Sure | Ayet | Karşılaştır |
---|---|---|
Bakara / 240 |
Bu
âyet-i kerîme, İslâm’ın ilk yılarında henüz kadınlara miras hakkı verilmeden
önce, kocası vefat etmiş olan hanımların bekleme sürelerini ve nafakalarının
teminini emretmekteydi. Buna göre bu durumdaki kadınlar bir yıl süreyle
kocalarının evlerinde kalacak ve geçimlerini oradan sağlayacaklardı. Kendi
arzularıyla evden çıktıkları takdirde ise, evlenmeden beklemek şartıyla, nafaka
haklarından vazgeçmiş oluyorlardı. Daha sonra kadına duruma göre dörtte veya
sekizde bir miras verilmesini emreden ayetle (bk. Nisâ 4/12) vârise vasiyette
bulunmak neshedilince, buradaki vasiyet hükmü de kaldırılmıştır. Âyetten
anlaşılması mümkün olan bir yıllık bekleme süresi ise, önce geçen ve kocası
ölen hanımlara dört ay on gün bekleme mecburiyeti getiren Bakara sûresi 234.
âyetle kaldırılmıştır.
Boşanmış
kadınların haklarına gelince: |
|
Bakara / 241 |
Boşanmış
kadınlara verilecek şeylerden maksat, kendileriyle ilişkiden sonra boşanan kadınlar
için iddet nafakası, mehirsiz nikahlanan ve kendisiyle ilişkide bulunulmadan
boşanmış kadınlar için de müt‘a olabilir. Müt‘anın hükmü Bakara 236. âyette
açıklandığından, burada bahsedilenin, boşanmış kadının iddet nafakası olduğu anlaşılmaktadır.
Koca boşadığı kadının, meşrû çerçevede ve maddî imkânlarına göre iddet müddeti içinde
nafakasını temin edecektir. Allah’tan korkan ve O’nun azabından emin olmak
isteyenler üzerine bu bir borçtur. Bütün bunlar, Allah Teâlâ’nın bizim dünya ve
âhiret saadetimiz için beyân ettiği âyetler, emrettiği hükümlerdir. Bunlar
üzerinde inceden inceye düşünmemiz ve gereğine göre amel etmemiz lazımdır.
Çünkü dünya hayatının sonu ve bütün yaptıklarımızın hesabını vereceğimiz âhiret
hayatının başlangıcı olan ölüm kaçınılmazdır: |
|
Bakara / 243 |
243.
âyette bahsedilen kimselerle ilgili olarak şöyle bir olay anlatılır: İsrâiloğulları’ndan
Vâsit civarında Dâverdân denilen bölgede oturan bir topluluk vardı. Orada vebâ
salgını çıktı. Zenginler ve önde gelenler kaçıp gitti, fakir ve çaresizler
kaldı. Geride kalanların çoğu helâk oldu. Kaçanlar ise ölümden kurtulup
hastalık ortadan kalkınca sıhhatli olarak geri döndüler. Kasabada kalıp helâk
olmayanlar, “Kaçan arkadaşlarımız bizden daha ihtiyatlı davrandılar. Eğer biz
de onlar gibi yapsaydık, hepimiz hayatta kalırdık. Şayet ikinci bir kez daha
veba salgını olursa biz de buradan, veba olmayan yere çıkıp gideceğiz” dediler.
Bir yıl sonra tekrar vebâ çıktı. Kasabanın tüm halkı kaçıp iki dağ arasında bir
vâdiye indiler. Buraya yerleşip kurtulduklarını sandıkları sırada, vâdinin alt
ve üst tarafından birer melek onlara, “Ölünüz!” diye nidâ etti. Allah’ın emri
ve dilemesiyle herhangi bir hastalık olmaksızın hepsi, tek bir insanın ölümü
gibi, bir anda öldüler. Hayvanları da öldü. Üzerlerinden sekiz gün geçti.
Cesetleri şişip dağıldı ve koktu. Etraftaki insanlar gelip onları defnetmek
istediler, fakat buna güç yetiremediler. Sonunda yırtıcı hayvanların
parçalamasından korumak için etraflarını duvarla çevirdiler. Bir müddet böylece
kaldılar. Cesetleri çürüdü ve kemikleri ortada kaldı. Hazkîl adında bir
peygamber, bu çürümüş cesetlerin yanına uğradı. Gördüğü şeyin çokluğu sebebiyle
durup hayretler içinde tefekkür etmeye başladı. Bu sırada Allah Teâlâ ona, “Sana
bir mûcize göstermemi ister misin?” diye vahyetti. “Evet” deyince Cenâb-ı Hakk
ona: “Ey kemikler! Allah sizin toplanıp bir araya gelmenizi emrediyor” diye
nidâ etmesini söyledi. O da böylece nidâ edince vâdide bulunan bütün kemikler
bir araya toplanıp bir kısmı bir kısmına bitişerek etsiz ve kansız, kemikten
cesetler haline geldiler. Sonra Allah Teâlâ ona tekrar: “Ey ruhlar! Allah size
dirilip ayağa kalkmanızı emrediyor” demesini istedi. O da bu şekilde söyleyince
kalktılar ve: سُبْحَانَكَ اللّٰهُمَّ وَ بِحَمْدِكَ لَا
إِلٰهَ اِلَّا أَنْتَ (Sübhânekellahumme ve bihamdike lâ ilâhe
illâ ente) “Ey Allah! Seni tüm noksan sıfatlardan pak ve uzak tutar, seni
tesbih eder ve sana hamd ederiz. Senden başka ilâh yoktur!” diyerek yeniden
hayata döndüler. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 794-795) Bu
kıssa, mü’minleri zarûrî bir son olan ölümden korkmamaya ve Allah yolunda cihad
edip şehîd olmaya teşvik etmektedir. Allah’a teslimiyet ve tevekküle çağırmaktadır.
Korkunun ölüme fayda vermeyeceği gerçeğinden hareketle, ölümden kaçmak yerine
üzerimize terettüp eden vazifeleri yapmaya gayret göstermemiz tavsiye
edilmektedir. Zira nerede olursak olalım ölüm mutlaka gelecek ve ondan kaçış
mümkün olmayacaktır. O halde bunun Allah yolunda gerçekleşmesi en akıllı yoldur.
O
halde mü’minler, hiçbir şeyden korkmadan ve çekinmeden Allah yolunda
savaşmalıdırlar. Onun dinini yüceltmek gayesiyle mücâhede ve mücâdele
etmelidirler. Gerektiğinde mallarını ve canlarını o uğurda cömertçe
harcamalıdırlar. Çünkü böyle yaptıklarında iki güzel neticeden birine mutlaka
kavuşacaklardır. Yâ gâlip gelip zafer elde edecekler veya şehîd olup Allah’ın
rızâsına ve nimetlerine ereceklerdir. Çünkü Allah her şeyi hakkiyle işitmekte
ve bilmektedir. Yapılan amellerin mükâfatını fazlasıyla verecektir ki, bir
sonraki âyette özellikle bu konuya temas edilmektedir: |
|
Bakara / 245 |
“Karz-ı hasen”, gönülden koparak, güzel bir niyet ve ihlasla,
dişinden tırnağından kırparak, helâl ve temiz olan şeylerden verilen borçtur.
Şahsi menfaat ve çıkar sebebiyle değil, sadece Allah’ı râzı etmek için verilen
borçtur. Allah’a verilen karz-ı hasen ise, O’nun yolunda yapılan cihad ve
infaklardır. Allah bunlara mükâfat olarak kat kat karşılık verecektir. Bunun
miktarını ancak Allah bilir. Yalnız bir kısım âyetlerde bu miktarın bire
yediyüz ve daha fazla olabileceği haber verilir. (bk. Bakara 2/261) Bu
âyetin, Ebuddahdâh isimli sahâbe hakkında indiği rivayet edilir. Bir gün: “Ey
Allah’ın Rasûlü, benim iki bahçem var. Birini tasadduk etsem onun bir benzeri
bana cennette verilir mi?” diye sorunca Peygamber Efendimiz: “Evet” buyurdu. O:
“Hanımım Ummuddahdâh da benimle beraber olacak mı?” diye sordu. Efendimiz: “Evet”
buyurdu. “Çocuğum da benimle beraber olacak mı?” sorusuna Efendimiz yine “Evet”
dedi. Bunun üzerine اَلْحَن۪ينَةُ (Hanîne) adındaki en
güzel bahçesini tasadduk etti. Sonra bahçeye varıp kapısında durarak
yaptıklarını hanımına haber verdi. Hanımı: “Yaptığın alış verişi Allah mübârek
kılsın” dedi. Bunun üzerine bahçeden çıkıp orasını Allah Resûlü (s.a.s.)’e
teslim ettiler. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI, 141-142) Allah
Teâlâ, fert ve toplumlara bazan darlık verir, bazan genişlik verir. Bazan rızkı
azaltır, bazan bollaştırır. Darlık olunca ümitsizliğe kapılmamalı, bolluk
olunca da şımarmamalıdır. Her iki halde de imkânlar nispetinde dişinden
tırnağından keserek Allah yolunda vermeye gayret gösterilmelidir. Şu hadis-i
kudsî, Allah’a güzel bir borç vermenin mânasını daha muşahhas hâle
getirmektedir: “Allah Teâlâ kıyâmet gününde şöyle buyurur: «Ey Âdemoğlu!
Hastalandım, beni ziyaret etmedin.» Âdemoğlu: «Sen âlemlerin Rabbi iken ben
seni nasıl ziyaret edebilirdim?» der. Allah Teâlâ: «Falan kulum hastalandı,
ziyaretine gitmedin. Onu ziyaret etseydin, beni onun yanında bulurdun. Bunu
bilmiyor musun? Ey Âdemoğlu! Beni doyurmanı istedim, doyurmadın» buyurur.
Âdemoğlu: «Sen âlemlerin Rabbi iken ben seni nasıl doyurabilirdim?» der. Allah
Teâlâ: «Falan kulum senden yiyecek istedi, vermedin. Eğer ona yiyecek
verseydin, verdiğini benim katımda mutlaka bulacağını bilmez misin? Ey Âdem
oğlu! Senden su istedim, vermedin» buyurur. Âdemoğlu: «Ey Rabbim! Sen âlemlerin
Rabbi iken ben sana nasıl su verebilirdim?» der. Allah Teâlâ: «Falan kulum
senden su istedi, vermedin. Eğer ona istediğini verseydin, verdiğinin sevabını
katımda bulurdun. Bunu bilmez misin?» buyurur.” (Müslim, Birr 43)
Nihâî
dönüşümüz Allah’a olacağı ve yaptıklarımızın hesabını O’na mutlaka vereceğimiz
için ilâhî tâlimatların sesine kulak vermemiz ve hayatımızı ona göre
düzenlememiz icâb etmektedir. Allah yolunda savaşmayı ve yapacağımız her türlü fedakârlığı
büyük bir kazanç kapısı olarak görmeli ve kaybedenlerden olmamaya çalışmalıyız.
Şimdi bunun kazananlar ve kaybedenleriyle güzel bir misâli verilmektedir: |
|
Bakara / 246 |
İçinde
“doldurmak” mânası bulunan الْمَلَأ (mele) ismi, bir topluluk ifade eder.
Toplandıkları zaman göz ve yer dolduran; insanların gözlerini mehâbetle,
meclisleri güzelliklerle dolduran bir topluluk ve cemiyet demektir. Daha ziyâde toplumun ileri gelen, görüşüne müracaat
edilen, şeref ve söz sahibi kimselerini belirtmek için kullanılır. Âyette
zikredilen peygamberin, İşmûyil (a.s.) olduğu söylenir. Fakat Kur’an’ın
anlattığı bu kıssadan maksat, hâdisenin tarihini ve kahramanların isimlerini
bildirmek değil, vuku bulan olayın mânasını idrak edip ondan gerekli ibretleri
alabilmektir. Bu sebeple “peygamberlerden biri” buyrulup isim verilmemiş,
Peygamber Efendimiz’e dahi gizli îmada bulunulmuştur. İsrâiloğulları’ndan
sözü edilen grup, peygamberlerinden, emrinde savaşmak üzere bir kumandan tayin
etmesini istemişler, o da kavminin hâlet-i ruhiyelerini çok iyi bildiğinden
savaşın emredilmesi durumunda zuhur edebilecek zâfiyetlerle ilgili endişelerini
dile getirmiştir. Onlar, “hangi şartlar altında olursa olsun biz Allah yolunda
savaşa hazırız” diyecekleri yerde, savaşma gerekçeleri olarak, yurtlarından
çıkarılmalarını ve evlatlarından uzak bırakılmalarını ileri sürmüşlerdir.
Himmetlerini ulvî değil, süflî bir gâyeye bağlamışlardır. Dolayısıyla savaş
farz kılınınca da, peygamberin endişesi doğru çıkmış, çok azı müstesnâ hiçbiri
sözünde durmamış, emre riâyet etmemiş ve hepsi dönüvermişlerdir. Bu ise büyük
bir zulüm ve vahim bir hata idi. Allah zâlimleri çok iyi bilmekte ve onlara ona
göre muamele etmektedir.
Olayın
ikinci safhası şöyle: |
|
Bakara / 247 |
Peygamberleri
onlara Allah’ın emriyle Tâlût isminde birini hükümdar tâyin etti. Tâlût, ne
peygamberlerin ne de hükümdarların geldiği soydandı. Bu sebeple İsrâiloğulları,
hükümdar tâyin edilen bu kişinin, kral soyundan gelmemesini içlerine
sindiremediler. Zira onlara göre iktidar, büyük servet ve sermâye sahiplerinin
olmalıydı. Halbuki bu fikir, cemiyetin menfaatine ve adâlet prensibine aykırıdır.
Çünkü iktidâra, zenginlerin değil, ehil olan kimselerin geçmesi gerekir. Bu da,
kişinin mânevî gücü, bilgisi ve tecrübesiyle birlikte kuvvet ve cesâretine
bağlıdır. Bundan dolayı Allah Teâlâ onlara, bu düşüncelerinin yersiz olduğunu
ve hükümdar olmaya, Allah’ın bunun için seçtiği kimselerin hak sahibi
olduklarını bildirmiştir. Nitekim, “Ey mülkün gerçek sahibi olan Allah! Sen
dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü çekip alırsın” (Âl-i İmrân 3/26) âyetinde de bu ilâhî kanuna işaret
edilir. Âyet-i
kerîme, Tâlût’un hükümdarlığa ehil olduğunu açıklamakta ve bu ehliyeti de onda
bulunan iki husûsiyete bağlamaktadır: İlim ve kudret. Bu iki vasıf,
hükümdarlığa hak kazanmak için onların ileri sürdüğü ilk iki vasıftan yani mal ve makamdan daha üstündür. Bu gerçeği şu
şekilde izah etmek mümkündür: › İlim ve
kudret, gerçek olgunluk vasıflarındandır. Mal ve makam böyle değildir. › İlim ve
kudret, insanın kendi cevherinde bulunan mükemmelliklerdendir. Mal ve makam
ise, insanın zâtından ayrı iki şeydir. › İlim ve
kudreti insandan koparıp almak mümkün değildir. Mal ve makamı ise insandan
soyup almak mümkündür. › Devletin ve
milletin menfaatini koruyup düşmanın kötülüklerini yok etmede siyâset ilmini,
harp sanatını iyi bilen ve savaşa son derece dayanıklı olan bir kimseden elde
edilecek fayda, işleri zabt-u rabt altına alabilecek liyâkati ve düşmanı geri
döndürecek gücü olmayan, bununla birlikte asil ve zengin olan bir kimseden elde
edilecek faydadan çok daha fazla ve mükemmeldir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI,
147-148)
Tâlût
hükümdar tayin edildikten sonra İsrâîloğulları bu sefer de peygamberlerinden,
onun hükümdar olduğunu gösteren bir delil getirmesini istediler: |
|
Bakara / 248 |
Bu
delil, daha önce ellerinden çıkmasına mâni olamadıkları Tâbût’un geri gelmesi
olacaktır. Tâbût, sandık demektir. Hz. Mûsâ tarafından yaptırılmıştır. Onda bir
sekînet yani gönül huzûru ve yüksek moral veren bir husûsiyet vardı. Yine onun
içinde Tevrât levhaları, Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn’dan kalan elbise, asâ ve sancak
gibi bir kısım eşya bulunuyordu. Bu sandık seferde askerlerin önünde götürülür,
böylece askerin morali yükselir, güçleri ve mâneviyâtı takviye olurdu. Nihâyet Allah
Teâlâ, bu sandığı melekler vasıtasıyla Tâlût’un evinin önüne koydurdu. Bunu
gören İsrâîloğulları, Tâlût’un hükümdarlığını kabul ederek itirazlarından
vazgeçtiler. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 821)
Sandığı getirtmek suretiyle Cenâb-ı Hak, Tâlût’un
hükümdarlığına dâir İsrâiloğullarının istediği alâmeti göstermişti. Ancak, ilk
anda peygamberin emrine karşı itiraz etmeleri ve teslimiyetteki zafiyetleri
sebebiyle onların îman seviyelerini ortaya çıkaracak bir imtihan da kaçınılmaz
olmuştu: |
|
Bakara / 249 |
Tâlût,
hükümdar olduktan sonra ordusunu düzene koydu ve Câlût’un üzerine yürüdü.
Mevsimin çok sıcak olması sebebiyle askerin suya ihtiyacı da fazlaydı. Fakat o
dönemin peygamberine Cenâb-ı Hak’tan bir tâlimât geldi. Tâlût’un askerleri bir
nehirle imtihan edileceklerdi. Bu ilâhî emri öğrenen Tâlût: “–Allah
sizi su ile imtihan edecek. Kim kanıncaya kadar ondan içerse benim askerîm
değildir!” dedi. Önlerindeki ırmaktan ancak bir avuç içmeye izin verilmişti.
Tâlût ve askerleri, bahsedilen ırmağın kenarına geldiler. Rivayete göre ordu
80.000 kişi idi. Bunun 76.000 kişisi tâlimât dışında kana kana su içtiler.
Sadece 4.000 kişi emre itaat etti. Daha sonra bunların pek çoğu da firâr etti.
Geriye 313 kişi kaldı. Bu sayı, Bedir savaşına katılan mü’min askerlerin
sayısıyla aynıdır. Nitekim Berâ (r.a.)’ten şöyle nakledilmektedir: “Biz, Hz.
Muhammed (s.a.v.)’in ashâbı olarak şöyle derdik: «Bedir’de bulunanların sayısı,
Tâlût’un Filistin nehrini beraber geçtiği mü’min askerlerinin sayısı olan
313’tür.»” (Buhârî, Megâzî 6) Irmaktan,
bir avuçtan fazla su içenlerin susuzlukları daha da arttı; dudakları kurudu ve
hâlsiz kalıp bîtap düştüler, nihâyetinde perişan oldular. Emri dinleyenlere
ise, aldıkları bir avuç su kâfî geldi. Ayrıca îmanları kuvvetlenip, cesâret ve
güçleri ziyâdeleşti. Tâlût’un
ordusunda iki farklı insan karakteri görülmektedir. Birisi verdiği sözü
tutamayan, nefsinin arzularına gem vuramayan ciddiyetsiz bir karakterdir.
Bunlar başlarındaki komutanın uyarılarını kısa sürede unuttular ve işin
akıbetinin nereye varacağını düşünmeden kaygısızca ırmağın suyundan bol bol
içtiler. İşin ilginç yanı bu yapıda olanların sayıca oldukça fazla olmalarıdır.
Bunlardan zor da olsa ırmağı geçenler ise yine emre itaatteki ihmalleri
sebebiyle kendilerinde düşman kuvvetlerine karşı savaşacak bir güç
bulamamışlardır. İkincisi ise kararlı ve sabırlı bir karakterdir ki, bunlar
emredileni aynen tatbik etmiş ve başarıya ulaşmışlardır. Fakat bunların kalbi
yapılarının çok metin olduğu görülmektedir. Bunun da sebebi Allah’ın huzuruna
varacaklarına ve O’na hesap vereceklerine yakînen inanmalarıdır. Bu iman ve
güvenin bir neticesi olarak da, kendilerinden kat kat fazla düşman ordusuyla
karşılaşınca, Allah’ın izniyle başarıya erecekleri itminanıyla, “Az sayıdaki
nice topluluk, çok sayıdaki nice kalabalığı Allah’ın izniyle yenmiştir. Allah,
sabredenlerle beraberdir” (Bakara 2/249) diyebilmişlerdir. Âyet-i
kerîmede askerî disipline dikkat çekilmektedir. Bir ordunun gâlibiyet
sebeblerinden birisi, her şeyden önce kumandanın emirlerine harfiyen riâyet
etmektir. Zafere ulaşmak, sayıya değil, haklı olmaya, doğruluğa, îman ve
mâneviyâta bağlıdır. Zafer, çoğu kez kemiyetten ziyâde keyfiyet sahibi ordulara
lütfedilir. Peygamber Efendimizin yaptığı gazvelerde, bu hâlin en bâriz
tezâhürleri görülmektedir.
Gelen
âyet-i kerîmelerde ise düşman üzerine giden askerlerin sahip olmaları gereken
bir kısım vasıflara işaret edilmektedir: |
|
Bakara / 250 |
Âyet-
kerîmelerden anlaşılacağı üzere Allah yolunda savaşacak asker: › Korkulu ve
dehşetli manzaraları gördüğünde çok sabırlı olmalıdır. Bu, savaşacak kimseler
için gerekli birinci esastır. Çünkü korkak askerlerden beklenen fayda elde
edilemez. › Savaş için
gerekli olan silahlar ve aletler olmalı; insanın sebat edip durmasını
sağlayacak ve kaçmaya yeltenmesini engelleyecek güzel bir birlikle beraber
bulunulmalıdır. › Düşmanı
yenebilmeleri için, düşmandan daha çok yiyecek ve içeceğe sahip olmalıdırlar. › İlâhî
yardımın geleceğine inanıp Cenâb-ı Hakk’a tazarrû hâlinde bulunmalıdırlar. (Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI, 158) İki
ordu karşılaştığında, Câlût, kendisiyle mübârezeye çıkacak, yâni ordusunu
temsîlen kendisiyle vuruşacak bir er diledi. Karşısına Dâvûd (a.s.) çıktı,
sapanını çıkardı ve taşını yerleştirerek Câlût’a fırlattı. Taş, Câlût’un tam
alnına isâbet etti ve atından düşerek öldü. Bu hâdise, insanların nazarında
kuvvetli görünenin, hakîkatte zayıf, zayıf görünenin de Allah’ın yardımıyla
kuvvetli olabileceğini göstermektedir. Bu
zaferden sonra Allah Teâlâ, Dâvûd (a.s.)’a hükümdarlık ve hikmet yâni
peygamberlik verdi. “Hikmet”, işleri en doğru ve en uygun biçimde yapmak, yerli
yerine koymaktır. Bu mânanın kemâli ve zirvesi ise, ancak nübüvvet ile
gerçekleşir. Bu sebeple buradaki “hikmet”ten maksadın nübüvvet olduğu da
söylenmiştir. Yine Allah ona, dilediği şeyleri öğretmiştir. Demiri yumuşatarak
zırh yapması, kuşların dilini bilmesi ve dağlarla beraber zikretmesi buna misal
verilebilir. Âyet-i
kerîmenin devamında, “Eğer Allah bu şekilde insanların bir kısmı eliyle
diğer bir kısmını bertaraf etmeseydi, hiç şüphesiz yeryüzü fesâda uğrar, dirlik
ve düzen kalmazdı. Fakat Allah, bütün varlıklara çok büyük lutuf ve inâyet sahibidir”
(Bakara 2/251) buyrularak toplum hayatında cârî olan ilâhî nizamın bir ölçüde izahı
yapılmaktadır. Şâyet Allah Teâlâ savaşı meşrû kılarak haksızlık, bozgunculuk ve
saldırganlık taraftarlarını, yeryüzünün ıslahı, düzeni ve imârı için gayret
gösteren mücahitlerle defetmeseydi böylece iyilik yanlılarını, çocukları ve
kadınları korumasaydı, her taraf bozguna uğrar, düzen dağılır, çoluk çocuktan,
ilim ve sanattan, din ve imandan eser kalmazdı. İnsanlar devamlı olarak
bozguncuların ve saldırganların hücumuna uğrar, çiğnenir ve mahvolurlardı.
Sosyal adâlet ve eşitlik kaybolur, nihayet fıtrat-ı selîmesi bozulan herkes
saldırganlaşır, karşı koyacak bir güç bulunmayınca da hepsi mahvolurdu. Diğer
taraftan, Allah Teâlâ insanlar arasında ictimâî dengenin kurulmasını birtakım
sebeplere bağlamıştır. Bu itibarla insanların bir kısmı zengin bir kısmı fakir,
bir kısmı güçlü bir kısmı zayıf, bir kısmı sıhhatli bir kısmı hasta, bir kısmı
mü’min bir kısmı münkir olarak imtihan sahnesinde yerini almıştır. İnsanların
cemiyet hâlinde yaşayabilmeleri, bu gruplar arasında kurulacak sıhhatli
münâsebetlere bağlıdır. Bu açıdan bakıldığında tıpkı elektrik yüklü artı ve
eksi kutuplar arasında kıvılcım ve enerji meydana gelmesi gibi, ıslah edici ve
ifsat edici insanlar arasında vuku bulan mücâdele ve savaşlarda da pek çok
hikmetler bulunmaktadır. Çünkü Allah, bütün varlıklara ve bu arada özellikle
akıl sahibi olan insanlık âlemine sonsuz bir lutuf ve rahmet sahibidir. O, asla
fesada razı olmayacağı gibi, yeryüzünün imar edilmesini, üzerinde insanların lutuf
ve ikramıyla yaşamasını, ebedî mutluluklara, yüksek mertebelere ulaşmalarını
istemektedir. Bu bakımdan fesadın ortadan kalkıp düzenin tesisi için; salah ve
hayır sahiplerinin, bozgunculuk yapanları defetmesi lazımdır. İşte Allah,
savaşı bu hikmetle meşrû kılmıştır. Bütün
bunlar, Allah’ın ibret alınacak, üzerinde düşünülüp gereği yapılacak
âyetleridir. Bu âyetleri Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’e her türlü şüphe ve
hatadan, bozulup değiştirilmeden uzak bir şekilde sırf hak ve gerçek olarak
vahyetmiştir. Zira Hz. Muhammed (s.a.s.), şüphesiz ilâhî vahye muhatap olan
peygamberlerden biridir. O halde peygamber olarak vazife ve sorumluluğunu
harfiyen yerine getirmelidir.
Fakat
Allah’ın seçkin kulları olan peygamberlerin de fazilet ve makam itibariyle
birbirinden fark eden yönleri vardır. Gelen âyet bu hakikati beyân etmektedir: |
|
Bakara / 251 |
Âyet- kerîmelerden anlaşılacağı üzere Allah yolunda savaşacak asker: › Korkulu ve dehşetli manzaraları gördüğünde çok sabırlı olmalıdır. Bu, savaşacak kimseler için gerekli birinci esastır. Çünkü korkak askerlerden beklenen fayda elde edilemez. › Savaş için gerekli olan silahlar ve aletler olmalı; insanın sebat edip durmasını sağlayacak ve kaçmaya yeltenmesini engelleyecek güzel bir birlikle beraber bulunulmalıdır. › Düşmanı yenebilmeleri için, düşmandan daha çok yiyecek ve içeceğe sahip olmalıdırlar. › İlâhî yardımın geleceğine inanıp Cenâb-ı Hakk’a tazarrû hâlinde bulunmalıdırlar. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI, 158) İki ordu karşılaştığında, Câlût, kendisiyle mübârezeye çıkacak, yâni ordusunu temsîlen kendisiyle vuruşacak bir er diledi. Karşısına Dâvûd (a.s.) çıktı, sapanını çıkardı ve taşını yerleştirerek Câlût’a fırlattı. Taş, Câlût’un tam alnına isâbet etti ve atından düşerek öldü. Bu hâdise, insanların nazarında kuvvetli görünenin, hakîkatte zayıf, zayıf görünenin de Allah’ın yardımıyla kuvvetli olabileceğini göstermektedir. Bu zaferden sonra Allah Teâlâ, Dâvûd (a.s.)’a hükümdarlık ve hikmet yâni peygamberlik verdi. “Hikmet”, işleri en doğru ve en uygun biçimde yapmak, yerli yerine koymaktır. Bu mânanın kemâli ve zirvesi ise, ancak nübüvvet ile gerçekleşir. Bu sebeple buradaki “hikmet”ten maksadın nübüvvet olduğu da söylenmiştir. Yine Allah ona, dilediği şeyleri öğretmiştir. Demiri yumuşatarak zırh yapması, kuşların dilini bilmesi ve dağlarla beraber zikretmesi buna misal verilebilir. Âyet-i kerîmenin devamında, “Eğer Allah bu şekilde insanların bir kısmı eliyle diğer bir kısmını bertaraf etmeseydi, hiç şüphesiz yeryüzü fesâda uğrar, dirlik ve düzen kalmazdı. Fakat Allah, bütün varlıklara çok büyük lutuf ve inâyet sahibidir” (Bakara 2/251) buyrularak toplum hayatında cârî olan ilâhî nizamın bir ölçüde izahı yapılmaktadır. Şâyet Allah Teâlâ savaşı meşrû kılarak haksızlık, bozgunculuk ve saldırganlık taraftarlarını, yeryüzünün ıslahı, düzeni ve imârı için gayret gösteren mücahitlerle defetmeseydi böylece iyilik yanlılarını, çocukları ve kadınları korumasaydı, her taraf bozguna uğrar, düzen dağılır, çoluk çocuktan, ilim ve sanattan, din ve imandan eser kalmazdı. İnsanlar devamlı olarak bozguncuların ve saldırganların hücumuna uğrar, çiğnenir ve mahvolurlardı. Sosyal adâlet ve eşitlik kaybolur, nihayet fıtrat-ı selîmesi bozulan herkes saldırganlaşır, karşı koyacak bir güç bulunmayınca da hepsi mahvolurdu. Diğer taraftan, Allah Teâlâ insanlar arasında ictimâî dengenin kurulmasını birtakım sebeplere bağlamıştır. Bu itibarla insanların bir kısmı zengin bir kısmı fakir, bir kısmı güçlü bir kısmı zayıf, bir kısmı sıhhatli bir kısmı hasta, bir kısmı mü’min bir kısmı münkir olarak imtihan sahnesinde yerini almıştır. İnsanların cemiyet hâlinde yaşayabilmeleri, bu gruplar arasında kurulacak sıhhatli münâsebetlere bağlıdır. Bu açıdan bakıldığında tıpkı elektrik yüklü artı ve eksi kutuplar arasında kıvılcım ve enerji meydana gelmesi gibi, ıslah edici ve ifsat edici insanlar arasında vuku bulan mücâdele ve savaşlarda da pek çok hikmetler bulunmaktadır. Çünkü Allah, bütün varlıklara ve bu arada özellikle akıl sahibi olan insanlık âlemine sonsuz bir lutuf ve rahmet sahibidir. O, asla fesada razı olmayacağı gibi, yeryüzünün imar edilmesini, üzerinde insanların lutuf ve ikramıyla yaşamasını, ebedî mutluluklara, yüksek mertebelere ulaşmalarını istemektedir. Bu bakımdan fesadın ortadan kalkıp düzenin tesisi için; salah ve hayır sahiplerinin, bozgunculuk yapanları defetmesi lazımdır. İşte Allah, savaşı bu hikmetle meşrû kılmıştır. Bütün bunlar, Allah’ın ibret alınacak, üzerinde düşünülüp gereği yapılacak âyetleridir. Bu âyetleri Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’e her türlü şüphe ve hatadan, bozulup değiştirilmeden uzak bir şekilde sırf hak ve gerçek olarak vahyetmiştir. Zira Hz. Muhammed (s.a.s.), şüphesiz ilâhî vahye muhatap olan peygamberlerden biridir. O halde peygamber olarak vazife ve sorumluluğunu harfiyen yerine getirmelidir. Fakat Allah’ın seçkin kulları olan peygamberlerin de fazilet ve makam itibariyle birbirinden fark eden yönleri vardır. Gelen âyet bu hakikati beyân etmektedir: |
|
Bakara / 252 |
Âyet- kerîmelerden anlaşılacağı üzere Allah yolunda savaşacak asker: › Korkulu ve dehşetli manzaraları gördüğünde çok sabırlı olmalıdır. Bu, savaşacak kimseler için gerekli birinci esastır. Çünkü korkak askerlerden beklenen fayda elde edilemez. › Savaş için gerekli olan silahlar ve aletler olmalı; insanın sebat edip durmasını sağlayacak ve kaçmaya yeltenmesini engelleyecek güzel bir birlikle beraber bulunulmalıdır. › Düşmanı yenebilmeleri için, düşmandan daha çok yiyecek ve içeceğe sahip olmalıdırlar. › İlâhî yardımın geleceğine inanıp Cenâb-ı Hakk’a tazarrû hâlinde bulunmalıdırlar. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI, 158) İki ordu karşılaştığında, Câlût, kendisiyle mübârezeye çıkacak, yâni ordusunu temsîlen kendisiyle vuruşacak bir er diledi. Karşısına Dâvûd (a.s.) çıktı, sapanını çıkardı ve taşını yerleştirerek Câlût’a fırlattı. Taş, Câlût’un tam alnına isâbet etti ve atından düşerek öldü. Bu hâdise, insanların nazarında kuvvetli görünenin, hakîkatte zayıf, zayıf görünenin de Allah’ın yardımıyla kuvvetli olabileceğini göstermektedir. Bu zaferden sonra Allah Teâlâ, Dâvûd (a.s.)’a hükümdarlık ve hikmet yâni peygamberlik verdi. “Hikmet”, işleri en doğru ve en uygun biçimde yapmak, yerli yerine koymaktır. Bu mânanın kemâli ve zirvesi ise, ancak nübüvvet ile gerçekleşir. Bu sebeple buradaki “hikmet”ten maksadın nübüvvet olduğu da söylenmiştir. Yine Allah ona, dilediği şeyleri öğretmiştir. Demiri yumuşatarak zırh yapması, kuşların dilini bilmesi ve dağlarla beraber zikretmesi buna misal verilebilir. Âyet-i kerîmenin devamında, “Eğer Allah bu şekilde insanların bir kısmı eliyle diğer bir kısmını bertaraf etmeseydi, hiç şüphesiz yeryüzü fesâda uğrar, dirlik ve düzen kalmazdı. Fakat Allah, bütün varlıklara çok büyük lutuf ve inâyet sahibidir” (Bakara 2/251) buyrularak toplum hayatında cârî olan ilâhî nizamın bir ölçüde izahı yapılmaktadır. Şâyet Allah Teâlâ savaşı meşrû kılarak haksızlık, bozgunculuk ve saldırganlık taraftarlarını, yeryüzünün ıslahı, düzeni ve imârı için gayret gösteren mücahitlerle defetmeseydi böylece iyilik yanlılarını, çocukları ve kadınları korumasaydı, her taraf bozguna uğrar, düzen dağılır, çoluk çocuktan, ilim ve sanattan, din ve imandan eser kalmazdı. İnsanlar devamlı olarak bozguncuların ve saldırganların hücumuna uğrar, çiğnenir ve mahvolurlardı. Sosyal adâlet ve eşitlik kaybolur, nihayet fıtrat-ı selîmesi bozulan herkes saldırganlaşır, karşı koyacak bir güç bulunmayınca da hepsi mahvolurdu. Diğer taraftan, Allah Teâlâ insanlar arasında ictimâî dengenin kurulmasını birtakım sebeplere bağlamıştır. Bu itibarla insanların bir kısmı zengin bir kısmı fakir, bir kısmı güçlü bir kısmı zayıf, bir kısmı sıhhatli bir kısmı hasta, bir kısmı mü’min bir kısmı münkir olarak imtihan sahnesinde yerini almıştır. İnsanların cemiyet hâlinde yaşayabilmeleri, bu gruplar arasında kurulacak sıhhatli münâsebetlere bağlıdır. Bu açıdan bakıldığında tıpkı elektrik yüklü artı ve eksi kutuplar arasında kıvılcım ve enerji meydana gelmesi gibi, ıslah edici ve ifsat edici insanlar arasında vuku bulan mücâdele ve savaşlarda da pek çok hikmetler bulunmaktadır. Çünkü Allah, bütün varlıklara ve bu arada özellikle akıl sahibi olan insanlık âlemine sonsuz bir lutuf ve rahmet sahibidir. O, asla fesada razı olmayacağı gibi, yeryüzünün imar edilmesini, üzerinde insanların lutuf ve ikramıyla yaşamasını, ebedî mutluluklara, yüksek mertebelere ulaşmalarını istemektedir. Bu bakımdan fesadın ortadan kalkıp düzenin tesisi için; salah ve hayır sahiplerinin, bozgunculuk yapanları defetmesi lazımdır. İşte Allah, savaşı bu hikmetle meşrû kılmıştır. Bütün bunlar, Allah’ın ibret alınacak, üzerinde düşünülüp gereği yapılacak âyetleridir. Bu âyetleri Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’e her türlü şüphe ve hatadan, bozulup değiştirilmeden uzak bir şekilde sırf hak ve gerçek olarak vahyetmiştir. Zira Hz. Muhammed (s.a.s.), şüphesiz ilâhî vahye muhatap olan peygamberlerden biridir. O halde peygamber olarak vazife ve sorumluluğunu harfiyen yerine getirmelidir. Fakat Allah’ın seçkin kulları olan peygamberlerin de fazilet ve makam itibariyle birbirinden fark eden yönleri vardır. Gelen âyet bu hakikati beyân etmektedir: |
|
Bakara / 253 |
Peygamberlik Allah Teâlâ’nın, seçtiği bir kısım kullarına katından bir lutuf olarak ihsan ettiği yüksek bir makamdır. Bir insanın, sadece kendi gayretleriyle bu makama ermesi mümkün değildir. Cenâb-ı Hak, insanların yollarını aydınlatmak üzere kutsal kitaplarda isimlerini zikrettiği veya etmediği pek çok peygamber göndermiştir. Bunlar “doğruluk, güvenilirlik, akıllılık, günahsızlık ve tebliğ” gibi peygamberliğin asgari şartlarını taşımada müşterektirler. Dolayısıyla onların peygamber olduğuna inanır ve bu açıdan onlar arasında bir ayırım yapmayız. (bk. Bakara 2/285) Ancak ilâhî kanunun bir tecellisi olarak bütün alanlarda görülen derece ve fazilet farkı, peygamberler arasında da görülür. Onlar, âyet-i kerîmenin de beyân buyurduğu üzere manevî faziletler, ruhî meziyetler, gösterdikleri mûcizeler, kendilerine indirilen semavî kitaplar ve icra ettikleri fonksiyonlar yönünden farklılık arzetmektedirler. Âyet-i kerîmedeki, “İçlerinden biriyle Allah doğrudan konuşmuş” (Bakara 2/253) ifadesiyle Tûr-i Sînâ’da ve belirlenmiş gecelerde Allah Te’âlâ’nın sözünü aracısız ve elçisiz dinleyen Hz. Mûsâ kastedilmiştir. “Birini ise derecelerle yükseltmiştir” (Bakara 2/253) ifadesi ile Mîrac gecesi Sidre-i Müntehâ’dan geçirilip “ yayın iki ucu arası kadar veya daha az” (Necm 53/9) sırrı ile mutlak yakınlık makamında âlemlere rahmet olarak gönderilen, kendisine Makam-ı Mahmûd lütfedilen, Allah’ın sevgilisi ve en son peygamberi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.) kastedilmiştir. Meryem oğlu İsa ise açık olarak ismen zikredilmiştir. Allah Teâlâ ona ölüleri diriltme, hastaları şifaya kavuşturma, körü ve ala tenliyi iyileştirme, çamurdan kuş yaratma, gaybî şeylerden haber verme gibi büyük mûcizeler ve peygamberliğini kanıtlayan apaçık deliller vermiştir. (bk. Âl-i İmrân 3/49-50; Mâide 5/110) Ayrıca onu, anne rahmine üflenmesinde, doğumunda, hayatı boyunca ve göğe kaldırılırken Rûhu’l-Kudüs yâni mukaddes, tertemiz rûh olan Cebrâil ile desteklemiştir. Âyetin ifade üslûbundan da kolayca anlaşılacağı üzere bütün bu üstünlükler, peygamberlerin kendi kespleriyle değil, mahza ilâhî bir ikramdır. Resûlullah (s.a.s.), zaman zaman peygamberler arasındaki fazilet üstünlüğünün gündeme getirilip tartışılmasını edeben uygun görmemiş ise de (bk. Buhârî, Enbiyâ 35; Müslim, Fedâil 159), yeri geldiğinde bizzat kendi faziletlerini dile getirdiği de olmuştur: “Altı şeyle diğer peygamberlerden üstün kılındım: Bana cevâmi‚u’l-kelim yani az sözle çok mâna ifade etme özelliği verildi. Düşmanın gönlüne korku salmakla yardım olundum. Bana ganimet helâl kılındı. Yeryüzü benim için temiz kılınıp mescid sayıldı. Bütün insanlara peygamber olarak gönderildim ve peygamberlik benimle sona erdi.” (Buhârî, Teyemmüm 1; Müslim, Mesâcid 3, 5) “Ben Allah’ın habîbiyim[1], fakat övünme yok. Kıyamet günü Hamd sancağını taşıyacağım, fakat övünme yok. Kıyamet günü ilk şefaat edecek ve ilk şefaat edilecek benim, fakat övünme yok. Cennet kapılarının halkalarını ilk hareket ettirecek ben olacağım, Allah benimle cennet kapılarını açacak, benimle birlikte fakir mü’minler cennete girecek, fakat övünme yok. Ben öncekiler ve sonrakiler arasında en kerîm[2] insanım, fakat övünme yok.” (Tirmizî, Menâkıb 1/3616) Hasılı Allah Te’âlâ, beşeriyet tarihi boyunca her dönemde, o dönemde yaşayan insanların istidat ve ihtiyaçlarına göre peygamberler göndermiş, şeriatler indirmiş ve teklifler koymuştur. İlk peygamber Hz. Âdem’e ancak o zamanki insanların istidatlarına uygun olarak on sahifeden ibaret ilâhî hükümler indirilmiştir. İnsanlığın istidat, kabiliyet ve ihtiyaçları peyderpey geliştikçe, gönderilecek peygamber ve indirilecek kitap ona göre seçilmiştir. Peygamberler, gönderildikleri ümmetlerin birer öğretmeni olmuşlardır. Onlara Allah’ın âyetlerini okuyup tebliğ etmişler, iman kardeşi olmanın, dünya ve âhirette mutlu olmanın yollarını göstermişlerdir. Onların vazîfesi, sadece tebliğdir; kimseyi zorla imana getirmek ve itaate sevketmek değildir. Dünyanın insan için bir imtihan alanı olmasının hikmeti de budur. Bu sebeple onların davetine herkes aynı ciddiyet ve samimiyetle kulak vermemiştir. İnsanlar ihtilâf etmişler; aynı inanca sahip olma ve aynı istikâmete yönelmede anlaşmazlığa düşmüşlerdir. İçlerinden inananlar olduğu gibi belki onlardan daha fazla inkâr edenler olmuştur. Bunun tabiî bir neticesi olarak insanlık tarihi boyunca inananlarla inanmayanlar arasında sürekli bir savaş hali devam edegelmiştir. Âyet-i kerîme bunun Allah’ın dilemesine bağlı olarak vuku bulduğunu, eğer Allah dilemeseydi savaşların ve insanların birbirlerini öldürmelerinin mümkün olmayacağını haber vermektedir. Fakat ilâhî irade, savaşın ve öldürmenin olması yönünde tecelli etmiştir. Dünyevî, uhrevî ve ictimâî dengeler açısından bu kaçınılmaz olmuştur. Şairin ifaedsiyle: “Nedir murâdı bilinmez, fakat Hakîm-i ezel Cihânı ma‘reke halk eylemiş, hayatı cedel.” (Mehmet Akif Bey) “Rabbimizin muradını tam olarak bilemesek de, insanlık tarihi boyunca yaşanan olaylar şunu göstermektedir ki, Allah Teâlâ dünyayı bir savaş alanı kılmıştır, hayatı da baştan sona hararetli bir mücâdele.” Önemli olan bu savaş alanında mücadelemizi düzgün yapıp, hiçbir ticaret ve dostluğun bulunmadığı o büyük güne hazırlanmaktır: |
|
Bakara / 254 |
Dünya imtihan, âhiret sonuçların açıklandığı
yerdir. Dünya çalışma, âhiret çalışmaların karşılığının alındığı yerdir. Dünya
ekim, âhiret ise biçim yani ürünleri toplama yeridir. Bu sebeple âyet-i kerîme,
dünya hayatının en güzel şekilde değerlendirilmesini, bunun için de Allah’ın
verdiği rızıkların yine O’nun yolunda cömertçe harcanmasını istemektedir. İster
farz, ister nâfile olsun her türlü iyilik yollarında harcamaya teşvik
etmektedir. Çünkü bu, büyük bir fırsattır, bu fırsatın kaçırılmaması bizim
lehimizedir. Öldükten sonra artık böyle bir fırsatın tekrar ele geçmesi imkânsızdır.
Cenâb-ı Hakk’ın, son nefesteki halini haber verdiği şu kimselerin durumu ne
kadar hazîndir: “Sizden birine ölüm gelip de: «Rabbim! Ne olurdu ecelimi biraz daha
erteleseydin de sadaka verip iyi kullardan olsaydım!» diye yalvarmadan önce
size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın. İyi bilin ki Allah, eceli
geldiğinde hiç kimsenin ölümünü bir an geri bırakmaz. Allah, bütün
yaptıklarınızdan hakkiyle haberdardır.” (Münafikûn
63/10-11) Zira ölüm ve kıyametten sonra çok dehşetli
bir gün gelecektir. O günde alış veriş yapmak mümkün değildir ki eksiklerimizi
tamamlayabilelim; dostluk yoktur ki dostlarımızdan yardım talep edebilelim;
Allah’ın izni hâricinde şefaat yoktur ki günahlarımızın affı için şefaatçilere
güvenebilelim.[1] O
halde böyle dehşetli bir güne hazırlık yapmak, malı ve canı Allah yolunda harcamak
ve orada pişmanlık acıları içinde mahrum kalmamaya çalışmak gerekir. Allah’ın
âyetlerini ve âhiret gününü inkâr edip, orası için bir endişe taşımayan veya
bir şekilde yakasını kurtarabileceğini düşünen, bu sebeple de malını sadece
nefsânî arzularını tatmin yolunda İsrâf eden ve böylece ebedi azabı hakeden
kâfirler, zalimlerin ta kendileridir. Onlar gibi davranmamalı, hatta onları da
bu yanlış yoldan kurtaramaya çalışmalıdır. Hidâyete erip kemâl yolunda terakki
edebilmek, Allah Teâlâ’yı tanımaya bağlıdır. İşte şimdi, Cenâb-ı Hakk’ın zât ve
sıfatlarını tanıtan en büyük âyet-i kerîme gelmektedir:
[1] Ancak Allah izin verdiği takdirde, peygamberler, melekler, şehîdler, Kur’an
ve bir kısım mü’minler bazı kimseler için şefaat edebileceklerdir. (bk. Tâhâ
20/109; Enbiyâ 21/28; Buhârî, Tevhid 24; Müslim, İman 302; Ebû Dâvûd, Cihâd 28;
Dârimî, Fezâilu’l-Kur’ân 1) |
|
Bakara / 255 |
İçinde
“kürsî” kelimesi geçtiği için bu âyet-i kerîmeye “Âyetü’l-Kürsî” denilmiştir. Fazilet
itibariyle Kur’an’ın en büyük âyetidir.
Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.), Übey b. Ka‘b’a “Allah’ın kitâbında en
büyük âyet hangisidir?” diye sorup “Âyetü’l-Kürsî’dir” cevâbını alınca onu
tebrik etmiştir. (Müslim, Müsâfirîn 258; Dârimî, Fezâilü’l-Kur’ân 14) Peygamber
Efendimiz ayrıca, “yatağına girerken Âyetü’l-Kürsî’yi okuyanı Allah
Teâlâ’nın koruyacağını ve şeytanın ona yaklaşamayacağını” (Buhârî, Vekâlet
10), “bu âyetin içinde Allah’ın en yüce isminin bulunduğunu” (Ahmed b.
Hanbel, Müsned, VI, 461) ve “bunun Kur’an âyetlerinin efendisi
olduğunu” (Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’ân 2) haber vermektedir. Abdullah b.
Mesud (r.a.) de şöyle der: “Kim Bakara sûresinin ilk dört âyetini,
Âyetü’l-Kürsî’yi ve peşinden gelen iki âyeti, bir de Bakara sûresinin son üç
âyetini okursa ona ve âilesine o gün şeytan yaklaşamaz ve hoşuna gitmeyecek bir
durumla karşılaşmaz…” (Dârimî, Fezâilü’l-Kur’ân 14) Görüldüğü
üzere Âyetü’l-Kürsî, ifade ettiği mânalar itibariyle en büyük âyet ünvânını
almıştır. Zira o, Allah’ın isimleri ve sıfatları hususunda, hiçbir âyette
bulunmayan bilgiler içermektedir. Onda açık ve kapalı olarak tam on yedi yerde
“Allah” ismi geçmektedir. Allah
Teâlâ, öyle bir Allah’tır ki, O’ndan başka ilâhlığa layık hiçbir varlık yoktur.
Kulluk edilmeye hak sahibi tek ilâh, yalnızca O’dur. Çünkü O Hayy’dir; diridir,
ezelî ve ebedî bir hayata sahiptir. Dolayısıyla ölmesi ve fenâ bulması mümkün
değildir. Bu vasfıyla Allah, bilinmesi gereken her şeyi idraki altında toplayan
ve bütün varlığı kendi fiili altında bulundurandır. Yine O Kayyûm’dur; bütün
varlıkları ayakta tutan, görüp gözeten, yöneten, onları bir an bile ilmi ve
ilgisi dışında bırakmayandır. O’nun varlığı kendiliğinden olduğu gibi, diğer
bütün varlıkların var oluşları ve varlıklarını devam ettirebilmeleri de O’na
bağlıdır. Allah öyle Hayy ve öyle Kayyûm’dur ki O’nu asla ne bir uyuklama ne de
bir uyku tutabilir. Çünkü uyukluyan veya fiilen uyuyan birinin o kadar çok ve
muazzam varlıkları koruması, yönetmesi, kollayıp gözetmesi mümkün olamaz.[1] Yerde
ve gökte olan her şey, bütün mahlûkât yalnızca O’nundur. Başka hiçbir kimsenin
onda bir ortaklığı, söz ve tasarruf sahibi olması düşünülemez. Şefaat meselesi
de, kendilerine putlarının şefaat edeceğine inanan müşriklerin zannettiği kadar
kolay bir durum değildir. Allah izin vermedikçe, O’nun yanında hiç kimse en
küçük bir şefaatte bulunamaz. Ancak başta Peygamber Efendimiz olmak üzere,
Allah’ın izin verdiği bazı kimseler, yine Allah’ın dilediği kişilere dilediği
ölçüde şefaat edebileceklerdir. (bk. Müslim, İman 327; Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme
13) Âyetin, “O, kullarının geleceğini de bilir, geçmişini de” (Bakara 2/255) kısmına şu
şekilde mâna vermek mümkündür: Allah, onların gelmiş ve geçmiş, gizli ve açık
bütün hallerinden haberdardır. Allah onların önlerinde olan dünya işlerini ve
arkalarındaki âhıret hâllerini bilir. Veya önlerinde bulunan ve varacak
oldukları âhıreti ve arkalarında bıraktıkları dünyayı bilir. Yahut gökten yere kadar
önlerinde olan her şeyi ve bunların ötesindeki semâlarda bulunanları bilir.
Öldükten sonra karşılaşacakları her şeyi ve yaratılmalarından önceki
durumlarını veya hayır ve şerden yapıp gönderdikleri ile bundan sonra
yapacaklarını hakkıyla bilir. Bu ifade, aynı zamanda Allah Teâlâ’nın, sevap
veya ceza gerektiren bir durumda, şefâatçinin ve şefâat edilen kimsenin
ahvalini çok iyi bildiğini de açıklamaktadır. Her şeyi bilen sadece Allah’tır.
O’ndan başkası, ancak O’nun dilediği kadar bilgi sahibi olabilir. Yaratıkların
herhangi birinin bilgisiyle ilâhî bilginin kıyaslanması mümkün değildir. Âyetin,
“O’nun kürsüsü, gökleri ve yeri kuşatmıştır. Dolayısıyla her ikisini de koruyup
gözetmek O’na asla ağır gelmez” (Bakara
2/255) kısmına gelince; Arapçada اَلْكُرْسِيُّ
(kürsî) kelimesi, üzerine oturmak için tahtadan yapılan ve Türkçede sandalye,
koltuk veya taht olarak ifade edilen bir ev eşyasıdır. Mecazi olarak saltanat,
iktidar ve hükümranlık mânasında da kullanılır. Burada Allah Teâlâ’nın
yüceliğini, azamet ve kibriyâsını anlatmak için kullanılmıştır. Allah’ın azamet
ve yüceliği, saltanat ve hükümranlığı gökleri, yeri ve bütün varlıkları
kuşatmıştır. O’nun ihatası dışında bir varlık tasavvur etmek imkânsızdır. Şâir
der ki: “Kürsî-i celâlin ki semâlarla zemînler, Bir nokta kadar sahn-ı muhîtinde tutar yer.” (Mehmet Âkif
Bey) “Allahım!
Senin Kürsün yani iktidar ve saltanatın o kadar büyük, o kadar muazzamdır ki,
bütün gökler ve yerler o geniş saha içinde ancak bir nokta kadar yer
tutabilir.” Bu
bakımdan gökleri ve yeri ayakta tutması, gözetmesi, koruyup kollaması Allah Teâlâ’ya
asla ağır gelmez. Bunu son derece kolay bir şekilde yapar. Çünkü O Aliyy’dir;
yücedir, benzeri ve ortağı olmaktan münezzehtir. Yine O Azîm’dir; büyüktür,
O’na nispetle her şey küçücük kalır. Buradaki “yücelik” Allah’ın kadrinin,
şerefinin ve kudretinin yüceliğini; “büyüklük” de yine Allah’ın mehâbet, kahır
ve kibriyâsının büyüklüğünü ifade eder. Zira Allah, cisimlere ait sıfatlardan pak
ve uzaktır. Yüce
Rabbimiz, bu şekilde kendini tanıtmakta ve insanlardan özgür iradeleriyle
kendisini tanıyıp varlığını, birliğini ve tek ilâh oluşunu kabullenmelerini
istemektedir. Ancak bu konuda insanlar üzerinde herhangi bir zor kullanmanın
asla doğru olmadığını şöyle ferman buyurmaktadır:
[1] Anlatıldığına göre, Mûsâ (a.s.) rüyâsında
meleklere: “Rabbimiz uyur mu?” diye sordu. Bunun üzerine Allah Teâlâ, meleklere
onu uyku bastırınca üç kez uyandırmalarını ve uyumaya bırakmamalarını emretti. Sonra
Mûsâ’ya: “Eline iki dolu bardak almasını” emir buyurdu. O da aldı. Hemen
Mûsâ’yı uyku tuttu ve bardakların ikisi de elinden yere düşüp kırıldı. Sonra
Allah Teâlâ, Mûsâ’ya: “Ben, kudretimle gökleri ve yeri ayakta tutmaktayım.
Şayet bana uyku veya uyuklama arız olsa yer ve göklerin hali nice olurdu” diye
vahyetti. (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 146) |
|
Bakara / 256 |
İslâm,
hem insanların bir dini benimsemelerinde hem de dinin hâricinde herhangi bir
konuda “zorlama”yı yasaklamıştır. Sadece dîne değil, her neye olursa olsun İslâm’a
göre “zorlama” sayılabilecek bütün fiiller haram kılınmıştır. Dinin hedefi,
zorlamak değil, hak ve özgürlüklerine karşı girişilen bu tecâvüz ve baskıdan
insanları korumaktır. Dolayısıyla İslâm dininin hâkim olduğu yerlerde zorlama
bulunmaz veya bulunmamalıdır. müslümanların böyle bir hedefi gerçekleştirme
vazifeleri vardır. Din;
iman ve amelden oluşur. Kişinin, gönüllü olarak bir dine girmesi, onun iman
esaslarını kabul etmesi ve emirlerini yerine getirmesi gerekir. Karşılığını
alabilmek için dinin emir ve yasakalrının güzel bir niyet ve gönül hoşluğuyla
ifâ edilme şartı vardır. İman gönül işidir. Dolayısıyla bir insanın sözle
“inandım” dese bile zorla inanması mümkün değildir. Zorla kılınan namazdan,
tutulan oruçtan ve yapılan herhangi bir işten de istenen neticenin
alınamayacağı açıktır. O halde İslâm’a göre herkes vazifesini kendi özgür irade
ve ihtiyarıyla yapmalı ve herhangi bir zorlama olmadan yaşamalıdır. Cihadın
hikmeti de budur. İnsanları zorlama ve baskılardan korumak, Allah’ın kelimesini
yüceltmek, hiç kimseyi sahip olduğu inançtan zorla çıkarmaya çalışmayıp,
bilakis hakkın gönüllü olarak kabul edilmesini ve yayılmasını sağlamak, buna
engel olmak isteyenleri ve onların zorlamalarını da bertaraf etmektir. Yoksa
insanları bir dini kabule veya din değiştirmeye zorlamak değildir. Bu hususa
ışık tutan bir âyet-i kerîme meâli şöyledir: “Eğer Rabbin dileseydi yeryüzünde bulunan herkes elbette topluca
iman ederdi. Hal böyleyken sen şimdi iman edinceye kadar insanları zorlayıp
duracak mısın? Oysa Allah’ın izni olmadan hiçbir kişinin iman etmesi mümkün
değildir. Allah, akıllarını kullanmayanların kalpleri üzerine manevî pislikler
yağdırır.” (Yûnus 10/99-100) İslâm’ın
ilk yıllarında müşriklerin baskı, zulüm ve işkencelerine karşı müslümanlara
fiilî müdâhele yasaklanarak sadece sabretmeleri tavsiye edilmiş, Mekke dönemi
bu şekilde bitmiştir. Medine’ye hicret edip bir devlet kurularak belli bir
kuvvet elde edildikten sonra, önce zulme uğramaları sebebiyle savaşmalarına
izin verilmiş (Hac 22/39), sonra haddi aşmamak şartıyla kendileriyle
savaşanlarla Allah yolunda savaşmaları emredilmiş (Bakara 2/190), bunu
müteakiben ise fitne kalmayıncaya ve hâkimiyet sadece Allah’ın oluncaya kadar kâfirlerle
savaşmaları (Bakara 2/193) istenmiştir. Hudeybiye anlaşması ve Mekke’nin
fethiyle bu hedefe de ulaşılmış, sonra bu âyet-i kerîme gelerek dinde zorlamayı
tamamen ortadan kaldırmıştır. Ancak savaş durumları, müslüman toplum düzenini
yıkmaya çalışanlara müdâhele, zorlamalara mukabele ve işlenen suçlara ceza bu
hükmün dışındadır. Zorlamanın olmaması için İslâm toplumunda fitne kalmayacak,
diğer din mensupları cizyelerini vererek kanunlara uygun yaşayacak ve toplum
düzenini bozup başkalarının hak ve özgürlüklerine zarar verecek durumlar
bulunmayacaktır. Zira bu tür durumlara ait hükümlerin ayrı olarak
değerlendirilmesi ve uygulanması gerekir.
İslâm’ın
hükümlerinin açıklanması, ferdî ve ictimâî hayatta yaşanıp yerleşmesiyle hakla bâtıl,
hayırla şer, doğruyla eğri olan, imanla küfür tam olarak birbirinden ayrılmış
ve gerçek açıkça ortaya çıkmıştır. İsteyen hür iradesiyle doğruyu da eğriyi de
seçebilir: “De ki: «Gerçek, Rabbinizden gelmiştir. Artık dileyen iman etsin, dileyen
inkâr etsin.»” (Kehf 18/29) âyeti de bu hususa işaret eder. Fakat kim hür
iradesini imandan yana kullanır, önce şeytânî güçleri reddeder, لَا إِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ (lâ ilâhe illallah) “Allah’tan
başka ilâh yoktur” diyerek bütün putları kalbinden siler, akabinde Allah’a ve
O’nun istediği hususlara iman ederse kopması asla mümkün olmayan en sağlam
kulpa sarılmış olur. Bu sağlam kulp, Allah’ın kullarını cennete ulaştırmak için
indirdiği Kur’an kulpudur. Kur’an’ın öğrettiği İslâm, iman ve ihsan kulpudur.
Âyette geçen الطَّاغُوتُ (tâğût) kelimesi,
“azgın, azman, azdıran, sınırları aşan, tuğyân eden” mânalarına gelir. Kur’an
dilinde bu kelime insan, şeytan, put, nefis, hevâ ve heves gibi Allah’ın
dışında kendisine tapılan her şeyi ifade eder. O halde tâğûtların çürük,
asılsız, kırılıp dökülecek ve kendilerini tutunanı düşürüp parçalayacak
kulplarına değil, ezelden ebede şaşmaz, yanılmaz, uyumaz, uyuklamaz, hayy ve
kayyûm, bütün yer ve göklerin yegâne sahibi, sonsuz ilim, hikmet, güç ve kudret
sahibi Allah’ın kopmaz, yıpranmaz, kırılmaz sapasağlam kulpuna bütün
varlığımızla sarılmak aklın bir gereğidir. Bu hayatî imtihanı başarabilenin
dostu ve yardımcısı Allah olacaktır: |
|
Enbiya suresinin 81. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 81. Ayet Arapça: وَلِسُلَيْمٰنَ الرّ۪يحَ عَاصِفَةً تَجْر۪ي بِاَمْرِه۪ٓ اِلَى الْاَرْضِ ...
"Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder. O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır." (Saf Sûresi ...
"Meryem oğlu İsa da: “Ey İsrâiloğulları! Ben size Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim; daha önce inen Tevrat’ı doğrulamak ve benden sonra g ...
Enbiya suresinin 69. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 69. Ayet Arapça: قُلْنَا يَا نَارُ كُون۪ي بَرْدًا وَسَلَامًا عَلٰٓى اِبْرٰه۪يمَۙ Enbi ...
"Allah’a ve Rasûlü’ne gerektiği gibi inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, sizin için hayırlı olan bu ...
Enbiya suresinin 46. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 46. Ayet Arapça: وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ يَا وَ ...