6236 kayıt bulundu
Sure Ayet Karşılaştır
Bakara / 133

Bu âyetler, yahudilerin Allah Resûlü’ne: “Bilmiyor musun? Yakup öldüğü gün oğullarına yahudiliği tavsiye etmişti” demeleri üzerine inmiştir. (Vâhidî, Esbâbu’n-nuzûl, s. 44) Dolayısıyla böyle bir soru, olayı reddetmek için olup şu mânayı ifade eder: “Hayır, orada değildiniz. O halde Yakub’un ne söylediğini nereden bileceksiniz. Onun ne dediğini en iyi biz biliyoruz. Yakup ölmek üzereyken oğullarına: «Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?” diye sordu Oğulları da: «Sadece senin ilâhına; ataların İbrâhim, İsmâil ve İshâk’ın ilâhı olan tek Allah’a kulluk edeceğiz. Biz sadece O’na teslim olmuşuz» dediler”.

Hz. Yakup, bu sualiyle oğullarından tevhîd ve İslâm inancı üzerinde kalacaklarına dâir söz almak istemişti. Zira Mısır’a geldiğinde halkın türlü türlü putlara taptıklarını görmüş, onların arasında yaşayacak olan evlatları hakkında endişeye kapılmış ve kendisinden sonra da dinin elden bırakılmamasını hatırlatmak gereğini duymuştu. O, gerçekten Allah’a bağlı bir kul olduğunu ve İslâm üzere ölmenin önemini kendi şahsında örnek olarak göstermiştir. Oğulları da verdikleri cevapla bu uğurda kararlı ve azimli olduklarını ortaya koymuşlardır. Allah Teâlâ, bu ibretli hadise ile Ehl-i kitabı ve diğer inanmayanları, İslâm dinini kabule davet etmektedir.

Devam eden âyet-i kerîmede ise sorumluluğun ferdiliğine dikkat çekilerek, herkesin kendini kurtaracak bir amel ve gayret peşinde olması gerektiği vurgulanmaktadır: Kıssaları anlatılan ve tevhid innacına mensup olan Hz. İbrâhim, Hz. Yakup ve onların vasiyetini tutarak Allah’ın birliğine inanan oğulları bir ümmet idiler. Çeşitli insan gruplarının birliği için, onların önüne geçmiş, uyulmaya ve itaat edilmeye layık bir cemaat mevkiinde bulunuyorlardı. İşledikleri bütün ameller ve yaptıkları iyilikler kendi sevap defterlerine yazıldı. Bunların mükafatı onlara verilecektir. Peki siz ne durumdasınız ve neler yapmaktasınız? Şunu bilin ki, sizin yaptığınız ve kazandığınız şeyler de sizin amel defterinize kaydedilmektedir. Bunların iyi veya kötü karşılığı da size verilecektir. Üstelik, öncekilerin yaptıklarından size herhangi bir şey sorulmayacaktır. Siz, sadece kendinizden ve kendi yaptıklarınızdan mesul tutulacaksınız. Bu âyet-i kerîmede, İbrâhim, İsmâil, İshâk, Yâkub gibi pey­gamberlerin soyundan gelen, bu sebeple seçilmiş ve imtiyazlı bir ümmet olduklarını zanneden, dolayısıyla Allah huzurunda da özel bir muameleye tâbi tu­tulup mükâfat göreceklerini savunan yahudilere ciddi bir uyarı bulunmaktadır. Zira böyle bir düşünce, boş bir hayal ve asılsız bir kuruntudan başka bir şey değildir. Dolayısıyla ayet, “üstün ırk”, “imtiyazlı ümmet” gibi mesnetsiz iddiala­rı reddettiği gibi, dolaylı olarak Âdem ve eşinin işlediği hata yüzün­den bütün insanların günahkâr olduğu şeklindeki hıristiyanlık anlayışını da ortadan kaldırmaktadır.

Bundan sonra gelen ayetlerde de yine Ehl-i kitabın kendiliklerinden ileri sürdükleri bir takım delilsiz düşünceleri ortaya konup düzeltilmekte ve İslâm’ın dosdoğru hakikatleri beyân buyrulmaktadır:

Bakara / 135

Sûrenin 135. âyet-i kerîmesi, Medine’deki yahudi ileri gelenleriyle Necran hıristiyanları hakkında nâzil olmuştur. Bunlar din hususunda müslümanlarla münakaşa etmiş ve en üstün dinin kendi dinleri olduğunu ileri sürmüşlerdir. Yahudiler: “Yahudi olun, çünkü bizim peygamberimiz Mûsâ, peygamberlerin en üstünüdür. Kitabımız Tevrât kitapların en iyisidir, dînimiz ise dinlerin en mükemmelidir” deyip Hz. İsa’nın peygamberliğini ve İncil’i, yine Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini ve Kur’ân’ı inkâr ettiler. Hıristiyanlar ise: “Hıristiyan olunuz. Çünkü peygamberimiz İsa, peygamberlerin en üstünüdür, kitabımız İncil kitapların en iyisidir, dînimiz de dinlerin en mükemmelidir” diyerek, Hz. Mûsâ’yı ve Tevrât’ı, Hz. Muhammed (s.a.s.)’i ve Kur’ân’ı inkâr ettiler. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 44; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 743)

Allah Teâlâ, bu âyet-i kerîmede gerçek dinin hangi din olduğunu haber vermektedir. Bu din, Hz. İbrâhim’in şirk ve küfür gibi her türlü bâtıl inançlardan uzak, dosdoğru tevhid dinidir. Buna Kur’an, “hanif dini” demektedir. İbrâhim, hiçbir zaman müşriklerden de olmamıştır. Dolayısıyla bütün bâtıl ve muharref dinleri bir kenara bırakarak işte bu dine tabi olmak gerekir. Doğru yolu bulabilmek için yahudilerin de, hıristiyanların da müşriklerin de bu dini kabul etmeleri lazımdır.

Hz. İbrâhim’in getirdiği tevhid dininin mensubu olabilmek, onun gereklerini yerine getirebilmek, hatta onu ihya edip yenileyerek yepyeni bir müslüman ümmet oluşturabilmek için öncelikle şöyle külli bir inanç sisteminin kabulüne ihtiyaç vardır: Allah’a iman ilk sırada yer almaktadır. Çünkü o, inanç esaslarının en temel umdesidir. Sonra insanlık tarihi boyunca Allah’ın gönderdiği peygamberler ve onlara indirdiği vahiylere iman sözkonusu edilmektedir. Bir müslüman, Allah’a ve Kur’an’a inandığı gibi daha önce gönderilmiş bulunan bütün peygamberlere ve onlara gelen kitaplara, suhuflara ve diğer vahiylere inanır. Hepsinin Allah’ın gönderdiği peygamber ve Allah’ın indirdiği vahiy olması açısından, bunlar arasında bir ayırım yapmaz. Bunlardan bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmek gibi dinin tabiatına aykırı bir davranış içine giremez. Ancak o, bütün benliği ile Allah’a ve O’nun emirlerine teslim olur.

Allah’ın rızâsına uygun müslüman ve mü’min olabilmenin gereği budur. Bu bakımdan diğer insanlar; yahudi, hıristiyan ve müşrikler, müslümanların inandıkları gibi inandıkları takdirde hidâyete erecek, doğru yolu bulacaklardır. Dolayısıyla onlara, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’e ve Kur’an’a iman etmeleri şart koşulmaktadır. Böyle bir imanı kabul etmediklerinde ise tevhitten kopacak ve ihtilaf, anlaşmazlık, tefrika ve münakaşanın içine yuvarlanacaklardır. İslâm’la dostluk ve ülfet yolunu terk edecek, ona ve taraftarlarına düşmanlık yolunu seçmiş olacaklardır. Bu noktada Cenab-ı Hak Peygamber Efendimizi teselli etmektedir. Özellikle yahudi ve hıristiyanların menfi düşünce ve davranışları karşısında üzülmemesini, zira Allah’ın yardımının onun için yeterli olacağını haber vermektedir. O, her şeyi işitmekte ve görmektedir. Nitekim Allah Teâlâ, bu yüce va‘dini, Benî Kurayza yahudilerinin öldürülmesi ve esir edilmesiyle, Benî Nadir yahudilerinin Medine dışına çıkarılıp Şam ve diğer yerlere sürülmesiyle ve Necrân hıristiyanlarının da zelîl bir şekilde cizye vermeyi kabul etmeleriyle yerine getirmiştir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 792)

138. ayette “Allah’ın boyası” şeklinde tercüme edilen صِبْغَةُ اللّٰهِ  (sıbğatullah) ifadesine müfessirler: “İslâm, İslâm boyası, Allah’ın ezelî-ebedî değişmez dini, Allah’ın insan tabiatına lütfet­miş olduğu temiz fıtrat, sünnetullah dediğimiz ilâhî kanunlar, Allah’ın hücceti” gibi mânalar vermişlerdir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 792; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, IV, 78-79) Dolayısıyla bu ifade ile inanç, ibâdet, ahlâk ve muâmelâtıyla Allah yanında yegane din olan İslâm dini kastedildiği anlaşılmaktadır. Aynı zamanda bu hak dine uyma ve onu yaşama sayesinde elde edilen ruhî ve ahlâkî kemal de sözkonusu edilmektedir.

Diğer taraftan ayette dolaylı olarak hıristiyanların vaftiz uygulamalarının yanlışlığı ortaya konmaktadır. Zira onlar, yeni doğan çocukları sarımtırak boya­lı bir suya batırarak gerçek hıristiyanlığa soktuklarına, onunla boyadıklarına ina­nırlardı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 792) Kur’an’a göre, böyle göstermelik işler ve sembolik uygulamalarla gerçek din­darlığa ulaşılamaz. Gerçek iman, sadece boyalı suya girip çıkmakla kazanılamaz. Hakiki iman ancak Allah’ın boyasıyla boyanmak ve insanın temiz fıtratı­nın gereği olan hak dinle bezenmekle elde edilir. Böyle bir dinin muhtevasında yaşayarak öğrettiği güzel ahlâk ile ahlâklanmak, onun mânevî zinetleriyle süslenmek ve örnek bir müslüman şahsiyet seviyesine yükselebilmekten daha güzel bir şey düşünülemez. Hele vaftiz gibi sunî uygulamalar böyle bir dinin ve inancın yerini as­la tutamaz. Maddi âlemde; bitkilerde, ağaçlarda, çiçeklerde, insanların yüzlerinde seyredilen Allah’ın fıtrî boyasından daha güzel boya olamayacağı gibi, mânevî âlemde de iman, İslâm, ihsan, ihlas, takvâ, ilâhî aşk ve muhabbet boyası, boyaların en güzelidir. Dolayısıyla müslüman, kendisine ve genel ola­rak insanlığa bu güzellikleri bahşetmiş olan Allah’a lâyık olduğu şekilde kulluk etmelidir. Bu kulluğunu “Biz, yalnızca O’na kulluk ederiz” (Bakara 2/138) şeklinde bir şükran ifadesi olarak da dile getirmelidir.

Ehl-i kitap böyle bir kulluk anlayışını benimseyecek yerde Allah ve peygamber gibi en temel dinî esasları tartışma konusu yapmışlardır: 

Bakara / 139

Ehl-i kitap, daha önce peygamberlerin pek çoğu onlardan gelmesi sebebiyle, nübüvvetin kendilerine daha lâyık olduğunu söylüyor ve İsrâiloğulları dışından peygamber gelmesini reddediyorlardı. Din ve imana, putlara tapan Araplardan daha müstehak olduklarını iddia ediyorlardı. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, IV, 80) Kendilerinin Allah’ın oğulları ve dostları olduklarını zannediyor (Mâide 5/18); cennete ancak, yahudi veya hıristiyan olanların girebileceğini sanıyor (Bakara, 2/111) ve insanlara hidâyete erebilmeleri için yahudi veya hıristiyan olmalarını (Bakara 2/135) öneriyorlardı.

Hâsılı onlar, son Peygamberin Araplardan gelmesini bir türlü hazmedemiyor ve Allah’ın bu takdiri hususunda sürekli bir münakaşa ve mücadele içine giriyorlardı. Halbuki buna hakları olmadığı gibi, gerek de yoktur. Çünkü Allah, herhangi bir ırkın değil, bütün insanların Rabbidir. O, dilediğini yaratmada, seçmede ve istediğine istediğini vermede mutlak tasarruf sahibidir. O’nun iradesini sınırlandıracak hiçbir kuvvet yoktur. Diğer taraftan herkesin ameli kendine aittir. Hiç kimse bir diğerinin ne günahını yüklenebilecek, ne de yaptığı iyilikten fayda görebilecektir. Yaratılmışların Allah ile bir nesep bağı yoktur. Herkes ancak O’nun emirlerine riayeti nispetinde bir şeref ve üstünlük elde edebilecektir. O halde faydasız tartışmaları bir tarafa bırakarak, son derece lüzumlu olan hususlara ehemmiyet vermek gerekir. Allah’a ihlasla kulluk etmek, O’na gönülden bağlanmak ve O’nun rızâsına ermek için çaba ve gayret gösterilmelidir. Zira ihlâs; ameli şirk ve gösterişten temizlemek, daha açık bir ifadeyle onu kulların mülâhazasından arındırmaktır. İşte Hz. Peygamber ve ona inanan müslümanlar bu yolda yürümektedirler. Dolayısıyla ey Ehl-i kitap ve diğer insanlar siz de bu yola girmelisiniz!

Böyle davranacak yerde, sağa sola kıvranıyor ve kendinize bir çıkış yolu aramaya çalışıyorsunuz: İbrâhim, İsmâil, İshâk, Yakup ve torunlarının yahudi veya hıristiyan olduğunu söylüyorsunuz. Halbuki bunların yahudi veya hıristiyan olmaları imkân dışıdır. Zira Tevrat ve İncil Hz. İbrâhim’den sonra indirilmiş (Âl-i İmrân  3/65), yahudilik ve hıristiyanlık isimleri de bu peygamberlerden asırlarca sonra ortaya çıkmıştır. Nitekim “yahudi” kelimesi, Hz. Ya’kub’un oğullarından Yahuda’nın ismine nispetle türetilen ve başlan­gıçta Yahuda nesline mensup olanları ifade eden bir kabile ismidir. Ancak Hz. Mûsâ’dan en az yedi yüzyıl sonra İsrâil soyuna aynı zamanda yahudi, bunların dini inançlarına da yahudilik denilmiştir. “Hıristiyan” kelimesi ise ilk defa Hz. İsa’dan sonra Antakya’daki İsâ (a.s.)’a inananlar için ve sadece onlarla sınırlı olarak kullanıl­mıştır. Bu se­beple âyette anılan peygamberlere ne dinî ne de ırkî anlamda yahudi  veya hıristiyan demek müm­kün değildir. (Karaman ve diğerleri, Kur’an Yolu, I, 223-224)

Bu gerçekleri en iyi bilen şüphesiz Allah’tır. O peygamberlerin dinleri, aynen Hz. İbrâhim’de olduğu gibi, yahudilik ve hıristiyanlık değil, hanîfliktir. (bk. Âl-i İmrân  3/67) Allah’ın, başlan­gıçtan itibaren insanlara bildirdiği ve insanın tabiatına en uygun olan tevhid dinidir. Allah Resûlü’nün getirdiği ve tebliğ ettiği de aynı dininin devamıdır. Yahudi ve hıristiyan din âlimleri de bu gerçeği bilmekte, fakat bunu kendi toplumlarından gizlemekte idiler. Şu bir gerçek ki, böyle ilâhî hakikatlere ait bil­gileri ve delilleri gizlemek, büyük bir haksızlıktır. Böyle davranandan daha büyük zalim yoktur. Ayetin sonundaki “Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 2/140) ikazı da, işlenen bu günahın ağırlığına ve büyüklüğüne dikkat çekmektedir.

İsmi geçen bu peygamberler ve tabileri bir ümmet idiler. Tarihin bir bölümünde vazife ve hizmetlerini ifa edip dünyadan göçtüler. Yaptıkları iyilikler ve kazandıkları mükâfatlar onlara aittir. Şimdi sıra sizdedir. Şu an bir hayat imtihanı vermektesiniz. O peygamberler ve sâlih insanlarla kurmaya çalıştığınız ırkî veya dinî irtibatlar size bir fayda sağlamayacaktır. Size esas fayda verecek olan, kendi hür iradenizle karar verip yaptığınız hayırlı işler olacaktır. Bu sebeple, boş ve faydasız sözlerden uzaklaşarak güzel ameller yapmaya çalışın. Sizi ilgilendirmeyen şeyleri bırakıp, ilgilendiren şeylere önem verin. Şunu bilin ki siz, sadece kendi yaptıklarınızın hesabını vereceksiniz; öncekilerin yaptıklarından sorumlu tutulmayacaksınız!

Buraya kadar âyet-i kerîmeler, Allah’tan gelen dinin birliğini ve peygamberlerin toplumlarına hep aynı mesajı getirdiklerini beyân ederek inanç ve amel itibariyle kalplerde ve ruhlarda bir birlik oluşturmaya çalıştı. Şimdi ise mü’minlerin hem ruhen hem de bedenen birliğini temin edecek önemli bir ilâhî hüküm olan kıble mes’elesine geçilmektedir:

Bakara / 142

Sözlükte  “yön” mânasına gelen “kıble”, dini terim olarak “namaz kılarken döndüğümüz istikâmetin” adı olmuştur.

Müslümanlar, hicretten önce Mekke’de Kâbe’ye yönelerek namaz kılıyorlardı. Allah Resûlü (s.a.s.), Medine’ye hicret edince Allah’ın emriyle yahudilerin kalplerini İslâm’a ısındırmak için ve daha başka hikmetlerle on altı veya on yedi ay süreyle Mescid-i Aksa’ya doğru namaz kıldı. Fakat Efendimiz, kıblenin Kâbe tarafına çevrilmesini çok istiyordu. Bu âyet-i kerîmelerin nüzûlüyle Kâbe, kıyamete kadar müslümanların kıblesi oldu. (Buhârî, Salât 31; Müslim, Mesâcid 13)

 Allah Teâlâ, henüz kıblenin değiştirilmesi ile alakalı emir gelmeden önce bu hususta Peygamberimiz ve müslümanları hazırlamaktadır. Akıl ve izandan mahrum bir kısım beyinsizlerin böyle bir durum karşısında takınacakları tavra dikkat çekmektedir. Onlar, ilâhî emri kabule yanaşmayacak ve itiraz edeceklerdir. Dolayısıyla Peygamber ve mü’minler, buna hazır olmalı ve böyle huzursuz edici sözlerin söylenmesi halinde sıkıntıya düşmemelidirler. Diğer yönden âyet, kâfirlerin itirazlarına nasıl cevap verileceğini öğretmektedir: Doğu da batı da bütün yönler Allah’a aittir. O, bunlardan istediğini dilediği vakit kıble olarak tayin edebilir. Dilediği kullarını sırât-ı müstakîme, en doğru olana ve en güzel yöne yönlendirir. Mutlak irade, hüküm ve icrâ yetkisi O’nundur. O halde sefihlerin ileri geri konuşmalarının bir mânası yoktur. Bunları dikkate almamalı ve gereken ne ise o yapılmalıdır.

Cenab-ı Hak, ümmet-i Muhammed’i en doğru yola iletmek suretiyle onları vasat bir ümmet yapmıştır. “Vasat ümmet”, her bakımdan aşırılıklardan uzak, adâletli, dengeli ve hayırlı; her türlü inanç, amel, hal ve davranışlarında insaflı, ölçülü ve uyumlu olan örnek bir toplum demektir. Onlar, dünya ile âhiret, madde ile mâna arasındaki dengeyi en iyi bir şekilde tesis ederek âhenkli ve mutedil bir hayat sürerler. Allah, din, insan, dünya ve âhiret telakkileri mükemmeldir. Bu halleriyle onlar, bütün insanlara, bütün toplumlara örnek teşkil ederler.

Bu ümmet merkez ümmettir. Bütün ümmetleri görebilen bir mevkidedir. Mesela وَسَطُ الْمَد۪ينَةِ (vasatu’l-medine) şehir merkezi demektir. Muhammed ümmeti hiçbir peygamberi dışlamamakta, hepsini kabul etmekte, hepsine gelen vahiyleri kabul edip değerlendirmektedir. Dolayısıyla bütün ümmetlerin merkezinde olmayı hak etmektedir. Şâhit vasfının bir gereği olarak hepsini görmektedir, peygamberi de onu görmektedir.

Şâhit kelimesinin “gözetim altında tutma” anlamı da vardır. Buna göre bütün insanları gözetim altında tutma görevini Allah müslümana vermektedir. Buna göre demek ki Allah Teâlâ, müslümanların bütün insanları kontrol etme gücünde olmasını murat etmektedir. Bunun için müslümanların da Resûlullah (s.a.s.)’in gözetimi ve kontrolü altında bulunması gerekmektedir. Hâsılı müslüman Peygamberi’nin, gerek yahudi, gerek hıristiyan bütün insanlar da müslümanın kontrolünde olmalıdır.

Şâhit, davacıyla davalı arasında ortada, tarafsız, adil, yalnızca gerçeği söyleyen, sözü dinlenir ve sözüne itibar edilir kimse mânasına da gelir. Bu açıdan bakıldığında hal, hareket ve davranışları bakımından örnek alınabilecek kimselere de şâhit denilir. Bu mânada Cenab-ı Hak, Muhammed ümmetini insanlar arasında hakşinas, doğru sözlü, adil, dürüst, iyi ahlâk sahibi, ilim ve irfanla seçkin, şâhitlik etmeye layık, önder bir cemaat kılmak ve böylece tam mânasıyla adil ve hakim bir ümmet teşkil etmek için, Resûlullah (s.a.s)’in izinde insanları yeni bir sırât-ı müstakîme yönlendirmiştir. Dolayısıyla çeşitli toplumlar arasında İslâm ümmeti, bu mesuliyetinin şuurunda olması ve bu vazifesini unutmaması gerekir. Bu sayede müslümanlar diğer insanlara şâhit ve örnek olacak; Peygamber de onlar üzerine şâhit ve onlar için uyulacak, ardına düşülecek bir önder olacaktır. “Allah Resûlü’nde sizin için; Allah’a ve âhirete kavuşmayı uman ve Allah’ı çok çok zikreden kimseler için her bakımdan uyulması gereken mükemmel bir örnek vardır” (Ahzab 33/21) âyetinin işaretiyle, Muhammed ümmeti Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’i her türlü söz, fiil ve davranışlarında kendilerine şâhit tutar, imam ve önder kabul eder; bir örnek, bir nümûne-i imtisal edinirler, onun getirdiği sırat-ı müstakim üzerinde giderlerse bütün insanlar onların arkasından yürür ve onları kendisine imam tanır, hakkın açığa çıkması için onların söz ve görüşlerine başvururlar. Hâsılı ümmetin diğer toplumlar nezdinde delil ve örnek olması, her şeyden önce onların Kur’an’a ve sünnete uygun yaşamasına bağlıdır. (Elmalılı, Hak Dini, I, 525)

Bu hususta Kur’an ve sünnetin talimatlarına uygun hareket etmek gerektiği gibi, namaz kılarken nereye yönelmemiz gerektiği hususunda da aynı dikkati göstermelidir. Nitekim kıble ilk zamanlar Beytullah iken sonra Beyt-i Makdise sonunda da tekrar Beytullah’a çevrildi. Şüphesiz kıblenin Beyt-i Makdis’ten Kâbe’ye çevrilmesinde pek çok hikmet vardır. Bunlardan biri, Allah Resûlü’ne gerçekten inanıp tabi olan samimi mü’minlerle, böyle olmayanları birbirinden ayırmaktır. Allah’tan gelen her emre kayıtsız şartsız tabi olacaklarla, bahaneler ileri sürerek itaatten yüz çevirecekleri ortaya çıkarmaktır. Gerçekten de kıble de­ğişikliği, müslümanları sevindirirken diğerleri için bir fitne sebebi olmuştur. Özellikle yahudiler ve münafıklar bunu bir de­dikodu vesilesi yapıp Allah Resûlü’ne dil uzatmaya kalkışmışlardır. Kıble değişikliği, Allah’ın hidâyet ettiği kimseler dışında kalanlara çok ağır gelmiştir. Zira alışılmış şeyleri terk etmek zordur. Fakat Allah’ın emrettiği hükümlerin belli bir hikmete bağlı olduğunu bilenler, O’na itâat edenlerin kurtulup mutlu olacaklarını, O’na isyan edenlerin ise şakîlerden olup hüsrâna uğrayacaklarını yakînen kabul edenler için bir sıkıntı ve zorluk sözkonusu değildir. Fakat yahudi ve münafıkların menfi konuşmaları sebebiyle bir kısım müslümanlar, kıble değiştirilmeden önce Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılan ve bu hal üzere ölen mü’minler hakkında endişeye kapıldılar. Ayetin, “Allah sizin imanınızı, önceden Beyt-i Makdis’e yönelerek kıldığınız namazları zayi etmeyecektir” (Bakara 2/143) kısmı, onların bu endişe ve üzüntülerini gidermek üzere gelmiştir. (Buhârî, Tefsir 2/12) Çünkü Allah, insanlara çok şefkatli, çok merhametlidir. Şefkat ve merhamet adına ne varsa hepsinin kaynağı O’dur. Dolayısıyla Allah, kendisine iman ve itaatin gereği olarak yapılan amelleri kabul eder. Onların mükafatlarını zayi etmez. Hatta imanları sebebiyle kullarının günahlarını affeder ve onları durmadan rızıklandırır. Dolayısıyla bu hususta bir endişeye kapılmaya gerek yoktur.

Kıblenin değiştirileceği hususunda yapılan ilmi, fikrî ve siyasî bir hazırlıktan sonra şimdi de namazda Kâbe’ye dönülmesiyle alakalı kesin hüküm gelmektedir:

Bakara / 144

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Kâbe’nin kıble olmasını gönülden istiyordu. Bu ümit içerisinde zaman zaman yüzünü edeple göğe doğru çeviriyordu. Artık kıblenin değiştiğini haber veren vahyin gelmesini bekleyip duruyordu. Adeta gökten Cibrîl’in yolunu gözlüyor ve bir an önce yahudilerin kıblesinden ayrılıp atası Hz. İbrâhim’in kıblesi olan Kâbe’ye yönelmeyi arzu ediyordu. İşte yukarıdaki ayetler bu sebeple nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 46)

Bu ayetlerle eski kıble olan Beyt-i Makdis’e yönelmek kaldırılmış ve namazda Kâbe’ye dönmek farz kılınmıştır. Yanında bulunanlar bizzat Kâbe’ye, uzağında olanlar ise çoğunluğun görüşüne göre Kâbe tarafına yönelirler. Ayette bizzat “Kâbe”ye denilmeyip, “Mescid-i Haram tarafına” buyrulması buna işaret kabul edilmiştir. Zira Mescid-i Haram, Kâbe’nin kendisi değil, çevresindeki Harem-i şeriftir. Burada savaş, kavga ve her türlü saldırı yasaklandığı ve tam bir emniyet hedeflendiği için oraya “harem” bölgesi denilmiştir.

Allah Teâlâ, Hz. Peygamber’e Mescid-i Haram’a yönelmeyi emrettikten sonra aynı emri mü’minler için de tekrarlamaktadır. Bundan maksat, Kâbe’nin bütün mü’minlerin kıblesi olduğunu beyân ve ümmeti ona uymaya teşvik etmektir. Kıyamete kadar bütün zamanlar ve bütün mekanlarda, nerede olursak olalım namaz kıldığımızda Kâbe tarafına dönmemiz lazımdır. Zaruri durumlar bunun dışındadır.

Ehl-i kitap, kıblenin Allah tarafından Kâbe’ye çevrildiğini ve bunun Peygamber’in kendiliğinden ihdas ettiği bir şey olmadığını çok iyi biliyorlardı. Çünkü kitaplarında Rasulüllah (s.a.s.)’in Beyt-i Makdis’ten sonra Kâbe’ye doğru namaz kılacağı haber verilmekteydi. Ancak onlar, inat ve hasetleri sebebiyle bu tahvil işinin Hz. Peygamber tarafından uygulandığını iddiâ ediyorlardı. Bu sebeple onlara hangi delil, hangi mûcize getirilse getirilsin, bu inatlarından vazgeçmeleri ve İslâm’ın kıblesine dönmeleri mümkün değildir. Bu hüküm, kâfir olarak ölecekler için geçerlidir. Sonradan hidâyete erecek kimseler için geçerli değildir. Peygamber ve müslümanların da onların kıblesine yönelmesi mümkün değildir. Çünkü bu hüküm, imanı ve dinin aslını ilgilendiren bir hükümdür.

İşin ilginç yanı, ikisi de aynı kitabın taraftarları olan yahudi ve hıristiyanlar da birbirlerinin kıblesine itibar etmezler. Bilakis her biri kendi kıblesinde ısrar ederler. Bu, kesin bir bilgiye dayandıklarından dolayı değil, sadece nefislerinin bir arzusudur. Bu sebeple ayetin sonunda Allah Resûlü ikaz edilmektedir: Kendisine dini mevzularla alakalı herhangi bir vahiy ve bilgi geldikten sonra Ehl-i kitap veya diğer insanların arzularına uymanın büyük bir yanlışlık, haksızlık ve zulüm olacağı vurgulanmaktadır. İnsanların arzularını bırakıp sadece vahye tabi olma hususunda öncelikle Peygamberimiz, onun şahsında da bütün müslümanlar uyarılmaktadır.

Devam eden ayette Ehl-i kitabın bir diğer yönüne temas edilmektedir:

Bakara / 146

Ehl-i kitap, özellikle de yahudi ve hıristiyan din adamları, kutsal kitaplarında yer alan bilgilerden hareketle Peygamber Efendimizi, ona yeni bir kitap, yeni bir din verileceğini ve tabii olarak bir kısım yeni düzenlemelerin yapılacağını biliyorlardı. Ki, kıblenin değiştirilmesi de bunlardan biridir. Hal böyle iken onlar, bile bile gerçekleri gizliyorlardı. Çünkü onlar da bir peygamber bekliyorlar ve fakat bunun kendi kavimleri arasından çıkması gerektiğini düşünüyorlardı. Bu sebeple Araplar arasından fakir bir aile çocuğunun, yetim bir yavrunun büyüyüp peygamber olmasını hazmedemiyorlardı. Dolayısıyla onun peygamberliğini, tebliğini ve getirdiği hükümleri reddediyorlardı. Böylece kendi kutsal kitaplarının verdiği gerçekleri de gizlemiş oluyorlardı. Onların gerçekleri gizlemelerinin bir anlamı ve değeri yoktur. Çünkü Allah Teâlâ, gerekli bütün hükümleri Peygamberine vahyetmektedir. Kıble ile ilgili hüküm de bunlardan sadece biridir. O halde herhangi bir zihni karışıklığa ve şüpheye düşmeye gerek yoktur. Her şey ayan beyân ortadadır.

O halde siz şüphe, kuruntu ve hayalleri bir tarafa bırakarak Allah’ın emrine sarılmaya ve hayırda yarışmaya çalışın:

Bakara / 148

Herkesin; her bir millet ve ümmetin değişik maksatlarla yöneldiği bir takım yönler vardır. Yahudiler ve hıristiyanlar gibi farklı din mensupları, ibâdet ve ayinlerini, kendi adetleri gereği belli bir yöne yönelerek yerine getirirler.  Bunlardan herhangi birinin, mesela yahudilerin yöneldiği Beyt-i Makdis’in mutlaka kıble olarak sonsuza kadar devam ettirilmesi şart değildir. Bundan böyle İslâm ümmetinin kıblesi, Kâbe’dir. Bütün müslümanlar, namaz kılarken buraya yönelmelidirler. Yeryüzünün çeşitli bölgelerinde bulunan müslüman halkların Kâbe’ye yönelecek bir yönleri vardır. Kuzey halkı, Kâ’be’nin kuzey tarafına, güney halkı güney tarafına, doğu halkı doğu tarafına, batı halkı batısına, aradakiler de aradan bir yöne yönelirler. Hepsinin yönleri farklı olmakla beraber tamamı, bir Kâbe etrafında toplanmış olmaktadır. Böylece ona yönelen yeryüzündeki bütün müslümanlar, adeta Kâbe’nin etrafında sıra sıra yuvarlak saflar yaparak, düzenli, intizamlı ve tek hedefe yönelmiş büyük bir cemaat teşkil etmektedirler.

O halde bundan böyle en mühim düstur, hayır yollarına koşmak ve hayırda yarışmaktır. “Hayır”, Allah ve Rasûlü’nün emir ve tavsiye buyurdukları her husustur. Mü’minler, Allah’ın emrine uygun olarak hayırlarda yarışmalıdırlar. Kıbleden maksat da böyle düzenli bir beraberlikle hayır yarışına girişmektir. müslümanlar, diğer din mensuplarından daha fazla hayır yapmalı, onları geçmeli, çeşitli yönlerde, başka başka beldelerde bulunduklarından dolayı aralarında ictimai bir birlik olmadığını düşünmemelidirler. Çünkü her nerede olurlarsa olsunlar, Allah hepsini bir araya getirir. Aynı kıbleye yönelmek suretiyle, yön farklılığına rağmen hepsi bir cemaat olur, hepsi Mescid-i Haram içinde namaz kılıyor gibi düzenli bir sosyal cemaat hali elde eder ve mükâfatlarını da o şekilde alırlar. Yine Allah, bütün insanları öldürecek, tekrar diriltecek ve hepsini hiçbir eksik olmadan mahşer yerinde toplayacaktır. Dünyada tek kıbleye yönelip orada toplandığınız gibi âhirette de sadece Allah’ın huzurunda toplanacaksınız. Dolayısıyla kalbinizin kâbesi şimdiden Cenâb-ı Hak olsun. Bunların hepsini gerçekleştirmek mümkündür; çünkü, Allah her şeye güç yetirendir.

Namaz kılarken Kâbe’ye yönelmek sadece mukim olanlar için değil, aynı zamanda sefere çıkanlar için de farzdır. Ayetler bu hususu önemle vurgulamaktadır. Hem Peygamberimiz hem de mü’minlere, sefere çıktıkları zaman karada, havada, denizde nerede olurlarsa olsunlar mutlaka namazda kıbleye dönmelerini tekrar tekrar emretmektedir. Zira bu, Allah’ın kesin bir buyruğudur. Yüce Allah, böyle irade buyurmaktadır. Allah, kimsenin yaptığından gafil değildir. Emre uyanlarla uymayanları, hayırda yarışanlarla tembel davrananları çok iyi bilmektedir. Onlara gerektiği şekilde muamele edecektir.

Hem mü’minler nerede olurlarsa olsunlar Kâbe’ye yönelmelidirler ki, içlerinden zulmedenleri hariç, insanların kendi aleyhlerine ileri sürecekleri ve tutunacakları bir delilleri olmasın. Bu davranışları, hem “Tevrat’ta vasfı geçen peygamberin kıblesi Kâbe’dir. Halbuki Muhammed, Beyt-i Makdis’e yöneliyor” diyen yahudilerin, hem de: “Muhammed kendisinin İbrâhim milletinden olduğunu söylediği halde onun kıblesine muhalefet ediyor” diyen Arapların haklı sayılabilecek delillerini ortadan kaldıracak ve onları hüccetsiz bırakacaktır. İçlerinden zulmedenler ise, hiçbir delil ve mesnet tanımadan ağızlarına geleni söyleyeceklerdir. Onların bu şekildeki belgesiz, delilsiz ve haksız sözlerini asla dikkate almamak gerekir. Dolayısıyla Kâbe’ye yönelmek konusunda onlardan korkmayın, size düşman olup saldırmalarından veya sizi kınamalarından çekinmeyin. Çünkü bunlar size hiçbir zarar veremeyeceklerdir. Ancak Allah’tan korkun ve onun emrine uyun. Sizin dünya ve âhiret faydanıza olan emirlerine itaat edin. Böylece Allah, size olan nimetlerini tamamlasın da hidâyet üzere yolunuza devam edesiniz. Allah’ın bütün emirlerinde olduğu gibi, kıblenin Kâbe olması da büyük bir nimettir. İslâm ümmetinin teşekkülü, büyümesi ve yükselmesi açısından onun sağlayacağı faydalar pek çoktur. Cenab-ı Hakk’ın bu ümmete lutfettiği en büyük nimetlerden biri de hiç şüphesiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’i onlara peygamber olarak göndermesidir:

Bakara / 151

Peygamberimiz (a.s.), her hususta insanlara model olabilecek beşer bir elçidir. Örnek alabilmemiz açısından insan olması son derece önemlidir. O, sistemini bütünüyle ilim, irfan ve ahlâk üzerine kurmuştur. Âyet-i kerîme onun asıl vazifelerini sayarken bu noktaya dikkat çekmektedir: O Peygamber, ümmetine her biri bir ilim ve irfan kaynağı olan Allah’ın âyetlerini okuyor, onları her türlü günah ve ahlâksızlık kirlerinden arındırıp tertemiz yapıyor, onlara Kur’an’ı ve hikmeti öğretiyor ve yine onlara bilmedikleri ve akıllarıyla asla bilemeyecekleri imanî esasları, uhrevî bilgileri, yaratan ve yaratılana ait varlığın sırlarını öğretiyor. Bundan daha büyük nimet olabilir mi?

Dolayısıyla Allah’ın nimet, rahmet ve yardımına nâil olabilmek için Hz. Peygamber’in getirdiği davete kulak verip bize okuduğu ayetleri anlamak, nefsimizi tezkiye ve ruhumuzu tasfiye ederek ahlâkımızı güzelleştirmek, onun öğrettiği şekilde Kur’an’ı ve sünneti özümseyip kavramak, bilmediğimiz fakat öğrenmemiz lazım gelen şeyleri de öğrenerek ilim ve irfanda gelişmek mecburiyeti vardır. Cehalet karanlıklarından kurtulup ilim, irfan ve medeniyetin aydınlığına kavuşmak, böylece insanlığa örnek ve önder bir seviyeye yükselmek ancak bu yolla mümkün olabilecektir.

Bütün güç, kuvvet ve kudret Allah’a ait olduğundan, öncelikle O’na tam olarak bağlanmak ve O’nun yardımını celbetmek esastır. Bütün başarıların temelinde bu gerçek yatmaktadır. Bu bakımdan Allah Teâlâ bize üç mühim vazife vermektedir: Zikretmek, şükretmek ve nankörlük etmemek.

Biz Allah’ı zikredince, Allah da bizi şanına uygun bir tarzda zikretmekte; rahmet ve yardımda bulunmaktadır. Kulluğumuzu kabul buyurmakta, tevbe ve istiğfarlarımızı işitmekte ve dualarımıza icâbet etmektedir. Hadis-i kudside şöyle buyrulur: “Kulum beni zikrettiğinde ben onunla beraberim. O beni kendi içinde zikrederse ben de onu zâtımda zikrederim. O beni bir topluluk içinde zikrederse, ben de onu o topluluktan daha hayırlı bir topluluk içinde zikrederim.” (Buhârî, Tevhid, 15)

Allah’ı zikir  dille,  kalple ve bedenle olur. Dille zikir, Allah Teâlâ’yı en güzel isimleriyle anmak, O’na hamd etmek, O’nu tüm noksanlıklaran pak ve uzak tutmak, kitabını okumak ve dua etmektir. Kalb ile zikir, Allah’ı gönülden anmak, O’nun varlığının delilleri, isim ve sıfatları üzerinde düşünmektir. Bedenle zikir ise vücudun azalarından her birinin görevli bulundukları vazifeyle meşgul ve dopdolu olması, kendilerine yasaklanan şeylerden uzak bulunmasıdır.

Büyük velilerden Ubeydullâh Ahrâr (k.s.), Allah Teâlâ’nın zikriyle eriyebilmek için şöyle bir yol tavsiye eder:

“Hayal et ki, dünya yeşil bir kubbedir. Onun içinde de Allah’tan başkası yoktur; bir de sen varsın. Bu hâlinle Allah’ı anmaya devam et ki, ezilip eriyip gitme tecellisi seni sara… Bundan sonra sana ihtiyaç kalmaya, ancak O (c.c.) kala…” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 474)

Şükür, verdiği nimetlerden dolayı kulun Allah’a teşekkür etmesi, minnettarlık duyması, bunu söz ve amelleriyle göstermesidir. Dolayısıyla şükür de yine bu üç yolla yani dil, kalp ve bedenle yerine getirilir. Kul, şânına layık bir şekilde Allah’ı zikredecek, Allah da kulunu şanına layık bir şekilde anıp hatırlayacaktır. Yine kul, verdiği nimetlerden dolayı Rabbine teşekkür edecek ve fakat O’na asla nankörlük etmeyecek, nimetlerini görmezden gelmeyecektir. Şükür nimetin artmasına, nankörlük ise nimetin elden gidip ilâhî azabın inmesine sebeptir. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Şâyet şükrederseniz size olan nimetlerimi artırır da artırırım. Yok eğer nankörlük ederseniz, şunu bilin ki benim azabım çok şiddetlidir.” (İbrâhim 14/7)

Şu kadar var ki müminler, “Beni zikrediniz!” emri karşısında acizliğini hissederek, önce “Rabbimiz! Sadece sana kulluk eder ve sadece senden yardım isteriz” (Fâtiha 1/4) sözünü hatırlayarak Rabbini zikretmek ve O’na şükretmek için yine Allah’tan yardım isteyecektir. Bu sebeple devam eden ayette iman edenlere hitaben şöyle buyrulmaktadır:

Bakara / 153

Allah’ın yardımını kazanabilmek için gösterilen birinci yol sabırdır. Sabır, ahlâkî güzelliklerin temelidir. Kalbî amellerin en zorudur. Nefsin arzularını frenleyebilmenin, günahlardan uzak durabilmenin, her türlü bela ve musibetlere göğüs gerebilmenin yegane ilacıdır. İmandan sonra takip edilecek yolun başı sabır, ahlâkın başı sabır, ilmin başı sabır, amelin başı sabır, kısaca bütün başarıların başı sabırdır. İnsan hem ruhen hem de bedenen nefsini terbiye edecek; sabır ve tahammüle, kararlı ve metin olmaya alışacak, böylece Allah’ın yardımının ilk sebeplerinden birini elde etmiş olacaktır. Aksi halde en ufak bir sıkıntı ve acı karşısında korkmak, sızlanmak, ümitsizliğe ve gevşekliğe düşmek gibi ahlâki zafiyetler baş gösterir. Sabır iki yönlüdür. Birincisi hoşa gitmeyecek durumların acısına tahammül göstererek onların güzel neticelerini beklemektir. Bu, acı ilaçlarla tedavi olmaya benzer. Hoşumuza gitmese de onları kullanırız. İkincisi ise çabucak gelecek olan lezzet ve şehvetlerden uzak durarak onların hazin sonuçlarından sakınmaktır. Bu ise zehirli tatlılardan sakınmak gibidir.

Görüldüğü üzere sabır kalbî amellerin, namaz ise yapılması emredilen zahiri amellerin en önemlisi ve aynı zamanda en zorudur. Namaz, mü’minin miracıdır. İlâhî yardımın celbi için en mühim vasıtalardan biridir. Bu sebeple yüce Rabbimiz bütün inananlardan, bu iki yolla sonsuz kudretinden yardım talep etmelerini emir buyurmaktadır. Allah Rasulü (s.a.s.), bir durum kendisine ağır geldiğinde hemen namaza durur ve bu âyet-i kerîmeyi okuyarak Hak Teâlâ’dan yardım dilerdi. (Bursevî, Ruhu’l-Beyân, I, 257)

Şüphesiz Allah, sabır ve namazla kendisinden yardım dileyenlerin dualarına icâbet etmek ve yardımını göndermek suretiyle, bu hususta sabır gösterenlerle beraberdir. Bu beraberlik, sabır ve namaza bağlı daimi bir murakabe ve gözetimdir. Namazın ehemmiyetine ve faziletine dair başka ayetlerde pek çok açıklama yer alması sebebiyle burada sabra vurgu yapılmıştır. Ayrıca namaza devam da bir sabır işi olduğundan dolayı, sabredenlerle beraber olan Allah Teâlâ’nın, namaz kılanlarla daha çok beraber olduğunda şüphe yoktur. Şunu da belirtmek gerekir ki, burada sabra vurgu yapılması, bu âyetin gelecek âyetlerle irtibatını sağlamaktadır. Bu âyetlerde ifade buyrulacak imtihan şekillerinde başarılı olabilmek için de daha baştan sabra davet etmektedir. Nitekim en faziletli sabrın, canı Allah yolunda kurban edip şehitlik mertebesine ulaşmak için gösterilen sabır olduğuna işaret etmek üzere buyruluyor ki:

Bakara / 154

Bu âyet müslümanları, nefisle mücâhedenin ötesinde İslâmı yok etmeye azmetmiş din düşmanlarıyla mücadeleye ve onların vereceği sıkıntılara karşı sabır ve metânetli olmaya hazırlamaktadır. Hatta Allah yolunda seve seve can verip şehit olmaya teşvik etmektedir.[1] Zira Allah yolunda şehit olmak sıradan bir ölüm gibi değildir. O bakımdan âyet-i kerîme, Allah yolunda öldürülenlere “ölü” denmesini yasaklamaktadır. Onlar, mâhiyetini bizim bilemeyeceğimiz ve tam olarak hissedemeyeceğimiz bir hayatla diridirler. Allah onları rızıklandırmakta ve onlara huzur dolu bir hayat yaşatmaktadır. Bedir savaşında Ensâr’dan sekiz, muhacirlerden de altı sahâbe şehit oldu. İnsanlar, Allah yolunda öldürülmüş olanlar için: “Falan öldü; dünya nimetlerinden ve lezzetlerinden mahrum kaldı” diyorlardı. Bu hâdise üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Şu âyet-i kerîmeler ise, şehitlerin içinde bulundukları o yüksek hayatı ve güzel hali daha derinlemesine izah etmektedir:

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Aksine onlar diridirler ve Rableri yanında rızıklanmaktadırlar. O şehitler, Allah’ın kendilerine bağışladığı nimetlerle sonsuz bir mutluluk duyarlar. Arkalarından gelecek olup, henüz kendilerine katılmamış olan mücâhid kardeşleri adına da: «Onlara hiçbir korku yok, onlar asla üzülmeyecekler» müjdesiyle sevinirler. Yine onlar, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine olan büyük lütfu ve ihsânıyla sevindikleri gibi, ayrıca Allah’ın, mü’minlerin mükâfatını zâyi etmeyeceği yolundaki va’dinden dolayı da büyük bir sevinç duyarlar.” (Âl-i İmrân  3/169-171)

Şehitlik gibi en güzel bir ölümle Allah’a kavuşmanın faziletinden bahseden bu âyetlerin derin mânasını ruhuna sindirmiş olan ünlü sahâbî Selmân-ı Fârisî (r.a.)’a bir gün:

“- Bize bir tavsiyede bulun” dediler. Şu tavsiyede bulundu:

“- Öleceğin zaman şu hallerin biri içinde öl:

    Hac yolunda,

    Allah için savaşta,

    Allah Teâlâ’nın bir mescidini tamir ederken…

Gücün yeterse bunları yap!” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 409)

Zira dünya ızdırap, çile ve mihnetler diyarıdır. Zor bir imtihan yeridir. Bu hayatı, böyle telakki etmek ve ona göre hazır bulunmak zarureti vardır:

[1] Allah Resûlü (s.a.s.) Efendimiz’e bir sahâbî gelerek: “Ya Rasûlallah! Birisi kahramanlık göstermek için, birisi aile ve yakınlarını koruma gayreti için, birisi de gösteriş için savaşıyor. Bunlardan hangisi Allah yolundadır?” diye sordu. Rasul-i Ekrem (s.a.s.): “Ancak Allah’ın kelimesi daha yüce olsun diye savaşan kimse Allah yolundadır” buyurdu. (Buhârî, İlim 45; Müslim, İmâre 150-151)

Bakara / 155

Her insanın imtihana tabi tutulacağı hâdiseler olacaktır. Açlık ve korku; mal, can ve mahsullerin noksanlaşması gibi hususlar bunların başında gelmektedir. Rabbimiz bu yolla, belâya sabredip kadere rızâ gösterenlerle göstermeyenleri birbirinden ayırmaktadır. Çünkü belâlar, iyilerle kötüleri ayırmada ve insanların kıymetlerini belirlemede önemli bir ölçüdür. Bunlara sabredenler imtihanı kazanacak, sabredemeyenler ise kaybedeceklerdir. Bu sebeple ayetin sonunda “Sabredenleri müjdele!” buyurmaktadır. Onlar, Allah’tan geldiklerinin, yine Allah’a döneceklerinin şuurunda olan ve bütün varlıklarının Allah’a ait olduğunu bilen akl-i selim sahibi kimselerdir. Onlara büyük müjdeler vardır. Allah Rasulü (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:

“Mü’mine herhangi bir yorgunluk, çaresiz bir hastalık, bir keder, bir eziyet veya gam isabet etse hatta bir diken batsa mutlaka bu sebeple Allah onun hatalarını bağışlar.” (Buhârî, Merdâ 1)

Musîbete uğrayan kişinin, “Bizim bütün varlığımız Allah’ındır ve biz ancak O’na dönüyoruz” (Bakara 2/156) demesinde pek çok fayda ve hikmet bulunmaktadır: Bu sözü söylemekle meşgul olmak o anda insanın ağzından uygunsuz birtakım sözlerin çıkmasını engeller. Belâya uğrayan kişinin kalbi tesellî bulur ve üzüntüsü azalır. Şeytanın o kişiye uygunsuz söz söyletme arzusu kesilir. Bu sözü duyanlar, aynı şeyi tekrar ederek ona uyarlar. Diliyle bunu söyleyenin kalbine güzel düşünceler ve Allah’ın kazâ ve kaderine teslimiyet arzûsu gelir. Hadis-i şerifte şöyle buyrulur:

“Belâya uğrayan bir kul:

اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنّاَۤ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ. اَللّٰهُمَّ أَجِرْن۪ي ف۪ي مُص۪يبَت۪ي وَأخْلُفْ لي۪ خَيراً منها

«Bizim bütün varlığımız Allah’ındır ve biz ancak O’na dönüyoruz. Ya Rabbi bu musîbet sebebiyle bana ecir ver ve bana aldığından daha hayırlısını bağışla» derse, Allah onu bu vesileyle mükâfâtlandırır ve ona daha hayırlısını  verir.” (Müslim, Cenâiz 4)

Bu sebeple Allah dostlarından Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri şöyle der:

“Alan sensin veren sensin kılan sen

Ne verdinse odur dahi nemiz var!”

Son olarak 157. âyet-i kerîme ise sabredenlere müjdelenen ilâhî ihsanları, bağış, rahmet ve bereketi haber vermektedir. Onlara Rableri katından bol bol mağfiretler, bağışlanmalar, övgü ve senâlar vardır. “Salavât” kelimesinin çoğul gelmesi bu mânaları ifade eder. Yine onlara Rableri katından büyük ve kesintisiz bir rahmet vardır. Allah onlara dünya ve âhirette faydalı ve sevindirici nimetler ihsan edecek ve hususiyle âhirette onları her türlü zarardan koruyacaktır. Hidâyete erenler de ancak onlardır. Onlar, Allah’a teslimiyet ve kadere rızâ göstermek suretiyle en doğru yolu bulmuşlardır.

Şâir ne güzel söyler:

“Iztırâb-ı hâl bâdî-î sükûnet olduğu

Tıfl iken mâlûmum oldu cünbüş-î gehvâreden.” (Ârif)

“İnsanoğlu her ıstırap verici durumdan hemen şikâyet etmemelidir. Çünkü bu haller bazan insana kalp huzuru verecek imkanlar sağlayabilir. Ben bunu, daha küçücük çocukken ve beşikte sallanırken anladım. Önce beşiğin sallanması biraz başımı döndürür gibi oldu ama, sonra rahat ve sâkin uykulara daldığımı da inkâr edemem.”

Önceki ayetlerde insanı kemale erdirecek ve ilâhî yardımı celbedip kâfirlerle mücadele azmini kuvvetlendirecek “sabır” ve “namaz” gibi iki mühim mânevî silaha sarılmanın lüzumundan bahsedildi. Aşağıdaki ayette ise insanın bu yüksek değerlerden uzaklaşmaması için iç âleminde nefis denilen düşman ile de mücadelenin ihmal edilmemesine işaret buyrulmakta; bunun için sabır ve namazın yanında hac, umre, tavaf ve sa’y gibi nefis tezkiyesine matuf ibâdetlere de önem verilmesi gerektiği hatırlatılmaktadır. Bu ayetle aynı zamanda yakın bir tarihte Mekke’nin fethedilip Kâbe’nin putlardan temizleneceği ve İslâm fetihlerinin genişleyeceği müjdesi verilmektedir:

Bakara / 158

Safâ ile Merve, Kâbe’nin yakınında bulunan iki tepeciğin ismidir. Hz. Hacer, oğlu İsmâil’e su ararken bu iki tepe arasında koşup durmuştur. Câhiliye döneminde Safâ tepesinde İsâf, Merve tepesinde ise Nâile isimli iki put bulunuyordu. Putperest Araplar da bu iki tepe arasında gidip geliyor ve adı geçen putların yanında kurban kesiyorlardı. Müşriklerin devam ettirdikleri bu çirkin adet sebebiyle müslümanlar, bu iki tepe arasında sa’y etmenin günah olabileceğini düşündüler ve bundan çekindiler. Bu hâdise üzerine âyet-i kerîme nâzil olup, böyle davranmada bir sa­kınca bulunmadığını haber verdi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 62) Çünkü Allah bu iki tepeyi, kullarının ibâdet etmesi için kutsal birer işaret kılmıştır. Zira “şeâir”, “şâira”nın çoğulu olup insana ibâdet etme duygusu telkin eden, hissettiren alametler, yerler demektir. Bir mânada bunlar Allah’a ibâdet etmeye vesile olan işaretlerdir. Mü’minler, bu iki tepeyi ziyaret etmek, aralarında sa’yetmek ve bu sırada Allah’ı zikretmek suretiyle O’na kulluk yapacaklardır. Müşriklerin sa’yi ile müslümanların sa’yi bir değildir. Onlar kâfir olarak böyle hareket ederken, müslümanlar, Allah Resûlü’nü tasdik ve Allah’ın emrine itaat niyetiyle bu vazifeyi ifa ederler. Hadis-i şerifte şöyle buyrulur:

“Safâ ile Merve arasında sa’yedin. Çünkü Allah burada sa’yetmenizi sizden istemektedir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 422)

اَلْحَجُّ (hac), sözlükte kasdetmek, اَلْعُمْرَةُ (umre) ise ziyâret etmek mânasınadır. Meşrû olan hac ve umrede hem kasd yâni niyet, hem de ziyâret vardır. “Tatavvû”, herhangi bir işi zorla değil de, gönül hoşnutluğu ile yapmak demektir. Her kim, Allah’a yaklaşılabilmek niyetiyle herhangi bir işi gönül hoşnutluğu ile yaparsa Allah onu mutlaka kabul buyurur. Çünkü Allah Şâkir’dir; kulundan razı olur ve yapılan taatlerin karşılığını kat kat fazlasıyla verir. Alîm’dir; kulun yaptığı ameli de o ameli hangi niyetle yaptığını da bilir. Âyet-i kerîme, bizleri farz ibâdetlere olduğu gibi nâfile ibâdetlere de teşvik etmektedir. Zira farzlarla beraber nafile ibâdetler, kulun Allah’a yaklaşması ve ilâhî muhabbete nâil olması için çok büyük bir ehemmiyet arzetmektedir. Bu gerçek, hadîs-i kudside şöyle beyân buyrulur:

“Her kim be­nim ve­lî bir ku­lu­ma düş­man­lık eder­se, ben ona kar­şı savaş ilân ede­rim. Ku­lum, ken­di­si­ne em­ret­ti­ğim farz­lar­dan da­ha se­vim­li her­han­gi bir şey­le ba­na ya­kın­lık sağ­la­ya­maz. Ku­lum ba­na farz­la­ra ilâ­ve­ten iş­le­di­ği nâ­fi­le ibâ­det­ler­le de dur­ma­dan yak­la­şır; ni­hâ­yet ben onu se­ve­rim. Ku­lu­mu se­vin­ce de ben onun işi­ten ku­la­ğı, gö­ren gö­zü, tu­tan eli ve yü­rü­yen aya­ğı olu­rum. Ben­den ne is­ter­se mut­la­ka ve­ri­rim, ba­na sı­ğı­nır­sa onu ko­ru­rum.” (Bu­hâ­rî, Ri­kâk 38)

Kulun bu seviyeye ulaşabilmesi için, dini bütün hakikatiyle öğrenip yaşaması, sahip olduğu imkânlar nispetinde sorumluluğunu yerine getirmesi ve “bildiği gerçekleri gizlemek” gibi ilâhî lânete uğramasına sebep olacak yanlış davranışlardan uzak kalması gereklidir:

Bakara / 159

Peygamberimiz (s.a.s.)’in nübüvveti, gönderileceği yer ve bir kısım sıfatları hem Tevrat’ta hem de İncil’de yazılı bulunmaktaydı. Yahudi ve hıristiyan din adamları bunları okuyup durmakta ve pekiyi bilmekte idiler. (bk. A‘râf  7/157) Fakat onlar, bu gerçekleri insanlardan gizliyorlar ve insanları ona tabi olmaktan uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Rivayete göre Ensâr’dan bir grup, yahudi âlimlerinden bazılarına Peygamberimiz’in Tevrat’taki vasıflarını ve ahkamla ilgili bazı âyetleri sormuşlardı. Yahudiler bunu gizlediler ve söylemekten çekindiler. Bu hâdise üzerine âyet-i kerîme nâzil oldu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 72-73) Fakat sebebin hususi oluşu, hükmün umumi olmasını engellemeyeceğinden dolayı âyetin hükmü, dini hükümler ve bilgilerle alakalı olarak bildiği herhangi bir gerçeği gizleyip söylemeyen herkesi içine almaktadır.

Allah Resûlü (s.a.s.) bu hususta şöyle ikazda bulunur: “Bildiği bir ilimden sorulup da onu gizleyen kimseye, Allah kıyamet günü ateşten bir gem vurur.” (Ebû Dâvûd, İlim 9; Tirmizî, İlim 3)

Bu sebple meşhur muhaddis sahâbe Ebu Hüreyre (r.a.): “İnsanlar Ebu Hureyre’nin çok hadis rivayet ettiğini söylüyorlar. Eğer Kur’ân’da şu iki âyet-i kerîme olmasaydı, hiçbir hadis rivayet etmezdim” demiş, sonra da bu âyeti okumuştur. (Buhârî, İlim, 42) Diğeri ise Âl-i İmrân  sûresi 178. âyet-i kerîmedir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 74)

Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın, gerek Tevrat ve İncil, gerekse Kur’ân gibi ilâhî kitaplarda haber verdiği apaçık delilleri; Allah’ın emirlerine, hükümlerine, bunlara iman edip tabi olmanın lüzumuna işaret eden ve hidâyetin ta kendisi olan âyetleri gizlemek haramdır ve büyük bir günahtır. Bunları gizleyen, ihtiyaç anında söylemeyen, yaymayan ya da yayılmasına engel olan, yahut onu tamamen veya kısmen değiştirip karıştırmak gibi yollarla gizleyenler büyük bir yanlışlık içinde bulunmaktadırlar. Bu âyetler onlara va‘dedilen dehşet verici azap ve tehlikeleri haber vermektedir.

Gelen âyetler ise, ebedi saadet yolunu göstermek üzere bütün insanları böyle küfür, inkâr ve anlaşmazlık uçurumlarından vazgeçip tevhid inancının aydınlık dünyasına çağırır:

Bakara / 163

Din adına kulun yapacağı ilk iş, tevhidin bir gereği olarak Allah’ın tek ilâh olduğunu doğrulamak ve kabul etmektir. Peki “ilâh” nedir? الإله (ilâh), kendisine kulluk edilen, gönülden bağlanılıp sığınılan ve yüceliğinin karşısında hayrete düşülen varlık demektir. الواحد (vâhid) ise eşi, ortağı, dengi ve benzeri olmayan, her bakımdan bir ve eşsiz olan mânasına gelir. Bütün insanların ve bütün varlıkların ilâhı, tek ve ilâhlığa yegâne hak sahibi olan Allah’tır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun dışında ilâh ve ma’bud olarak telakki edilen hiçbir varlık ulûhiyete asla layık değildir. Bu açıdan hepsi boş, anlamsız ve bâtıldır. O halde tevhid hususunda yanlış yollara sapmış inanç grupları ve bütün insanlık, Allah’tan başka varlıkları ilâh edinmekten vazgeçip bir tek ilâh olan Allah’a inanmak ve sadece O’na kulluk etmek mecburiyetindedir. Zira Allah’ın rahmet ve merhametine erişmenin tek yolu budur. Gerçekten de Allah, yaratıklarına karşı sonsuz merhamet sahibi olan ve onlara bol bol nimetler verendir.

Kâbe’nin etrafında üçyüz altmış tane putları bulunan müşriklerin Allah’ın tek ilâh olduğunu haber veren bu âyeti duyunca şaşırıp: “Bu kadar insanı tek bir ilâh nasıl idâre edecek? Eğer Hz. Muhammed (s.a.s.) sadece bir ilâhın varlığı iddiâsında doğru ise bize bunu ispatlayacak delil getirsin” demeleri üzerine 164. ayet inmiştir: [1] (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 84; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 51)

[1] Rivayet edilen diğer bir iniş sebebi de şöyledir: Kureyş müşrikleri yahudilere: “Mûsâ’nın getirdiği mûcizeler nelerdi?” diye sordular. Onlar da asâsının yılan haline gelişini ve elinin bembeyaz parıldamasını anlattılar. Hıristiyanlara da Hz. İsa’nın mûcizelerini sordular. Onlar da doğuştan kör olanı, alaca hastalığına tutulanı iyileştirmesini ve ölüleri diriltmesini haber verdiler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz’e: “Allah’a dua et, bize şu Safâ tepesini altın yapıversin de imanımız ve düşmanlarımıza karşı kuvvetimiz artsın” dediler. Allah Resûlü bunu Rabbinden niyaz etti. Allah Teâlâ: “Bunu yaparım, fakat bundan sonra yine yalanlamaya devam ederlerse, onlara dünyada hiç kimseye yapmadığım şekilde azab ederim” buyurdu. Buna cevâben Peygamber Efendimiz’in: “Rabbim! Kavmimi ve beni kendi hâlimize bırak, ben onları günden güne davet edeyim” niyâzı üzerine bu âyet-i kerîme indi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 85) Bu ayetle, göklerin ve yerin yaratılması ve buna bağlı yaratılış olaylarının, Safâ tepesinin “altın”a dönüştürülmesi gibi istenen mûcizelerden daha büyük, daha faydalı ve daha etkileyici olduğu beyân edilmiştir.

 

Bakara / 164

Bu ayete göre, varlık âleminde Yüce Allah’ın tek ilâh olduğunu ve O’ndan başka hiçbir ilâhın bulunmadığını gösteren pek büyük, kesin ve açık deliller sergilenmektedir. Bunlar her gün karşılaştığımız, âşina olduğumuz ve fakat ülfetimiz sebebiyle hakikatleri üzerinde derinlemesine tefekkür edemediğimiz kevnî bir takım hâdiselerdir. Âyet-i kerîmede şu birkaç tanesi örnek olarak verilmiştir:

    Göklerin ve yerin yaratılışı,

    Geceyle gündüzün uzayıp kısalarak birbiri ardınca gelişi,

    İnsanlara fayda sağlayacak şeylerle denizde akıp giden gemiler,

    Gökten inen yağmur ve bununla ölümünden sonra yeryüzünün diriltilmesi ve üzerinde dolaşan her türlü hayvanın, canlıların var edilmesi,

    Gökle yer arasında emre hazır bekleyen rüzgârların ve bulutların farklı yönlerde evrilip çevrilmesi.

Bu ibretli hâdiselerin meydana gelmesi sonsuz bir kudreti gerekli kıldığı gibi aynı zamanda bunlar arasında son derece mükemmel ve ince bir nizam, bir âhenk bulunmaktadır. Bu muntazam işleyiş, sadece Allah’ın varlığını değil, O’nun birliğini, ortaksızlığını; ilminin, iradesinin ve kudretinin mükemmelliğini, devamlılığını ve varlıklar üzerindeki sınırsız tasarrufunu ortaya koymaktadır. Eğer Cenab-ı Hakk’ın kâinatla alakası bir an kesilecek olsa her şey o anda yok olur. Dolayısıyla bunlarda akl-ı selim sahibi olanlar ve aklını çalıştıranlar için Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren kesin deliller bulunmaktadır.

Şâir, bu muazzam kudret tecellilerinden hisse almanın yolunu şöyle gösterir:

“Olanlar feyzyâb-ı intibâh âsâr-ı kudretten

Alırlar hisse-i ibret temâşây-ı tabîattan.” (Recâîzâde Ekrem)

“Cenâb-ı Hakk’ın kâinatta tecellî eden kudret eserleri karşısında kalbî bir uyanıklığa erişenler, tabiatta bulunan varlıkları temâşâ etmekten gereken ibreti alırlar.”

Şâir Fuzûlî ise şu tesbitte bulunur:

“Olsa isti’dâd-ı ârif kabil-i idrâk-i vahy

Emr-i Hak irsâline her zerredir bir Cebrâil.”

“Ârif insanın kabiliyeti, Allah Teâlâ’nın vahiylerini anlayıp kavrıyabilecek kudrette olsa, kâinatta mevcut varlıkların her zerresi, ilâhî emirleri kendisine getirip tebliğ edecek birer Cebrâil demektir. Her zerre, Allah’ın varlığını anlatmakta, fakat biz onu idrak edememekteyiz.”

Hz. Mevlânâ ne güzel söyler:

“Şunu iyi bil ki, kâinatta var olan her şey, sevgilinin tecellîsinden ibâ­rettir, onun yarattıklarıdır. Onun kudretini, yaratma gücünü göstermek­tedir. Aslında, âşık bir perdedir. Var olan, diri olan ancak sevgilidir. Âşık ise bir ölüdür. Var gibi görünen bir yoktur. Bu hakîkati sezemeyen, ilâhî aşka meyli, isteği olmayan kimse, kanat­sız bir kuş gibidir. Vay onun haline, yazıklar olsun ona...” (Mevlânâ, Mesnevî, 30-31. beyt)

Gerçeğin bu kadar açık ve berrak olmasına rağmen, insanların her biri iman ve hidâyet güneşine ulaşabilme başarısını gösterememektedir:



https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/05/enam-suresinin-132-ayeti-ne-anlatiyor-195306-m.jpg
Enâm Suresinin 132. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede buyrulur: وَلِكُلٍّ دَرَجَاتٌ مِمَّا عَمِلُواۜ وَمَا رَبُّكَ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ Herkesin amellerine göre dereceleri vard ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2022/08/kurani-kerimin-ozellikleri-maddeler-halinde-188322-m.jpg
Kuran'ı Kerim'in Özellikleri Maddeler Halinde

Ebedî bir mûcize olan Kur’ân-ı Kerîm, pek çok hususiyete sahiptir. Bunların bir kısmını şöyle ifade etmek mümkündür: 1- Kur’ân-ı Kerîm, Rahmân olan ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/05/enam-suresinin-127-ayeti-ne-anlatiyor-195280-m.jpg
Enâm Suresinin 127. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede buyrulur: لَهُمْ دَارُ السَّلَامِ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَهُوَ وَلِيُّهُمْ بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ Rableri katında selam yurdu (cenne ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/05/zariyat-suresinin-tefsiri-195275-m.jpg
Zariyat Suresinin Tefsiri

Zâriyât sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 60 âyettir. İsmini, 1. âyette geçen ve “tozu toprağı savuran rüzgârlar” mânasına gelen اَلذَّارِيَاتُ (zâriyât ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/05/enam-suresinin-120-ayeti-ne-anlatiyor-195255-m.jpg
Enâm Suresinin 120. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede buyrulur: وَذَرُوا ظَاهِرَ الْاِثْمِ وَبَاطِنَهُۜ اِنَّ الَّذ۪ينَ يَكْسِبُونَ الْاِثْمَ سَيُجْزَوْنَ بِمَا كَانُوا يَقْتَرِفُونَ G ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2017/02/kuran_ezberi_kolay-702x336.jpg
Kurân-ı Kerîm'i Ezberleme Teknikleri

Haber: Mehmet Sait Temel   3 GÜNDE KUR'ÂN ÖĞRENMEK İSTER MİSİN? Kâinât, insan ve Kurân-ı Kerîm’i en güzel, en duygulu ve en derin bir şekilde o ...