85 kayıt bulundu
Sure Ayet Karşılaştır
Mü'min / 24

Burada özellikle Firavun, Hâmân ve Karun’un söz konusu edilme­si, Hz. Mûsâ’ya karşı düşmanlık planlayıp uygulamaya koyanların bunlar olması sebebiyledir. Firavun kral, Haman vezir, Karun ise mal ve hazinelerin sahibiydi. Bunlar Hz. Mûsâ’nın tebliğine şiddetle karşı çıktılar ve onu sihirbazlıkla ve yalancılıkla suçladılar. Bununla da kalmayıp, Firavun İsrâiloğullarının yeni doğan erkek çocuklarının öldürülmesini emretti. Bu öldürme, Hz. Mûsâ doğmadan önceki ilk öldürmeden ayrıdır. Çün­kü Firavun, Mûsâ (a.s.)’ın doğumundan sonra çocukları öldürmeye son ver­mişti. Cenâb-ı Hak, Hz. Mûsâ’yı peygamber olarak gönderince onlara bir ceza olmak ve insanları imandan uzaklaştırmak maksadıyla tekrar İsrâiloğullarının erkek çocuklarını öldürmeye başladı.  Bu yolla İsrâiloğullarının günden güne çoğalan erkek nüfusunu azaltıp güçlerinin artmasını önlemeye çalışmıştı. Yüce Allah ise onların üzerine indirmiş olduğu kurbağa, haşerat, kan ve tufan gibi çeşitli azaplarla bu planlarını uygulamalarına imkân vermedi. Sonunda İsrâiloğullarını Mısır’dan çıkardı; Firavun ve ordusunu ise su­da boğdu. İşte “Fakat kâfirlerin tuzakları neticede boşa çıkmaya mahkûmdur” (Mü’min 40/25) buyruğunun mânası budur. Bu gibi planları uygulamaya koyanların bütün hile ve tuzakları boşa çıkacaktır.

Bir ara Firavun Hz. Mûsâ’yı öldürmeyi bile düşündü:

Mü'min / 26

Hz. Mûsâ’nın tebliği günden güne yayılıyor ve tesirini artırıyordu. Onun gösterdiği mûcizeler karşısında Firavun’un baskısı kırılmaya ve dilediğini yapamaz olmaya başladı. Belli ki o ciddi mânada şaşkınlığa uğramıştı. Öyle ki durum sadece önde gelenlerin görüşüne müracaattan ve istişâreden ibaret kalmadı,  bir müdâhale mâhiyetini aldı. Bu sebepledir ki “Bırakın beni Mûsâ’yı öldüreyim” (Mü’min 40/26) diye bağırıyordu. Şaşkınlığından saçma sapan konuşuyordu. Bu saçmalıklardan biri de şudur: Bir taraftan “Mûsâ gitsin Rabbine dua etsin” diye Allah’ı inkâr edip hafife almak istemekte, bir taraftan da “dininizi değiştirecek” diye dindarlık taslamaktaydı. Gerçi “din”den kastı,  o günkü Mısır toplumunun tuttuğu yol ve medeniyetti. Firavun aslında kendi saltanatının yıkılacağından korktuğu halde, bir çok politikacı gibi, güya halkı düşündüğü için, onlar namına Mûsâ’yı yok etmeye karar verdiğini ileri sürmekteydi. Bütün bunlar Hz. Mûsâ karşısında Firavun’un kalbine oturan korkunun derecesini ve davranışlarına yansıyan paniğin boyutlarını ortaya koymaktadır. Hz. Mûsâ ise Firavun’un tehditlerine hiç aldırış etmemiş ve hiçbir surette ondan korkmamıştır. Sadece bu gibi âhirete inanmayan kibirli zorbaların şerrinden Allah’a sığınmıştır. O, en sağlam yere sığındığı için Cenâb-ı Hak da, kendisini savunup yardım edecek iman-ı kâmil bir mücâhidi, hem de Firavun’un bizzat kendi ailesinden söküp alarak onun imdâdına göndermiştir:

Mü'min / 28

Firavun’un âilesinden olan bu mü’min adam,  duygularının esiri olmadan tarafsız konuştuğu intibaını vermeğe ihtimam göstermekte ve tartışmada her iki tarafı da dengeli bir şekilde koruma siyaseti gütmektedir. Konuşmasından da anlaşılacağı üzere önce Hz. Mûsâ’nın yalancı olma ihtimalini dile getirmiş, sonra onun va‘dettiği her şey olmasa dahi, bir kısmının gelme ihtimalinin bile onları nasıl düşündürmesi gerektiğini anlatmak istemiştir.

Diğer taraftan bu mü’min adamın, Hz. Mûsâ’yı öldürmeye karar vermiş bulunan Firavun ve kabinesine karşı gerçekten geniş çaplı bir eyleme giriştiği görülür. Bu tavır aynı zamanda hakiki mü’minin temkinli, mahir ve güçlü mantığının bir gereğidir. O, öncelikle, “Rabbim Allah” dediği için bir insanı öldürmenin korkunçluğunu ortaya koyarak söze başlar. Sonra bir adım daha ileri gidip, bu adamın elinde delillerin olduğunu ve Rabbinden mûcizeler getirdiğini bildirir. Bununla Hz. Mûsâ’nın gösterdiği asa ve yed-i beyza gibi mûcizelere işaret eder. Sonra kendini azgınlar safındaymış gibi göstererek: “Eğer o bir yalancıysa, zâten yalanının cezasını kendisi çekecektir” (Mü’min 40/28) sözüyle en kötü ihtimalde dahi onların ne yapmaları gerektiğini belirler. Bu durumda Hz. Mûsâ, yalancılığının neticesine katlanacak ve cezasını çekecektir. Dolayısıyla onu öldürmeye kalkışmalarını tutarlı gösterecek bir sebep yoktur. Diğer taraftan, Hz. Mûsâ’nın doğru söylemekte olduğu ihtimali de vardır. Bu ihtimale göre temkinli hareket edip, sonuçlarına maruz kalmamak için ihtiyatlı bulunmak faydalı olacaktır. Bu metot, tartışırken karşı tarafın delillerini çürütmede insafın son haddidir.

Daha sonra o, “Çünkü Allah haddini aşan, kabiliyet ve imkânlarını boşa harcayan ve çok yalan söyleyen kimseleri doğru yola ulaştırmaz” (Mü’min 40/28) sözüyle onları üstü kapalı bir şekilde tehdit ediyor. Eğer bu, Hz. Mûsâ ise Allah O’nu başarıya ulaştırmayacaktır. Onu bırakın, cezasını Allah versin. Eğer siz, Hz. Mûsâ ve Rabbine karşı yalan söyler ve aşırı giderseniz, o zaman cezaya çarptırılacak olan bizzat kendiniz olursunuz. Dolayısıyla onları Allah’ın azabı ile korkutuyor; servetlerinin ve iktidarlarının Allah’ın kendilerini ibret olacak şekilde cezalandırmasına engel olamayacağı uyarısında bulunuyor. Nankörlüğü değil şükretmeyi gerektiren onca nimetleri kendilerine hatırlatıyor. “Fakat yarın Allah’ın azabı gelip tepemize çökerse, söyler misiniz hangi kuvvet bizi ondan kurtarabilir?” (Mü’min 40/28) sözüyle kavmini ilâhî cezadan sakındırırken kendisini de onların arasına katma nezaketini gösteriyor. Onlardan biri olduğuna göre, iyi veya kötü durumları kendisini yakından ilgilendirmektedir. Şefkat ve merhamet ızhar eden bu “biz dili” üslubu, konuşmacının samimiyetini ortaya koymakta ve onların bu uyarılara kulak vermelerini sağlamaya yardımcı olmaktadır.

Aslında burada “mü’min adam” misali, Resûlullah (s.a.s.)’i öldürmeyi planlayan müşriklerin durumlarını ve bu gibi haller karşısında gerçek mü’minlerin takınması gereken tavrı belirlemek üzere anlatılır. Nitekim Ukbe b. Ebû Mutî’ isimli müşrik, Kâbe’de bulunan Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.)’e saldırarak boğazına sarılmıştı. Bunu gören Hz. Ebubekir, saldırganı ellerinden yakalayarak Rasûllah (s.a.s.)’i kurtardı. Daha sonra burada kendisinden bahsedilen mümin kişinin sözlerini nakleden âyetin, “Ne o! Yoksa siz bir insanı «Rabbim Allah’tır» dediği için öldürecek misiniz? Halbuki o size Rabbinizden apaçık mûcizeler, deliller getirmiştir” (Mü’min 40/28) meâlindeki bölümünü aynen tekrarladı. (Buhârî, Tefsir 40/1; Menâkıbü’l-ensâr 29) Daha sonra Hz. Ali: “Allah’a yemin ederim ki Ebubekir’in davranışı Firavun ailesinden olan mümin kişinin davranışından daha üstündür. Çünkü o kişi imanını saklamıştı, halbuki Ebubekir inandığını açıkça ifade etmiş, malını ve canını bu yola adamıştır” değerlendirmesinde bulunmuştur. (Bezzâr, Müsned, III, 15)

Bu mü’min adam bir taraftan en mantıklı ve en nezaketli sözlerle muhataplarını yanlışlardan sakındırırken, diğer taraftan bu sözleri gururuna yediremeyen Firavun’da kibir duyguları kabarır. Haksız olduğu halde üstünlük havasına kapılır. Yapılan samimi nasihatleri iktidarına karşı bir tehlike ve nüfuzuna gölge düşürücü bir müdahale olarak değerlendirir. Kendi söylediklerinin tartışmasız doğrular olduğunu savunur.

Bütün bunlara rağmen mü’min adam, onları sakındırmayı, onlara öğüt vermeyi ve görüşünü açıkça ortaya koymayı bir vazife bilmektedir. Firavun gibi azgın iktidar sahiplerinin görüşleri ne olursa olsun korkmadan inandığı gerçeklerin peşinden yürür. Sonra belki duygulanır, ürperir, uyanır ve yumuşarlar diye onların kalpleriyle başka bir dokunuşla temas kurmaya çalışarak nasihatine şöyle devam eder:

Mü'min / 30

Ayette bahsedilen gün, önceki toplumların, başkalarına ibret olacak şekilde ilâhî cezaya maruz kaldıkları ve helak oldukları gündür. Zaman be zaman toplumlar değişse de bugünün özelliği hep aynı kalmaktadır: Başına indiği toplumu yok eder. Şu var ki Allah kullarına asla zulmetmez. Onları sadece günahları yüzünden, ders ve ibret olsun diye kısmen cezalandırır. Bunun hikmeti de şudur: Allah bu ceza günleriyle çevredeki insanları ve sonraki nesilleri intibaha çağırarak ıslah etmek ister.

İkinci olarak mü’min adam kavmine Allah’ın günlerinden birini daha hatırlatır:

Mü'min / 32

Bahsedilen gün, dehşetli kıyamet günüdür; çağrışma, feryad ü figan günüdür. Orada dehşetli çağrışma sahneleri vuku bulacaktır. Mesela melekler insanları mahşer alanında toplanmaları için çağıracaklar. A‘râf takiler cennetliklere ve cehennemliklere seslenecekler. Aynı şekilde cennetlikler cehennemliklere, cehennemlikler de cennetliklere çağıracaklar. Yani bu günde çağrışma değişik biçimlerde gerçekleşir. Dolayısıyla bu ifadeler, mahşeri kalabalığı ve birbirinden davacı olma gününü tasvir etmektedir. O gün insan hesaptan ve cehennemden arkasını dönüp kaçmaya çalışacak, fakat onu Allah’a karşı kimse koruyamayacak. Durum o ki, belâlı kıyamet gününde dehşete kapılma ve kaçmaya çalışma teşebbüsleri, yeryüzünde büyüklük taslayan, zorbalık eden makam ve iktidar sahiplerinin ilk göze çarpan manzarası olacaktır.

Mümin adam son olarak onların Hz. Yûsuf’a karşı tutumlarını hatırlatır:

Mü'min / 34

Mü’min adam, konuşmasının bu noktasında, kendi zamanında yaşayan Firavun’un rüyasını doğru tâbir edip ülkeyi kıtlığın belâlarından koruyan ve hatta çevre ülkelere büyük yardımı dokunan Yûsuf (a.s.)’a bile inanmayan Mısır halkını misal veriyor. Bunlar Hz. Yûsuf’un tebliğ ettiği ilâhî hakîkatlerden şüphe etmişler, ona inanmamışlardı. Ancak vefatından sonra Yûsuf’un kıymetini bilmişler ve bir daha Yûsuf gibi bir peygamberin gelmeyeceği mânasında “Bundan sonra Allah asla bir peygamber göndermez” (Mü’min 40/34) demişlerdi. Şimdi aynı hakîkatleri Hz. Mûsâ tebliğ etmektedir. Hiç değilse bu fırsatı kaçırmamalarını, kaçırıp da sonra pişman olmamalarını öğütlemektedir.

Âyetler şu üç kötü özelliğe sahip olan kimselerin sapıklığa düşeceklerine işaret buyurur:

    Kişi öylesine günahların içine dalar ki artık onlardan hoşlanmaya başlar. Şeytan bu gibi kimselere yaptıklarını süslü gösterir, sefâletlerini saadet zannederler.

    Doğru yola girip ıslah olmayı kabul etmediği gibi, peygamberlerin getirdiği apaçık delillere şüpheyle bakar. Tevhid ve âhiret hakkında öne sürülen tüm delilleri kabulden kaçınır.

    Elinde sağlam bir delil olmaksızın Allah’ın ayetlerine karşı mesnetsiz itirazlarda bulunur, gereksiz münâkaşalara girişir ve ilâhî vahyi inatla inkâr eder.

Bunlar “mütekebbir” ve “cebbâr” tînetli zâlimlerdir. Allah işte böylelerinin kalbini mühürler. “Tekebbür” ile, insanı Hakka teslim olmaktan alıkoyan sahte bir büyüklük duygusu, “cebbarlık” ile de İslâm’ın yasakladığı haksızlıkları işlemek suretiyle Hak’tan kaçıp halka zulmetmek kastediliyor.

 Mü’min adamın onların kalplerini yumuşatmak için sergilediği bu merhametli tavra rağmen Firavun’un eski sapıklığında direttiği, hakka teslim olmamak için inat ettiği görülür:

Mü'min / 36

Firavun, bir gözetleme kulesi yaptırarak teknik bir teşebbüste bulunmak ve bu şekilde Hz. Mûsâ’yı güya yalancı çıkarmak için bir şarlatanlık yapmak istiyordu. Bunda şu iki düşünceden biri vardı: Ya halka diyecekti ki, “İşte gökleri gözetledik, orada Mûsâ’nın dediği İlahı göremedik, olsaydı görünmesi gerekirdi.” Yahut diyecekti ki: “Bakınız! Biz bu kadar malî imkânlarımızla göklere çıkmanın yolunu bulamadık. O halde Mûsâ nereden çıktı da bize onların Rabbi tarafından vazifeli olduğunu söylüyor?” Müteakip âyet, Firavun’un bu husustaki aptallığına ve kötü tutumuna işaret eder: Zira Allah’ın varlığını gökler, yer ve yerdeki bunca varlık gösterirken, gökte bir yıldız arar gibi O’nu aramak akıl kârı değildir. (bk. Kasas 28/38-42)

Olayın ilerleyen safhası şöyle:

Mü'min / 38

O mü’min zât ne kadar yumuşak, ne kadar gönül okşayıcı ve cezp edici bir üslupla konuşuyor. Âdeta sözlerinin her kelimesinden, her harfinden şefkat ve merhamet damlıyor. O yüce hakîkatleri bütün samimiyeti ve içtenliği ile, bereketli bahar yağmurlarının toprağa işlemesi gibi kalplere sindiriyor. Akılları tefekküre, gönülleri intibâha çağırıyor. Ebedî diriliş ve kurtuluşun reçetesini yazıyor, yolunu gösteriyor.

Yüce Allah’ın hikmeti, kullarına merhametinden ve onların güçsüzlüğünü en iyi takdir ettiğinden onların iyiliklerine kat kat mükâfat vermeyi, kötülüklerini ise katlamamayı gerektirmiştir. Merhametli Rabbimiz, iyiliğin önünde birçok engel bulunduğundan yapılan iyiliklerin sevabını katlamakta ve bunları kötülüklere kefaret yapmaktadır.

Bu mü’min adam, halkını kurtuluşa çağırırken onların, kendisini ateşe çağırmalarına bir mâna verememekte ve onlara şöyle çıkışmaktadır:

Mü'min / 41

Burada iki farklı davetten bahsedilmektedir. Yalnız bu iki davet arasında dağlar kadar fark vardır. İnanmış adam, onları yüce kudret sahibi ve çok bağışlayıcı olan Allah’a davet etmekte, tek bir ilâha kulluğa çağırmaktadır. Bu ilâh, üstün güç sahibidir, çok bağışlayıcıdır. Onlar ise Allah’ı inkâr etmeye, kesin olarak bilinmeyen iddialar, kuruntular ve uydurmalar yoluyla O’na ortak koşmaya yönlendirmektedirler. O mü’min adam ise tereddütsüz olarak Allah’a ortak koşulan bu yaratıkların elinde hiçbir yetki bulunmadığını belirtir. Dünyada da âhirette de onların bir şeye gücü yetmediğini, her şeyin Allah’ın elinde olduğunu ifade eder.

Sonra da o, iddiada hadlerini aşanların, sahip oldukları maddî ve manevî imkanları boşa harcayıp israf edenlerin cehennemlik olacaklarını dile getirir:

Mü'min / 43

Burada, mü’min adamla kavmi arasındaki tartışma sona ermektedir. Fakat, Firavun’un ailesinden olan bu inanmış adam, gerçek sözünü zamanın kalbine sonsuza dek silinmeyecek biçimde kazımış bulunmaktadır. O da: “Ben işimi tam bir teslimiyet içinde Allah’a havâle ediyorum. Şüphesiz Allah kullarını çok iyi görmektedir” (Mü’min 40/44) sözüdür.

Şeyh Hamîdüddîn Aksarâyî, bir mânada da o mü’min adamın halini terennüm ederek şöyle der:

“Diriyiz dâim ölmeyiz, karanlıkta da kalmayız,

Çürüyüp toprak da olmayız, bize leyl ü nehâr olmaz.

Ne kahrı düşman elinden, ne lütfu âşinâdan bil,

Umûru Hakk’a tefvîz et Cenâb-ı Kibriyâ’dan bil.”[1]

Bundan sonra o mü’min kişinin akıbetinden ve ona karşı gelen Firavun ehlinin gerek kabirdeki gerekse mahşerdeki durumlarından bazı kesitler verilmektedir:

[1] Leyl ü nehâr: Gece ve gündüz. Âşinâ: Dost. Umûr: İşler. Tefvîz: Ismarlama, havale etme.

Mü'min / 45

Öyle anlaşılıyor ki bu zat çok muteber bir mevkide olduğundan, bu sözlerine rağmen Firavun ona ilk merhalede bir zarar verememiştir. Gerçekleri korkusuzca dile getiren o mü’min adamı yüce Allah Firavun’un ve kabinesinin hazırladığı tuzağın tüm kötülüklerinden korumuştur. Ona ne bu dünyada ne de bundan sonraki hayatta hiçbir kötülük dokunmamıştır. Fakat en yakın çevresinin bile Mûsa’yı kabul ettiğini gören Firavun, ondan etkilenenleri tasfiye etme planlarına girişmiştir. Bu arada Hz. Mûsâ’ya İsrâioğulları’yla birlikte Mısır’dan çıkma emri gelmiş, peşine düşen Firavun da ordusuyla birlikte azabın en kötüsüyle kuşatılarak suda boğulmuştur.

Bu âyetlerde Firavun ve âilesine sırasıyla verilecek olan üç farklı azaptan bahsedilir:

  “Firavun ehlini o korkunç azap kuşatıverdi” (Mü’min 40/45): Bu, Hz. Mûsâ ve beraberindeki İsrâiloğullarını kovalarken Kızıl denizde boğulmalarıdır.

  “Ateş! Sabah akşam onun karşısına getirilecek ve ona maruz bırakılacaklar” (Mü’min 40/46): Bu, berzah âleminde vuku bulacak bir cezalandırmadır. Bunun şiddeti cehennem azabına göre azdır. Ateşin içine girmezler, onunla yüz yüze getirilirler. Onlar boğulmalarında kıyamet gününe kadar geçecek süre içinde sabah akşam o ateş ile karşı karşıya getirilerek dehşet içinde kalırlar.  Aslında bu azap sadece Firavun ve kavmine mahsus olmayıp, tüm kâfirler için geçerlidir. Firavun sadece bir misaldir. Mü’min ve sâlih kullara ise, ölümlerinden kıyamete kadar geçecek süre içinde âhirette kendilerini bekleyen o güzel cennet manzaraları sabah akşam gösterilecektir.

Nitekim Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Sizden herhangi bir kimse öldüğünde sabah ve akşam ona kalacağı yer gösterilir. Eğer cennet ehlinden ise cennet ehlinden birisi olarak ona yeri gösterilir. Şayet cehennem ehlinden ise yine cehen­nem ehlinden birisi olarak yeri gösterilir ve: «Yüce Allah kıyamet günü buraya seni göndereceği vakte kadar senin kalacağın yer bura­sıdır» denilir.” (Buhârî, Cenâiz 89; Müslim, Cennet 65)

Bu sebepledir ki Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.), dualarında kabir azabından Allah’a sığınırdı, müslümanlara da ondan Allah’a sığınmalarını tavsiye ederdi. (Buhârî, Ezân 49; Müslim, Cennet 67)

Resûlullah (s.a.s.), yanından geçmekte olduğu iki mezar hakkında şöyle buyurdu:

“Bu ikisi, hayatta iken küçümseyerek işledikleri birer büyük günah yüzünden azap görüyorlar. Evet, aslında işledikleri günahlar büyüktür. Biri koğuculuk yapardı. Diğeri ise abdest bozarken idrarından sakınmaz, iyice temizlenmezdi.” (Buhârî, Vudû 55, 56; Müslim, Taharet 111)

Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Kabirdeki ölü, denizde boğulmak üzere olan ve dehşet içerisinde yardım isteyen kimse gibidir. Babasından, anasından, kardeşinden, samîmî ve sâdık arkadaşından bir dua bekler. Şayet bir dua gelecek olsa, bu onun için dünya ve içindekilerden daha kıymetli ve sevimli olur. Şüphesiz Allah, kabir ehline, dünyadakilerin duası bereketiyle dağlar misâli ecir verir. Dirilerin ölülere gönderebileceği en iyi hediye ise onlar için istiğfâr etmek ve onlar adına sadaka vermektir.” (Deylemî, Firdevs, IV, 103/6323; Ali el-Mütteki, Kenzu’l-ummâl, XV, 694/42783; XV, 749/42971)

Dolayısyla bahsi geçen âyet-i kerîme ve bir kısmını burada zikrettiğimiz hadis-i şerifler, kabir azabının kesinliğini ortaya koymaktadır. Allah Teâlâ bizi, ölümün şerrinden, kabir azabından ve âhiretin dehşetli hallerinden muhafaza eylesin!

  Kıyâmetin kopacağı gün ise: “Firavun ehlini cehennemdeki en şiddetli azaba sürükleyin” (Mü’min 40/46) denecek: Bu ise cehennem ateşidir.

Zaten devam eden âyetler de cehennemdeki bir kısım acıklı manzaraları bize haber vermektedir:

Mü'min / 47

Madem büyüklük taslayanların cehennem azabını hafifletmeye güçleri yetmeyecekse, o halde dünyada geçici korkular ve basit menfaatler için onların peşine takılmaya gerek yoktur. Onları terk edip, peygambere uyarak ebedi hayatta işe yarayacak ve yüz güldürecek bir yol izlemek lazımdır. Değilse cehennemde şöylesine tam bir ümitsizlik ve çaresizlik içinde kalmak mukadder olur:

Mü'min / 49

Ebu’d-Derdâ (r.a.)’den rivayete göre Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Cehennemlikler üzerine açlık belası salınacak, öyle ki bu açlık, içinde bulundukları azaba denk gelecek. Açlıktan kur­tulmak için imdat dileyecekler, bu sefer onlara ne doyuran, ne de açlığa kar­şı bir faydası olan ضَر۪يعٌ (darî‘) denilen yiyecek verilecek. Onu yiyecekler, fakat on­lara hiçbir faydası olmayacak. Yine imdat dileyecekler, bu sefer onlara bo­ğazda tıkanıp kalan bir yiyecek verilecek ve bu boğazlarına tıkanıp kalacak. Dünyada iken boğazlarına tıkanan lokmaları suyla aşağı doğru indirdikleri­ni hatırlayacaklar. Bu sefer imdat dileyerek kendilerine içecek bir şeyin ve­rilmesini isteyecekler. Bu sefer onlara kancalar ile kaynar su geti­rilecek. Bu kaynar su yüzlerine yaklaştırıldığında yüzlerini yakıverecek. Karın­larına ulaştığında bağırsaklarını ve karınlarında bulunan ne varsa her şeyi pa­ramparça edecek. Bu sefer meleklerden yardım isteyecekler ve aralarında bu âyetlerde yer alan konuşma geçecek.” (Tirmizî, Cehennem 5/2586)

Meleklerin, “kendiniz yalvarın” sözünde, onların dualarına icâbet edilebileceği konusunda bir ümit verme kastı yoktur. Bununla kâfirlere asla şefaat etmeyeceklerini haber verirler. Bir de artık dualarının kabul edilebileceği gibi bir düşünceyi tamamen unutmalarını telkin ederler. Ne kadar yalvarsalar da boşunadır. Çünkü bu, yapılması gereken bir zamanda yapılmamıştır.

Bütün bunlar inkârcıları bekleyen hazin âkibetler, tahammülü imkansız acı felâketlerdir. Peygamberlerin ve onlara inananların durumu ise elbette farklı olacaktır:

Mü'min / 51

Şâhitler, meleklerdir. Çünkü onlar, peygamberlerin risâletlerini tebliğ ettiklerine, kâfirlerin ise bunları yalanladıklarına şâhitlik edeceklerdir. Ayrıca kıyamet günü şâhitliklerine başvurulacak peygamberler, bir kısım mü’minler ve insanların bizzat kendi azaları da bahsi geçen şâhitler cümlesindendirler. (bk. Yâsîn 36/65; Fussılet 41/20-22)

Bu gerçekler, bütün peygamberlere ortak bir şekilde bildirilmiştir. Nitekim:

Mü'min / 53

Hz. Mûsâ’ya risâlet vazifesini verdikten sonra, onu kendi haline bırakmayıp, adım adım takip eden, koruyan ve başarıya eriştiren Allah Teâlâ, Habîbi Hz. Muhammed (s.a.s.)’i de Mekke’li müşriklerin zulmünden koruyacak, ona yol gösterecek ve yardım edecektir. Rasûlünü onların acımasız ellerine çaresiz bir halde bırakmayacaktır. Hz. Mûsâ’ya karşı gelenler hidâyetten mahrum kaldıkları gibi, Resûl-i Ekrem’e inanmayanlar da hidâyetten öylece mahrum kalacak; Hz. Mûsâ’ya inananlar Tevrât’a vâris oldukları gibi, her zaman ve zeminde Peygamberimiz (s.a.s.)’e uyanlanlar da Kur’an’a vâris olacaklardır. Yalnız bu başarıya erişebilmek için sabretmek, azimle hizmete devam etmek, günahlardan uzak bir hayat yaşayarak hem dil hem gönülle devamlı surette Allah’ı hamd, zikir ve tesbihle hemhâl olmak gerekir. Çünkü başarının sırrı, ilâhî yardımın kulun imdâdına yetişmesinde gizlidir.

Kur’an’a savaş açanlara gelince:



https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/05/enam-suresinin-145-ayeti-ne-anlatiyor-195379-m.jpg
Enâm Suresinin 145. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede buyrulur: قُلْ لَٓا اَجِدُ ف۪ي مَٓا اُو۫حِيَ اِلَيَّ مُحَرَّمًا عَلٰى طَاعِمٍ يَطْعَمُهُٓ اِلَّٓا اَنْ يَكُونَ مَيْتَةً اَوْ دَمًا م ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/05/enam-suresinin-141-ayeti-ne-anlatiyor-195344-m.jpg
Enâm Suresinin 141. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede buyrulur: وَهُوَ الَّذ۪ٓي اَنْشَاَ جَنَّاتٍ مَعْرُوشَاتٍ وَغَيْرَ مَعْرُوشَاتٍ وَالنَّخْلَ وَالزَّرْعَ مُخْتَلِفًا اُكُلُهُ وَالزَّي ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/05/elinin-emegi-ile-gecinmek-ile-ilgili-ayet-195339.jpg
Elinin Emeği İle Geçinmek İle İlgili Ayet

“Cuma namazı bittikten sonra yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lutfundan nasîbinizi arayın!” (Cuma sûresi ( 62),10) Dinimizde çalışmak görev, kazanmak ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/05/enam-suresinin-132-ayeti-ne-anlatiyor-195306-m.jpg
Enâm Suresinin 132. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede buyrulur: وَلِكُلٍّ دَرَجَاتٌ مِمَّا عَمِلُواۜ وَمَا رَبُّكَ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ Herkesin amellerine göre dereceleri vard ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2022/08/kurani-kerimin-ozellikleri-maddeler-halinde-188322-m.jpg
Kuran'ı Kerim'in Özellikleri Maddeler Halinde

Ebedî bir mûcize olan Kur’ân-ı Kerîm, pek çok hususiyete sahiptir. Bunların bir kısmını şöyle ifade etmek mümkündür: 1- Kur’ân-ı Kerîm, Rahmân olan ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/05/enam-suresinin-127-ayeti-ne-anlatiyor-195280-m.jpg
Enâm Suresinin 127. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede buyrulur: لَهُمْ دَارُ السَّلَامِ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَهُوَ وَلِيُّهُمْ بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ Rableri katında selam yurdu (cenne ...