Sure | Ayet | Karşılaştır |
---|---|---|
Bakara / 57 |
İsrâiloğulları,
Mısır’dan göç edip Sina çölüne geldiklerinde çok zor durumda idiler. Değil ev
veya çadır, başlarını sokabilecekleri en basit bir yerleri bile yoktu. Allah
Teâlâ, onları güneşin kavurucu sıcaklarından korumak üzere bulutlar gönderdi.
Bulutlarla onları gölgeledi. Eğer Cenâb-ı Hakk’ın bu yardımı olmasaydı, hepsi
çölün ortasında yakıcı sıcaklar altında yanıp mahvolurlardı. Onların yiyecek
bir şeyleri de yoktu. Allah onlara hem gökten beyaz kar taneleri gibi dökülen
kudret helvası indirdi, hem de etlerini yemeleri için binlerce bıldırcın kuşu
gönderdi. Bu şekilde karınlarını doyurup açlıktan kurtuldular. Ancak
kendilerine bu nimetleri “temiz temiz, taze taze yemeleri” söylendiği halde,
biriktirip yığmaya başladılar. Şükredecek yerde nankörlüğe ve haksızlığa
yöneldiler. Bunun üzerine nimetler kesilmiş ve zaruret içinde kalmışlardır.
Yaptıkları kötülüklerle, Allah’a hiçbir zarar veremezken, sadece kendilerine
zulmetmişler, mahrumiyet ve sıkıntının içine düşmüşlerdir.
İsrâiloğullarının
tabi tutulup da başaramadıkları bir diğer imtihan da şudur: |
|
Bakara / 58 |
Bu
konuya A‘râf sûresi 161-162. âyetlerde
küçük farklarla tekrar yer verilecektir. Şehirden maksat Beytü’l-Makdis veya
oraya yakın bir yer olan Erîhâ’dır. İsrâiloğulları Tîh sahrasında kırk sene
kaldıktan sonra buraya girmekle emrolunmuşlardır. Zira tarihi bilgilere göre
onlar Hz. Mûsâ hayatta iken Beytü’l-Makdis’e girememişlerdir. “Kapı”, ya o
şehrin kapısı veya kendisine doğru namaz kıldıkları kubbenin kapısıdır. Bu
kapıdan secde ederek, yani “boyun bükerek, tevâzu ile başlarını eğerek”
girmeleri ve girerken de “Hıtta!” yani “Ya Rabbi! Bizi affet, günahlarımızı
bağışla!” demeleri istenmiştir. Bu
emir karşısında onlar iki gruba ayrılmışlardır. Muhsinler ve zâlimler. Muhsin,
yaptığı işi en doğru ve en güzel şekilde yapmaya çalışan, Allah’ın emir ve
yasaklarına göre davranan ve yine tüm tutum ve davranışlarını Allah’ı
görüyormuşçasına ifâ eden kimsedir. Burada muhsinler, Allah’ın emrettiği
şekilde davrandıklarından âyet, onların mükâfatlarının fazlasıyla verileceğini
müjdelemektedir. Zâlimler ise, ilâhî emirleri istenildiği şekilde yapmayan,
doğruyu eğri, eğriyi doğru yerine koyan ve hep haksız bir tutum içinde
olanlardır. Ayetin ifadesiyle bunlar, kendilerine söylemeleri emredilen sözü
değiştirmişler, rivayete göre bağışlanma mânası ihtivâ eden “hıtta” yerine,
alay etmek üzere “arpa dânesi” mânasında “hınta” demişlerdir. Kapıdan girerken
de emre uygun şekilde başlarını eğerek değil, bir kudret tecellisi olarak kapı
aşağıya doğru daraltıldığından yine emre muhalefet olsun diye butları üzerinde sürünerek girmişlerdir. (bk. Buhârî, Enbiyâ’
28; Müslim, Tefsir 1) Allah Teâlâ, bile bile zulüm ve haksızlık yapan bu
kimselerin üzerine, itaattan uzaklaşıp günaha dalmaları sebebiyle gökten
korkunç, çirkin ve fecî bir azap indirmiştir. Rivayete göre vebâ salgınına
uğramışlar ve on binlerce kişi helak olmuştur. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
I, 436)
Taştan
on iki gözenin fışkırmasına gelince: |
|
Bakara / 60 |
On
iki soydan oluşan İsrâiloğulları, Tîh sahrasında susuz kaldılar. Susuzluktan
neredeyse helak olacaklardı. A‘râf sûresinin 160. âyetinde beyân buyrulduğu üzere
gelip Hz. Mûsâ’dan su istediler. Hz. Mûsâ, onlar için su aramaya koyuldu, tabii
bir imkân bulamayınca, ellerini kaldırıp su göndermesi için Rabbine dua etti. “Asanı
taşa vur!” emrine uyarak asasını taşa vurdu ve oradan Allah’ın izniyle on
iki pınar fışkırdı[1].
Muhtemelen su yüzünden aralarında bir münakaşa olmasın diye Cenab-ı Hak, her
kabile için ayrı bir pınar akıtmış ve âyetin ifadesine göre her birine hangi
pınarın kendisine ait olduğu bildirilmişti. Önceki âyetlerde sayılan nimetlerde
olduğu gibi bu da İsrâiloğulları’na Allah’ın büyük bir yardımı ve ikramı idi.
Bu sebeple onlara: “Allah’ın rızkından yeyin, için; fakat fitne fesat çıkarıp
da yeryüzünde bozgunculuk yapmayın” (Bakara 2/60) denilmişti. Âyet-i
kerîme, kuraklık zamanlarında ihtiyaç olduğu takdirde yağmur duasına çıkmanın
mübah olduğunu gösterir. Böyle durumlarda kullar, ibâdetlerini eksiksiz yapmaya
çalışmalı, ihtiyaç, züll ü inkisâr ve tevâzu içinde Allah’dan yağmur
istemelidirler. Peygamber Efendimiz de Allah’dan yağmur istemiş, tazarrû, huşû,
tevâzu içinde musallaya çıkmıştır. Rivayete göre bedevînin birisi Peygamber
Efendimiz’in huzûruna gelerek: “Ya Resûlallah hayvanlarımız helâk oluyor,
toprağımıza kıtlık geliyor. Bize yağmur yağdırması için Allah’a dua et!” dedi.
Bunun üzerine Peygamberimiz ellerini kaldırıp Allah’a dua etti. Hz. Enes’in
dediğine göre, cam gibi pırıl pırıl bulutsuz gökyüzünde hemen bulutlar
toplanmış, ertesi cumaya kadar yağmur yağmıştır. (Buhârî, Cum‘a 34; Ebû Dâvûd,
İstiskâ 2) Bu
âyet-i kerîme, aynı zamanda yer altında gizli olan rahmet hazinelerinden
çeşitli teknik aletlerle istifade edilebileceğine işaret etmekte ve çalışılıp
uğraşıldığı takdirde bu tür teknik aletlerin icadının mümkün olduğunu
göstermektedir. Bu gün yer altından su çıkaran motorlara ve en nihai şekline
yani külfetsiz masrafsız usullere parmak bastığı gibi aynı metotla madenlerin,
petrolün ve diğer yeraltı kaynakların bulunması hususunda da, özellikle âyetin
indiği dönemdeki teknik şartlar göz önüne alındığında, insanlığın ufkunu son
derece açmaktadır. (Bedîuzzaman, Sözler, s. 237-238) İsrâiloğulları’na yönelik ikazlar şöyle devam ediyor: [1] Bu taş, bugün bile Sinâ
dağı yakınlarında üzerindeki on iki deliğiyle görülebilir. |
|
Bakara / 61 |
İsrâiloğulları,
Mısır’da uzun yıllar Firavun’un zulmü altında köleler gibi çalışmışlar, ikinci
sınıf insan muamelesi görmüşler, üstelik putperest bir toplumun kültürüyle iyice
bozulup şahsiyetlerini kaybetmişlerdi. İman, hürriyet, bağımsızlık, kendi inanç
temelleri üzerinde ayakta durabilen müstakil millet ve devlet olabilme gibi
ulvî gâyeler uğruna gayret gösterme ve sıkıntılara katlanabilme melekeleri
zaafa uğramıştı. Günübirlik menfaat ve rahatlarından başka bir şey düşünemeyen
basit, iradesiz ve korkak bir toplum haline gelmişlerdi. Hz. Mûsâ, onları bu
düşük vaziyetten kurtarabilmek ve yepyeni bir heyecan aşılayabilmek için
Allah’ın onlara olan hususi nimetlerini hatırlatıyor, kendilerine vâdedilen
Arz-ı Mukaddes’e girmelerini emrediyor, bu uğurda sabırlı ve dirençli
olmalarını istiyor, önceden sahip oldukları millî değerleri yeniden ihyâ
etmeleri için teşvikte bulunuyordu. (bk. Mâide 5/20-21) Fakat onlar istenilen
metâneti gösteremiyor, Hz. Mûsâ’ya karşı direniyor, hatta “Ey Mûsâ! Onlar
orada bulundukları sürece biz oraya asla girmeyeceğiz. Haydi, sen ve Rabbin
birlikte gidip savaşın; biz işte burada oturuyoruz” (Mâide 5/24) deme
küstahlığını gösteriyorlardı. Durumları
ve ruh halleri bu şekilde olan İsrâiloğulları, Tîh sahrasında Allah’ın
kendilerine meccânen ikram ettiği nimetlere nankörlük etmeye başlamışlar, Hz. Mûsâ’ya
“Rabbine dua et” (Bakara 2/61) şeklinde imansızlık kokan son derece
edepsiz bir üslupla hitap ederek, ondan eskiden Mısır’da olduğu gibi bir kısım
baklagiller ve sebzeler istemişlerdi. Bu talep, onların Mısır’daki bayağı
hayatı özlediklerini gösteriyordu. Bu sebeple Hz. Mûsâ, onların bu isteklerini
normal karşılamamış ve tepkisini: “Ne o! Yoksa siz değerli olan bir nimeti
âdî şeylerle mi değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir şehre inin, istediğiniz şeyler
orda vardır” (Bakara 2/61) şeklinde
göstermişti. Bu
tavırların, bu tutum ve davranışların hiçbiri Allah’ın rızâsına uygun değildi.
Zira bunların her biri iman zâfiyetinden, Allah ve Peygamberine itimatsızlık ve
itaatsizlikten kaynaklanıyordu. Bu sebeple âyetin devamında onların üzerine
alçaklık ve aşağılık damgası vurulduğu haber verilir. Onlar çeşitli hakaretler
altında ağır vergilere, fakirlik ve yoksulluğa mahkum edilmişlerdir. Ayrıca
Allah’ın gazabına uğramışlar, devletleri yıkılmış, toplumları perişan olmuştur.
Çünkü onlar, Allah’ın apaçık âyetlerini, delil ve bürhanlarını inkâr ediyor,
insanlığın hidâyet rehberleri olan peygamberleri hunharca öldürüyorlardı.
Mesela Hz. Zekeriya ve Hz. Yahyâ gibi peygamberleri şehîd etmişler, Hz. İsa’yı
da öldürmeye kastetmişlerdi. Yine onlar isyanı adet haline getiriyor ve daimî
olarak haddi aşıyorlardı. Burada
İsrâiloğulları’nın dönem dönem işledikleri bir kısım günahları, isyanları ve
haddi tecâvüzleri sözkonusu edilerek hem müslümanlara, hem de Resûlullah (s.a.s.)
zamanındaki yahudilere bir hatırlatmada bulunulmakta, bir bakıma onların,
atalarının işlediği bu günahları tekrar etmemeleri, değersiz dünya menfaatleri
uğruna Hz. Muhammed (s.a.s.)’e karşı düşmanlık duyguları besleyip, ona
gönderilen âyetleri inkâr etmekten sakınmaları istenmektedir. (Karaman ve
diğerleri, Kur’an Yolu, I, 130)
Netice
itibariyle: |
|
Bakara / 62 |
Âyetin
nüzûl sebebi olarak rivayet edilen hâdise şöyledir: Ashâb-ı kirâmdan Selmân-ı
Fârisî, önce hıristiyan iken Medine’ye geldikten sonra müslüman olmuştur. Bir
defasında Peygamberimiz (s.a.s.)’e, kendileriyle arkadaşlık yaptığı hıristiyanların
amellerinden, hal ve davranışlarından bahsedince Efendimiz: “Onlar İslâm dini
üzere ölmediler” buyurmuştu. Bunu duyan Hz. Selman son derece üzülmüş ve
dünyası kararmıştır. Sonra Efendimiz’e tekrar tanıdığı bir kısım hıristiyanların
dini gayretlerini ifade etmeye çalışmıştı. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu.
Ardından Allah Resûlü (s.a.s.) Selmân’ı çağırıp şöyle buyurdu: “Bu âyet
senin arkadaşların hakkında indi. Kim benim peygamber olarak geldiğimi
işitmeden önce İsa’nın dini ve İslâm üzere ölürse o hayırdadır. Fakat bugün kim
beni iştir de bana iman etmezse o da helak olmuştur.” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
I, 461) Kur’ân-ı
Kerîm’in çeşitli açıklamalarına göre ilk peygamber Hz. Âdem’den son peygamber
Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz’e kadar bütün insanlar, cennete girebilmek için
-haberleri olmak şartıyla- kendi dönemlerinde gönderilen peygambere inanmak ve
onun getirdiği ilâhî mesaja kulak vermek mecbûriyetindedirler. Varlığından
haberdar olup bile bile inkâr yolunu tercih edenlerin âhirette kurtuluşları
mümkün değildir. Hz. Âdem ve zürriyeti yeryüzüne indirildiğinde kendilerine
hitâben gelen: “Hepiniz oradan inin! Benden bir doğru yol rehberi gelir de kim
benim o doğru yol rehberime uyarsa, onlara hiçbir korku yoktur, onlar asla
üzülmeyeceklerdir. İnkâra saplanıp âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar
cehennemliktir ve orada ebedî kalacaklardır” (Bakara 2/38-39) buyruğu,
bu hakikati dile getirmektedir. Dolayısıyla
ister yahudi, ister hıristiyan, ister sabiî[1]
hangi din ve milletten olursa olsun, her bir fert, yaşadığı dönemdeki Peygamber
ve kitaba ve onların öğrettiği iman esaslarına -ki bunların başında Allah’a ve
âhirete iman gelmektedir- inanmalı ve o imanın gerektirdiği çerçevede sâlih
amellerle bir ömür sürmelidir. Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)
gönderildikten ve ona Kur’ân-ı Kerîm indirilmeye başlandıktan sonra ise, önceki
peygamberler ve ilâhî kitaplarla birlikte bunlara da iman kesinlikle şarttır.
Kur’an, kendisinin doğru yol rehberi olduğu ve felâha ereceklerini müjdelediği
müttakîleri: “Onlar, hem sana indirilene hem de senden önce indirilenlere iman ederler.
Âhiret gününe ise yakînen inanırlar” (Bakara 2/4) şeklinde tavsif etmektedir. Yine Kur’an, uzun bir
dinî geleneğin varisleri olan İsrâiloğulları’na seslenirken de kurtuluş için
Hz. Muhammed (s.a.s.) ve Kur’an’a imanın zaruri olduğunu beyân sadedinde: “Ey İsrâiloğulları! Size verdiğim nimetimi hatırlayın, bana olan
sözünüzü tutun ki, ben de size olan sözümü tutayım. Bir de benden, yalnızca benden korkun! Elinizdeki Tevrat’ı
doğrulayıcı olarak indirdiğim Kur’an’a inanın. Onu ilk inkâr eden siz olmayın…” (Bakara
2/40-41) buyurur. O halde Peygamber Efendimiz’in bisetinden sonra, neye ne
şekilde inanırlarsa inansınlar, onu inkâr edenlerin makbul bir iman sahibi
olmaları mümkün değildir. Bu hususta Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur: “Muhammed’in nefsini kudret eliyle tutan Zât’a yemîn ederim ki,
ister yahudi ister hıristiyan olsun bu ümmetten her kim beni işitir, sonra da
bana gönderilene inanmadan ölürse mutlaka cehennem ehlinden
olacaktır.” (Müslim, İman 240) Yahyâ b. Ca‘de’den rivayete göre ashâb-ı kirâmdan
bazı kimseler, yahudilerden duyarak bir kürek kemiğine yazmış oldukları bazı yazıları
Peygamberimiz (s.a.s.)’e getirmişlerdi. Allah Resûlü (s.a.s.) onlara baktı,
onları yere bıraktı ve: “Kendi peygamberlerinin getirmiş
olduğundan, başkalarına gelmiş olan peygamberlerin getirmiş olduklarına veya
kitaplarından başka bir kitaba meylederek onlara rağbet etmeleri bir kavmin
sapıklığına ve aptallığına yeter alâmettir”
buyurdu. Bunun üzerine “Hem, kendilerine okunan bu Kitâb’ı sana indiriyor olmamız onlara
mûcize olarak yeterli değil mi? Hiç şüphesiz bunda iman eden bir toplum için
elbette bir rahmet ve öğüt vardır” (Ankebût 29/51) âyet-i kerîmesi nâzil olmuştur. (Dârimî, Mukaddime
42; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXI, 6) Hâsılı Peygamber Efendimiz’in bisetinden
kıyamete kadar bütün insanlar, Kur’an’ın tâlim ettiği şekilde diğer iman
esaslarıyla birlikte Allah’a ve âhiret gününe gerçek mânada iman eder, sâlih
ameller işler ve ölünceye kadar bunda sebât ederlerse uhrevî mükâfata ererler,
kendilerine korku ve hüzün dokunmayacak bahtiyarlardan olurlar. Bu âyette,
İslâm dininin davet ve hidâyetinin herkese şâmil olduğuna dair açık delil
bulunmaktadır. Nitekim İsrâioğulları’ndan alınan şu söz de bu çerçevede değerlendirilebilir:
|
|
Bakara / 63 |
Cenâb-ı
Hak, İsrâiloğulları’ndan Hz. Mûsâ’ya itaat etmek ve ona verilen Tevrat’ın
emirlerine uymak, yasaklarından da kaçınmak hususunda söz almıştır. Zira
dünyada tehlikelerden korunup, takvâ üzere bir hayat yaşayarak âhirette
cehennemden kurtuluş ancak bu yolla mümkün olabilecektir. Bu sözü ciddiye
almaları için de, bir tehdit unsuru olarak Tûr dağını üzerlerine doğru
kaldırmıştır. Dağ âdeta onların üzerine çökecekmiş gibi bir hal almış ve
korkunç bir manzara oluşmuştur. Nitekim A‘râf sûresi 171. ayette bu manzara daha açık bir
şekilde tasvir edilir. Fakat onlar, bunun ardından sözlerini fazla tutamamış,
iman ve itaat sözlerinden caymış ve hakikatten yüz çevirmişlerdir. Cenâb-ı Hak
ise, kullarına olan sonsuz lütfu ve merhameti gereği onları hemen
cezalandırmamış, bağışlamış, zaman zaman peygamberler göndermiş ve
kurtuluşlarını temin için ilâhî irşâdını devam ettirmiştir. Böyle olmasa idi,
hiçbirinin selâmete erme ihtimali kalmaz ve hepsi ziyan edenlerden olurdu.
Bunun en ibretli misali Ashâb-ı sebt’in başına gelenlerdir: |
|
Bakara / 65 |
Bu
hâdise A‘râf sûresinin 163-167.
âyetlerinde daha tafsilâtlı olarak anlatılmaktadır. Gerekli açıklama orada
yapılacaktır. Burada sadece sözün akışı içinde yahudilere yapılan ihsanlar ve
onların buna nankörlükleri münâsebetiyle kısa bir hatırlatmada bulunulmuştur.
Âyette geçen “Sebt” kelimesi, Cumartesi günü mânasında bir isimdir. Bu güne
saygı sebebiyle “onu ibâdetle geçirmek ve diğer meşguliyetleri bırakmak” mânasını
da taşır. Burada bu mânada kullanılmıştır. Nitekim yahudiler, Cumartesi günü
bütün işlerini terk edip sadece Allah’a ibâdet etmekle emrolunmuşlardı. Fakat
Cumartesi yasağını çiğneyip, o günde sahillerine bol miktarda akın eden
balıkları tutmuşlar ve bu sebeple ilâhî azaba uğramışlardı. Allah Teâlâ onlara:
“Aşağılık maymunlar olun” (Bakara
2/65) buyurmuştu. Müfessirlerimizin çoğuna göre, âyetin ifade buyurduğu
zâhirî mânaya nazaran, onlar sûret değişikliğine uğrayarak tam anlamıyla
maymuna çevrilmişlerdir. Mücahid ve onun izinden giden diğer tefsircilere göre
ise, bu hüküm temsilî olup, onlar akıl, mantık, huy ve ahlâk bakımından
maymunlar gibi olmuşlardır. Gerçekten de bu dikkat çekici hâdise, o zamanda
yaşayanlar ve sonradan gelenler için son derece ibret verici ve Allah’ın emrine
karşı gelmekten sakındırıcı bir keyfiyete sahiptir. Allah’tan korkanlar için de
oldukça tesirli bir öğüttür.
Şimdi
de sûreye ismini veren ve İsrâiloğulları’nın şahsiyetleriyle alakalı bir takım
yönleri aydınlatan ibretli “Bakara Kıssası” geliyor: |
|
Bakara / 67 |
Mısır’da
uzun bir müddet ikamet eden İsrâiloğulları, Hz. Mûsâ’nın zuhuruna kadar geçen
zaman içinde, orada yaygın olan hayvanlara ibâdet ve onları kutsal sayma
inancının tesirinde kalmışlardır. Nitekim Mısır’dan çıkıp denizi geçtikten
sonra, kendilerine ait putlara tapan bir kavme rastladıklarında: “Ey Mûsâ!
Bize de onların ilâhları gibi bir ilâh yapıver!” demişlerdi. (bk. A‘râf 7/138) Sonra Hz. Mûsâ’nın Tûr dağında
bulunduğu sırada Sâmirî’nin yaptığı altın buzağı heykeline tapmaya
başlamışlardı. (bk. A‘râf 7/152; Tâhâ
20/85-96) Zira “inkâr etmeleri yüzünden kalplerindeki buzağı sevgisi
iliklerine işlemişti.” (Bakara 2/93) Bu bakımdan onlar henüz ineği mukaddes
bir hayvan görüyor ve onun kesilmesinin mümkün olabileceğini düşünemiyorlardı.
Aynı gerekçe ile Hz. Mûsâ’nın bir inek kesme teklifine karşı “Sen bizimle alay
mı ediyorsun?” (Bakara 2/67) demişlerdi. Bundan itibaren emre hemen imtisal
etmeyip, kesilecek sığırın mâhiyeti, yaşı, rengi ve diğer özellikleri hakkında
üst üste sualler sormaları da onu kesmek istememelerinden kaynaklanıyordu.
Nitekim 71. ayetin sonundaki “fakat az kaldı kendilerine emredilen şeyi
yapmayacaklardı” beyânı, onu istemeye istemeye kestiklerini göstermektedir.
Bütün bu gerçekler göz önüne alındığında, Allah Teâlâ’nın İsrâiloğullarına,
putperest milletlerden öğrendikleri ineği kutsal sayma ve ona tapma inançlarını
yıkıp temizlemek için bir inek kesmelerini emrettiği anlaşılmaktadır. İsrâiloğulları,
bu hususta ilâhî emir gelir gelmez ona itaat etseydiler, sıradan herhangi bir
ineği kesmekle mesuliyetten kurtulmuş olacaklardı. Fakat sual sordukça
teferruatın ve istenen özelliklerin artmasına ve yapılacak işin daha da zor
hâle gelmesine sebep olmuşlardır. Bu kıssada, insanların din mevzuunda
kendilerine fayda sağlamayacak şekilde fazla soru sormalarının yararlı ve uygun
olmadığına, soruların teferruatı arttıracağına ve işleri güçleştireceğine de
bir işaret bulunmaktadır. Nitekim âyet-i kerîmede: “Ey iman edenler! Açıklandığı takdirde sizi sıkıntıya sokacak
hususlarda soru sormayın” (Mâide 5/101) buyrulmuştur.
Sığırın kesilme talebenin esas hikmetini açıklamak
üzere şöyle buyruluyor: |
|
Bakara / 72 |
Rivayete
göre Hz. Mûsâ zamanında hayli zengin ve yaşlı bir yahudi vardı. Çocuğu da
yoktu. Kardeşinin çocukları ise oldukça fakir ve çaresiz bir durumda idiler.
Amcalarının mirasına ve kan bedeline göz diken bu çocuklar, onu öldürüp bir
tarafa attılar. Cinayeti de bir masumun üstüne yıkmaya çalıştılar. Katilin
bulunamaması yüzünden toplumda neredeyse silahlı mücadeleye kadar varacak bir
gerginlik doğdu. Hâdise Hz. Mûsâ’ya bildirilerek kendisinden bir çözüm bulması
istendi. O da Allah’tan aldığı vahye uygun olarak bir inek kesmelerini ve
bunun bir parçasıyla maktulün cesedine vurmalarını emretti. Denilenin
yapılması üzerine maktul dirildi ve kendisini öldürenin kimliğini açıkladı. (Taberî,
Câmi‘u’l-beyân, I, 507) Bir mûcize eseri olarak ölünün dirilmesiyle bir
yandan adâlet yerini bulup ihtilâf ortadan kalkarken bir yandan da yüce
Allah'ın ölüleri diriltmeye muktedir olduğu gösterilmiş oldu. Aslında
ineğin kesilmesi ile birlikte İsrâiloğulları’nın kalplerinde bulunan ineği
kutsal sayma düşüncesi ve ona karşı duyulan sevginin de kesilip ortadan
kalkması gerekirdi. Gönüllerin tam mânasıyla Allah’a yöneltilmesi lazım
gelirdi. Ayrıca Allah’ın kudretini ve ölüleri dirilteceğini gösteren bir mûcize
olarak ölünün diriltilmesi de, İsrâiloğulları’nın imanlarını pekiştirmeli ve
kalplerini rakîk bir hale getirmeliydi. Bu gibi hadiselerden sonra onlardan bu
beklenirdi. Fakat böyle olmadı. Tam aksine kalpleri taş gibi katılaştı, hatta
taştan daha katı hâle geldi. Onlar, kalplerinin mukayese edildiği taşı daha
önceden tanıyorlardı. Taştan on iki pınarın fışkırdığını, Allah tecelli edince
dağın lime lime eridiğini ve Mûsâ’nın yere düşüp bayıldığını onlar bizzat
görmüşlerdi. Onların kalpleri ise bu taştan daha katıdır. Bütün olan bitene
rağmen bir türlü yumuşamamakta, ilâhî korku ile titrememekte ve takvâ
hisleriyle harekete geçememektedir. Bunlar, hayat emâreleri azalmış son derece
kuru, çorak ve katı kalplerdir. İşte
İsrâiloğulları’nda sembolleştiği üzere kâfirlerin kalpleri, katılıkta mesel
hâline gelmiş taştan daha katıdır. Âyet bunun gerekçelerini şöyle
sıralamaktadır: Çünkü öyle taşlar vardır ki ondan tabiî veya teknik usullerle
gürül gürül ırmaklar fışkırır. Kâfir kalpler ise hiçbir şeyden etkilenmez ve
kendilerinden hiçbir mârifet fışkırmaz. Öyle taşlar vardır herhangi bir
etkilenme ile çatlar da aralarından sular akar; akmasa da süzülür, sızar. Kâfir
kalplerde böyle bir çatlama ve sızma da yoktur. Bazı taşlar da vardı ki yağmur,
kasırga, zelzele gibi ilâhî kudretin eseri olan olaylardan etkilenerek, Allah
korkusundan yerinden oynar, düşer, yuvarlanır. Halbuki kâfir kalpler, bu kadar
ayan beyân olan ayetler ve kesin açıklamalar karşısında bile zerre kadar tesir
altında kalmaz, teşvikten ve korkutmadan etkilenmez. Hâsılı taşlar bile Allah Teâlâ’nın
kendileri için koyduğu kanunlara uygun hareket edip bereketli ve faydalı
olabilirken, böyle katı kalplerin sahipleri Allah’ın emirlerine kayıtsız
kalarak ne kendilerine ne de başkalarına faydalı olabilmektedirler. Halbuki
Allah her şeyden haberdardır ve hiçbir şeyden gâfil değildir. Allah
Resûlü (s.a.s.), kalp katılığına karşı bizleri uyararak şöyle buyurur: “Allah’ı
anmanın dışında çok konuşmayın. Çünkü Allah’ı
anmanın dışınıda sözün çokluğu kalp katılığına sebep olur. İnsanların Allah’tan
en uzak olanı ise, kalbi katı olandır.” (Tirmizî, Zühd 62) Bu
bakımdan göz yaşarmaması, kalp katılığı, bitmek bilmeyen arzular ve dünyaya karşı
aşırı tamah bedbahtlık alâmeti olarak kabul edilmiştir. Şu
hâdise, cansız diye bilinen varlıkların uyanıklığı ile inkârda Ebû Cehilleşmiş
kâfirlerin gafletini izah sadedinde çok mühimdir: Ebû
Cehil, birgün Peygamberimiz (s.a.s.)’i aklınca imtihân etmek istedi. Ellerine
taşlar alarak Resûlullah (s.a.s.)’in yanına geldi ve: “-
Bil bakalım, avucumda ne var? Gerçekten peygambersen ve sahiden göklerin
ardındaki sırlardan haberdâr isen, bu kadar yakınındaki şeyleri de hemen bilmen
lâzım!..” dedi. Allah Resûlü (s.a.s.): “-
Avucunun içindekileri ben mi söyleyeyim, yoksa onlar mı benim hak peygamber
olduğuma şehâdet ederek konuşsunlar? Kudretullâh için senin avucundakileri dile
getirmek çok basittir. Rabbim dilerse, bütün cansızlar canlanıp insan gibi
konuşurlar. Esasen onlar, Allah’ın kudret ve azameti hakkında gönül sahiplerine
nice sırlar ifşâ ederler. Fakat elbette sen ve senin gibi gâfiller, onların
dilinden ve hâlinden anlayamaz!..” dedi. Peygamberimiz
(s.a.s.) böyle söylerken, taşlar bir bir dile geldiler. Kelime-i şehâdet
getirdiler. Ebû Cehil, bu hâlden korktu, ürktü. Taşlar, elinden düştü. Nasipsiz
bedbaht, iman edip kurtuluşu seçeceği yerde: “Yalan, yalan!” diye haykırdı.
Sonra da: “–Yeryüzünde
seninle başa çıkabilecek bir sihirbaz olamaz!” dedi. Bu küfür tezâhürleri ile,
kendisine kıyâmete kadar buğz edilecek kâfirlerin en mel’ûnu oldu. İlâhî
rahmetten ebedî olarak uzaklaştırıldı. (bk. Mesnevî, 2154-2161.
beyitler) İmam
Kuşeyrî (r.a.), âyete bahsedildiği üzere maktûlün diriltilip kâtilinin kim
olduğunu söyleyebilmesi için ineğin kesilmesinin emredilmesinde şöyle bir işârî
mâna olduğunu söyler: “Kalbini mânen ihyâ etmek isteyen kimse, buna ancak
nefsini boğazlamakla erişebilir. Kim mücâhedelerle nefsini boğazlarsa, kalbini
müşâhede nurlarıyla diriltmiş olur.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 52)
Bu
bakımdan müslümanların, kalpleri böylesine taşlaşmış kişilerin hemen doğru yola
gelmelerini beklemeleri boşunadır: |
|
Bakara / 75 |
Medine’de
müslüman olan bazı kimseler, mevcut tecrübe ve birikimleri ışığında İslâm’ın
getirdiği itikat, ibâdet, muamelât ve ahlâka dair emir ve yasakları daha rahat anlayabilecek
olan yahudilerin hemen İslâm’a girebileceklerini düşünüyorlardı. Âyet-i kerîme
bu düşüncenin yerinde olmadığını ifade buyurmaktadır. Zira onların doğru yola
ermelerine mâni olan başka mânevî hastalıklar ve kalbî marazlar vardı.
Hakîkatleri bilmek, imansızlık düğümünü çözmeye yetmiyordu. Onlardan bir grup,
özellikle âlimleri, Allah’ın kelâmı olan Tevrât’ı okuyor, dinliyor, anlıyor
fakat oradaki gerçekler istikâmetinde hareket edecek yerde, tam aksine o
gerçekleri bile bile tahrife yelteniyorlardı. Hakikatleri tersyüz ediyorlardı.
Bunu ya Tevrat nüshasının bizzat metnini ve lafzını değiştirip bozarak veya
metin aynen kaldığı halde yanlış tefsir ederek yapıyorlardı. Onlar, bilhassa
Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz’in peygamberliğiyle alâkalı haberleri ve recim
gibi bir kısım hukûkî hükümler ihtivâ eden âyetleri değiştiriyorlardı. Bu
şekilde hem kendilerini, hem de hitap ettikleri kitleleri doğru yolu gösteren vesilelerden
uzaklaştırıyorlardı. Dolayısıyla kendi kitaplarını bile tahrif edecek kadar
ileri giden yahudilerin, dünyevî menfaatlerine âlet ettikleri dinlerini terk
ederek İslâm’a gelmeleri gerçekten zor bir durumdur.
Zira
onlar: |
|
Bakara / 76 |
Rivayete
göre bir kısım yahudiler, aynen münafıklar gibi, müslümanlarla
karşılaştıklarında iman ettiklerini söylerlerdi. Ayrıca Tevrat’ta ifade
edildiği şekilde Peygamberimizin nübüvveti ve vasıfları hakkında, diğer
taraftan atalarının isyanları sebebiyle uğradıkları musibetler ve çektikleri
cezalar hususunda müslümanlara bilgi verirlerdi. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
I, 525) Daha sonra bir araya geldiklerinde ise özellikle âlimleri, yapılan bu
işin doğru olmadığını, verilen bu bilgilerin müslümanlar tarafından hem dünya
hem de âhirette yeri geldiğinde aleyhlerinde delil olarak kullanılabileceğini,
dolayısıyla bunun da kendileri hakkında pek hayırlı netice husûle
getirmeyeceğini söylerlerdi. Halbuki Allah, onların gizledikleri ve
açıkladıkları her şeyi bilmektedir. Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.)’e
vahyetmek sûretiyle her hususta gerekli olan bütün bilgileri bizzat kendisi
vermektedir. Dolayısıyla onların vereceği bilgiye müslümanların bir ihtiyacı
yoktur. Ayrıca içlerinde gizledikleri nifak ve küfürleri sebebiyle de onlara
hak ettikleri cezayı verecektir.
Ehl-i
kitabın âlimlerinin hali böyledir. Cahillerinin durumuna gelince: |
|
Bakara / 78 |
Yahudilerin
şüphesiz hepsi okur yazar ve kitabı bilen kimseler değildi. Onlardan önemli bir
kısmı ümmî idiler; okuma yazma bilmez ve kitabı anlamazlardı. Kendi dinleri ve
kitapları hakkında bile yeteri bilgiye sahip değillerdi. Bütün bildikleri
sağdan soldan duydukları boş saplantılar, kendiliklerinden ürettikleri asılsız
hayal ve kuruntulardan ibaretti. Dolayısıyla bilgiye dayalı olarak doğruyu
yanlıştan ayırıp, şuurlu bir tutum ve davranış içinde olmak yerine sadece
zanlarının peşinden koşar, yanlış fikirlere kapılırlardı. Bütün yaptıkları zan
ve taklitten başka bir şey değildi. Bunların vebâli de, kendilerine gereken
bilgileri doğru bir şekilde öğretmeyen, hata onları yanlış yönlere yönlendiren âlimlere
aittir. Fakat onların yaptıkları yanlarına kar kalmayacaktır. Zira Yüce Allah,
dinî gerçekleri tahrife yeltenenleri şu şekilde uyarmaktadır: |
|
Bakara / 79 |
Yahudi
âlimleri, dinî mevzularda kitaplar yazıyor ve burada serdettikleri şahsi görüşlerinin
Allah’tan gelen dini hakikatler olduğunu söylüyorlardı. Böylece sözlerine
kutsallık kazandırıp bu yolla insanlar üzerindeki tesirlerini artırmaya ve
onları daha kolay sömürmeye çalışıyorlardı. Niyetleri halkı dinî mevzularda
aydınlatmak değil, onları bir sömürü aracı olarak kullanmaktı. Bundan dolayı
âyet-i kerîme onları sert bir dille tehdit etmekte, onlar gibi davranacak diğer
insanları da ciddi mânada uyarmaktadır. Âyetin iniş sebebi ile alakalı şöyle
bir rivayet nakledilir: Yahudiler,
Resûlullah (s.a.s.)’in kendi kitaplarındaki vasfını değiştirdiler. Kitaplarında
o, orta boylu, esmer olarak zikredilirken onu buğday benizli, düz saçlı ve uzun
boylu yaptılar. Arkadaşlarına ve kendilerine tâbî olanlara da: “Ahir zamanda
gönderildiğini iddia eden şu peygambere bakın; kitabımızda zikredilen vasıflara
uymuyor” dediler. Yahudi âlimlerinin,
diğer yahudiler için sözkonusu olmıyan bir takım menfaatleri vardı. Peygamberimiz
(s.a.s.)’in kitaplarında beyân edilen gerçek vasıflarını açıkladıkları takdirde
bu menfaatlerinin elden gideceğinden korkmuş ve onu değiştirmişlerdir. (Vâhidî,
Esbâbu’n-nüzûl, s. 29)
Bununla
birlikte yaptıkları kötülüğün kendilerini cehenneme götürecek büyüklükte bir
günah olduğunu bildiklerinden içlerini rahatlatmak üzere şöyle asılsız bir
kuruntunun ardına sığınmaya çalışmışlardır: |
|
Bakara / 80 |
Yahudilerin,
cehenneme girmeyecekleri, girseler de kendilerine ateşin ancak sayılı birkaç
gün dokunabileceği yönünde bir inançları vardı. Âyet-i kerîmeler, onların bu
inançlarının aslı olmadığını ve bunun tamâmen kendiliklerinden uydurdukları bir
kuruntu olduğunu haber vermektedir. Âyette geçen “sayılı günler”le alâkalı
olarak farklı izahlar yapılmıştır. Bunlardan bazıları şöyledir: Peygamber
Efendimiz (s.a.s.) Medine-i Münevvere’ye geldiğinde yahudiler: “Bu dünya hayatı
yedi bin senedir. İnsanlar âhirette, dünyadaki her bin sene için âhiret
günleriyle bir gün azâb olunacaklardır. Bu da sadece yedi gün demektir ki bu
yedi günün sonunda azap kesilecek ve sona erecektir” diyorlardı. Bunun üzerine
bu âyet nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 30; Kurtubî, el-Câmi‘,
II, 10) Yahudilerin, âhirette kendilerine dokunacak azâbın ancak buzağıya tapındıkları
gün sayısınca yani sadece 40 gün olacağını iddia ettikleri ve bu âyetin bu
sebeple nâzil olduğu rivayeti de vardır. Yine onlar, Tevrat’ta, “cehennemin 40
yıllık yürüyüş genişliğinde olduğu, yahudilerin bir günde bir yıllık yol
katederek cehennemi kırk günde geçecekleri ve böylece cehennemdeki kalışlarının
sona ereceği” yazılı olduğunu iddia etmişlerdir. (Kurtubî, el-Câmi‘, II,
10)
Halbuki
gerçek şudur: |
|
Bakara / 81 |
Cehennemden
kurtulup cennete girebilmek, bir kısım hayal ve kuruntuların peşinden
sürüklenmekle değil, Allah Teâlâ’nın emirlerini yerine getirmek ve
yasaklarından tamâmen kaçınmakla mümkün olabilecektir. Dinin tâlimatlarını
dikkate almayıp, günahlara batan ve günahlardaki ısrarı sebebiyle tevbe imkânı
bulamayıp küfür üzere ölenler, cehenneme girecek ve orada ebedi kalacaklardır.
Zerre kadar imanı olanlar ise, affedilmeyen günahları karşılığında ateşte
yansalar da neticede bir kurtuluş kapısı bulacaklardır. Dinin tâlimatlarına
uygun yaşayanlar ise cennete girecek ve orada ebedi kalacaklardır. Nitekim bu
mevzuya temas eden âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur: “Gerçek, ne sizin boş temennîleriniz ne de Ehl-i kitabın asılsız
kuruntularına bağlıdır. Gerçek şudur ki; kim bir kötülük yaparsa onun cezasını
görecek ve Allah’tan başka da ne bir dost ne de bir yardımcı bulamayacaktır.
İster erkek ister kadın olsun, kim mü’min olarak sâlih ameller işlerse, işte
onlar cennete girecek ve hurma çekirdeğinin küçücük oyuğu kadar bile haksızlığa
uğramayacaklardır.” (Nisâ 4/123-124)
Allah
Teâlâ’nın İsrâioğulları’ndan aldığı bir diğer söz de şudur: |
|
Ayet-i kerimede buyrulur: لِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا ف۪يهِنَّۜ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ Göklerin, yerin ve bunlardaki ...
Ayet-i kerimede buyrulur: يَوْمَ يَجْمَعُ اللّٰهُ الرُّسُلَ فَيَقُولُ مَاذَٓا اُجِبْتُمْۜ قَالُوا لَا عِلْمَ لَنَاۜ اِنَّكَ اَنْتَ عَلَّامُ الْغُيُو ...
Ayet-i kerimede buyrulur: يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا عَلَيْكُمْ اَنْفُسَكُمْۚ لَا يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْۜ اِلَى اللّٰهِ مَ ...
Ayet-i kerimede buyrulur: قُلْ لَا يَسْتَوِي الْخَب۪يثُ وَالطَّيِّبُ وَلَوْ اَعْجَبَكَ كَثْرَةُ الْخَب۪يثِۚ فَاتَّقُوا اللّٰهَ يَٓا اُو۬لِي الْاَلْب ...
Ayet-i kerimede buyrulur: يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنَّمَا الْخَمْرُ وَالْمَيْسِرُ وَالْاَنْصَابُ وَالْاَزْلَامُ رِجْسٌ مِنْ عَمَلِ الشَّيْ ...
Nisâ sûresi Medine’de nâzil olmuştur, 176 âyettir. İsmini, birinci âyette geçen ve “kadınlar” mânasına gelen اَلنِّسَاءُ (Nisâ) kelimesinden alır. A ...