6236 kayıt bulundu
Sure Ayet Karşılaştır
Bakara / 83

Bu âyette hitap, başta olduğu gibi yeniden İsrâiloğulları’na yöneltilmiş, doğru yoldan sapma­larına yeni örnekler verilmiş ve atalarının isyânı üzere devam ettiklerine dikkat çekilmiştir. Hâl-i hazırdaki yahudilerin kötü vasıflarından bahsedilerek, onların çirkin işleri ve sözleri çeşitli vesilelerle beyân edilmiştir. Öyle ki, artık onların îman edeceğine kimsenin ümîdi kalmamıştır. Bu sûrede sayılan kötü vasıfların bir kısmı muhatap alınan yahudilere ait iken, bir kısmı da atalarıyla, hıristiyan ve putperestler arasında ortaktır.

Âyette ifade edilen ve yahudilerden söz alındığı bildirilen maddeler, aynı zamanda İslâm’ın da esasları ve hükümleri arasında yer alır. (bk. Nisâ 4/36; En‘âm 6/151-153; İsrâ 17/23-39; Tirmizî, Tefsir 17/3144; Nesâî, Tahrîmü’d-Dem 18/4075)

“Sadece Allah’a kulluk yapılması” emri aslında bütün insanlara yöneliktir ve onlar bunun için yaratılmışlardır. (bk. Enbiyâ 21/25; Nahl 16/36) Allah’a ait olan bu hak, hakların en üstünü ve en yücesidir. Sonra diğer varlıkların hakları gelir. Yaratıklar içinde ise en mühim hak, anne-babaya âittir. Bu sebeple Kur’ân’ın pek çok yerinde ve hadis-i şeriflerde Allah’ın hakkı olan “şirk koşmamak”tan hemen sonra anne-baba hakkı zikredilir. Cenâb-ı Hak bizi yaratmış, anne-babamız da dünyaya gelmemize vâsıta olmuş, büyük bir ihtimamla bizi büyütüp terbiye etmiştir. Dolayısıyla, âlimlerin çoğunluğu, kâfir bile olsa, şirk koşmayı emretmediği müddetçe, anne-babaya hürmet ve itaat etmenin zarûrî olduğu hususunda aynı fikirdedirler.

Anne-babadan sonra akrabaya iyilik gelir. Dinimiz sıla-i rahim denilen akrabayla münâsebetleri devam ettirip onlara yardımda bulunmayı ısrarla teşvik etmiş ve bu konuda vazgeçilmez haklar ve sorumluluklar koymuştur. Nitekim Resûlullah (s.a.s.), “Allah’a ve âhiret gününe inanan kimse akrabasına iyilik etsin” buyurmuştur. (Müslim, İman 74, 75) “Beni cehennemden uzaklaştırıp cennete götürecek davranışı haber ver” diyen birine Efendimiz (s.a.s.): “Allah’a kulluk edip O’ndan başkasına ilâh diye tapmazsın, namazı gerektiği gibi kılar, zekâtı tam olarak verir ve akrabanı koruyup gözetirsin” telkininde bulunmuştur. (Buhârî, Edeb 10; Müslim, İman 14) Bir sahâbînin: “Ya Rasûlallah! Benim akrabam var. Ben kendilerini ziyaret ediyorum, onlar gelip gitmiyorlar. Ben onlara iyilik ediyorum, onlar bana kötülük ediyorlar. Ben onlara anlayışlı davranıyorum, onlar bana kaba davranıyorlar” demesi üzerine de Af ve Rahmet Peygamberi (s.a.s.): “Sen böyle davrandıkça Allah’ın yardımı seninledir” buyurmuştur. (Müslim, Birr 22)

Yetimler, kendilerine bakacak babaları olmayan küçük çocuklardır. Yetimlere iyilik ve yardımda bulunmak çok önemli bir içtimâî ibâdettir. Bu sebeple pek çok âyet ve hadiste insanlar yetimlere bakmaya teşvik edilirler.

Yoksullar ise, kendileri ve âileleri için harcayacak bir şey bulamayan kişilerdir. Cenâb-ı Hak, yoksullara en güzel şekilde davranmayı, onlara iyilikte bulunmayı emretmektedir.

Cenâb-ı Hak, daha sonra insanlara güzel ve istifade edilecek söz söylemeyi, yumuşak ve tatlı bir lisanla konuşmayı, ince, kibar ve nâzik olmayı, iyiliği emredip kötülüğü yasaklamayı insanların kusurlarını affedip olabildiğince müsamahalı davranmayı emretmektedir.

Şâir, Allah’ın sevgili kulu olması gereken müslümanın ağzına iyi sözden başkasının yakışmayacağını ince bir nükte ile şöyle dile getirir:

“Düşmez leb-i şîrînine yârin sühân-i telh

Helvâcı dükânında piyâzın yeri yoktur.” (Nâbî)

“Sevgilinin tatlı dudaklarına acı söz söylemek hiç de yakışmaz. Helvacı dükkanında soğanın veya piyazın ne işi var?”

Cenâb-ı Hak, insanlara iyi davranmayı emrettikten sonra, yine insanlara güzel söz söylemeyi emrederek uygulamalı ve sözlü iyiliği büyük bir uyum içinde bir araya getirmiştir. Yani insan hem diliyle hem de uygulamalarıyla iyilik üzere olmalı, devamlı iyilik düşünüp iyilik konuşmalı ve herkese güzel muamele etmelidir. Daha sonra âyette, Allah’a ibâdetle insanlara iyilik mevzûları birer misalle müşahhas hâle getirilerek namazın doğru kılınması ve zekâtın verilmesi emredilmiştir.

Allah Teâlâ, İsrâiloğullarından bu şekilde söz almış, ancak onlar, pek azı hâriç, verdikleri sözlerinden dönmüşlerdir. Sonradan gelen yahudiler de atalarının izini tâkip ederek aynı isyan hâlini devam ettirdikleri için, hitap onlara yöneltilerek; “Sözünüzden döndünüz!” (Bakara 2/83) buyrulmuş ve geçmişlerin yanlış davranışı bunlara da nispet edilmiştir.

En son gelen ve “devamlılığ”a delâlet eden isim cümlesiyle de yahudilerin, ataları gibi sözlerinden dönmeye devam ettikleri ve bu kötü davranışı âdet hâline getirdikleri ifade edilmektedir. (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 78; Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, I, 310)

Hatta yahudiler insanlara verdikleri sözlerden döndükleri gibi doğrudan doğruya kendi hayatlarıyla alâkalı sözleri husûsunda da aynı şekilde davranmaktadırlar. Bunu açıklama sadedinde şöyle buyrulur:

Bakara / 84

“Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz!” ifadesi şu mânaya gelir: “Kendi milletinizden olan insanları, akrabalarınızı ve din kardeşlerinizi öldürmeyin! Haksız yere adam öldürüp, buna karşılık kısas edilerek kendi canınıza kıymayın! Bir de kanınızı mübah kılacak günahlar işlemeyin!”

İsrâiloğulları, Tevrat’ta mevcut olan ilâhî ahdi bildikleri için bu konuda Allah’a verdikleri sözü ikrar etmişlerdir. Bunun kesinlikle kendilerinden alınan bir söz olduğunu itiraf etmişlerdir. Önceki yahudiler, bu sözü kabul ederken birbirlerine şâhit olmuşlardı. Bugünküler de o sözün ikrar edildiğine şâhitlik yaparlar.

Bu ve devam eden âyet-i kerîmelerde geçmişle hâl iç içe sunulmakta, böylece geçmiş hâdiseler adeta şimdiki hâle getirilmekte ve hâl geçmişe girmekte, böylece tarih mânasız bir hâdiseler yığını olmaktan çıkıp, devam eden tesirleriyle hâlâ yaşanan ve ibret veren bir hayat olmaktadır. Ayrıca, burada anlatılan geçmiş olayların kahramanları ile, âyetlerin indiği anda yaşanan olayların kahramanları aynı karakterde birleşmekte, dolayısıyla geçmişten hâle bütün olaylar aynı karakterdeki kişiler etrafında dönmektedir. Böylece kuru tarihî hâdislerden ziyâde karakterler, niyetler, sıfatlar, tutum ve davranışlar öne çıkarılmakta, olaylar bu aslî unsurun ortaya çımasına yardımcı olan vasıta mevkiinde tutulmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm, kıssaları ve tarihî olayları anlatırken bu etkileyici üslûbu fevkalâde başarılı bir şekilde kullanmaktadır. (bk. Ünal, s. 56)

Ancak yahudiler yine sözlerinde durmamış, Allah’a verdikleri söze uymamış ve birbirlerini öldürmeye, yurtlarından çıkarıp sürgün etmeye ve kardeşleri aleyhine başkalarıyla ittifak kurup kötülük üzere yardımlaşmaya davam etmişlerdir:

Bakara / 85

Medine’de Araplardan Evs ve Hazrec kabileleri bulunuyordu. Bunlar putlara tapıyorlardı. Aralarında son derece şiddetli bir düşmanlık hüküm sürüyordu. Ayrıca, Medine’de yirmibir yahudi kabilesi bulunuyordu. Bunlardan bir kısmı Evs’le, diğerleri de Hazrec’le anlaşmıştı. Evs ile Hazrec savaşa tutuştuğunda, yahudiler de müttefiklerinin yanında yer alır ve birbirleriyle savaşırlardı. Böylece dindaşlarını öldürür, kendi müttefikleri galip geldiğinde, karşı taraftaki yahudileri esir alır, yurtlarından sürer, mallarını da yağma ederlerdi. Halbuki Allah Teâlâ, bütün bunları yasaklamıştı. Savaş bitince de karşı tarafa esir düşen dindaşları için fidye verip onları kurtarırlardı. Bu da Allah’ın onlara emri idi.

Yine bir yahudi kabilesi, diğer yahudi kabilesinden savaş esiri aldığında, onları ancak fidye karşılığında serbest bırakıyor ve kitapta buna izin verildiğini söyleyerek kendilerini haklı çıkarmaya çalışıyordu. Fakat onlar, kitaplarının kendi kardeşleriyle savaşmamaları husûsundaki emrine uymuyorlardı. İşte Cenâb-ı Hak, yahudilerin bu tür çelişkilerine dikkat çekerek: “Yoksa siz, kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?” (Bakara 2/85) buyurmaktadır.

Böyle Allah’ın emrine itaat etmeyen isyankârların âkıbeti, dünyada rezil rüsvâ olmak, âhirette de daha şiddetli bir azâba mâruz kalmaktır. Nitekim Medine’deki yahudi kabileleri, ihânetleri sebebiyle kimi sürülerek, kimi de katledilerek dünyadaki rezilliği tatmışlardır. Çünkü Cenâb-ı Hak, insanların yaptığı her şeyi görüp bilmektedir. O’nun ilminden hiçbir şey gizli kalmaz. Bütün söz ve fiilleri kaydeder ve tam bir adâletle karşılığını verir:

Bakara / 86

Yahudilerin dünya ve âhirette azâba uğratılmalarının en mühim sebebi, âhireti fedâ ederek dünyevî bir takım menfaatlerin peşine düşmeleridir. Onlar, ölüm ve ötesini düşünmez, âhiret için hazırlık yapmazlar. Bilâkis üç günlük dünya için her türlü fenâlığı yapar, beş on kuruş için Allah’ın kitabını bile tahrif ederler. Bir de kalkar, “Sayılı birkaç günden başka bize ateş dokunmayacak” (Bakara 2/80) derler.

Böyle davrananlardan azabın kaldırılması bir tarafa, hafifletilmez bile. Onlara hiçbir sûrette yardım da edilmez. Çünkü hiçbir mâzeretleri kalmadığı gibi, işledikleri cürümler de had safhaya ulaşmıştır:

Bakara / 87

Cenâb-ı Hak, İsrâîloğulları’na bir nimet olarak Mûsâ (a.s.)’ı gönderdi ve ona Tevrat’ı verdi. Ondan sonra da pek çok peygamberler lutfetti. Bunlar Dâvûd, Süleyman, Uzeyr, İlyâs, Elyesa‘, Yûnus, Zekeriyya, Yahyâ ve diğerleriydi. Daha sonra da Îsâ (a.s.)’ı gönderip ona inkâr edilmesi mümkün olmayan apaçık mûcizeler lûtfetti. Onu Rûhu’l-Kudüs ile destekleyip kuvvetlendirdi.

“Rûhu’l-Kudüs” kelime olarak fevkalâde temizlik, nezahet, bereket rûhu ve mukaddes ruh mânalarına gelip, Cebrâil (a.s.)’ın bir ismidir. (bk. Nahl 16/102; Şuarâ 26/193; Meryem 19/17) Bu da gösteriyor ki, Rûhu’l-Kudüs, Hz. İsa’nın şahsiyetinden bir parça değil, sadece onun destekleyicisidir. Şu hâlde hıristiyanların, Rûhu’l-Kudüs’ü, Îsâ (a.s.)’ın öz şahsiyetinin bir parçası gibi tasavvur etmeleri, bâtıl bir inançtır.

Cebrâil (a.s.), diğer peygamberlere de vahiy getirmiş olmakla birlikte Hz. İsa’ya daha çok destek vermiştir. Hz. Meryem’e onun doğumunu müjdeleyen, Cebrâil (a.s.)’dır. Hz. İsa, onun üflemesi ile doğmuş, onun terbiye ve desteğiyle büyümüş, her nereye gittiyse Cebrâil (a.s.)’ı yanında bulmuştur.

Allah’ın insanlara peygamber gönderme âdeti ve bilhassa bu konuda İsrâiloğullarına yönelik lutufları hatırlatıldıktan sonra, Allah’a ve peygamberlerine isyanı âdet hâline getiren yahudilerin inkâr ve zulümleri yüzlerine vurulmaktadır. Cenâb-ı Hak onları azarlayarak ve yaptıkları çirkinlikleri ayıplayarak şöyle sormaktadır:

“Benim peygamberlerim, sizin keyfinize uymayan ilâhî emirlerle geldiğinde, onlara tâbî olmayı kibrinize yediremeyip kafa tutacaksınız, sonunda bir kısmını yalanlayıp bir kısmını da öldürecek misiniz?”

İsrâiloğulları’nın tarih boyunca yaptığı bundan ibarettir. Kendilerine gelen peygamberlere tâbî olmamış, onları yalanlamış, kimine hayat boyu zulmetmiş, kimini de şehîd etmişlerdir. Son Peygamber Resûlullah (s.a.s.) gelince yine kibirlenmişler, onu yalanlamakla kalmayıp şehîd etmeyi bile defalarca planlamışlardır. Zira bu âyet-i kerîmede, Peygamber Efendimiz’i öldürme azminde olduklarına açık bir işaret vardır.

Yahudiler, Cenâb-ı Hakk’ın bu tesirli irşâdına, acı tatlı hatırlatmalarına, îkaz ve azarlamalarına karşı küstahça cevap verdiler:

Bakara / 88

Bu âyetten 121. âyete kadar, yahudilerin isyankâr tavırları anlatılarak bunlar on beş madde hâlinde sıralanmaktadır. (Draz, en-Nebe, s. 289-293)

Yahudiler, tarihte olduğu gibi Peygamber Efendimiz zamanında da inkâr ve inatlarını sürdürdüler. Kibir, inat ve önyargıyla hareket ederek, İslâm’ın hakikatini öğrenmeden reddetme yoluna gittiler. Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz’in davetine karşı alaycı bir ifade ile; “Kalplerimiz per­delidir, kilitlidir, kaşarlanmıştır, söylediklerinden bir şey anlamıyoruz” dediler. Bu tavırlarıyla; “Kendi dinimize o kadar bağlıyız ki, bizi inancımızdan uzaklaştı­racak hiçbir sözü, üzerinde düşünmeye değer bile görmeyiz, hemen reddederiz” demek istiyorlardı.

Bir de böylece kalplerinin ilimle dolu olduğunu, başkalarının bilgisine ihtiyaç duymadıklarını ve bundan müstağnî olduklarını hissettiriyorlardı. Ehl-i kitap olmaları sebebiyle her şeyi kendilerinin bildiğini zannediyor ve semâvî bilgilerin yegâne mercii olduklarına inanıyorlardı. Yani onların ayağını kaydıran en büyük hastalık, şeytanı itaatten uzaklaştıran “kibir” idi.

Cenâb-ı Hak, yahudilerin bütün iddiâlarını reddetti. İman etmeyişlerinin, dinlerine bağlılıkları veya ilimleri sebebiyle değil, küfürde ısrar etmeleri neticesinde Allah’ın yardım ve rahmetinden mahrum kalmaları yüzünden olduğunu bildirdi. Bu tabiatları sebebiyle yahudilerden iman eden kimse pek azdır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Fakat verdikleri sözden dönmeleri, Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve: “Kalplerimiz perdelidir” demeleri yüzünden biz onları lânetledik. Aslında Allah, onların kalplerini inkârları yüzünden mühürlemiştir. Artık pek azı dışında onlar iman etmezler.” (Nisâ 4/155)

Kalbin kilitli olması; taassubu, ön yargıyı ve kendine güvensizliğin bir neticesi olarak yeniliğe ve farklı fikirlere kapalı olmayı da ifade eder. İlâhî rahmet ve hidâyetten uzaklaşan insanlar, bu tür hastalıklara müptelâ olurlar.

Yahudiler son derece akıl ve mantık dışı bir davranışta bulundular. Çünkü:

Bakara / 89

Aslında onlar, Âhirzaman Nebîsi’nin geleceğinden bahsediyor, bunu insanlara haber veriyor ve onunla kuvvetlenip düşmanlarını mağlup edecekleri zamanı bekliyorlardı. Hatta onun hürmetine Allah’tan, düşmanlarına karşı yardım istiyor ve onun bir an evvel gelmesi için dua ediyorlardı.

İbn Abbas (r.a.) şöyle anlatır:

Hayber yahudileri ile Gatafan kabilesi arasında savaş vardı ve Hayber yahudileri ne zaman Gatafan’la karşılaşsalar yeniliyorlardı. Sonunda:

“Ey Rabbimiz! Âhir zamanda göndermeyi va‘dettiğin o ümmî Peygamber hakkı için senden bizi muzaffer kılmanı istiyoruz!” duasına sığınmayı kararlaştırdılar ve Gatafan’la karşılaşınca bu duayı yaptılar.

Savaşın netîcesinde Gatafan’ı bozguna uğrattılar. Fakat dualarında vesîle edindikleri Hz. Muhammed (s.a.s.), peygamber olarak gönderilince onu inkâr ettiler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Bakara sûresinin 89. âyet-i kerîmesini vahyetti. (Kurtubî, el-Câmi‘, II, 27; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 31; Hâkim, el-Müstedrek, II, 289/3042)

Mevlânâ Hazretleri bu hususta şunları söyler:

“Karamsarlığı bırak, ümitsiz olma! Sayısız ümit kapısı vardır. Cihan güneşlerle dolu iken karanlık­lara gitme!

Eğer kulak verirsen, gönlün seni gönül ehilleri tarafına çeker. Bedenine sorarsan da seni su ve ça­mur zindanına hapsetmek ister.

Öyleyse bir gönül dostunun sohbetiyle kalbini gıdâlandır! Vakit kaybetmeden, makamı yüce bir Allah dostundan seni Allah’a yöneltmesini iste! Bir gönül ehlinin eteklerine sımsıkı sarıl ki, onun himmeti seni zilletten kurtarsın, yüceliğe eriştirsin.

İncil’de, Hz. Mustafâ’nın, o peygamberler şâhının, o safâ denizinin vasfı vardır. Ona salât ü selam olsun! Şemaili, durumu, savaşları, orucu ve yiyip içmesi yazılıydı. Hıristiyanlardan bir kısmı İncil okurken onun adı ve sıfatları gelince, sevap kazanmak için o şerefli ismi öperler, o yüce vasfa yüzlerini sürerlerdi. Roma zulmü koptuğu zaman, bunlar o kargaşalıktan emin kaldılar, tehlikesiz ve zararsız kurtuldular. Cenab-ı Ahmed’in bu şerefli isminin himâyesine sı­ğındıkları için, hıristiyan beylerinin ve yahudi vezi­rin kötülüklerinden korundular. Sonra onların nesilleri de çoğaldı. Ahmed’in nuru onların dostu ve yardımcısı oldu.

Hıristiyanlardan bir başka topluluk, Cenâb-ı Ahme­d’in şerefli ismine hürmet etmezlerdi. Hor tutarlardı. Bunlar da, bütün görüşleri ve davranışları hayırsız olan vezirin fitnesiyle hor ve hakir oldular. Dinlerini ve yollarını karmakarışık ettiler, fe­sada uğradılar.

Cenâb-ı Ahmed’in sadece ismi bu sûretle yardım eder­se, onun peygamberlik nûrunun kendisi acaba nasıl yardım eder? O Ahmed ism-i şerifi, bir insana böyle muhkem bir kale olursa, o Rûhu’l-Emîn’in bizzat kendisi acaba ne olur?” (Mevlânâ, Mesnevî, c. I, beyt: 750-765)

Hâsılı, Son Peygamber’in geleceğinden bahsedip dururken, o kendilerinden çıkmadığı için, bile bile ve inatla inkâra saplanan yahudiler, Allah’ın lânetine uğradılar ve kendilerini çok kötü bir şey karşılığında hebâ ettiler:

Bakara / 90

Yahudilerin bu mantık dışı tavrı, Allah’ın taksimine rızâ göstermeyip, îtiraz etme mânası taşımaktadır. Onları bu alçaklığa iten sebep de içlerinde kaynayan haset duygusu olmuştur. Târih boyunca pek çok peygamber onların soyundan geldiği için yine öyle olacağını düşünüyor, hatta buna kesin gözüyle bakıyorlardı. Peygamber Efendimiz, İsrâiloğulları’ndan değil de İsmâil (a.s.)’ın neslinden gelince, bunu kıskanarak azgınlığa ve taşkınlığa saptılar. Efendimiz’in peygamberliğine ve getirdiği kitaba iman etmediler. Bu küfürlerinin karşılığı ise onların ebedî olarak cehennem azâbına mâruz kalmalarıdır. Haset ve küfürleri sebebiyle düştükleri bu acı âkıbet ne kötüdür. Zira daha önce uğradıkları ilâhî gazaptan, Peygamberimiz’e iman ederek kurtulabilecekken, inkârları sebebiyle bir gazaba daha uğradılar ve ebedî olarak cehennemde kalmaya müstahak oldular. İstikballerini ve âhiretteki ebedî saadetlerini satarak, karşılığında zillet, meskenet ve gazab-ı ilâhîyi satın aldılar. Ne kötü bir alışveriş!

 Bu sebepledir ki:

Bakara / 91

Yahudilere nasihat edilerek:

“–Kime gelmiş olursa olsun, Allah’ın indirdiği kitaplara îman edin! Kur’an da Tevrat gibi Allah tarafından gönderilmiştir. O hâlde Tevrat’a inandığınız gibi Kur’an’a da îman edin!” denildiğinde onlar:

“–Bizi Tevrat’a inanmaya sevk eden sadece onu Allah’ın indirmiş olması değil, bununla birlikte bize göndermiş olmasıdır. Oysa Kur’an bize indirilmiş değildir” cevabını verirler.

Tevrat’tan sonra indirilen İncil’i ve Kur’an’ı inkâr ederler. Tevrat’tan önce indirilenleri ise kabul ederler. Kur’an, efrâdını câmi ağyârını mâni olan “مَا وَرَاءَهُ: Ondan başkası” (Bakara 2/91) tâbirini kullanarak İsrâiloğulları’nın suçunu tam olarak sınırlamıştır. Bu da, insafın ve itham esnasında dürüstlüğün en ileri derecesidir.

Daha sonra onların iddialarına cevap verilmeye başlanmış, kendi kitaplarına inanmalarının, hak olan başka bir kitaba imanı engellemeyeceği ve tahrif ettikleri kitaptan yanlarında kalan doğrulara bakarak Kur’an’ın hak olduğunu anlayabilecekleri ifade edilmiştir. Tevrat’a iman ettikleri yönündeki iddianın asılsız olduğu, zira gerçekten iman etmiş olsalardı, onu tasdik eden Kur’an’ı kabul etmeleri gerektiği anlatılmıştır. Çünkü Tevrat’ta, Âhirzaman Peygamberi’nin geleceği ve hangi vasıflarda olacağı bildirilmiş ve ona inanma hususunda kendilerinden söz de alınmıştı. Buna rağmen, Cenâb-ı Hak son kitabını indirip: “Elinizdeki Tevrât’ı doğrulayıcı olarak indirdiğim Kur’an’a inanın. Onu ilk inkâr eden siz olmayın!” (Bakara 2/41) buyurunca “Bizim kalplerimiz örtülüdür, söylediklerini anlamıyoruz” (Bakara 2/88) dediler. Öyleyse onların; “Biz sadece bize indirilene inanırız” (Bakara 2/91) sözleri de yalandır. Bunun delili de, Zekeriyâ ve Yahyâ (a.s.) gibi Allah’ın peygamberlerini öldürmeleridir. Zira bırakın peygamber öldürmeyi, herhangi bir insanı bile haksız yere öldürmek Tevrat’ta yasaklanmıştır.

Yahudilerin bu tür çelişkili halleri ve inkârları çoktur:

Bakara / 92

İsrâîloğulları, Mûsâ (a.s.)’ın getirdiği çeşitli mûcizelere şâhit olmalarına rağmen bir müddet sonra en ağır günahlara bulaştılar. Hz. Mûsâ Allah Teâlâ ile konuşmak için Tûr dağına çıkınca, hemen altından bir buzağı heykeli yapıp ilâh diye ona tapınmaya başladılar. Cenâb-ı Hak bu konuda şöyle buyurur:

“Tevrat’ı vermek üzere Mûsâ ile kırk gece sözleşmiştik. Siz de o ayrılıp Tûr’a gittikten sonra buzağıyı ilâh edinip zâlim olmuştunuz.” (Bakara 2/51)

Îman etmek böyle mi olur? Bu, îman değil, zulümdür. Yani gerçeğe aykırı davranmak, bir şeyi olması gerektiği şekilde yapmamaktır. Siz, itaat etmeniz gerekirken isyan ettiniz, Allah’a ibâdet etmeniz gerekirken buzağıya taptınız. Hz. Muhammed (s.a.s.)’i herkesten önce siz kabul etmeniz gerekirken, ilk inkâr eden siz oldunuz. Dahası Allah’a verdiğiniz en sağlam sözü fazla zaman geçmeden hemen bozdunuz:

Bakara / 93

Cenâb-ı Hak büyük bir mûcize gösterip Tûr Dağı’nı şemsiye gibi üzerlerine kaldırmıştı. (bk. Bakara 2/63; Nisâ 4/154) İsrâiloğulları bu ilâhî kahır tecellisi karşısında zorla îman ettiler ve söz verdiler. Bu ilâhî mûcizeler ve tehditler altında onlara “Tevrat’ta size emredilen şeylere bütün gücünüzle sarılın ve güzelce dinleyip itaat edin!” denildi. Ancak onlar, “Duyduk, ama itaat etmiyoruz” (Bakara 2/93) deyip günahkâr tavırlarına devam ettiler. Bu küfürleri onları öyle kötü bir hâle sürükledi ki, fıtratları, düşünme ve anlama kabiliyetleri bozuldu. Altından yaptıkları bir buzağıya tapacak kadar aklî ve mantıkî fesâda uğradılar. (bk. Bakara 2/51, 54; Nisâ 4/153; A‘râf  7/152) Doğru yoldan ayrılınca, kendilerini altın buzağı sevdâsına kaptırdılar. Bütün düşünce, konuşma, hareket ve görünüşleri putperestlikle doldu. Boyanın elbiseye içirilmesi gibi, buzağı şeklinde yaptıkları altın puta tapmanın rengine boyandılar. Nasıl ki su, topraktan çıkan bitkilerin hayat kaynağıysa, aynen bunun gibi buzağıya tapma sevgisi de onlardan çıkan davranışların kaynağı oldu. İşte küfür, insanı bu şekilde durmadan alçaltır ve nihâyetinde aşağıların en aşağısına sürükleyip perişan eder.

İsrâiloğulları’nın altından bir buzağı yapıp onu ilâh edinmeleri, onların âhireti terk edip tamamen dünyalık toplamaya yöneldiklerini göstermektedir. Bir müddet sonra, âdeta parayı ilâh edindiler. Bu yanlış yolda o kadar ileri gittiler ki, sonunda altından bir put yapıp ona tapınmaya başladılar ve böylece içlerindeki duyguyu herkesin göreceği şekilde müşahhaslaştırdılar. Bugün de “altın” denildiğinde yahudilerin akla gelmesi, herhalde bu anlayışın bir devamıdır.

Burada, sevgi cevherini yerinde kullanmanın önemi bir kez daha kendini göstermektedir. İnsan, sevgisini lâyık olan şeye yöneltirse yükselir; lâyık olmayan şeye yöneltirse zelil olur. Yani sevgi, ilâhî bir sermayedir. Mü’min, sevgisini nereye sarfedeceğini ve nerede kullanacağını çok iyi bilmelidir. İlâhî iradenin bu lûtfunu ziyân etmemelidir. Yahudiler Allah’ı ve peygamberlerini sevmeleri gerekirken, dünyalığı ve putları sevdiler, böylece “duyduk ama itaat etmiyoruz” (Bakara 2/93) diyecek kadar dipsiz bir alçaklığa düştüler. Bile bile isyân etmek, nesiller boyu devam eden tabiatları hâline geldi. (bk. Nisâ 4/46)

Eğer bu hâlleriyle hâlâ îman ettiklerini iddia ediyorlarsa, onların îmanı kendilerine ne kötü şeyler emrediyor! Allah’a ve peygamberlerine karşı yaptıkları rezillikleri îmanın gereği zannediyorlarsa, bilsinler ki onlar yanlış ve kötü şeylerdir, kendilerine ebedî zararlar verir. O hâlde, bu hatâlı davranışların kaynağı olan yanlış îmanlarını derhâl kontrol edip ıslâh yoluna gitmeleri gerekir.

Aynı şekilde, yahudilerin sahip olduğu âhiret inancının da düzeltilmesi lazımdır. Bunu ifade için buyruluyor ki:

Bakara / 94

Yahudiler ve hıristiyanlar, dünyada; “Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz” (Mâide 5/18) diye kendilerini diğer insanlardan üstün görmektedirler. Aynı şekilde âhirette de imtiyazlı olacaklarına inanarak şöyle demektedirler:

“Sayılı birkaç günden başka bize ateş dokunmayacak.” (Bakara 2/80)

“Yahudi veya hıristiyanlardan başkası aslâ cennete giremeyecek …” (Bakara 2/111)

Cenâb-ı Hak ise: “Bu, onların boş kuruntularıdır” (Bakara 2/111) buyurarak, işin gerçek yüzünü haber vermektedir.

Tefsiri sadedinde olduğumuz 94. âyet-i kerîme, onların yalan ve yanlışlarını en güzel şekilde ortaya çıkarmaktadır. Hakikaten, Cenâb-ı Hakk’ın vaad ettiği; hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve akla hayâle gelmeyen âhiret nimetlerine kavuşacağı kesin olan bir insanın, bu meşakkatler âleminde çile çekip durması anlamsızdır. Onunla bu muhteşem nimetler arasında sadece bir ölüm perdesi vardır. O perdeyi aralayıp rahat ve huzûra kavuşması beklenir. Böyle kimseler en azından ölümden aslâ korkmamalıdırlar. Nitekim Aşere-i Mübeşşere (cennetle müjdelenen on kişi) başta olmak üzere pek çok sahâbî, ölmekten hiç korkmamış, âhirete kavuşmayı canlarına minnet bilmişlerdir.[1] Muhammed bin Münkedir (r.a.)’in şu sözü ne kadar ibretlidir:

“Câbir bin Abdullah (r.a.) vefat etmek üzereyken ziyâretine gittim ve:

«–Resûlullah (s.a.s.)’e selâm söyle!” dedim. (İbn Mâce, Cenâiz 4)

Yani, ashâb-ı kirâm, cennete girecekleri ve Resûlullah’a kavuşacakları inancıyla, ölümün zorluklarını unutuyorlardı. Yahudi ve hıristiyanlar böyle değildir:

[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 349; Hâkim, IV, 547/8533; Ebû Nuaym, Hilye, I, 142; Zehebî, Siyer, I, 359; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 81.

Bakara / 95

Onlar, ölümü kesinlikle istemez, hatırlarına bile getirmezler. Yanlarında ölümden bahseden biri olsa, “Huzurumuzu kaçırma!” diye onu hemen sustururlar. Çünkü pek çok günah işlemekte ve yaptıklarından Allah’ın râzı olmadığını bilmektedirler. Ancak hevâ ve heveslerine uydukları için yanlış davranışlardan vazgeçmeyip bâtıl îtikatlarla tesellî bulmaya çalışmaktadırlar. Allah Teâlâ, bu zâlimlerin düşüncelerini ve hâllerini çok iyi bildiği için, onlara “ölümü istemeyi” teklif etmiş ve böylece sözlerinin hakikatten ne kadar uzak olduğunu herkese göstermiştir. (bk. Cuma 62/6-7)

Günümüzde bazı inanç gruplarının büyük nimetlere kavuşma hayâliyle zaman zaman topluca intihar ettiklerini duyuyoruz. Onların bu davranışı, inançlarının doğruluğunu göstermez. Sayıları çok az olan bu insanlar, yaşadıkları buhranlar neticesinde, yanlış bir inanç uğruna ölüp gitmektedirler. Bu intiharları kendilerine fayda değil zarar verecektir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Yahudiler ölümü temennî etmiş olsalardı, ölür ve cehennemdeki yerlerini görürlerdi.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 248)

Yahudilerin ölümü istemesi bir tarafa, aksine onlar dünya hayatına karşı insanların en düşkünüdürler:

Bakara / 96

Peygamber ve kitaptan haberdar oldukları için bazı şeyleri bilmesi gereken bu insanlar, ilâhî hakikatlerden hiç haberi olmayan câhil müşriklerden bile daha çok dünyaya sarılırlar.

Nitekim Mâlik b. Dinar, Hasan-ı Basrî’ye sorar:

“−Âlime verilen ceza nedir?”

“−Kalbinin ölmesi.”

“−Kalbin ölümü nedir?”

“−Dünya sevgisi ve hırsı.” (Tezkiretü’l-Evliyâ, I, 67)

Aslında onların bu uzun yaşama isteklerinin ardında, âhirete imanlarının zayıflığı ve yaptıkları zulümlerin cezasını çekme korkusu yatmaktadır. Diğer insanlara karşı, “Allah katında imtiyazlı olduklarını” söyleyerek övünürken, kendi içlerinde Allah’ın azabından kaçmak için çareler ararlar. Ancak, ne kadar dünyaya sarılsalar, hatta bin yıl da yaşasalar, sonunda yine ilâhî azâba dûçâr olacaklardır. Asırlarca yaşamalarının, karşılaşacakları şiddetli azabı hafifletmede en ufak bir tesiri olmayacaktır. Çünkü Allah, onların yaptığı işlere her yönüyle vâkıftır. İşlerinin zâhirini, bâtınını ve ledünniyâtını tam olarak bilir.

Yahudiler, Peygamber Efendimiz’e ve müslümanlara o kadar haset ederler ki, düşmanlıklarını Cebrâil (a.s.)’a kadar götürürler. Peygamberlik vazifesini bize getirmedi diye ona kin güdecek kadar saldırganlaşırlar:

Bakara / 97

Bu âyetler, yahudiler ve onlar gibi çeşitli bahanelerle Âhirzaman Peygamberi’ne iman etmemekte direnenler hakkında nâzil olmuştur. Yahudiler Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz’e gelerek bir takım sualler sordular. Peygamberden başka hiç kimsenin bilemeyeceği doğru cevapları alınca, bu sefer de vahyi getiren Cebrâil (a.s.)’a düşman olduklarını ileri sürdüler. “Vahyi Mikâil (a.s.) getirseydi sana iman ederdik” dediler. Kendilerince, Cebrâil (a.s.)’ın şiddeti, harbi, zorluğu, ağır mes’ûliyetleri, kıtlığı, azâbı ve kan dökmeyi getirdiğini; Mikâil (a.s.)’ın da rahmet, yumuşaklık, yağmur, bolluk ve kolaylaştırma meleği olduğunu söylediler. Hatta düşmanlıklarının asıl sebebini biraz daha itiraf ederek:

“Cibrîl bizim düşmanımızdır. Çünkü peygamberliği bizden birine getirmekle emrolunmuşken, başkasına götürdü” dediler. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 34)

Onlar aslında Peygamber Efendimiz’in risâletine hased ediyor, onu kabul etmek istemiyorlardı. Halbuki Cebrâil (a.s.) sadece bir memur idi. Allah onu kime gönderirse ona giderdi. Kur’an’ı da Allah’ın emriyle Peygamber Efendimiz’in kalbine indirmişti. Böylece insanlığa en büyük hayrı getirmişti.

Kur’ân-ı Kerîm, kendinden önceki kitapları doğrulamaktadır. Yahudiler bunu bildikleri hâlde inatla direnmişlerdir. Diğer taraftan Kur’an, kendisine îman eden insanları, en doğru yola sevkeder ve onlara ebedî bir saadet bahşeder. Yahudilerin Allah Resûlü’ne ve Kur’an’a iman etmeleri için, bu sebeplerden biri bile kâfî gelir.

Vahiy hâdisesinde normalde Cebrâil (a.s.), vahyi Allah Resûlü’ne okuyor, işittiği âyetler mânalarıyla birlikte Efendimiz’in kalbine iyice yerleşiyordu. (bk. Kıyâme 75/16-19; Tâ-hâ 2/114) Burada ise Kur’an’ın Peygamber Efendimiz’in “kalbine” indirildiği ifade edilerek, vahyin tesirine ve kuvvetine dikkat çekilmektedir. Vahiy, kalbin üzerine yani şuur ve şuuraltının bütün bölümlerine inerek oraya sağlam bir şekilde yerleşir. Böylece, kalbi her yönden tamamen kaplayıp istîlâ ederek büyük bir kesinlik ve karşı konulamaz bir hüküm ifade eder. Vahiy, diğer bütün his ve idrakleri devre dışı bırakarak kalbe yerleşince onunla amel etmek ve onu diğer insanlara ulaştırmak bir zarûret hâline gelir. (bk. Şuarâ 26/193-194)



https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/04/enam-suresinin-82-ayeti-ne-anlatiyor-195113-m.jpg
Enâm Suresinin 82. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede buyrulur: اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَلَمْ يَلْبِسُٓوا ا۪يمَانَهُمْ بِظُلْمٍ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمُ الْاَمْنُ وَهُمْ مُهْتَدُونَ۟ İman edip ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2017/09/hasta_dua-702x336.jpg
Şifa Ayetleri

Şifa; deva demektir. Şifa; insanın hastalıktan kurtulması, sıhhat bulması, iyilik bulması anlamlarına gelir. Peki hastalara ne şifa olur? KUR’AN’DA G ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2019/04/fakirlik_görmez-702x336.jpg
Vakıa Suresi

Vakıa Suresi Mekke’de nâzil olmuştur. 96 ayettir. İsmini, kıyametin isimlerinden biri olan ve “hâdise, olay” gibi mânalara gelen birinci âyetteki (vâk ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/04/enam-suresinin-79-ayeti-ne-anlatiyor-195094-m.jpg
Enâm Suresinin 79. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede buyrulur: اِنّ۪ي وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذ۪ي فَطَرَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ حَن۪يفًا وَمَٓا اَنَا۬ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَۚ Ben hakka ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/04/enam-suresinin-72-ayeti-ne-anlatiyor-195071-m.jpg
Enâm Suresinin 72. Ayeti Ne Anlatıyor?

Ayet-i kerimede şöyle buyrulur: وَاَنْ اَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاتَّقُوهُۜ وَهُوَ الَّذ۪ٓي اِلَيْهِ تُحْشَرُونَ Bir de bize, “Namazı dosdoğru kılın v ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2024/04/enam-suresinin-68-ayeti-ne-anlatiyor-195024-m.jpg
Enâm Suresinin 68. Ayeti Ne Anlatıyor?

En‘âm suresinin 68. ayetinde buyrulur: وَاِذَا رَاَيْتَ الَّذ۪ينَ يَخُوضُونَ ف۪ٓي اٰيَاتِنَا فَاَعْرِضْ عَنْهُمْ حَتّٰى يَخُوضُوا ف۪ي حَد۪يثٍ غَيْرِ ...