6236 kayıt bulundu
Sure Ayet Karşılaştır
Bakara / 187

Ayetin iniş sebebi ise şöyledir:

Orucun farz kılındığı ilk zamanlarda müslümanlar, ancak akşam vaktinden yatsı namazını kılıncaya veya uyuyuncaya kadar yiyip içebiliyor ve eşleriyle beraber olabiliyorlardı. Yani imsak, yatsı namazından veya uykudan itibaren hemen başlıyordu. Birgün Hz. Ömer, yatsı namazını kıldıktan sonra eşiyle beraber oldu. Büyük bir pişmanlık duyarak Allah Resûlü’ne geldi ve durumu arzetti. Orada bulunan birkaç kişi daha kalkarak aynı hatâyı işlediklerini itiraf edince bu âyet indi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 223-224)

Buna göre oruç gecelerinde cinsi münasebet helâl kılınmıştır. İftar vaktinin girmesiyle beraber imsak vaktine kadar yeme, içme ve cinsi münasebet meşrûdur. Bu, Allah Teâlâ’nın biz müslümanlara bir lütfu ve sağladığı bir kolaylıktır. Hanımlar erkekler için bir elbise, erkekler de hanımlar için bir elbisedir. Onlar, bir taraftan elbise gibi biri diğerine sarılır, sarmalaşırlar. Diğer taraftan elbisenin ayıp yerleri örtmesi, kişiyi sıcak ve soğuktan koruması gibi biri diğerinin halini örter ve iffetlerini kötülüklerden muhafaza eder. Eşlerin birbirine böylesine bağlı ve muhtaç olduklarını, dolayısıyla bu hususta sabretmelerinin çok zor olacağını ve günaha düşebileceklerini en iyi bilen Yüce Rabbimiz, onlara kolaylık sağlamaktadır. Muhtemel günahları için yaptıkları ve yapacakları tevbeleri kabul etmekte, günahları bağışlayacağı müjdesini vermekte ve hayırlı zürriyet talebi gibi güzel niyetlerle Ramazan gecelerinde bile eşlerin beraber olmalarına müsaade buyurmaktadır.

Yeme, içme ve cinsi münasebet gibi bu meşrû fiillerin yapılma zamanı, akşam namazı vaktinin girmesiyle başlayıp, sabahleyin şafak sökünceye, tan yeri beyaz bir iplik gibi ağarıncaya kadar devam etmektedir. Buna “fecr-i sâdık” denilmektedir. “Fecirde beyaz ipliğin siyah iplikten ayrılması” ifadesi, bu mânayı tasvirî bir üslupla açıklamaktadır. Orucun vakti ise, fecr-i sâdıkla başlayan imsakten akşam namazı vakti girinceye kadardır. Bu vakit içinde şartlarına riayet ederek oruç tutulmalıdır.

Mescitlerde itikâfa çekilenler ise bu halde oldukları sürece ne gündüz ne de gece hanımlarına yaklaşmamalıdırlar. “İtikâf”, Allah’a ibâdet ve taat maksadıyla mescitte durmak ve def-i hâcet gibi zaruri durumlar dışında mescitten ayrılmamaktır. İbadet niyetiyle kısa bir müddet bile mescitte kalmak itikâf sayılmıştır. Resûlullah (s.a.s.), ramazanın son on gününde mescitte itikaf yapmış, bunu hiç aksatmamış hatta vefatından önceki ramazanda bunu iki katına çıkarmıştır. (bk. Buhârî, İtikâf 1-6; Müslim, İtikâf 1-6) Bu açıdan itikâf, mühim bir sünnettir.

Kur’an, Allah’ın koyduğu hükümleri ve çizdiği haram ve helâl sınırlarını açıklamakta, bu sınırları aşmayı değil, onlara yaklaşmamayı emretmektedir. Çünkü bu hükümler ve bu ilâhî ayetler, kulların yasak ve zararlı olan her türlü kötülükten uzak durup takvâya ermeleri için beyân edilmektedir. Bu hükümlerden biri de haksız kazançtan sakınmaktır: 

Bakara / 188

Âyet-i kerîme, haram ve şüpheli yollarla haksız kazanç elde etmenin her çeşidini kesin bir dille yasaklamaktadır. Hiç kimse başka birinin malını dinin asla caiz görmediği hırsızlık, kumar, çapulculuk, eşkiyalık, emanete hainlik gibi yollarla yiyemez. Yine hiç kimse, hâkimlere rüşvet vererek başkalarının malını ele geçirmeye çalışamaz ve başkalarının malını ele geçirmek için yalancı şâhitlik, yalan yemin ve iddialarla mahkemeye başvuramaz. Var olan delillere göre hâkimin, haksız kimse lehine hüküm vermesi mümkün olabilir. Fakat bu, o malın haksız kişiye helâl olduğu anlamına gelmez.

Âyet-i kerîmenin iniş sebebi olarak şöyle bir rivayet nakledilir:

Abdân el-Hadramî, İmrü’l-Kays el-Kindî’den bir parça yer dava etmişti ve delili yoktu. Bundan dolayı Resulullah (s.a.s.) İmriü’l-Kays’a yemin ettirmeye karar verdi. O da yemin etmek istedi. Bu ayet nâzil oldu. İmrü’l-Kays yeminden çekindi ve adı geçen araziyi Abdân’a teslim etti. (Kurtubî, el-Câmi‘, II, 338-339)

 Peygamber Efendimiz, bu ve benzeri durumlar hakkında mü’minleri harama düşmekten korumak maksadıyla şu ikazda bulunmaktadır:“Ben de sizin gibi bir insanım. Siz aranızdaki anlaşmazlığı çözmek için bana geliyorsunuz. Olabilir ki sizden biriniz delîlini daha güzel sunar, ben de duyduğuma göre hüküm verebilirim. Bu durumda, kimin lehine kardeşinin hakkından bir şeyle hükmedersem sakın onu almasın. Çünkü böylece ona, ateşten bir parça kesip vermiş olurum.” (Buhârî, Hiyel 10; Müslim, Akdiye 4)

Resûlullah (s.a.s.), çarşıda bir satıcının yanına vardı. Önündeki buğday yığınının içine elini daldırdı ve ıslak olduğunu fark etti. Satıcıya:

“–Nedir bu?” diye sordu. Adam:

“–Ey Allah’ın Rasûlü, yağmur ıslattı” deyince Efendimiz:

“–Bu yaşlığı üstte bırakıp insanların görmesini sağlayamaz mıydın? Aldatan benden değildir!” buyurdu. (Müslim, İman 164)

Yine birgün Resûlullah (s.a.s.) ashâbına:

“–Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sormuştu. Onlar:

“–Bize göre müflis, parası va malı olmayan kimsedir” şeklinde cevap verdiler. Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“–Şüphesiz ki ümmetimin müflisi şu kimsedir: Kıyâmet günü namaz, oruç ve zekât sevabıyla gelir. Fakat şuna sövdüğü, buna zinâ isnâd edip iftirâda bulunduğu, şunun malını yediği, bunun kanını döktüğü ve şunu dövdüğü için iyiliklerinin sevabı şuna buna verilir. Üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilir ve neticede cehenneme atılır.” (Müslim, Birr 59; Tirmizî, Kıyâmet 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 303, 324, 372)

Allah Resûlü (s.a.s.), rüşvet verene de rüşvet alana da lanet etmiştir. (Tirmizî, Ahkâm 9; Ebû Dâvûd, Akdiye 4) Bu bakımdan haksızın lehinde, hakkı olanın ise aleyhinde hüküm verilmesine sebep teşkil edecek şekilde rüşvet vermek ve almanın, büyük bir günah olduğu anlaşılmaktadır. Rüşvet vermek ve almak haram olduğu gibi, rüşvet vererek elde edilen menfaat ve kazançlar da haramdır. İçtimaî düzeni bozan çok kötü bir hastalık olan rüşvetin mutlaka engellenmesi, bunun için de fertlerin bu konuda ciddi terbiye edilmesi gerekmektedir.

Mü’minlerin sorularına cevap verilip ikaz edildikleri bir başka husus da şudur:

Bakara / 189

Bu âyet-i kerîme, bazı müslümanların Peygamber Efendimiz’e, ayın kimi zaman ip gibi ince, kimi zaman da güneş gibi dolgun görünecek kadar çok değişik safhalar geçirmesinin fayda ve hikmetini sormala­rı üzerine inmiştir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 103) Ayın hilâl halinden başlayarak bir ay boyunca şekilden şekle girerek sürekli değiş­mesi, insanlara vakit tayiniyle ilgili faydalar sağlamaktadır. Dinimizin emrettiği oruç, zekât, hac ve kurban gibi ibâdetlerin vakitleri de ayın hallerine göre belirlenmektedir. Burada ibâdetler içinde ehemmiyetine binâen ve altı ayet sonra genişçe beyân edilecek olan hac meselelerine bir başlangıç olması için isim olarak sadece hac zikredilmiştir.

Âyet-i kerîmede ikinci olarak Arapların yanlış bir adetine dikkat çekilmektedir. Bir kısım Araplar, hac veya umre için ihrama girdiklerinde eve, bağa ve çadıra kapısından girmezlerdi. İhrâma giren eğer yerleşik bir hayat sürüyor ve binâda oturuyorsa evin arka tarafından bir delik deler ve ihrâmdan çıkıncaya kadar bu delikten girip çıkardı. Ya da eve bir merdivenle çıkıp inerdi. Eğer göçebe bir hayat sürüyor ve kıl çadırlarda oturuyorsa çadırın kapısından girip çıkmaz, arkasından dolanırdı. Bazıları da ihrama girdikten sonra gölgelenmez, keş yemez ve yün kırkmazlardı. Bu hareketlerini de iyilik ve sevap sayarlardı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 255-256; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 107)

Halbuki bütün bunlar, Allah’ın dîninde olmayan, tamamen kendi kafalarından uydurdukları hareketlerdir. Mânasız bir meşakkat ve şekilcilikten başka bir şey değildir. Allah Teâlâ bu tür zoraki davranışların bir iyilik ve Allah’a yakınlık vesîlesi olmadığını bildirdikten sonra, gerçek iyiliğin ne olduğunu açıklamıştır. Gerçek iyilik; evlere arka tarafından girmek değil, Allah’ın yasakladığı haramlardan, nefsin arzu ve isteklerinden sakınmaktır. Hakiki iyilik sahibi olanlar, bunlardır. O halde evlere kapılarından girmeli, emirlerini yapmak ve yasaklarından kaçınmak suretiyle de Allah’tan hakkiyle korkmalı ki kurtuluşa ermek mümkün olabilsin.

Ayetteki “evlere arkalarından girmek” ve “kapılarından girmek” ibareleri, hakiki mâna yanında mecazi mâna da ifade edebilirler. Buna göre “evlere arkalarından girmek”, lüzumsuz işlerle meşgul olmak, bir meseleyi uygunsuz bir tarzda ortaya koymak, bir davayı savunurken doğru usul ve metotlardan sapmak mânalarını taşır. “Evlere kapılarından girmek” ise işi usulüne uygun yapmak ve her hususta doğru olan metodu kullanmak anlamına gelir. Dolayısıyla bu âyet, insanları anlamsız, gereksiz ve faydasız söz ve davranışlardan uzaklaştırarak onlara en faydalı yolu, takvâ ve kurtuluş yolunu göstermektedir.

Takvâya erebilmek için yapılması gereken en mühim vazifelerden biri, şüphesiz mal ve canı feda ederek Allah yolunda savaşmaktır. Bu sebeple devam eden ayetlerde savaş konusu ele alınarak şöyle buyrulur:

Bakara / 190

Mekke döneminde müslümanların müşriklerle savaşmalarına müsaade edilmemiş, daha çok sabır, af ve müsamaha tavsiye edilmiştir. Zira iki tarafın kuvvetleri arasında normal karşılanabilir bir denge yoktu. müslümanlar sayı ve silah bakımından zayıftı. Diğer taraftan insanlığın barış, saadet ve huzuru için gönderilen bir dinin ilk planda savaştan yana olmadığı hikmetini ortaya koymak gerekiyordu. Zaten bu hikmet, İslâm’ın ruhunda her zaman mevcuttur. Medine döneminde “Kendilerine karşı savaş açılan müslümanlara, zulme uğradıkları için savaş izni verilmiştir” (Hac 22/39) ayetiyle savaşa müsaade edilmiştir. müslümanlar Hudeybiye anlaşmasına kadar hep müdâfaa savaşı yapmışlardır. Bedir, Uhud ve Hendek savaşları buna örnektir. Hudeybiye anlaşmasından sonra inen bu âyetle ise savaş emredilmiştir. Bu âyetin, hem düşman saldırısına karşı müdâfa harbini, hem de gerekli görüldüğünde karşı taraftan bir saldırı olmaksızın taarruz harbini emrettiği, dolayısıyla sonraki bir kısım savaş ayetleriyle (bk. Tevbe 9/36) neshedilmediği kabul edilmiştir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 260; Elmalılı, Hak Dini, II, 689)

İbn Abbas (r.a.), bu âyetin iniş sebebiyle alakalı olarak şu bilgiyi vermektedir: Bu âyet, Hudeybiye Anlaşması sırasında nâzil oldu. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) hicretin altıncı yılı Zilkâde ayında umre yapmak maksadıyla ashâbıyla birlikte yola koyuldu. Mekke yakınlarındaki Hudeybiye’ye geldiklerinde müşrikler, müslümanların Kâbe’ye gitmesine engel oldular. Nebiyy-i Muhterem (s.a.s.) Hudeybiye’de bir ay kaldı. Sonra Peygamberimiz’e gelecek yıl Mekke’ye gelerek umre yapmak üzere bir anlaşma teklif ettiler. Resûlullah (s.a.s.), o yıl, müslümanların Kâbe ziyâretini engellemelerine rağmen, müşriklerin şartlarını kabul etti. Ashâb-ı kirâm, ertesi yıl kazâ umresi için ânîden geldiklerinde, müşrikler verdikleri sözü tutmaz da onlarla savaşmak zorunda kalırız, endişesine kapıldılar. Haram olan bir ayda ve haram bölgede savaşmak istemediler. Bunun üzerine “Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın” (Bakara 2/190) âyeti nâzil oldu. (Kurtubî, el-Câmi‘, II, 347)

Ayetteki “Allah yolunda savaşmak” ifadesi, “Allah’ın ismini yüceltmek ve O’nun dinini yaymak ve kuvvetlendirmek için cihad et­mek” mânasına gelir. (Keşşâf, I, 115) Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e: “Kahramanlık için savaşan adam, yurdunu ve yakınlarını korumak için savaşan adam ve bir de gösteriş için savaşan adam, bunlardan hangisi Allah yolundadır” diye soruldu. Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle cevap verdi:

“Kim, Allah’ın sözü daha yüce ve üstün olsun diye savaşırsa, işte o, Allah yolundadır.” (Buhârî, Tevhid 28; Tirmizî, Fezâilü’l-Cihâd 16)

Ayetin “Fakat Allah’ın koyduğu kuralları çiğneyerek haddi aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez” (Bakara 2/190) kısmı, müslümanları Allah’ın rızâsına uygun olmayacak tarzda şahsi menfaat, maddi kazanç ve intikam duygularıyla savaşmaktan men etmektedir. Böylece hem haksız saldırıyı hem de başlan­mış bir savaşta aşırı gitmeyi, gereksiz kan dökmeyi; yaşlıları, çocukları ve benzerlerini öldürmeyi, müsle yapmayı yani öldürülen kişilerin burun, kulak ve diğer azalarını kesmeyi, anlaşmalı bir topluluğa saldırılmayı ve çevreye zarar vermeyi yasaklamaktadır.

Bu hususla alakalı olarak Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:

“Allah yolunda «bismillâh» diyerek savaşın, Allah’ı inkâr edenlerle vuruşun. Savaşın, fakat aşırı gitmeyin; ganimet mallarından aşırmayın, sözünüzden caymayın, acımasızlık etmeyin. Düşmanın el, ayak, kulak, burun gibi uzuvlarını kesmeyin. Çocukları öldürmeyin.” (Müslim, Cihâd 3; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 240)

Efendimiz, bir savaşta öldürülmüş kadınlar görmüş, bu durum hiç hoşuna gitmemiş ve savaşta kadınların ve çocukların öldürülmesini yasaklamıştır. (Muvatta’, Cihâd, 9)

Hz. Ebûbekir (r.a.), Şam’a gönderdiği orduya komutan tayin ettiği Yezid b. Ebî Süfyân’a şu tavsiyelerde bulunmuştur: “Sana şu on hususu tavsiye ediyorum: Kadın, çocuk ve ihtiyarları öldürme. Meyve veren ağaçları kesme. Mamur bir yeri tahrip etme. Yemek maksadıyla olanı hariç koyunları ve develeri boğazlama. Arıları yakma ve onları mekanlarından ayırma. Ganimetten bir şey çalma ve asla korkaklığa kapılma.” (Muvatta’, Cihâd 10)

Savaşta dikkat edilmesi gereken bir takım hususları açıklamak üzere buyruluyor ki:

Bakara / 191

Bu âyetler, Allah’a ve Rasûlü’ne inanmaları sebebiyle Mekke’den zorla çıkarılan ve Medine’de onlara yardımcı olan bütün mü’minlere hitap etmekte, kendilerine bu zulmü revâ görenleri yakaladıkları yerde öldürmelerine ve onları Mekke’den çıkarmalarına imkân tanımaktadır. Bu emrin uygulanması için bölgenin Harem veya Harem harici olma şartı bulunmadığı gibi, karşı tarafın taarruz etmesini bekleme şartı da yoktur. Zira düşmana hücum ederek askerlerini yakalayıp öldürmek, savaşı kazanmanın en mühim esaslarından biridir. Cenab-ı Hakk’ın bu emri ve geleceğe yönelik bu va‘di Mekke’nin fethi günü gerçekleşmiştir. Peygamberimiz o gün, İslâm’ı kabul etmeyen müşrikleri Mekke’den çıkarmıştır.

Âyetin “Bilin ki fitne, adam öldürmekten daha beterdir” (Bakara 2/191) ifadesinde yer alan الْفِتْنَةُ (fitne) kelimesi sözlükte karışığını almak, işe lazım olacak değerli kısmını değersiz kısmından ayırmak için altını ateşe koymaktır. Bu mânadan hareketle burada insanı sıkıntı, ızdırap, azap ve belâya sokmak mânasında kullanılmıştır. Bununla beraber şirk ve küfrü yaymak, dinden dönmek ve döndürmek, Allah’ın haramlarını ihlal etmek, yasaklarını çiğnemek, umumî asayiş ve sükûneti bozmak, şiddete başvurarak bir inancı bastırmaya ve ortadan kaldırmaya çalışmak ve insanları vatanlarından çıkarmak hep birer fitne örnekleridir.

Ölümü temennî ettiren ve aratan durumlar, şüphesiz ölümden daha beterdir. Ayetteki söz geliminde insanı vatanından çıkarmanın ona, ölümü temenni ettirecek fitne ve sıkıntı cümlesinden olduğuna bir işaret vardır. Müminin imanından döndürülüp kâfir olması da, mümin olduğu ve dinine sımsıkı sarılı bulunduğu halde öldürülmesinden daha ağır, daha zararlı bir durumdur. Gerçekten de o dönemde müminlerden bazı kimseler, Mekke müşrikleri tarafından küfre döndürülmek için azaba uğratılıyor, onlar da, “Allah yolunda öldürülenlere sakın «ölüler» demeyin. Çünkü onlar diridir, fakat siz farkında değilsiniz” (Bakara 2/154) ilâhî emri gereğince ölmeyi göze alıp Allah’ın izniyle tahammül gösteriyorlardı. Yine savaşmanın örfen haram olduğu bir ayda ashâb-ı kirâmdan bazılarını müşrikler öldürmüşler, bu da müslümanların gücüne gitmişti.

Bütün bu gelişmeler, müslümanlara savaşın emredilmesinin sebep ve gerekçelerini oluşturmuştur. Böylece müslümanlar fitneyi ortadan kaldırmak için Allah yolunda savaşa, gazi veya şehîd olmaya teşvik edilmişlerdir.

Âyetin devamında, Mescid-i Harâm civârında, Mekke içinde öncelikle müşrikler savaşa başlamadıkça, müslümanların onlarla savaşması yasaklanmaktadır. Fakat müşrikler savaşı başlattıkları ve müslümanları öldürdükleri takdirde, müslümanların da onları öldürmelerine müsaade edilmektedir. Bu durumda kâfirlere böyle bir cezanın takdir edilmesi tabii karşılanmalıdır.

Eğer size savaş açan kâfirler, savaştan ve Allah’ı inkârdan vazgeçer ve tevbe ederlerse, Allah onların bütün günahlarını bağışlar, onlara merhamet eder ve onları âhiretin ebedi nimetleriyle rızıklandırır. Bu âyette müslümanlara, savaştan vazgeçen kâfirlere karşı şiddet kullanmamaları gerektiğine dair bir ima ve işaret bulunmaktadır. Onlar, Allah Teâlâ’nın bağışlayıcı ve merhamet edici sıfatlarından hisse almaya çalışıp, durumun nezâketini de dikkate alarak -kâfir de olsalar- Allah’ın kullarına bu şekilde davranmaya gayret göstermelidirler. Sadece Allah rızâsı için, Allah yolunda ve Allah’ın yoluna engel olanlarla savaşmalı; kâfirler düşmanca tutumlarından vazgeçer geçmez müslümanlar da hemen savaştan vazgeçmelidirler.

Ancak müslümanın sürekli devam etmesi gereken bir savaşı daha vardır:

Bakara / 193

Bu âyette geçen اَلْفِتْنَةُ  (fitne) kelimesinin iki mânası üzerinde durulmuştur. Birincisi “şirk ve küfür”dür. İkincisi ise “müslümanları dinlerinden döndürme tehlikesi, bu husustaki baskılar ve düşman tarafından gelecek toplu saldırı riski”dir. “Din” ise hak olan İslâm dini ve onun davet ettiği yalnızca Allah’a kulluktur.

Arap yarımadası sözkonusu edildiğinde “fitne”ye verilen birinci mânayı esas almak gerekir. Çünkü orada yaşayan müşriklerden cizye ve haraç kabul edilmez. Sadece müslüman olmaları teklif edilir; kabul etmezlerse öldürülürler. Dolayısıyla bu âyet müslümanlara, Arap yarımadasında şirk tamamen ortadan kalkıp, putperestliğe son verilerek İslâm’ın hâkimiyeti gerçekleşinceye ve yalnızca Allah’a kulluk edilinceye kadar savaşmayı emretmektedir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) bu gerçeğe işaretle şöyle buyurmuşlardır: “Ben insanlarla لَا إِلهَ إلا اللّٰهُ (lâ ilâhe illallah) «Allah’tan başka ilâh yoktur» deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Onu dedikleri zaman -İslâm’a göre bir hak karşılığı alınması veya heder edilmesi hariç- kanlarını ve mallarını benden kurtarırlar. Hesapları da Allah’a aittir.” (Buhârî, İman 17; Müslim, İman 34-36) Gerçekten de özellikle Mekke’de gayri müslimlerin ikâmetine müsaade edilmemiştir. Medine’de ise Ehl-i kitap cizye vermek suretiyle kalabilmişlerdir.

O halde âyetin devamından anlaşıldığı üzere müşrikler, küfür ve şirkten vazgeçip İslâm’a girdikleri takdirde savaştan vazgeçilmelidir. Zira zulümden vazgeçenlere düşmanlık yapılmaz; düşmanlık ancak zulmünde ısrar eden ve zulme devam edenlere yapılır. Buradaki “düşmanlık”tan maksat da, yapılan zulüm ve düşmanlıklara gerektiği ölçüde karşılık vermektir. Bu ise zulüm değil, hak ve adâletin ta kendisidir.

Arap Yarımadası dışında kalan bölgeler için ise “fitne”ye verilen ikinci mâna esas alınmalıdır. Buna göre âyetteki savaş emrinin asıl hedefi, küfür ve şirki büsbütün ortadan kaldırmak ve herkesi müslüman yapmak değildir. Belki bu emrin hedefi, müslümanları dinlerinden döndürme tehlikesini ve düşman tarafından gelebilecek toplu saldırı riskini ortadan kaldırmak, herkes için geçerli bir din ve inanma özgürlüğü ortamı sağlamaktır. Bu ortamı oluşturmaya engel olanlarla veya mevcut ortamı bozmaya çalışanlarla savaşmak, vazgeçtikleri takdirde de savaştan vazgeçmektir.

Ayetin “Eğer haksızlıklara son verirlerse, artık zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur” (Bakara 2/193) kısmından şu mânayı çıkarmak da mümkündür: müslümanlar fitne ortamını düzeltip hâkimiyeti elde ettikleri takdirde, Hakk’a karşı çıkma konusunda zulüm işleyenden başkaları için genel bir af ilân edebilirler. Bu ayet, zafere ulaşıldığında müminlerin merhamet göstermelerine izin vermekle beraber, İslâm’a düşmanlıkta tüm sınırları aşan zalimleri cezalandırmalarını da yasaklamaz. Nitekim merhamet ve affetmekte zirve olan Peygamber Efendimiz (s.a.s.), bu haktan yararlanmış ve Bedir’de savaş esiri olarak alınan iki kâfiri ölüm cezasına çarptırmıştır. Yine Mekke’nin fethinden sonra umûmî bir af ilân edilmesine rağmen, İslâm düşmanlarından on yedisi bu aftan hariç tutulmuş ve dördü ölüm cezasına çarptırılmıştır. (Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, I, 155-156)

Haram aylardaki savaş hukukuna gelince:

Bakara / 194

“Haram aylar”, ay takvimine göre Zilkâde, Zilhicce, Muharrem ve Receb aylarıdır. İbrâhim (a.s.) zamanından beri hacıların Kâbe’ye barış ve emniyet içinde gidip gelebilmeleri için bu aylarda cinayet, saldırı, hırsızlık ve gayr-i kanunî durumlar yasaklanmıştır. Fakat zamanla Araplar, bir kısım hîle yollarına başvurarak bu yasağı çiğnemeye başlamışlardır. Bu ayların sırasıyla oynuyor, işlerine gelecek şekilde ayların yerini değiştiriyor, hırsızlık yapmak veya kan dökmek suretiyle ihlal ettikleri bir haram ay yerine başka bir haram ay belirliyorlardı. (bk. Nisâ 4/37) Dolayısıyla müslümanlar haram aylarda müşriklerden gelebilecek saldırılara karşı emniyetsiz ve savunmasız bir durumda bulunuyordu. İşte bu âyet-i kerîme müslümanlara, kâfirler haram ayda saldırdıkları takdirde kendilerini savunma hakkı vermektedir.

Buna göre haram ayda saldırının karşılığı yine haram ayda saldırıdır. Dokunulmazlıklar ve saldırmazlık haklarına riâyet karşılıklıdır. Ayette geçen “hurumât”, korunması ve saygı gösterilmesi gerekli olan ve el uzatılması asla caiz olmayan bütün hususlardır. İster can, ister mal, ister namus olsun mutlaka korunması gereken ve çiğnendiği takdirde misliyle mukâbele edilen yani kısas gereken her şey “hurumât” şumûlüne dâhildir.

Âyet-i kerîmenin son kısmında yer alan “Şu halde size kim saldırırsa, siz de ona aynı şekilde cevap verin. Allah’a karşı gelmekten sakının ve bilin ki Allah takvâ sahipleriyle beraberdir” (Bakara 2/194) beyânı, müslümanlara ancak kendilerine yapılan saldırı ve tecavüz nispetinde mukâbelede bulunmaya müsaade etmekte, daha fazlasını yasaklamaktadır. Herhangi bir haksızlık yapma ve misliyle mukâbelede ölçüyü aşma konusunda onlara Allah’tan korkmalarını öğütlemekte ve Allah’ın beraberliği lütfuna nâil olabilmek için gayret göstermek gerektiğine vurgu yapmaktadır.

Allah yolunda savaşmak, yapılan saldırılara cevap verebilmek, düşmanın gücünü kırıp zafere ulaşmak ve korunması gereken hususları koruyabilmek ancak maldan ve candan yapılacak fedakârlıklarla mümkündür. Bu sebeple sonraki âyet, böyle bir hayatî meseleyi gündeme getirmektedir:

Bakara / 195

 “Allah yolunda harcamak“, sözün gelişinden anlaşılacağı üzere öncelikle Allah yolunda kâfirlerle savaşmak ve cihad etmek üzere harcamada bulunmaktır. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 273) Bununla birlikte Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmak maksadıyla Allah’ın dinini tebliğ ve neşretmek, yüceltmek; O’nun istediği hayat nizamını tesis etmek ve devam ettirmek; câmi, okul, hastane, köprü, çeşme, huzur evleri gibi ictimaî hizmet ve hayır müesseselerini kurmak için malî fedakârlıkta bulunmak da âyetin şumûlüne girer. Bu harcamalar, müslümanların dinî ve manevî hayatlarını canlı tutma açısından olduğu kadar, toplumun emniyetinin sağlanması ve geliştirilmesi açısından da pek büyük bir öneme sahiptir. Dolayısıyla müslümanların bu fedakârlıktan uzak kalmaları, kendi elleriyle kendilerini tehlikeye atmaları mânasına gelmektedir. Eğer cimrilik yapar ve Allah yolunda harcamada bulunmazlarsa dünyada mağlup, makhur ve mahkum[1] olurlar; âhirette de çetin bir hesap ve büyük bir azaba uğrarlar.

Âyet-i kerîmenin iniş sebeplerinden biri şöyledir:

Emevîler devrinde, Hâlid b. Velid’in oğlu Abdurrahman’ın komutasındaki İslâm ordusu, Allah Resûlü’nün İstanbul’un fethiyle ilgili müjde ve iltifâtına nâil olmak ümîdiyle yola çıkmıştı. Ordunun içinde İstanbulumuzun övünç kaynağı Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a.) da bulunmaktaydı. Rumlar arkalarını şehrin surlarına vermiş savaşırlarken, Ensâr’dan bir zât, atını Bizanslıların ortasına kadar sürdü. Bunu gören mü’minler; “Kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın!” (Bakara 2/195) âyetini hatırlayarak:

“–Lâ ilâhe illâllah! Şuna bakın! Kendini göz göre göre tehlikeye atıyor!” dediler. Bunun üzerine Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri şöyle dedi:

“–Ey mü’minler! Bu âyet, biz Ensâr hakkında indi. Allah, Peygamberi’ne yardım edip dînini gâlip kıldığında biz, «Artık mallarımızın başında durup onların ıslâhı ile meşgul olalım» demiştik. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti vahyetti. Bu âyet-i kerîmedeki «kendi eliyle kendini tehlikeye atmak»tan maksat, bağ ve bahçe gibi dünya malıyla uğraşmaya dalıp, cihâdı terk ve ihmâl etmemizdir.” Bu sebeple Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a.), seksen yaşının üzerinde olmasına rağmen cihâdı terk etmedi. Şehîd olup İstanbul’a defnedilinceye kadar Allah yolunda savaşmaya devam etti. (bk. Ebû Dâvûd, Cihâd 22/2512; Tirmizî, Tefsir 2/2972)

Ayetteki “Kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın” (Bakara 2/195) ibaresine, “infak ve cihadı terk”ten başka olarak şu mânalar da verilmiştir: Birincisi; gerekli mal, kuvvet ve silahı tedârik etmeksizin Allah yolunda savaşa çıkarak kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İkincisi; günah işleyip Allah’ın rahmetinden ümit kesmek suretiyle kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Bilakis Allah’ın rahmetini umun ve hayırlı ameller yapın. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 276-277)

Âyet-i kerîme son olarak verdiği, “Bir de iyilik edin ve yaptığınızı güzel yapın. Doğrusu Allah iyilik eden ve işini güzel yapanları sever” (Bakara 2/195) mesajıyla, müslümanlara dâima iyilik yapmalarını, her hususta ihsan seviyesinde davranmalarını ve yaptıkları işleri en güzel şekilde yapmalarını emir buyurmaktadır. Buna göre müminler, Allah yolunda cihadın, savaşın ve infakın en güzelini yapmalı, başka çıkar yol yoksa kötülüğe misliyle mukâbele etmeli, mümkün oldukça kötülükleri de en güzel şekilde savmalıdırlar. Zira Allah’ın sevgisine ulaşmanın en mühim vesilelerinden biri budur.

Savaş, Allah’ın dinini hârici tehlikelerden koruyarak ayakta tutmanın ve İslâm toplumunu güçlendirerek geliştirmenin önemli bir kaidesi olduğu gibi, hac ve umre de aynı şekilde bütün dünya müslümanları arasındaki iman kardeşliğini, ictimâî, iktisâdî, ilmî ve siyâsî bağları kuvvetlendiren, inananları uhrevî bir tefekkür ikliminde dolaştıran ve hâdiselerin gidişâtına yön vermelerine vesile olan mühim dinî emirlerdendir. Bu sebeple şimdi hac ve umre konusuna geçilerek şöyle buyruluyor:

[1] Mağlup: Savaşta yenilmiş, yenilgiye uğramış. Makhûr: Düşmanların baskın, işkence ve zulmüne uğramış. Mahkûm: Allah ve peygamber düşmanlarının hâkimiyetine boyun eğmiş.

Bakara / 196

Bu âyet-i kerîme, hicretin altıncı senesinde gerçekleşen Hudeybiye hâdisesi üzerine inmiştir. Mekkeliler, umre yapmak niyetiyle Medine’den Mekke’ye doğru gelen Allah Resûlü ve beraberindeki mü’minlere engel oldular. Bu sebeple o sene umre yapamadılar. Yanlarında getirdikleri kurbanlıkları kesmekle, sonra tıraş olup ihramdan çıkmakla emrolundular. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 290) Dolayısıyla bu âyet, hac ve umrenin yapılmasını değil, başlanılan ve zorunlu bir sebeple yapılamayan bu ibâdetlerin, şartların müsaadesiyle, kaza edilip tamamlanmasını emretmektedir. Bunun da özellikle “lillâh” yani Allah rızâsı için yapılmasını istemekte; riya gibi ihlâsı yaralayacak kötü temâyüllerden kaçınılmasını öğütlemektedir. Diğer taraftan bu emir, fıkhî deyimiyle farz ve vacip bir gereklilik ifade eder. Zira başlanılan bir ibâdet, nâfile bile olsa, bozulduğu takdirde onu yeniden edâ etmek vaciptir. Bu sebeple Peygamber Efendimiz ve müslümanlar, bundan bir sene sonra hicretin yedinci senesi Zilkâde ayında umre yapmışlardır. Buna da “umretu’l-kazâ” denilmiştir.

Müslümanlara hac ibâdetini farz kılan ilâhî emir, “Hacca gitmeye gücü yeten insanlara, Beytullâh’ı ziyâret etmek Allah’ın bir emridir” (Âl-i İmrân 3/97) âyetiyle gelmiştir. Buna göre gücü yeten ve şartlarını taşıyan her müslümana ömründe bir defa Beytullâh’ı haccetmesi farzdır. Umre ise Hanefi mezhebine göre nafile bir ibâdettir. Bu iki ibâdeti peşpeşe yapmanın çok büyük sevabı vardır. Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyururlar:

“Hac ile umreyi peş peşe yapmak, ömrü ve rızkı artırır, fakirliği ve günahı, körüğün demirdeki pası giderdiği gibi giderir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 446-447)

İslâm şeriatine göre ilk hac, Hz. Ebubekir’in riyâsetinde hicretin dokuzuncu senesinde gerçekleşmiştir. Peygamber Efendimiz ise hicretin onuncu senesinde ilk ve son haccı olan Vedâ Haccı’nı îfâ etmiştir.

Âyet-i kerîmede hac ve umreyle alakalı bir kısım husûsi hükümler beyân edilmektedir. Bunları şu şekilde açıklamak mümkündür:

İhrama girip hac ve umre niyetiyle yola koyulan bir kişinin, düşman korkusu, hastalık, sakatlık, yolu kaybetme ve benzeri sebeplerle niyet ettiği bu ibâdetleri yerine getirmekten alıkonduğunda, deve, sığır veya koyundan kolayına gelen bir kurbanı kesmesi gerekir. Kurbanlık, kesim mahalline[1] ulaşıp kesilinceye kadar tıraş olmamalı ve ihramdan çıkmamalıdır. Bununla beraber, hasta olan veya başında yara, ağrı ve benzeri gibi bir rahatsızlık bulunan kişi, bir fidye vermek şartıyla önceden tıraş olabilir. Bu fidye; oruç tutmak, sadaka vermek veya kurban kesmekle yerine getirilir. Üçünden birinin tercih edilmesi serbesttir. Hadis-i şerifte orucun süresinin üç gün olduğu, sadakadan maksadın da altı fakiri sabahlı akşamlı doyurmak olduğu haber verilmiştir. (bk. Müslim, Hac 80-86)

Buraya kadar beyân edilen hükümler, hac ve umreden zorunlu bir sebeple alıkonanlar içindir. Ayetteki “Emniyet ve genişlik içinde olduğunuzda” (Bakara 2/196) ifadesinden sonraki hükümler ise, Harem bölgesi hâricinden gelip normal şartlarda hac ve umre yapanlar içindir. Buna göre hac amellerinin yapılmaya başlandığı vakte kadar, ihrama girip umre yapan, bu ibâdetin sevabından faydalanmak isteyen ve buna ilâveten umreyi tamamladıktan sonra ihramdan çıkıp hac vaktine kadar ihramsızlığın getirdiği haklardan istifade etmek isteyen kişi de kolayına gelen bir kurban kesmelidir[2]. Kurbanlık hayvan bulamayan veya bulup da onu alacak kadar parası olmayan kimse tam on gün oruç tutmalıdır. Bunların üçü hac günlerinde –ki Zilhicce’nin 7, 8 ve 9. günlerinde tutulması daha faziletlidir-, yedisi ise hacdan döndükten sonra olmalıdır. Bu yedi gün yolda da tutulabilir. İbâdetlerinin Hak katında makbûl ve muteber olmasını isteyenler, âhirette onların karşılığını almayı umanlar bu ilâhî ölçülere dikkat etmelidirler. Allah’ın lutuf ve rahmetinden mahrum kalmaktan, hatta azâbına uğramaktan sakınmalıdırlar. Hac ibâdetini şu âyet-i kerimenin bildirdiği ve Allah Resûlü (s.a.s.)’in uyguladığı şekilde yerine getirmelidirler:

[1] Hanefilere göre bu yer, Mekke-i Mükerreme’nin Haremidir. Şafi ve Mâliki’ye göre ise engellemenin meydana geldiği yerdir. müslümanların kolayına olması sebebiyle daha çok ikinci görüş tercih edilmiştir.

[2] Bu şekilde umre ile haccın birleştirilmesi ve her birinin ayrı ayrı ihrama girilerek yapılmasına “hacc-ı temettu” denilmektedir. Umre ve haccın tek ihramla yapılmasına “hacc-ı kırân”; umre yapmaksızın ifâ edilen hacca ise “hacc-ı ifrâd” denilir. Hacc-ı temettu‘ ve hacc-ı kırân, yani umre ile haccı birlikte yapma imkânı, sadece mîkat mahalli dışından gelenlere tanınmıştır. Bu bir rahmânî lutuf ve ruhsattır Çünkü onlar uzak bölgelerden gelmekte ve yolculuğun meşakkatlerine katlanmaktadırlar. Bu ruhsatla Yüce Rabbimiz o kullarına bir anlamda “bir taşla iki kuş yakalama” imkânı sağlamaktadır. Harem ehli için böyle bir ruhsat yoktur; zira onların buna ihtiyaçları bulunmamaktadır.

 

Bakara / 197

 “Hac ayları” olarak bilinen vakit, Şevvâl ve Zilkâde ayları ile Zilhicce’nin ilk on günüdür. Diğer bir ifadeyle Ramazan’dan sonraki “iki ay on günlük” süredir. Bu döneme, “hac mevsimi” de denilmektedir. Âyetin hükmü genel olup haccın menâsikinin yâni hac ibâdetini meydana getiren fiillerin hangisinin bu süre zarfında nerede, ne zaman ve nasıl yapılacağını beyân etmemektedir. Bunları bize Allah Resûlü (s.a.s.), kalabalık bir sahâbî topluluğuyla birlikte yaptığı “Vedâ Haccı”nda uygulamalı olarak öğretmiştir. Hac esnâsında müslümanların rahatça görüp öğrenebilmeleri için bir çok rüknü deve üzerinde yapmış ve:

“Ey insanlar! Hac amellerinin nasıl yapılacağını benden öğreniniz. Bilmiyorum, belki de bu seneden sonra bir daha haccedemem” buyurmuştur. (Müslim, Hac 310; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 318)

Hacla alakalı her türlü amel, Peygamber Efendimiz’in bu tatbikatıyla vakitleriyle birlikte tayin ve tespit edilmiş; o günden itibaren günümüze kadar hac ibâdeti aynı esaslar ve uygulamalar çerçevesinde edâ edilegelmiştir. Herhangi bir gerekçe ile bu hususlarda bir değişikliğe gidilmesi, Allah Resûlü’nün, sahâbe-i kirâmın ve onlardan sonra milyonlarca müslümanın tatbikatına aykırı olacağından, mümkün değildir.

Hanefî, Malikî ve Hanbelî mezheplerine göre, hac ayları şart olmaksızın senenin herhangi bir vaktinde hac niyetiyle ihrama girilebilir. Şâfi mezhebine göre ise, hac için ihrama girmek ancak ayette bahsedilen hac aylarında sahih olur. Bunun dışında caiz değildir.

Âyet-i kerîme, bu aylarda hacca niyet edip ihrama giren, telbiye getiren ve hac için kurbanlığını hazırlayan yani niyet ve fiilleriyle haccı ifâya azmeden kişinin mutlaka uzak durması gereken yasaklardan bahsetmektedir:

    Hacda ihramlı iken cinsî münâsebet ve ona götürecek her türlü söz ve davranışlardan kaçınılmalıdır.

    Allah Teâlâ’ya itaatten çıkıp O’na isyan sayılacak, özellikle de Harem sınırları içinde günah kabul edilecek her türlü söz ve davranıştan uzak durulmalıdır. Sövmek ve kötü lakap takmak da buna dâhildir.

    Hac günlerinde tartışmak ve münakaşa etmek de yasaklanmıştır. Âyette geçen “cidâl” kelimesi, her türlü mücâdele, tartışma ve düşmanlığı ifade eder. Çünkü bunlar mü’minler arasında kin ve nefrete, öfkeye ve böylece aralarındaki sıcaklık ve dostluğun kaybolmasına sebep olur.

Allah’ın rızâsına uygun bir hac yapabilmek ve onun hem dünyevî hem de uhrevî neticelerinden tam olarak istifade edebilmek için yapılması istenenleri hakkiyle yerine getirmek, yasaklardan ise bütünüyle kaçınmak gerekir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:

“Kötü söz söylemeden ve günah işlemeden Allah için hacceden kimse, annesinden doğduğu gün gibi günahsız olarak döner.” (Buhârî, Hac 4)

Hac ibâdetiyle meşgul olan kişi, günaha götürecek bütün kapılara kilit vurmalı, gönül pencerelerini bütün hayırlara sonuna kadar açmalıdır. Onda günah ömrünü tüketmeli, takatinin son sınırıyla yapabileceği her türlü iyiliği yapmaya çalışmalıdır. Çünkü Allah, iyilik olarak yapılan her şeyi bilmektedir ve karşılığını mutlaka fazlasıyla verecektir. Bir de hac ve umre yolculuğuna ihtiyaçlarımızı kendimiz karşılayacak ve başkasına muhtaç olmayacak şekilde hazırlıklı gidilmelidir. Âyet-i kerîmedeki “Bir de yolculuk için yanınıza azık alın” (Bakara 2/197) ifadesi bunu emreder. Rivayetlere göre Yemenli hacılar, hiç azık almadan yola çıkarlar ve “Biz tevekkül ehliyiz. Biz Allah’ın evini haccederiz de O bizi doyurmaz mı” derlerdi. Geldiklerinde ise başkalarına yük olurlar ve dilenmek zorunda kalırlardı. Bunun üzerine “Azık alın” ayeti indi. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 380-382) “Azık alın” ifadesine, önceki mânaya ilâveten  “hayırlı ameller işleyerek âhiret hazırlığı yapın” mânası da verilebilir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 143-144) Ayetin devamındaki “Şüphesiz azığın en hayırlısı takvâdır” (Bakara 2/197) kısmı, “şüphesiz en hayırlı azık, dilenmekten, yağmalamaktan ve başkalarına yük olmaktan sakınmaktır” mânasına gelebileceği gibi, daha genel anlamıyla “Allah’a karşı derin bir saygı içinde O’nun emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınarak insanın kendini cehennem azabından koruması” mânasına da gelir. Burada iki mânayı mülahaza etmek de mümkündür. Allah’tan korkmak ise, selim akıl sahibi olmanın bir gereğidir. O’ndan korkmayanın, âdeta aklı yok gibidir.

Hac günlerinde ticaretle uğraşmanın hükmüne gelince:

Bakara / 198

Câhiliye döneminde Ukâz, Mecenne ve Zülmecâz panayırları kurulur; buralarda ticâret malları alınır satılırdı. Hac mevsimi, aynı zamanda bir ticâret mevsimi idi. İslâm geldikten sonra müslüman tüccârlar, günah olur korkusuyla özellikle ihrama girdikten sonra bu aylarda ticâretten çekindiler. Bu hâdise üzerine bu âyet nâzil oldu ve ister hac yapsın ister yapmasın hac aylarında ticâretle meşguliyette ve bu yolla Allah’tan rızık talep etmede bir günah olmadığını bildirdi. (bk. Buhârî, Tefsir 2/24)

Âyette geçen “Arafât”, Mekke’nin 21 km. doğusunda, yaklaşık 14 km kare genişliğindeki düz bir bölgenin ismidir. Bu bölgeye bitişik olan dağa da Cebel-i Rahme veya Arafat Dağı denilmiştir. Haccın rükünlerinden biri olan “vakfe”, Zilhicce’nin dokuzuncu günü olan Arefe gününde işte bu alanda yapılmaktadır. Burada Arefe günü tan yerinin ağarmasından gün batımına kadar bir anlık duruş bile vakfe için yeterlidir. “Meş‘ar-i Haram” ise, Müzdelife bölgesinde bulunan Kuzah dağındaki bir tepenin adıdır. Bu tepe sebebiyle Müzdelife bölgesinin tamamına Meş‘ar-i Haram ismi verilmiştir. Hacılar Arafat’tan sonra buraya gelir, arefe gününü bayrama bağlayan geceyi burada geçirirler.

Şu âyet-i kerîmeler yine hacla alakalı Kureyşlilerin yanlış bir uygulamasını düzeltmektedir:

Bakara / 199

 “Hums” yani kahramanlar, yiğitler diye anılan Kureyş ve müttefikleri vakfeyi sadece Müzdelife’de yapıyor: “Biz ehlullahız; Allah’ın has kullarıyız. O’nun Harem’inde oturanlarız. Harem’den dışarı çıkamayız” diyorlar ve Arafât’ta diğer insanlarla birlikte vakfe yapmayı kendileri için küçüklük sayıyorlardı. Çünkü Arafât “helâl” bölgeydi; Harem bölgesinin dışındaydı. Diğer Araplar ise Hz. İbrâhim’in dinine uyarak Arafât’ta vakfe yapıyorlardı. İnsanlar sel gibi Arafat’tan boşanıp gelince, Kureyş ve yandaşları Müzdelife’den çıkıyorlardı. Bu âyetle Allah Teâlâ, onlara Arafât vakfesini emrettiği gibi, Arafât’tan çıkışlarının da diğer insanlarla birlikte olmasını istemiştir. (Buhârî, Tefsir 2/35)

198 ve 199. âyetler, bir taraftan müslümanların arefe günü Arafat’ta bir bütün olarak vakfe yapmalarını, oradan bir mahşer topluluğu görünümünde, Allah’ı zikrederek, O’ndan af ve mağfiret talep ederek Müzdelife’ye doğru akmalarını, oradan da yine Minâ’ya doğru kitleler halinde hareket etmelerini emretmekte; diğer taraftan da o büyük kalabalığın bir bölgeden diğerine seller gibi boşanıp akmasını tasvir etmektedir.

İslâm’dan önce Araplar, hac amellerini tamamladıktan sonra Minâ’da belli bir yerde otururlar, atalarını yâd ederler ve onlarla övünme yarışına girerlerdi. 200. ayetle bu yanlış âdet kaldırılmakta, bunu yerine müslümanlar daha kuvvetli ve daha coşkulu bir şekilde Allah Teâlâ’yı zikre davet edilmektedir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 404) Dolayısıyla hac ile elde edilen ahlâkî güzellikler, manevî yücelikler ve kudsî intibalar hacdan sonra da devam ettirilmelidir. müslümanlar, bu ulvî ibâdetle elde ettikleri bilgi, irfan ve tecrübe ile, şirkin bütün izlerini silip tevhidin hakikatine doğru yol almalı, nefsin her türlü şehvet ve gururunu kırmalı, ruhlarındaki hakikati idrake engel olacak lekeleri temizlemeli ve zikir, dua, istiğfar ve tazarrû ile daimî bir surette sadece Allah’a yönelmelidirler.

200. âyetin devamında Allah’tan sağlık, bolluk, çocuk gibi sadece dünyalık şeyler isteyen, âhiretle alakalı hiçbir talepleri olmayan kimseler kınanmaktadır. Böyleleri için âhirette, herhangi bir sevap, nimet veya güzelliğin sözkonusu olmadığı haber verilir. Nitekim bu mânayı açıklayan diğer âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Dünya hayatını, onun göz kamaştırıcı süsünü ve şatafatını arzulayanlara, bu gayeye yönelik yaptıkları çalışmaların karşılığını dünyada tastamam veririz. Onlar bu hayatta hiçbir haksızlığa uğratılmazlar. Fakat onlar öyle kimselerdir ki, kendileri için âhirette ateşten başka bir şey yoktur. Dünyada yaptıkları şeyler orada tamamen boşa gidecektir. Çünkü, iyilik nâmına yaptıkları işler, inanç ve iyi niyetten yoksun olduğu için, hiçbir değer taşımamaktadır.” (Hûd 11/15-16)

“…Kim de âhireti bırakıp sadece dünya kazancını isterse ona da ondan bir parça veririz; fakat onun âhirette bir nasîbi olmaz.” (Şûrâ 42/20)

201-202. âyetlerde ise Allah’tan hem dünya hem de âhiret iyiliğini isteyenler ve cehennem azâbından Allah’a sığınanlar methedilir ve dünyada yaptıkları sâlih amellerin, dua ve istiğfarların mükafatının âhirette onlara verileceği müjdelenir.

201. âyette geçen حَسَنَةٌ  (hasene) lügatte “iyilik ve güzellik” mânasına gelir. Elde edilince insanı sevindiren bütün nimetleri ifade eder. Bununla birlikte tefsirlerde “hasene”ye şu mânalar verilmiştir: “Dünyadaki hasene; sâlih insanların Allah’tan istedikleri sıhhat, yeterli maişet ve hayırlı işlerde muvaffakiyettir. Âhiretteki hasene ise âhiret sevabıdır.” (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 121) “Dünyadaki hasene; mal, ilim ve Kur’an’ı anlamaktır. Âhiretteki ise cennettir.” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 410)

Allah Resûlü (s.a.s.) bu duayı çok okur (Buhârî, Deavât 55) ve okunmasını tavsiye ederdi. (Müslim, Zikir 23) Nitekim Enes (r.a.)’ın anlattığı şu hâdise buna güzel bir misal teşkil eder:

Resûlullah (s.a.s.) son derece zayıflamış bir hastayı ziyâret etti ve:

“–Allah’a bir şey için dua ediyor musun veya O’ndan bir şey istiyor musun?” diye sordu. Hasta:

“–Evet; «Allahım! Bana âhirette vereceğin cezayı bu dünyada hemen peşin olarak ver!» diye dua ediyorum” cevâbını verdi. Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“–Sübhânallah! Senin buna gücün yetmez. «Rabbimiz bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi cehennem azâbından koru (Bakara 2/201) diye dua etsen olmaz mı?”

Bunun üzerine adam bu duayı yaptı ve şifa buldu. (Müslim, Zikir 23; Tirmizî, De‘avât 71/3487)

Haccın amellerinden olan Minâ’da şeytan taşlama ve teşrik tekbirleriyle ilgili olarak da şöyle buyruluyor:

Bakara / 203

Âyetteki “sayılı günler”den maksat, Zilhicce’nin 11, 12 ve 13. günleri olan Minâ günleri veya “teşrik tekbirleri”[1]nin getirildiği günlerdir. Bu günlerde “Allah’ı zikretmek”ten maksat da, namazların farzlarının akabinde, şeytanların taşlanması esnâsında ve kurbanlar kesildiği sırada getirilen tekbir ve tehlillerdir. Hanefîler’e göre teşrik tekbirleri, Kurban bayramının arefe günü sabah namazının farzından sonra başlar, bayramın dördüncü günü ikindi namazının farzından sonra okunarak tamamlanır. Toplamı 23 vakittir. Âyetteki “iki gün”den kasıt, bayramın ikinci ve üçüncü günleridir. Buna göre acele işi olan hacılar isterlerse, kalan cemreleri bu iki güne sığdırarak üçüncü günün sonunda Minâ’dan Mekke’ye dönebilirler. İşi acil olmayanlar kalıp dördüncü gün de şeytan taşlayabilirler. Mühim olan her halükârda Allah’tan korkmak, O’na saygılı olmak ve O’nun rızâsına uygun davranma gayreti içinde bulunmaktır. Zira nihâyetinde Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda toplanacak ve bütün yaptıklarımızın hesabını O’na vereceğiz.

Yukarıda tefsiri yapılan Bakara sûresi 196-203. âyet-i kerîmelerde İslâm’daki hac ibâdetinin mühim hüküm ve kâideleri beyân edilmektedir. Bunlar ihrâma girmek, ihramla birlikte helâl olan bazı şeylerin bile haram sayılması, Arafat’ta vakfe yapmak, her millet ve kültürden müslümanların bir araya gelip kaynaşması ve Kâbe etrafında tavaftır. Bunların fert ve toplum hayatına sayısız faydaları vardır. İhram, kişinin mâsivâdan soyunup, dünyadan uzaklaşarak bütün varlığıyla Allah’a yönelişini temsil eder. Onu giyenler mal, mülk, makam ve rütbe gibi bütün fâni gölgeleri geride bırakırlar; insanlar arasında yegâne üstünlüğün sadece takvâda olduğu gerçeği ortaya çıkar. Arafat’ta vakfe, mahşeri andırır; ölüm ve ötesini tefekküre götürür. Hac ibâdeti, her ırk ve bölgeden bütün dünya müslümanlarını bir araya getirerek, maddî manevî meselelerini müzakere etme, ilmî alış verişte bulunma ve problemlerin çözümünü birlikte arama imkânı tanımaktadır. Kâbe etrafında birlikte tavaf ise İslâm’ın tevhîd telakkisini kuvvetlendirmekte ve müslümanların surûr ve kederde tek vücut olmaları gerektiği fikrini geliştirmektedir.

Fakat bu büyük ilâhî lutuflardan faydalanma hususunda herkes aynı seviyede değildir:

[1] “Teşrik”, yüksek sesle tekbir getirmek demektir. “Teşrik tekbiri”, Kurban bayramı günlerinde namazların farzından sonra اَللّٰهُ أَكْبَرُلَا إِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَ اللّٰهُ أَكْبَرُ اَللّٰهُ أَكْبَرُ وَ لِلّٰهِ الْحَمْدُ  اَللّٰهُ أَكْبَرُ (Allahu ekber Allahu ekber lâ ilâhe illallahu vallahu ekber Allahu ekber ve lillâhilhamd) “Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Allah’tan başka ilâh yoktur. Allah en büyüktür. Bütün hamdler Allah’a aittir” demektir.

Bakara / 204

Âyetlerin iniş  sebebi hakkında şöyle bir rivayet vardır: Münafıklardan Ahnes b. Şureyk, Peygamber Efendimiz’e gelerek müslüman olduğunu söylemiş, bu durum Allah Resûlü (s.a.s.)’in pek hoşuna gitmişti. Ahnes, “Ben, müslüman olmayı dileyerek geldim ve Allah’a yemin ederim ki bu sözümde samimiyim” demişti. Sonra Efendimizin yanından çıkmış, yolda giderken müslümanlara ait birtakım ekinleri yakmış ve merkepleri öldürüp telef etmişti. İşte bunun üzerine bu âyetler indirildi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 428) İniş sebebi bu olmakla beraber, âyetler, bu vasıfları taşıyan bütün münafıkları ve bozuk şahsiyetli kişileri şümûlüne almakta; münafıklık, riyâkârlık, düşmanlık, bozgunculuk ve tahripkârlık özelliği olan herkesi uyarmaktadır.

Burada çok tehlikeli bir insan tipi tasvir edilir. Münafıkların ikiyüzlü karakter özellikleri canlandırılır, bunlar belirgin ve canlı birer tablo haline getirilir: Karakter yapısı sergilenen bu kişi hoşa giden ve büyüleyici bir üslupla konuşmakta; kendisini iyiliğin, samimiyetin, dostluğun ve fedakârlığın bir sembolü olarak tanıtmaktadır. Konuşurken ağzından âdeta bal akmaktadır. Sözlerinin tesirini ve inandırıcılığını daha da arttırmak için kalbindeki duyguların doğruluk ve içtenliğine Allah’ı şâhit göstermektedir. Halbuki o, gönlünde en küçük bir sevgi ve müsamaha olmayan amansız bir düşmandır. Kalbinde kin, nefret ve düşmanlık kaynamaktadır. Âyette geçen اَلَدُّ الْخِصَامِ (eleddü’l-hısâm) (Bakara 2/204) ifadesine “düşmanlığı şiddetli; çok münakaşacı ve cidâlci; Allah’a isyanda şiddetli kasvet sahibi ve bâtıl yolda mücâdele eden; sözü kuvvetli ameli zayıf, hikmetle konuşan fakat hatalı iş yapan; zorba ve zâlim” gibi mânalar verilmiştir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 429-430)

Bu sebepledir ki yalancılığı ve kandırmacılığı meslek haline getirmiş olan bu tip, dönüp gidince veya hâkimiyeti ele geçirip sorumlu bir mevkiye gelince, maharetle gözlerden sakladığı gerçek yüzünü meydana çıkarır; kötülük, azgınlık, kin ve bozgunculuk saçan özünü gözler önüne serer. O, bütün katılığı, gaddarlığı ve bozgunculuğuyla bitki, hayvan ve insan bütün canlıların neslini yok etmeye, köklerini kurutmaya çalışır. Böyle bir tipe, Allah’tan korkması, O’nun gazabından sakınması söylenince, günahları sebebiyle boyun bükecek yerde tam aksine, nefsaniyetine dokunan bu söz karşısında kibir ve gurur damarları kabarır. Yanlış yolda olduğunu kabul edip doğruya yönelmeyi gururuna yediremez. Bu durum onu, daha fazla günah işlemeye sevkeder. Hatta işlediği günahlarla üstünlük taslamaya başlar. Daha da kötüsü, hiçbir utanma hissi duymadan doğrudan Allah’a başkaldırma serkeşliğinde bulunur. İşte bu yapıda ve karakterde olan kişilere layık olan ceza, cehennemdir. Onların yaptıklarına ancak o yaraşır. O, çok fenâ bir yatak, çok kötü bir yerdir.

Abdullah b. Mes‘ûd (r.a.) der ki: “Allah katında büyük günahlardan biri de kişinin, kendisine «Allah’tan kork» denilince, bunu gururuna yediremeyip “Sen kendine karış! Bana bunu emredecek sen mi kaldın” demesidir. (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VII, 271)

Önceki âyetlerde anlatılan “dinini dünyası için satan” insan tipiyle mukâyese imkânı vermek için gelen âyette Allah rızâsını kazanmada örnek alınacak “dünyasını dini uğruna satan” güzel bir insan karakteri tasvir edilmektedir:

Bakara / 207

Bu insan, Allah’ın rızâsını her şeyden hatta malından ve öz canından daha üstün tutmaktadır. Zira o, mülkün hakikatte kendisine değil Allah’a ait olduğunu, en üstün gayenin mal değil Allah rızâsı olduğunu bilir. Bu sebeple o, o yüksek gâyeye erebilmek için malını, mülkünü ve hatta canını seve seve verir, fedâ eder. Böylece kendini ebedî olarak satın almış yâni ebedî acılardan, hazin âkıbetlerden kurtarmış ve en büyük ticarete ermiş olur. Dünya nimetlerinin tümünü feda ederek varlığını arınmış olarak Allah’a takdim edecek derecede mânevî bir kemâle ulaşır. Bunlar, din uğrunda sıkıntılara katlanan, savaş meydanlarında canlarını ortaya atan veya öldürüleceğini de bilse iyiliği emredip, kötülükten meneden kimselerdir. Bunların, asıl maksatları Allah rızâsıdır.

Âyetin iniş sebebini teşkil eden hâdiselerden birini, Mekke’deki müşriklerin elinden kurtulup Medine-i Münevvere’ye gelen Suheyb b. Sinân er-Rûmî (r.a.) şöyle anlatır:

“Mekke’den Peygamber Efendimiz’in yanına hicret etmek istediğimde müşriklere: «Ben ihtiyar bir adamım. Burada bulunmam size bir fayda sağlamayacağı gibi, düşmanlarınızın yanında olmam da size bir zarar vermez. Ben İslâm için bir söz verdim, o sözden dönmeyi çirkin görüyorum; bırakın Medine’ye gideyim» dedim. Kureyş: «Ey Suheyb, bize geldiğinde hiçbir şeyin yoktu. Mal olarak ne kazandınsa burada kazandın. Şimdi bunları alıp gitmene müsaade etmeyiz» dediler. Ben: «Peki, malımı sizlere versem, malımla nefsimi sizden satın alsam beni gitmekte serbest bırakır mısınız?» dedim, «olur» dediler. Bunun üzerine malımı onlara verdim ve beni hicret etmem için serbest bıraktılar. Mekke’den çıkıp Medine’ye geldim. Durumumdan haberdar olan Peygamberimiz (s.a.s.)’e: «Suheyb kâr etti, Suheyb kâr etti» buyurdu.” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 437; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, I, 247)

Bu rivayetten anlaşıldığı üzere âyet, her ne kadar ashâb-ı kirâmdan belli kimselerin, Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in yanına hicret etmek için mallarından ferağat etmeleri üzerine nâzil olmuşsa da, Allah yolunda hicret ve cihad etmek üzere malından mülkünden vazgeçen herkes hakkında geçerlidir. Dolayısıyla bir Müslümanın gelen âyetlerin istediği şekilde tüm varlığıyla İslâm’a girebilmesi ve İslâm dışı tüm inanç ve fiillerden kendini arındırabilmesi için böyle bir fedakârlığın zaruri olduğu anlaşılmaktadır:



https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/05/enam-suresinin-132-ayeti-ne-anlatiyor-195306-m.jpg
Enâm Suresinin 132. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede buyrulur: وَلِكُلٍّ دَرَجَاتٌ مِمَّا عَمِلُواۜ وَمَا رَبُّكَ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ Herkesin amellerine göre dereceleri vard ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2022/08/kurani-kerimin-ozellikleri-maddeler-halinde-188322-m.jpg
Kuran'ı Kerim'in Özellikleri Maddeler Halinde

Ebedî bir mûcize olan Kur’ân-ı Kerîm, pek çok hususiyete sahiptir. Bunların bir kısmını şöyle ifade etmek mümkündür: 1- Kur’ân-ı Kerîm, Rahmân olan ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/05/enam-suresinin-127-ayeti-ne-anlatiyor-195280-m.jpg
Enâm Suresinin 127. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede buyrulur: لَهُمْ دَارُ السَّلَامِ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَهُوَ وَلِيُّهُمْ بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ Rableri katında selam yurdu (cenne ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/05/zariyat-suresinin-tefsiri-195275-m.jpg
Zariyat Suresinin Tefsiri

Zâriyât sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 60 âyettir. İsmini, 1. âyette geçen ve “tozu toprağı savuran rüzgârlar” mânasına gelen اَلذَّارِيَاتُ (zâriyât ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/05/enam-suresinin-120-ayeti-ne-anlatiyor-195255-m.jpg
Enâm Suresinin 120. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede buyrulur: وَذَرُوا ظَاهِرَ الْاِثْمِ وَبَاطِنَهُۜ اِنَّ الَّذ۪ينَ يَكْسِبُونَ الْاِثْمَ سَيُجْزَوْنَ بِمَا كَانُوا يَقْتَرِفُونَ G ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2017/02/kuran_ezberi_kolay-702x336.jpg
Kurân-ı Kerîm'i Ezberleme Teknikleri

Haber: Mehmet Sait Temel   3 GÜNDE KUR'ÂN ÖĞRENMEK İSTER MİSİN? Kâinât, insan ve Kurân-ı Kerîm’i en güzel, en duygulu ve en derin bir şekilde o ...