Enbiyâ sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 112 âyettir. اَلأنْبِيَاءُ (enbiyâ), kelime olarak “nebî” kelimesinin çoğulu olup “peygamberler” anlamına gelir. Bir kısım peygamberlerin kıssalarından ibretli sahneler beyân etmesi sebebiyle “Enbiyâ sûresi” ismini almıştır. Mushaf tertîbine göre 21, iniş sırasına göre 73. sûredir.
Sûrenin başlangıcında, Resûlullah (s.a.s.) ve Kur’an’a iman etmeyenlerin, artık hesap vakitlerinin iyice yaklaşmış olmasıyla birlikte hakikat karşısındaki derin gafletleri, şaşkınlıkları, perişan âkıbetleri dile getirilir ve başlarına helak edici musîbetler geldiğinde onların bundan kurtuluşlarının mümkün olmayacağı belirtilir. Allah’ın ulûhiyette tekliğine, birliğine ve kudretine en büyük delilin, kâinattaki emsalsiz âhenk olduğuna; Allah’tan başka bir ilâhın varsayılması durumunda bu ahengin yerini anarşi ve bozukluğun alacağına dikkat çekilir. Göklerle yerin yoktan var edilmesi, her canlı varlığın sudan yaratılması, yeryüzündeki dağlar, yollar, gece, gündüz, güneş ve ay birer ilâhî kudret nişânesi olarak zikredilir. Ölüm, âhiret, hesap, cennet, cehennem vurgusu yapılır. Sonra da Hz. Mûsâ, Hz. İbrâhim, Hz. Lût, Hz. Nûh, Hz. Dâvûd, Hz. Süleyman, Hz. İsmâil, Hz. İdris, Hz. Zülkifl, Hz. Yûnus, Hz. Zekeriya, Hz. Meryem ve Hz. İsa’nın kıssalarından pek ibretli birer, ikişer kesit sunulur. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz (s.a.s.)’in risâletinden istifade ile, göklerin kağıt tomarı gibi dürüleceği kıyamet gününde, ebedî azaba düçar olanlardan değil, o dehşetli manzaraların kendilerini tasalandırmadığı, meleklerin kendilerini cennetle müjdelediği bahtiyâr insanlardan olmak tavsiye edilir.
Mushaftaki sıralamada yirmi birinci, iniş sırasına göre yetmiş üçüncü sûredir. İbrâhim sûresinden sonra, Mü’minûn sûresinden önce Mekke döneminde inmiştir. Abdullah b. Mes‘ûd, “Benî İsrâil (İsrâ), Kehf, Meryem, Tâhâ ve Enbiyâ sûreleri, benim Mekke’de ilk öğrendiğim güzel sûrelerdir” demiştir (Buhârî, “Tefsîr”, 21/1). Bazı müfessirler 44. âyetinin Medine döneminde nâzil olduğu kanaatindedir.
Allah Resûlü (s.a.s.)’in peygamber olarak gönderilmesi, Allah Teâlâ’nın, âlemlere özellikle akıl sahibi varlıklara olan sonsuz merhametinin bir neticesidir. Bu âyet-i kerîme, Mekke müşriklerinin, Peygamberi bir bela ve felâket olarak kabul etmeleri ve: “Bu adam aramıza ayrılık tohumları ekti; yakınları, akrabaları birbirinden ayırdı” demeleri üzerine nâzil olmuş, böyle düşünmekle onların hataya düştüklerini, aslında onun bir rahmet ve bereket olduğunu beyân buyurmuştur. (Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, III, 336)
Resûlullah (s.a.s.) de muhtelif vesilelerle kendisinin mü’min-kâfir herkese ve her şeye rahmet olduğunu haber ermiştir. Bir vesileyle kendilerine: “Müşriklere beddua et!” denildiğinde:
“Ben ancak rahmet olarak gönderildim, lânetçi olarak gönderilmedim” (Müslim, Birr 87) buyurmuştur.
Diğer bir hadîs-i şeriflerinde de:
“Allahım! Ben de ancak bir beşerim. Dolayısıyla her kime kötü söz söylemiş, lânet etmiş veya değnek vurmuş isem, Allahım sen onu, onun için bir temizlik vesilesi ve rahmet kıl” (Müslim, Birr 89) buyurmuştur.
Resûl-i Ekrem (s.a.s.) kendisini bir kısım isimlerle isimlendirir ve şöyle buyururdu: “Ben Muhammedim, Ahmedim, Mukaffîyim (son gelen, önceki peygamberlerin yoluna tabi olan peygamber), Hâşirim (insanlar benim sancağım altında haşrolunacaklar); tevbe ve rahmet peygamberiyim.” (Müslim, Fezâil 126)
Peygamberimiz (s.a.s.)’in rahmet olması, hem dinî hem de dünyevî olmak üzere iki boyutlu olarak mütalaa edilebilir. O, dinî bakımdan rahmettir. Çünkü o, insanlık tam bir câhiliyet, sapıklık ve şaşkınlık içinde bocalarken; insanların bağlanacakları güvenilir hiç bir ilâhî kaynak kalmamışken gönderilmiştir. İnsanları hakka çağırıp onlara mükâfât yollarını açıklamış, Allah’ın hükümlerini göstermiş, helâl ve haram şeyleri haber vermiştir. Bu ise insanların dinleri ve âhiretleri bakımından tam bir rahmet olmuştur. O, dünyevî bakımdan rahmettir. Çünkü insanlar onun sayesinde pek çok zilletlerden ve savaşlardan kurtulmuşlar ve onun dininin bereketi sayesinde yardıma mazhar olmuşlardır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXII, 230)
Onun mü’min-kâfir bütün herkese rahmet olmasına gelince; Yüce Allah mü’minleri, Peygamberi vasıtasıyla hidâyete erdirecek, ona inanıp getirdikleriyle amel etmeleri sebebiyle onları cennete sokacaktır. Kâfirler ise, peygamberlerini yalanlamış önceki ümmetlerin başına gelen ânî musibetlerden onun rahmet oluşu sayesinde mahfuz kalmışlar, yerin dibine geçirilmekten ve hayvan sûretine çevrilmekten emîn olmuşlardır. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVII, 83)
Efendimiz (a.s.) bütün yaratılmışlara, hayvanlara, bitkilere, dağa taşa rahmetti. Bütün canlılar, onun merhamet ummanında şefkat ve merhamete nâil oldular. İnsanca muameleye kavuştular.
Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) Ensâr’dan bir kimsenin bahçesine uğramış, orada bir deve görmüştü. Deve, Peygamber Efendimiz’i görünce inledi ve gözlerinden yaşlar aktı. Efendimiz, devenin yanına gitti, kulaklarının arkasını şefkatle okşadı. Deve sâkinleşti. Bunun üzerine Rahmet Peygamberi (s.a.s.):
“–Bu deve kimindir?” diye sordu. Medineli bir delikanlı yaklaştı ve:
“–Bu deve benimdir ey Allah’ın Rasûlü!” dedi. Fahr-i Kâinat Efendimiz:
“–Sana lutfettiği şu hayvan hakkında Allah’tan korkmuyor musun? O senin, kendisini aç bıraktığını ve çok yorduğunu bana şikâyet ediyor” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Cihâd 44/2549)
Fahr-i Kâinat Efendimiz’in rahmet rahlesinde terbiye gören ümmeti, özellikle ümmet içinde ilim ve irfanıyla temâyüz eden Allah dostları tüm mahlükâta aynı peygamberî rahmet ve merhameti sergilemişlerdir. Nitekim büyük velî Ahmed er-Rufâî (k.s.)’un şu davranışları çağlara ışık tutacak güzel örneklerdir:
Güneşte yürüdüğü zaman, üzerine bir çekirge konsa ve geçip gölgeli bir yerinde dursa, onu o halde bırakırdı. Uçurmazdı. Tâ kendi kendine uçup gidinceye kadar. Sebebini soranlara da şöyle derdi:
“- O bize gölgelenmeye geldi.”
Yine vücudunda herhangi bir yere bir sivrisinek konsa, onu uçurmak istemezdi. Başkasının uçurmasına da imkân vermezdi. Şöyle derdi:
“- Bırakın… Hakk’ın ona taksim ettiği kanı içsin.”
Bir defasında yanına bir kedi geldi. Eteğine yattı ve uyudu. Namaz vakti oldu; kedi uyanmadı. Onu uyandırmamak için eteğini kesti, namaza gitti. Dönüşte kedi kalkmıştı. Kestiği parçayı aldı, yerine dikti…”
Bir uyuz olmuş köpek vardı. Ümmüabîde halkı onu şehrin dışına çıkarmıştı. Büyük velî orada ona bir gölgelik yaptı. Sonra geldi, şehirden yağ aldı. Götürüp ona yedirdi. Su götürüp içirdi. Bir bezle de yaralı yerlerini siler, temizler, kapatırdı. İyileştikten sonra sıcak su bulup getirdi. Yıkadı, saldı…
Hazret bunları seve seve yapardı. Çünkü Cenâb-ı Hak ona cümle kurda kuşa bakma emrini vermişti. (Velîler Ansiklopedisi, II, 511-512)
Şunu unutmayalım ki, gönüllere nüfûz edecek en tesirli dil rahmet dili, kalpleri fethedecek en efsunlu iksir merhamet iksiridir. Bu dilden anlamayacak âlemde canlı cansız hiçbir varlık yoktur. Asıl mesele böyle şefkat ve merhametle dopdolu, içinde ummanlar gibi merhamet kaynayan bir gönle sahip olabilmektir. Nitekim Osman Nuri Topbaş Hocaefendi’nin bizzat şâhit olup anlattığı şu hâdise fevkalâde ibretlidir:
“Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu hazretlerinin Erenköyde’ki köşkün bahçesini bekleyen bir köpeği vardı. Sadakatle vazifesini yapardı. Sâmî Efendi’yi sabah uğurlar, akşam geldiğinde karşılardı. Bir gün beklenmedik bir kaza sebebiyle köpeğin bir ayağı kırıldı. Acı ve ızdırabı son derece şiddetliydi. Sâmî Efendi (k.s.) onun hemen hastaneye götürülüp tedavi edilmesini istedi. Öyle yaptılar ve kısa zamanda iyileşti. Bu olay üzerine zavallı hayvancağızın aile fertlerine olan bağlılığı kat kat arttı. Sâmî Efendi’yi sabahları tâ tren istasyonuna kadar götürmeye, akşamleyin de orada karşılamaya başladı. Birgün bir ikindi vakti bahçede amansız bir havlama sesi duyuldu. Bahçenin köpeği var gücüyle havlıyor, adetâ yalvarırcasına sesler çıkarıyordu. Aile halkı merak edip, koşa koşa aşağı indiler. Gördükleri manzara gerçekten kalpleri yerinden oynatacak ve yüreklerdeki merhamet hislerini şâha kaldıracak cinsten bir manzaraydı. Bahçenin köpeği, hizmet ettiği insanların son derece merhametli insanlar olduğunu artık iyice öğrendiği için, kendisi gibi ayağı kırık bir köpeği alıp getirmiş, onun da tedavî ettirilmesi için yalvarıyordu… Öyle de oldu…”
Gelen âyetlerde, sûrede ele alınan tevhid, nübüvvet ve âhiret gibi esas mevzular yeniden hülâsa edilmektedir:
Kur’an’da şöyle buyrulur: اَلَمْ تَرَ كَيْفَ ضَرَبَ اللّٰهُ مَثَلًا كَلِمَةً طَيِّبَةً كَشَجَرَةٍ طَيِّبَةٍ اَصْلُهَا ثَابِتٌ وَفَرْعُهَا فِي السَّم ...
Kur’ân-ı Kerîm’in kâmilen tahsîli için şu üç merhaleye riâyet edilmelidir: KUR’AN’IN TAHSİLİ İÇİN 3 MERHALE Doğru Bir Şekilde Yüzünden Okuma; Ti ...
İbrahim suresinin 3. ayetinde şöyle buyrulur: “Onlar, dünya hayatını sevip âhiret hayatına tercih ederler. İnsanları Allah yolundan uzaklaştırmaya ve ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: وَمَا لَنَٓا اَلَّا نَتَوَكَّلَ عَلَى اللّٰهِ وَقَدْ هَدٰينَا سُبُلَنَاۜ وَلَنَصْبِرَنَّ عَلٰى مَٓا اٰذَيْتُمُونَاۜ وَعَلَ ...
Âhiret kazancının dünya kazancına göre ölçüye sığmaz kıymette ve ebedî olduğunu bilen ashâb-ı kirâm, ebedî saâdet sermâyesi kazanmanın lezzet ve halâv ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: وَاِذْ تَاَذَّنَ رَبُّكُمْ لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَاَز۪يدَنَّكُمْ وَلَئِنْ كَفَرْتُمْ اِنَّ عَذَاب۪ي لَشَد۪يدٌ Eğer şükreder ...