85 kayıt bulundu
Sure Ayet Karşılaştır
Mü'min / 56

Müşrikler, Peygamber (s.a.s.)’e uydukları takdirde sahip oldukları imkânları kaybedeceklerinden korkuyorlar, ona uymadıkları takdirde ise yükseleceklerini sanıyorlardı. Bir taraftan Resûlullah (s.a.s.)’i öldürüp davasına son vermek istiyorlar; bir taraftan da onun tebliğini tamamlamadan ölüp gitmesini temennî ediyorlardı. Allah Teâlâ onların, Peygamber’i yalanlamak suretiy­le ulaşacaklarını umut ettikleri yüksek mertebeye ulaşamayacaklarını ve onun aleyhinde kurdukları hiçbir tuzakta başarılı olamayacaklarını haber vermektedir. Bununla beraber, Hz. Mûsâ’nın: “Ben, hesap gününe inanmayan her kibirli zorbadan benim de sizin Rabbiniz Allah’a sığınırım!” (Mü’min 40/27) diyerek Allah’a sığındığı gibi, beşerî planda gerekli tedbirleri alarak bu inatçı, kibirli zorbaların şerrinden Allah’a sığınmasını emreder. Çünkü kulu koruyacak olan ancak her şeyi işiten ve gören Allah’tır.

Gelen âyetlerden itibaren, Resûlullah (s.a.s.)’in tebliğ ettiği dinin gerçek olduğu; bunu kabul etmenin kurtuluşa, reddetmenin ise felâkete sebep olacağı beyan edilir:

Mü'min / 57

Burada ilk olarak âhiret konusu ele alınır. Çünkü kâfirler âhirete inanmıyor, onu imkânsız görüyorlardı. Halbuki gökleri ve yeri yaratan Allah’ın, insanı öldükten sonra yeniden yaratmaya güç yetireceği apaçık bir gerçektir. Buna göre kıyâmet mutlaka kopacaktır. Fakat bu hakîkati görebilmek için ölüm ötesi manzaraları seyredebilecek açık bir kalp gözüne,  iman ve sâlih amellerle dirilmiş bir gönle ihtiyaç vardır. Şunu da dikkate almak gerekir ki, faraza âhiretin olmadığı düşünülecek olursa, mü’min ile kâfirin, iyi ile kötünün arasında bir fark kalmaz, hepsi eşit olur. Böylece ahlâk ve faziletin hiçbir değeri kalmaz, kötülükler teşvik edilmiş olur. Halbuki bunlar eşit değildir. Bu da aklen gösteriyor ki âhiret mutlaka olmalı; iyilikler de, kötülükler de âdil bir şekilde tam karşılığını bulmalıdır.

Bu sebeple, Allah tüm insanlığı kendine kulluğa davet etmektedir:

Mü'min / 60

Resûlullah (s.a.s.): “Dua, ibâdetin tâ kendisidir” buyurmuş, sonra bu âyet-i kerîmeyi okumuştur. (Ebû Dâvûd, Vitr 23/1479; Tirmizî, Tefsir 40/3247) Buna göre âyetin mânası şöyle olur: “Benim tek olduğumu kabul edin ve bana kulluk yapın. Ben de sizin kulluğunuzu kabul edip günahlarınızı bağışlayayım.” Bununla birlikte Rabbimizden ihtiyaçlarımızı talep ettiğimiz dua ve niyazlarımız da şüphesiz bu âyetin emri dâhilindedir ve bunlar da Allah’a kulluğumuzun mühim bir yönünü teşkil eder. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

Rasûlüm! Kullarım sana beni sorarlarsa, şüphesiz ben onlara çok yakınım. Bana dua edenin duasına icâbet ederim. Öyleyse onlar da benim davetime uysunlar ve bana iman etsinler. Böyle yaparlarsa, en doğru yolu bulmuş olurlar.(Bakara 2/186)

“Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Çünkü O, aşırı gidenleri sevmez.” (A‘râf  7/55)

Dua, Allah’a kulluğun özüdür. Çünkü dua ile kişi, ihtiyacını temindeki aczini idrak etmiş, bunu ancak her şeye gücü yeten Rabbinin lûtfedeceği şuuruna ermiş ve bu sebeple O’na iltica etmiş olmaktadır. Bu bakımdan:

“De ki: «Eğer kulluğunuz ve yakarmanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin ki?»” (Furkan 25/77) âyet-i kerîmesini, “Allah katında, duadan daha kıymetli bir şey yoktur” (Tirmizî, Deavât 1/3370) şeklinde açıklayan Efendimiz (s.a.s.):

“Allah’ın fazlından isteyin! Zira Allah Teâlâ, kendisinden istenilmesinden hoşlanır” (Tirmizî, Deavât 115/3571) buyurmak sûretiyle, bizleri sürekli Allah’tan istemeye teşvik etmiştir.

Ebû Hureyre (r.a.)’den gelen bir hadis-i şerifte de Efendimiz (s.a.s.): “Bütün ihtiyaçlarınızı Allah’tan isteyin, hatta ayakkabı bağınızı bile! Çünkü Allah kolaylaştırmazsa, ayakkabı bağını elde etmeniz bile kolay olmaz!” (Beyhakî, Şuab, II, 41/1118) buyurmakta ve müslümanın hayatını dua ile bütünleştirmektedir.

Peygamber Efendimiz’in her tavsiyesine olduğu gibi, bu tavsiyesine de sıkı sıkıya yapışan Abdullah b. Ömer (r.a.) şöyle demiştir:

“Her işimde Allah’a dua ederim, hattâ hayvanımın yürüyüşüne genişlik ve kolaylık vermesi hususunda bile… Bundan dolayı, beni sevindiren sonuçlarla da karşılaşırım.” (Buhârî, el-Edebü’l-müfred, no: 628)

Fudayl b. Iyâz Hazretleri, ârif, fâzıl, Allah korkusu sebebiyle çok ağlayan bir zât idi. Aynı zamanda güvenilir bir hadis râvîsiydi. Bu zât yine o devirde yaşayan âbide, zâhide, Allah sevgisi ve korkusuyla çok ağlayan Şi’vâne Hâtun ile karşılaşmıştı. Fudayl ona:

“–Bana dua et” dedi. Şi‘vâne Hâtun şu cevâbı verdi:

“–Fudayl! Allah ile aranda, dua ettiğin zaman duanı kabul edeceği bir yakınlık yok mu ki benden dua istiyorsun.”

Bu muhteşem sözü duyan Fudayl hıçkırıklara boğularak kendinden geçti. (İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-safve, IV, 56)

Mevlânâ Hazretleri şöyle anlatıyor:

Cenâb-ı Hakk: “Ey Mûsâ! Bana günah işlemediğin, kötü söz söyleme­diğin bir ağızla dua et, sığın!” buyurdu. Hz. Mûsâ: “Benim öyle ağzım yok” dedi. Hak Teâlâ da buyurdu ki: “Öyle ise, bize başkalarının ağzıyla dua et! Sen, bana başka birisinin ağzıyla yâni, başkasının ağzından «Allahım!» diye yalvar, dua et! Çünkü sen, başkasının ağzıyla günah işlemediğin için o ağız temizdir, günahsızdır. Daha açıkçası öyle hareket et ki, başkalarının ağzı gece gündüz sana dua etsin. Sen, başka birinin ağzı ile kötü söz söylemediğin, günaha girmediğin için o başka birinin özür dileyen ve dua eden ağzı yok mu, işte o ağız senin için günah etmediğin bir ağızdır. Yâhut da kendi ağzını günahtan, kötü sözlerden arıt, temizle; rûhunu günah yükünden kurtar, çevik hale getir.”

Allah’ı zikretmek, tertemiz bir haldir. O tertemiz hâl gelince, temizlik erişince; pis hâl, pislik yükünü toplar, dengini bağlar, dışarı çıkar gider. Zıtlar zıtlardan kaçar. Nasıl ki güneş doğunca gece dayanamaz, kaçar gider! Allah’ın tertemiz adı, ağza gelince, yâni zikir başlayınca, ne pislik kalır, ne de gam ve keder. (Mesnevî, 180-189. beyitler)

Ancak Allah’a iman ve mârifetten mahrum oldukları için kibirlenerek O’na duadan, ibâdetten ve kulluktan yüz çevirenler, bir gün gelecek istemeyerek de olsa mutlaka Allah’ın emrine boyun eğeceklerdir. Ölümden kaçamayacak, hesaptan kurtulamayacak ve aşağılanmış, zelîl ve makhûr bir halde cehenneme gireceklerdir. İşte Allah’a karşı büyüklenmenin cezası budur.

Oysa Allah Teâlâ, kendisine dua, ibâdet ve kulluk yapılacak, el açıp en temiz duygularla yalvarılacak tek ilâhtır. O’ndan başka bun layık olan ikinci bir varlık yoktur. Bu hakikatin sayısız delili olmakla birlikte burada şunlara yer verilir:

Mü'min / 61

Âyetlerin veriği mesajı hülasa etmek gerekirse:

    İstirahatimiz için gelen gece ve çalışıp maişetimizi kazanabilmemiz için aydınlık bir şekilde gelen gündüz. Bunları aksatmadan peş peşe getiren ve götüren kim?

    Kâinatta ne varsa hepsini yoktan yaratan ve devam ettiren kim?

    Uzayın boşluğunda küçücük bir bilye gibi dönen yeryüzünü dağları, ovaları, nehirleri ve denizleriyle üzerinde rahatlıkla yaşayabileceğimiz istikrarlı bir mekân haline getiren kim?

    Yeryüzünü bir kılıf gibi saran, uzaydan gelen ışınları süzerek onları canlılara faydalı hâle getiren göğü binâ eden kim?

    Anne rahminde gözle görülmeyecek kadar küçücük bir nutfe, sonra belli belirsiz bir çiğnem et parçası olan cenini biçimlendiren; bir tek hücreden çeşitli karakterde hücreler üretip el, ayak, göz, kulak, kalp, mide, akciğer, karaciğer gibi iç ve dış azaları, milyarlarla, trilyonlarla ölçülen sinir ağlarını gayet maharetle birbirine bağlayıp düşünce ve duyular sistemini kuran; her canlıyı kendine has karakter ve şekliyle yaratan, onlar arasında insana gerçekten en güzel şekli ve kıvamı veren, insanları en güzel, helâl ve hoş rızklarla besleyen kim?

    Ezelî ve ebedî diri olan, hiçbir zaman ölmeyen ve bütün canlıların hayat kaynağı olan kim?

Bütün bu soruların tek cevabı var: Allah Teâlâ! İşte bizim Rabbimiz O’dur. O’ndan başka ilâh yoktur ve ihlasla yalnızca O’na kulluk edilmelidir.

Buna göre, Allah’ın emirlerini yerine getirme hususunda taviz isteyen inkârcılara cevap olmak üzere:

Mü'min / 66

Resûlullah (s.a.s.), kendisine henüz vahiy gelmeden önceki hayatında da aklıyla Allah’ın birliği inancına ulaşmış, hiçbir zaman Allah’a ortak koşmamış ve putlara asla tapmamıştır. Siyer ve tarih kitaplarında böyle bir kayda rastlanmaz. Zaten o dönemde Mekke’de hanîf olan ve tek Allah’a inanan başka insanlar da vardı. Tevhid inancı tamamen sönmemişti. Kendisine peygamberlik verilip vahiy gelmeye ve Kur’an âyetleri inmeye başlayınca zaten hakikat bütün berraklığıyla ortaya çıktı. Böylece Efendimiz (s.a.s.) hem sahip olduğu tevhid inancını net bir şekilde ifade etme, hem de başkalarını bu inancı kabule çağırma imkânı buldu. Kur’an’ın getirdiği bu inanca göre Allah’tan başka hiçbir şeye tapılmayacak ve bütün âlemleri yaratan Allah’a teslim olunacaktır.

Evet, sadece Allah’a teslim olmak ve O’nun dinine bağlanmak lazımdır. Çünkü bizi yaratan, yaşatan, öldüren ve yeniden diriltecek olan O’dur:

Mü'min / 67

Anlaşıldığı üzere burada biz insanların yaratılışı hülasa edilmekte; kendi yaratılışımız ve hayat serüvenimiz üzerinde tefekkür ederek Allah Teâlâ’nın sonsuz kudret ve azametini idrake çalışmamız istenmektedir. (bk. Hac 22/5; Mü’minûn 18/12-14)  Öyle bir kudret ve azamet ki, O’nun hayat verme ve öldürme sıfatları her an tecelli halindedir. Belki kâinatta her an milyonlarca hayat verme ve öldürme olayı vuku bulmaktadır. Allah Teâlâ’nın sadece “Ol!” emri, O’nun muradının hemen oluvermesine yetmektedir. İşte vasfı bu olan Allah, kıyâmet günü tüm insanlara sadece “Kalkın!” diyecek, hepsi kabirlerinden kalkıp mahşer yerine dikileceklerdir.  Ne var ki, daha önce Allah’ın âyetlerini red ve inkâr etmiş olanlar, o zaman pek kötü süprizlerle karşılaşacaklardır:

Mü'min / 69

İnsanların sapıklığa düşmelerinin sebepleri şunlardır:

  Allah’ın kitabını ve peygamberini inkâr etmek,

  O’nun gönderdiği âyetler üzerinde ciddiyetle düşünmemek,

  Âyetleri düşünüp ders alacak yerde bilgisizce onlarla mücâdele yolunu seçmek.

Böyle olanlar, inkâr ve hakla savaş yolunu seçmelerinin sonucunu yakında bilecekler:

Mü'min / 71

Bunların varacağı yer cehennem olacaktır. Burada onların cehennemdeki acıklı hallerinden bir manzara sunulur: Boyunlarında demir halkalar, el ve ayaklarında zincirler… Susadıklarında zorunlu olarak su isteyecekler. Zebânîler onları zincirlerinden sürükleyerek kaynar sular akan çeşmelere götürecekler. Kaynar sudan içtikten sonra tekrar ateşe götürülüp orada cayır cayır yanmaya devam edecekler. 72. âyette geçen يُسْجَرُونَ  (yüscerûn) kelimesi, tandırın odunla doldurulup tutuşturulması mânasına gelir. Zaten ateşe girip ateş tarafından çepeçevre kuşatılan ve karınları ateşle doldurulan kimseler, en acı ve en yakıcı bir azapla azaba uğratılmışlardır. Burada cehennemliklerin ateşin içinde oldukları halde her defasında onun ateşle doldurulup yakılacakları haber veriliyor. Bu durum, cehennemliklerin birbirinden beter türlü türlü azaplara uğratılacaklarını ve bir renkten diğerine girip duracaklarını gözler önüne sermektedir.

Onlar için bir diğer azap sebebi de taptıkları putlar olacak. Çünkü dünyada umutlarını bağladıkları putlarından orada bir fayda göremeyecekler. Sonunda putların asla tapılmaya değer varlıklar olmadığını ve onlara yaptıkları ibâdetin boş olduğunu itiraf edecekler.

Bütün bunların altında yatan mânevî hastalık ise, âhireti unutarak dünya nimetleriyle şımarmak, mal ve evladın çokluğuna bel bağlayıp aşırı sevinmek ve böbürlenmektir. Azgınlaşıp haddi aşarak peygamberlerin çağırdığı gerçeklere boyun eğmemektir. Neticesi ise cehennem kapılarından ebedî azaba giriş yapmaktır.

Burada dünyevi arzu ve isteklerden her birinin gerek dünyadaki nefis cehenneminin kapılarından gerekse âhiretteki ateş cehenneminin kapılarından bir kapı olduğuna bir işaret vardır. Bu bakımdan, nefsânî arzuların, dünyalık süslerin ve dünyanın yaldızlı, cafcaflı şeyleriyle böbürlenmenin bırakılması gerekir ki böylece cehennemin kapıları kesin olarak yüzümüze kapanabilsin.

Yine burada kibirlenmek tenkid ediliyor. Öyle ise bunun muhakkak zıddıyla tedavi edilmesi gerekir ki o da tevazudur. Hikmet ehli bir zat, tevazuun ehemmiyetini bir misalle şöyle anlatır:

Çayırdaki otlar: “Bizi, bir an bile Allah’a karşı gelmeyen hayvanlar yiyor, dolayısıyla ben senden daha hayırlıyım” diyerek ağaca karşı böbürlenmiş. O da “Hayır ben daha hayırlıyım. Baksana benden de meyveler çıkıyor ve müminler bunları yiyor” demiş. Kamış ise tevazu göstererek: “Bende hiç hayır yok. Beni ne hayvanlar ne de insanlar yiyebiliyor!” demiş. İşte böyle tevazu göstermesi üzerine Allah da onun içinde en tatlı şey olan şekeri yaratmış. Ancak kamış, Allah’ın içine koyduğu bu tada bakarak kendinde bir büyüklük vehmedince Allah da ondan kamış başı çıkarmış ve insanoğlu bundan süpürge yapmış ve pisliklerini onunla süpürüp temizlemeye başlamış. İşte ilâhî teklife muhatap olmayan varlıkların durumu böyle olursa, insan gibi mükellef varlıkların halini teemmül etmek gerekir.

O halde:

Mü'min / 77

Resûlullah (s.a.s.)’e sabırlı olması telkin edilerek, müşriklerin er ya da geç mutlaka cezalandırılacakları haberi verilmektedir. Onlara dünyada verilecek cezaların belki bir kısmını Allah Resûlü (s.a.s.) görecek, bir kısmını da görmeyecekti. Fakat bu önemli değildir. Önemli olan onlara gereken cezanın verilecek olmasıdır. Bundan daha önemlisi, sonunda onların dönüşü Allah’a olacak ve esas hak ettikleri cezayı orada bulacaklardır. Nitekim bu âyetlerin inmesinden birkaç sene sonra Medine döneminin başlarında vuku bulan Bedir savaşında müslümanların müşrikler karşısında elde ettikleri zaferle, dünyadaki cezalandırma süreci başlamış ve bunu başka cezalar takip etmiştir.

Nitekim iman-küfür mücâdelesinin seyri ve neticesini gösterme açısından Kur’ân-ı Kerîm’de kıssaları anlatılan veya anlatılmayan peygamberlerin hayatında dikkat çekici misaller vardır:

Mü'min / 78

Önceki peygamberler de genellikle benzeri sıkıntılarla karşılaşmışlardır. Mesela her biriyle alay edilmiş ve kendilerinden mûcize göstermeleri istenmiştir. Halbuki Allah müsaade etmediği sürece hiçbir peygamberin mûcize getirme imkân ve kudreti yoktur. Allah izin verip mûcize gösterildiği takdirde de iman etme mecburiyeti getirilmiştir. İman edilmediğinde ise artık acı son geldi demektir. O zaman adâlet mutlaka yerini bulur ve hakkı yok etmeye çalışan bâtıl yanlıları kesinlikle hüsrâna uğrarlar.

Halbuki aklını çalıştıran insan için kâinat Allah’ın birliğini, sonsuz kudretini ve ilminin kemâlini haykıran delillerle doludur. Bunlar varken inadına peygamberden mûcize istemeye ne gerek vardır:

Mü'min / 79

Bindiğimiz, etinden, sütünden, derisinden, yününden ve kıllarından istifade ettiğimiz hayvanlar bu delillerden biridir. Onları belirli bir proğrama göre insanların hizmetine veren ve onları insanlara kolayca ülfet edecek özellikte yaratan Allah Teâlâ’dır. (bk. Nahl 16/5-7; Yâsîn 36/71-73) Ayrıca ticaret ve taşımacılık hizmetlerinin yapılabilmesi için su ve rüzgârın belli bir ölçüye göre yaratılmış olması, mutlak kudret sahibi Allah’ın birliğine delildir. Yine geceleri denizcilerin yol bulmalarına yardımcı olmaları için belli bir nizam dâhilinde gökyüzüne yıldızları yerleştiren de Allah Teâlâ’dır. Bütün bunlar aynı yaratıcının hem yeryüzünü, hem gökyüzünü ve bunlar arasında bulunan tüm varlıkları yaratıp idâre ettiğini ve bu yüzden tüm kâinatın şaşmaz bir nizam ve âhenk içinde olduğunu göstermektedir. Yaptığı her işi sayısız hikmete binâen yapan ve gerçek hüküm sahibi olan Allah Teâlâ’nın, insana bunca imkân ve nimetler vermiş olmasına rağmen, onu başıboş bırakması ve bunların hesabını sormaması mümkün müdür?

İşte önceki toplumların başlarına gelenler bu gerçeğin apaçık göstergelerinden biridir:

Mü'min / 82

Son olarak sayılarının çokluğuna; askeri, siyâsî ve iktisâdî güçlerinin üstünlüğüne; dünyada kültür ve medeniyet adına meydana getirdikleri eserlerin sağlamlığına ve vahiyden bağımsız olarak sahip oldukları bilgi ve bilime güvenip böbürlenerek peygamberlerin getirdiği ilâhî tâlimatlara ihtiyaç duymayan, onları hiçe sayan inkârcı zihniyetlere büyük bir tehdit gelmektedir. İnkârlarının cezası olarak tepelerine ilâhî azap indiğinde kazandıkları bu şeyler kendilerine hiçbir fayda sağlamayacak, azabı onlardan savamayacaktır. Kızıl Deniz’de boğulacağını yakînen anlayan Firavun gibi, Allah’ın şiddetli azabını görünce, şirkten vazgeçip Allah’ın birliğine inandıklarını söyleseler de, artık âhiret perdelerinin açılmaya başladığı böyle bir durumda imanları onlara bir fayda vermeyecektir. Çünkü tevbe ve iman ancak azap ve ölüm gelmeden önce bir fayda sağlar. Azap ve ölüm geldikten sonra imanın bir faydası yoktur. Bu Allah Teâlâ’nın başlangıçtan beri kulları hakkında uyguladığı sosyolojik bir kanundur. Kıyamete kadar da bu kanun böylece devam edecektir. Bu kanuna göre, kâfirler, küfürde kaldıkları sürece kaçınılmaz olarak hüsrâna uğrayacaklardır. O halde tek çıkar yol; küfrü, şirki, Allah ve Peygamber düşmanlığını terk edip nasûh bir tevbe, kuvvetli bir iman, yeni bir aşk ve heyecanla İslâm’a dönmektir!

Mü’min sûresinin sonunda yer alan kâfirlere yönelik tehdîdi, daha ayrıntılı ve örneklerle açıklamak üzere Fussilet sûresi gelmektedir:



https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/05/enam-suresinin-145-ayeti-ne-anlatiyor-195379-m.jpg
Enâm Suresinin 145. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede buyrulur: قُلْ لَٓا اَجِدُ ف۪ي مَٓا اُو۫حِيَ اِلَيَّ مُحَرَّمًا عَلٰى طَاعِمٍ يَطْعَمُهُٓ اِلَّٓا اَنْ يَكُونَ مَيْتَةً اَوْ دَمًا م ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/05/enam-suresinin-141-ayeti-ne-anlatiyor-195344-m.jpg
Enâm Suresinin 141. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede buyrulur: وَهُوَ الَّذ۪ٓي اَنْشَاَ جَنَّاتٍ مَعْرُوشَاتٍ وَغَيْرَ مَعْرُوشَاتٍ وَالنَّخْلَ وَالزَّرْعَ مُخْتَلِفًا اُكُلُهُ وَالزَّي ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/05/elinin-emegi-ile-gecinmek-ile-ilgili-ayet-195339.jpg
Elinin Emeği İle Geçinmek İle İlgili Ayet

“Cuma namazı bittikten sonra yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lutfundan nasîbinizi arayın!” (Cuma sûresi ( 62),10) Dinimizde çalışmak görev, kazanmak ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/05/enam-suresinin-132-ayeti-ne-anlatiyor-195306-m.jpg
Enâm Suresinin 132. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede buyrulur: وَلِكُلٍّ دَرَجَاتٌ مِمَّا عَمِلُواۜ وَمَا رَبُّكَ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ Herkesin amellerine göre dereceleri vard ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2022/08/kurani-kerimin-ozellikleri-maddeler-halinde-188322-m.jpg
Kuran'ı Kerim'in Özellikleri Maddeler Halinde

Ebedî bir mûcize olan Kur’ân-ı Kerîm, pek çok hususiyete sahiptir. Bunların bir kısmını şöyle ifade etmek mümkündür: 1- Kur’ân-ı Kerîm, Rahmân olan ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/05/enam-suresinin-127-ayeti-ne-anlatiyor-195280-m.jpg
Enâm Suresinin 127. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede buyrulur: لَهُمْ دَارُ السَّلَامِ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَهُوَ وَلِيُّهُمْ بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ Rableri katında selam yurdu (cenne ...