TEFSİR:
“Ümmîler”den
maksat, büyük çoğunluğu okuma yazma bilmeyen, kendilerine ait bir kitapları
olmayan Araplardır. Allah Teâlâ bunlar arasından Hz. Muhammed (s.a.s.)’i seçip
âhir zaman Peygamberi olarak gönderdi. Fakat o, yalnız Araplara gönderilmiş bir
peygamber değil, onlarla beraber tüm insanlığa gönderilmiştir. Onun tebliği,
belirli bir dönem ve belirli bir toplumla sınırlı değil, kıyamete kadar bütün
dönemler ve toplumlar için geçerlidir.
Nitekim
şu rivayet 3. âyetin kapsamı hakkında açık bir izahta bulunmaktadır:
Ebû
Hureyre (r.a.) şöyle demiştir: Bir defasında biz Resûlullah (s.a.s.)’in yanında
otururken ona Cum‘a sûresi nâzil oldu. Allah Resûlü (s.a.s.), “Allah o
Peygamberi, henüz kendilerine katılmamış, ama daha sonra katılacak olan
başkalarına da göndermiştir” (Cum‘a 62/3) âyetini okuyunca, sahabîler,
kendilerinden söz edilen bu kimselerin kimler olduğunu sordular. Efendimiz (s.a.s.)
cevap vermeyince, soruyu soran kişi sorusunu üç kere tekrarladı. O sırada
aramızda Selmân-i Fârisî de bulunuyordu. Allah Resûlü (s.a.s.) elini onun
omzuna koydu ve şöyle buyurdu: “Şunlardan öyle yiğitler vardır ki, iman
Süreyya yıldızının yanında olsa bile, muhakkak ona ulaşır.” (Buhârî, Tefsir
62/1; Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 230, 231)
Burada Peygamberimiz (s.a.s.)’in üç mühim
vazifesine dikkat çekilir:
Birincisi;
Allah’ın âyetlerini insanlara okumak: Peygamberlerin ümmetlerini
hak yoluna daveti, gelen vahyin okunmasıyla başlar. Ancak bu vazîfe,
insanları umulan hedefe ulaştırmada ilk merhaledir ve bir zemîn
teşkîl eder.
İkincisi;
tezkiye etmek: Tevhîd davetinin maksadına ulaşması, ancak nefisleri
küfür, şirk ve günah gibi mânevî kirlerden temizleyip huşû ve huzûra
erdirmekle mümkündür. Nitekim mâzîsi câhiliyye insanı olan ashâb-ı
kirâm, hidâyet bulup Allah Resûlü (s.a.s.)’in feyizli sohbeti ve mânevî
terbiyesiyle gönüllerini arındırdıkları anda dünyanın en mümtaz
insanları hâline geldiler. Onların, dillerde ve gönüllerde dolaşan
fazilet menkıbeleri çağları ve iklimleri aştı.
Fakat
şunu belirtmek gerekir ki, Allah ile kul arasında en büyük engel olan nefsi
arındırmak, onun zararlı vasıflarını kazıyıp temizlemek dil ile söylemek kadar
kolay bir hâdise değildir. İşin hem tezkiye edeni hem de tezkiye edileni
ilgilendiren yönü bulunup, her iki yöndende büyük zorluklar, çileli ve
meşakkatli uğraşılar gerektirmektedir. Kulun kurtuluşu da, bu alanda
gerçekleştirilecek başarıyla doğru orantılıdır. Nitekim Hz. Mevlânâ,
Kazvinli’nin vücuduna arslan resmi döğdürmesi yaptırması hikayesiyle bakınız bu
gerçeği nasıl anlaşılır hâle getirmektedir:
Kazvinlilerin
adetine göre; bedenlerine, ellerine, omuzlarına, kendilerine zarar vermeyecek
bir tarzda, iğne ucu ile mavi dövmeler döğdürürlerdi. Kazvinlinin biri, hamamda
tellağın yanına gitti:
“-
Lütfen bana bir dövme yap, ama tatlılıkla yap, canımı acıtma” dedi. Tellak:
“-
Söyle yiğidim, ne resmi yapayım?” diye sorunca, Kazvinli:
“-
Kükremiş bir arslan resmi yap” dedi, “Tali’im arslan burcudur. Arslan resmi
döv. Gayret et ki tam arslana benzesin. Rengi solgun olmasın.” Tellak:
“-
Vücudunun neresine döveyim?” deyince, Kazvinli, “Omuzuma döv” dedi.
Tellak, iğneyi batırınca, acısı adamın kürek kemiğine işledi. Kazvinli
yiğit inleyerek:
“-
Ey değerli usta, beni öldürdün; ne resmi yapıyorsun?” diye sordu. Tellak:
“-
Arslan resmi yap demedin mi?” deyince, Kazvinli:
“-
Neresinden başladın?” dedi. Tellak:
“-
Kuyruğundan başladım” dedi. Kazvinli:
“-
Ey iki gözüm kuyruğu bırak” dedi, “Arslan kuyruğunun sızısı kuyruk sokumumu
sızlattı; kuyruğu, boğazımı sıktı, nefesimi kesti. Ey arslan yapan, sen
kuyruksuz bir arslan yap, çünkü iğne acısından yüreğime fenalık geldi,
bayılacağım.”
Usta,
Kazvinli’ye acımadan, duyduğu acıları düşünmeden, arslanın bir başka tarafını
yapmak için iğneyi tekrar batırdı. Kazvinli:
“-
Aman, bu arslanın neresi?” diye bağırdı. Tellak da; “Kulağı” dedi. Adam:
“-
Bırak kulağı da olmasın ey usta, elini çabuk tut!” Tellak, bu defa iğneyi başka
bir tarafa batırınca, Kazvinli, yine feryada başladı: “Bu üçüncü de arslanın
neresi?” diye sordu. Tellak da, “Karnıdır, azizim” diye cevap verdi. Kazvinli:
“-
Varsın arslan karınsız olsun, duyduğum acı arttıkça arttı, iğneyi çok batırma”
dedi. Tellak, şaşırdı, hayli zaman parmağı ağzında kaldı. Sonra öfke ile iğneyi
yere attı da:
“-
Dünyada bu iş kimin başına gelmiştir?” dedi, “Kuyruksuz, başsız, gövdesiz
arslanı kim görmüştür? Allah bile böyle bir arslan yaratmamıştır.” (Mesnevî,
2982-3001. beyitler)
Mevlânâ
(k.s.) bu hikâyeyi anlattıktan sonra şöyle nasihat eder:
“Ey
kardeş, iğne acısına sabret ki, kendi
kâfir nefsinin iğnesi acısından kurtulasın. Varlıktan kurtulmuş
olanlara, gökyüzü de secde eder, güneş de, ay da… Kimin bedenindeki kâfir nefis öldü ise, güneş de onun buyruğuna
girer, bulut da... Gönlünde ilâhî aşk ateşini uyandıran ve çevresini
aydınlatmayı öğrenen kişiyi artık güneş bile yakamaz. Cenab-ı Hakkı yüceltmek, tâzim etmek nasıl
olur? Kendini hor, hakir bilmek ki, kendini toprak gibi ayak altında çiğnetmeye
layık görmekle olur. Tevhid, Allah’ı bilmek nedir? Kendini Vahid’in, Bir’in
önünde yakıp yok etmektir. Eğer gündüz gibi aydınlanmak, parlamak istiyorsan,
geceye benzeyen, gece gibi karanlık olan varlığını, benliğini yak. Bakırı
kimyada eritir gibi, varlığını, sana o varlığı verenin varlığında erit, yok et.
Sen sıkı sıkıya, «Ben»e ve «Biz»e yapışmışsın. Yokluğa ve birliğe
ulaşamamışsın, karşılaştığın bütün bu bozuk düzen işler, bütün bu
perişanlıklar, bu yıkıntılar hep bu ikilikten meydana gelmektedir.” (Mesnevî,
3002-3012. beyitler)
Peygamberin
üçüncü vazifesi kitap ve hikmeti öğretmek: Bu merhalede ise uyulması
gereken kanunları ve hükümleri beyân eden kitabın, yâni Kur’ân-ı Kerîm’in
tâlimi gelir. Kur’ân-ı Kerîm’in rûhunda derinleşebilmek, kalbî seviyeye
bağlıdır. Kur’ân-ı Kerîm, asıl kalb ile okunup anlaşılır. Gözler ise
kalbe ancak basit bir vasıta hükmündedir.
Âyet-i
kerîmelerde tezkiye ile kitâb ve hikmetin tâliminin bir arada zikredilmesi,
tezkiye olunmamış kimselerin ilim elde edemeyeceklerini, etseler
de bu ilmin kendilerine bir fayda sağlamayacağını ifade etmektedir.
Zira ilim ve hikmet öyle bir nûr ve zînettir ki bunu elde etmek için,
onun mekân tutacağı yerlerin, yâni kalbin, evvelâ lüzûmsuz ve zararlı
şeylerden boşaltılması gerekmektedir. Bu bakımdan Peygamberler önce
âyetleri okur, sonra bu âyetlere inanan ve gönül veren kimselerin,
nefislerini aşırılıklardan, çirkinliklerden arındırırarak kalblerini
mânevî kirlerden tasfiye ederler. Daha sonra da tezkiye ve tasfiye
olunmuş kimselere kitâb ve hikmeti öğretirler. Kâinattaki sır ve kudret
akışlarına da ancak böyle bir kalbin sahipleri âşinâ olur ve bir hikmet
menbaı hâline gelebilir.
Bu
lütfa nâil olabilmek için Allah’ın kitabını mânasını anlayarak okuma, hayatın
her alanını onun rehberliğinde ve onun hükümlerine göre düzenleme zarureti
vardır. Aksi takdirde, daha önce Allah’ın kitabına göre hareket etme imtihanını
kaybeden yahudilerle aynı hazin âkibeti paylaşmak kaçınılmaz olacaktır:
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri