekleyip durandır” (Tirmizî, Kıyâmet 25; İbn Mâce, Zühd 31) buyurarak nefsi
terbiye ve tezkiye etmenin önemine dikkat çeker.
Bunun
içindir ki, Allah Resûlü (s.a.s.) devamlı şöyle niyâzda bulunurdu:
“Allahım! Nefsime takvâ nasip et ve onu her türlü günahtan
temizle. Zira onu en iyi temizleyecek olan sensin. Ona yardım edip eğitecek
olan da sadece sensin. Allahım! Faydasız ilimden, ürpermeyen kalpten, doymak
bilmeyen nefisten ve kabul olunmayan duadan sana sığınırırm.” (Müslim, Zikir
73; Nesâî, İstiâze 13)
Nitekim
infak, sadaka, hizmet gibi sâlih ameller, zâhiren başkalarına faydalı
olmak biçiminde görünse de, gerçekte nefse doğruyu, güzeli ve iyiyi telkîndir.
Çünkü iyilikler bu yolla benlikte yer eder ve rûh, bunlarla ünsiyet
kazanır. Diğer bütün sâlih amellerle birlikte sözlerin en güzeli ve
en doğrusu olan Kur’ân-ı Kerîm’i okumak, öğütlerini can kulağıyla dinlemek
ve hükümleriyle amel etmek de, nefsi eğitip düzeltecek en büyük vesîlelerden
biridir. Hayatını bütünüyle Kur’ân’ın öğrettiği şekilde düzenleyen bir
kul, nefsinin kötülüğünden ve şeytanın desîselerinden kurtulur ve
yalnız Hakk’ın hoşnutluğunu isteyerek yaşar. Kalbi ilâhî lutuf tecellîlerine
mazhar olur. Bu duruma gelen bir kul için, artık gözün gördüğü, kulağın
işittiği zâhirî iklîmin ötesine mânevî bir pancur açılır; kâinat,
hikmetli ve azametli bir kitâb hâline gelir.
Tezkiyenin
önemiyle ilgili olarak İbrâhim Desûkî (k.s.) şöyle buyurur:
“–
Evladım! Gündüzlerini oruçla, gecelerini namazla geçirsen, temiz
bir iç âlemine ve Hak ile samimi bir kulluk ilişkisine sahip olsan da, sakın
benlik iddiâsında bulunma! Sakın gurûra yenilip nefsin kandırmasına
aldanma. Zira nice derviş, nefsinin kötü arzularına kapılıp helâk oldu.”
Hâtem-i
Esamm (k.s.) da şöyle buyurur:
“Muhteşem
konaklara, verimli bağ ve bahçelere aldanma. Cennetten daha güzel
bir yer yoktur. Fakat Hz. Âdem’in başına ne geldiyse, cennetin o sonsuz
güzellikleri içindeyken geldi. Nefsi orada ebedî kalmak istedi. Yasak
ağaca yaklaştı. İlâhî hikmet gereği, dünyaya indirilmekle cezalandırıldı.
İbâdet
ve kerâmetinin çokluğuna aldanma. Zira sahib olduğu bunca kerâmete
rağmen, Allah Teâlâ’nın kendisine ism-i âzamı öğrettiği Bel’am bin Baura’nın
başına gelen hazîn âkıbet, ne kadar ibretlidir.
Sen,
sen ol; ilim ve amel çokluğuna da aldanma. Çünkü onca ilim ve tâatine
rağmen İblîsin başına neler geldi, bilmiyor musun?! Nefs ve şeytanın
iğvâsıyla aldananlardan olma!
Âbidlerin,
zâhidlerin yanında bulunuyorum diye de kendine güvenme. Zira kuru
kuruya bir beraberlik faydasızdır. Sâlebe, Peygamberimiz (s.a.s.)’in
sohbetinde duygusuzca bulunduğundan fecî bir âkıbete uğradı.
Bir
peygamber çocuğu olmasına rağmen Hz. Nûh’un oğlu, babasının davetine
karşı kendisini ihtiyaçsız görmek gibi bir bedbahtlığa sürüklendi. Aralarındaki
kan bağı bile ona bir fayda sağlamadı. Netîcede, helâk edilenlerden oldu.
Hz.
Lût’un karısı, kâfir ve fâsıklara olan ünsiyet ve muhabbeti sebebiyle
yanıbaşındaki hidâyet nûrundan nasipsiz kaldı ve gaflet içerisinde
küfrün karanlıklarına daldı.
Hülâsa;
ilim, amel, mal, evlat ve dost gibi ne kadar dayanak varsa âhiretteki
kurtuluşun için bunlara çok güvenme! Bunlardan nefsine aslâ pay çıkarma.”
Hâsılı
her mümin, sık sık nefsiyle iç hesaplaşmaya girerek, onu sîgaya çekmeli;
mânevî durumuna ciddî bir şekilde çeki-düzen verip, gidişâtını kontrol
altına almalıdır. Buna “nefis muhâsebesi” denir. İnsan, hiç olmazsa
başını yastığa koyduğu her yirmi dört saatte bir, o günün muhâsebesini
yapmalı ve kendini sîgaya çekmelidir. Bunu alışkanlık hâline getirenlerin
hatâda ısrar illetinden kurtulabilmeleri kolaylaşır.
Nefs
tezkiyesi netîcesinde kalb, “selîm” hâle gelir. Kalb-i selîm merhalesinde
şu üç hâl müşâhede edilir:
› Kimseyi incitmez.
Bu, takvâ ehlinin hâlidir. Kalb, nefsin şerrinden korunur. Güzel ahlâk
teşekkül eder.
› Kimseden incinmez.
Bu da, muhabbet ehlinin hâlidir. Fânîlerin övgü ve yermeleri bir
ehemmiyet ifade etmez. Güneş ışığı karşısında aydınlatma ve karartmaların
bir önemi olmayacağı gibi.
Şâir
bu hâli şöyle ifade eder:
“Cihân bağında ey âşık budur maksûd-ı
ins ü cin[1]
Ne kimse senden incinsin
ne sen bir kimseden incin.”
› Dünya menfaatiyle
âhiret kazancı karşı karşıya gelince, âhireti tercih ederek Allah’ın
rızasını hedefler.
Önceki
âyetlerde insan nefsinin mâhiyetine işaret edilerek, 9-10. âyetlerde de nefsi
tezkiye edip kötülüklerden arındıranın kurtuluşa ereceği, onu temizlemeyip
kötülüklere gömenin ise ziyana uğrayacağı bildirilmişti. Şimdi ise tarihten
muşahhas bir misal verilerek bu kâide izah edilir:
[1] Maksûd-i ins ü cin:
İnsanların ve cinlerin en büyük gayesi.
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri