Sure | Ayet | Karşılaştır |
---|---|---|
Bakara / 208 |
208.
âyette geçen “silm” kelimesi “ teslimiyet, itaat, barış, uzlaşma” gibi mânalara
gelir. Bu sebeple müfessirlerin pek çoğu bunu “İslâm” olarak da
yorumlamışlardır. Zira İslâm, bu mânaların hepsini içine almaktadır. Âyet-i kerîme
ilk olarak sadece dilleriyle iman
ettiklerini söyleyen münafıkları, bütün inanç, amel ve ahlâklarıyla İslâm’a
girmeye ve nifakla ilgili olarak şeytanın adımlarına uymamaya çağırmaktadır.
Aynı şekilde Ehl-i kitaptan müslüman olup da bir taraftan Peygamberimiz (s.a.s.)’e
iman ederken, bir taraftan da “cumartesi gününün kutsiyetine saygı göstermek,
deve etini ve sütünü mekruh görmek” gibi Tevrat’ın hükümlerini dikkate almaya
çalışanlara hitap etmekte; onların İslâm’a bütünüyle girmelerini ve gerek
itikadî gerek amelî bakımından önceki hükümlerden herhangi birine uymamalarını
emretmektedir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 176) Âyetin
esas hitap ettiği kitle ise müslümanlardır. Onlara, “Ey iman edenler, hepiniz
İslâm’a tam olarak girin; onun emirlerini eksiksiz yerine getirin, kalan ömrünüzde
de müslüman olmaya devam edin, müslümanlıktan ve onun prensiplerinden hiçbir
zaman ayrılmayın. Sapık ve azgın kimselerin size telkin etmeye çalıştıkları
şüphelere iltifat ederek şeytanın adımlarına uymayın” mesajı vermektedir. السِّلْمُ (silm) lâfzının “sulh, barış, savaşı ve
münakaşayı terk etme” mânaları dikkate alındığı takdirde ise âyet-i kerîme
mü’minlere âdeta şu tâlimatları vermektedir: “Ey müminler! Allah’ın emirlerine
boyun eğmekle öyle mükemmel bir toplumsal görünüm ve öyle düzenli bir İslâm dünyası
meydana getirin ki aranızda isyandan, kavga ve anlaşmazlıktan, birbirinize
eziyetten, eğrilikten, Allah’ın haklarına ve kulların haklarına tecavüzden,
kısaca Allah rızâsına aykırı hareketlerden eser kalmasın. Böylece herkes
emniyet, karşılıklı sevgi ve tam bir huzur içinde vazifeleriyle meşgul olsun ve
âhireti için hazırlık yapsın. Bu güven ve huzur ortamını bozacak terör
eylemleri ve karşıklıklara meydan verilmesin. Dünya hayatı hakkında parlak
sözler söyleyip de kalpleri en merhametsizce düşmanlıklarla dolu olan, şeytanca
hareket edenlerin arkasından gidilmesin.” (bk. Elmalılı, Hak Dini, II,
736) Şâyet
bu ikazlara kulak vermez, doğruyu ve yanlışı en güzel bir şekilde açıklayan
bunca delilleri dikkate almaz ve sizin apaçık düşmanınız olan şeytana uyarak
İslâm’ın emirlerine itaatten kayarsanız, neticesine katlanırsınız. Bundan böyle
artık ileri süreceğiniz bir mazeretiniz olamaz. Âyette Allah Teâlâ’nın üstün ve
ezici kudretine ve sınırsız hikmetine yer verilmesi, İslâm yolundan kayanlara büyük bir tehdit mânası
taşımakta, aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın yaptığı her işte büyük hikmetler
olduğunu göstermektedir. O, koyduğu ilâhî sisteme karşı gelen, şeytanın
yollarına sapıp tevhidin, sulh ve barışın gereklerini ihlale çalışan âsilerin
haklarından gelir ve belâlarını verir. Hem bu cezalandırma ilâhî hikmete uygun,
yerinde ve adâletli olacaktır, hem de Allah Teâlâ iyileri kötülerden ayıracak
ve onlara yine hikmeti gereği lütuf ve merhametiyle muamele edecektir. Bilmek gerekir ki, indirilen âyetler ve gönderilen
peygamberler insanlara bütün gerçekleri açık bir dille beyân etmektedir. Onlara
düşen bu gerçeklere teslim olmak, inanç ve amellerini ona göre düzenlemektir. Madem
ki böyle yapmıyorlar, demek ki onlar, artık Allah ve meleklerin bulutların
gölgeleri arasından yanlarına inip işlerinin bitirilmesini beklemektedirler. 210. âyet-i kerîmede geçen “Allah’ın gelmesi”
ifadesiyle alakalı olarak şu yorumlar yapılmıştır: Selef âlimleri, bu ifadenin müteşâbih[1]
olduğunu, gerçek mânasını Allah’tan başkasının bilemeyeceğini dolayısıyla
te’vil edilmeyip olduğu gibi bırakılması gerektiğini söylemişlerdir. Ehl-i
Sünnet kelam âlimleri ise bu ifadeyi “Allah’ın âyetlerinin, hükmünün,
buyruğunun veya azabının gelmesi” şeklinde açıklamışlardır. (Zemahşerî, el-Keşşâf,
I, 123; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 182) Buna göre: Birinci olarak “Allah’ın gelmesi”, Allah’ın emir ve
iradesinin zuhûr etmesi, tam bir kudret ve şiddetle ortaya çıkması mânasındadır.
Sözü edilen günahkârların cezalandırılmaları hususunda her türlü sebep ve
vasıtalar tükenmiş ve ancak her şeyi bitirecek olan Allah’ın emir ve iradesinin
ortaya çıkması kalmıştır. İşte o günahkârlar bu neticeyi beklemektedirler.
Aslında buluttan canlılar için bir rahmet olan yağmur beklenir. Şayet rahmet
beklenen buluttan azap yağacak olursa durum daha şiddetli ve korkunç olur. Zira
belâ, umulmadık bir yerden gelirse insanı daha çok gam ve kedere boğar. İkinci olarak, “Allah’ın gelmesi” imkânsız bir
durumdur. Bunlar, “iman etme”lerini “Allah’ın gelmesine” bağlamakla, Allah
gelmeden veya Allah’ın azabı başlarına inmeden asla inanmayacaklarını söylemiş
olmaktadırlar. Dolayısıyla âyet, onların hiç ihtimal vermedikleri bir anda
belalarını bulacaklarını ifade etmektedir. “Allah’ın gelmesi” ifadesini hakiki mânasıyla
yorumlamak da mümkündür. Buna göre bahsi geçen günahkârlar, “Bize Allah’ı
açıkça göster!” (Nisâ 4/153) diyen İsrâiloğulları gibi
Allah’ı görmedikçe sadece aklî ve naklî delillerle iman etmez, vukuundan önce
hiçbir uyarıya kulak asmaz, Allah’a ve O’nun ikazlarına inanmak için, Allah’ın
kendisini açıktan göstermesini ve gelecek musibetlerin fiilen başlarına
gelivermesini beklerler. Bu sebeple ilim ve amel, iman ve ibâdet gibi hususlara
önem vermezler. Dinin diriltici beyânlarına kulak vererek felâket
uçurumlarından kurtulmak istemezler. Aksine şeytanlık peşinde koşarlar. Barış,
selamet ve huzur ortamını bozmaya çalışırlar. Böyle olunca durumları öyle
bozulur ve bütün işler öyle kontrolden çıkar ki belalarını bulmaları için
yalnız Allah’ın emir ve iradesinin ortaya çıkması kalır. (Elmalılı, Hak Dini, II, 738) Zaten bütün işler sonunda Allah’a döndürülür. Kıyamet
günü Allah Teâlâ, dünyadaki durumlarına göre kulları arasında hükmeder.
Zulmeden, Allah’ın sınırlarını çiğneyen ve emrine karşı gelenlere ona göre;
itaat eden ve iyilik yapanlara da ona göre muamele eder. iyilik sahiplerine iyilikle,
günahkârlara da ceza ile mukabelede bulunur. Nitekim İsrâiloğulları bu hususta güzel bir örnek
teşkil etmektedir:
[1] Müteşâbih: Mânaları tam
olarak bilinemeyen veya herhangi bir sebepten ötürü anlamlarında kapalılık
bulunan ya da birden çok mânaya ihtimali olup bu mânalardan birini tercihte
zorluk sözkonusu olan âyet veya kelime. |
|
Bakara / 209 |
208. âyette geçen “silm” kelimesi “ teslimiyet, itaat, barış, uzlaşma” gibi mânalara gelir. Bu sebeple müfessirlerin pek çoğu bunu “İslâm” olarak da yorumlamışlardır. Zira İslâm, bu mânaların hepsini içine almaktadır. Âyet-i kerîme ilk olarak sadece dilleriyle iman ettiklerini söyleyen münafıkları, bütün inanç, amel ve ahlâklarıyla İslâm’a girmeye ve nifakla ilgili olarak şeytanın adımlarına uymamaya çağırmaktadır. Aynı şekilde Ehl-i kitaptan müslüman olup da bir taraftan Peygamberimiz (s.a.s.)’e iman ederken, bir taraftan da “cumartesi gününün kutsiyetine saygı göstermek, deve etini ve sütünü mekruh görmek” gibi Tevrat’ın hükümlerini dikkate almaya çalışanlara hitap etmekte; onların İslâm’a bütünüyle girmelerini ve gerek itikadî gerek amelî bakımından önceki hükümlerden herhangi birine uymamalarını emretmektedir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 176) Âyetin esas hitap ettiği kitle ise müslümanlardır. Onlara, “Ey iman edenler, hepiniz İslâm’a tam olarak girin; onun emirlerini eksiksiz yerine getirin, kalan ömrünüzde de müslüman olmaya devam edin, müslümanlıktan ve onun prensiplerinden hiçbir zaman ayrılmayın. Sapık ve azgın kimselerin size telkin etmeye çalıştıkları şüphelere iltifat ederek şeytanın adımlarına uymayın” mesajı vermektedir. السِّلْمُ (silm) lâfzının “sulh, barış, savaşı ve münakaşayı terk etme” mânaları dikkate alındığı takdirde ise âyet-i kerîme mü’minlere âdeta şu tâlimatları vermektedir: “Ey müminler! Allah’ın emirlerine boyun eğmekle öyle mükemmel bir toplumsal görünüm ve öyle düzenli bir İslâm dünyası meydana getirin ki aranızda isyandan, kavga ve anlaşmazlıktan, birbirinize eziyetten, eğrilikten, Allah’ın haklarına ve kulların haklarına tecavüzden, kısaca Allah rızâsına aykırı hareketlerden eser kalmasın. Böylece herkes emniyet, karşılıklı sevgi ve tam bir huzur içinde vazifeleriyle meşgul olsun ve âhireti için hazırlık yapsın. Bu güven ve huzur ortamını bozacak terör eylemleri ve karşıklıklara meydan verilmesin. Dünya hayatı hakkında parlak sözler söyleyip de kalpleri en merhametsizce düşmanlıklarla dolu olan, şeytanca hareket edenlerin arkasından gidilmesin.” (bk. Elmalılı, Hak Dini, II, 736) Şâyet bu ikazlara kulak vermez, doğruyu ve yanlışı en güzel bir şekilde açıklayan bunca delilleri dikkate almaz ve sizin apaçık düşmanınız olan şeytana uyarak İslâm’ın emirlerine itaatten kayarsanız, neticesine katlanırsınız. Bundan böyle artık ileri süreceğiniz bir mazeretiniz olamaz. Âyette Allah Teâlâ’nın üstün ve ezici kudretine ve sınırsız hikmetine yer verilmesi, İslâm yolundan kayanlara büyük bir tehdit mânası taşımakta, aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın yaptığı her işte büyük hikmetler olduğunu göstermektedir. O, koyduğu ilâhî sisteme karşı gelen, şeytanın yollarına sapıp tevhidin, sulh ve barışın gereklerini ihlale çalışan âsilerin haklarından gelir ve belâlarını verir. Hem bu cezalandırma ilâhî hikmete uygun, yerinde ve adâletli olacaktır, hem de Allah Teâlâ iyileri kötülerden ayıracak ve onlara yine hikmeti gereği lütuf ve merhametiyle muamele edecektir. Bilmek gerekir ki, indirilen âyetler ve gönderilen peygamberler insanlara bütün gerçekleri açık bir dille beyân etmektedir. Onlara düşen bu gerçeklere teslim olmak, inanç ve amellerini ona göre düzenlemektir. Madem ki böyle yapmıyorlar, demek ki onlar, artık Allah ve meleklerin bulutların gölgeleri arasından yanlarına inip işlerinin bitirilmesini beklemektedirler. 210. âyet-i kerîmede geçen “Allah’ın gelmesi” ifadesiyle alakalı olarak şu yorumlar yapılmıştır: Selef âlimleri, bu ifadenin müteşâbih[1] olduğunu, gerçek mânasını Allah’tan başkasının bilemeyeceğini dolayısıyla te’vil edilmeyip olduğu gibi bırakılması gerektiğini söylemişlerdir. Ehl-i Sünnet kelam âlimleri ise bu ifadeyi “Allah’ın âyetlerinin, hükmünün, buyruğunun veya azabının gelmesi” şeklinde açıklamışlardır. (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 123; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 182) Buna göre: Birinci olarak “Allah’ın gelmesi”, Allah’ın emir ve iradesinin zuhûr etmesi, tam bir kudret ve şiddetle ortaya çıkması mânasındadır. Sözü edilen günahkârların cezalandırılmaları hususunda her türlü sebep ve vasıtalar tükenmiş ve ancak her şeyi bitirecek olan Allah’ın emir ve iradesinin ortaya çıkması kalmıştır. İşte o günahkârlar bu neticeyi beklemektedirler. Aslında buluttan canlılar için bir rahmet olan yağmur beklenir. Şayet rahmet beklenen buluttan azap yağacak olursa durum daha şiddetli ve korkunç olur. Zira belâ, umulmadık bir yerden gelirse insanı daha çok gam ve kedere boğar. İkinci olarak, “Allah’ın gelmesi” imkânsız bir durumdur. Bunlar, “iman etme”lerini “Allah’ın gelmesine” bağlamakla, Allah gelmeden veya Allah’ın azabı başlarına inmeden asla inanmayacaklarını söylemiş olmaktadırlar. Dolayısıyla âyet, onların hiç ihtimal vermedikleri bir anda belalarını bulacaklarını ifade etmektedir. “Allah’ın gelmesi” ifadesini hakiki mânasıyla yorumlamak da mümkündür. Buna göre bahsi geçen günahkârlar, “Bize Allah’ı açıkça göster!” (Nisâ 4/153) diyen İsrâiloğulları gibi Allah’ı görmedikçe sadece aklî ve naklî delillerle iman etmez, vukuundan önce hiçbir uyarıya kulak asmaz, Allah’a ve O’nun ikazlarına inanmak için, Allah’ın kendisini açıktan göstermesini ve gelecek musibetlerin fiilen başlarına gelivermesini beklerler. Bu sebeple ilim ve amel, iman ve ibâdet gibi hususlara önem vermezler. Dinin diriltici beyânlarına kulak vererek felâket uçurumlarından kurtulmak istemezler. Aksine şeytanlık peşinde koşarlar. Barış, selamet ve huzur ortamını bozmaya çalışırlar. Böyle olunca durumları öyle bozulur ve bütün işler öyle kontrolden çıkar ki belalarını bulmaları için yalnız Allah’ın emir ve iradesinin ortaya çıkması kalır. (Elmalılı, Hak Dini, II, 738) Zaten bütün işler sonunda Allah’a döndürülür. Kıyamet günü Allah Teâlâ, dünyadaki durumlarına göre kulları arasında hükmeder. Zulmeden, Allah’ın sınırlarını çiğneyen ve emrine karşı gelenlere ona göre; itaat eden ve iyilik yapanlara da ona göre muamele eder. iyilik sahiplerine iyilikle, günahkârlara da ceza ile mukabelede bulunur. Nitekim İsrâiloğulları bu hususta güzel bir örnek teşkil etmektedir: [1] Müteşâbih: Mânaları tam olarak bilinemeyen veya herhangi bir sebepten ötürü anlamlarında kapalılık bulunan ya da birden çok mânaya ihtimali olup bu mânalardan birini tercihte zorluk sözkonusu olan âyet veya kelime. |
|
Bakara / 211 |
İsrâiloğulları’na verilen apaçık belgeler, Hz. Mûsâ’nın
asası, parlayan eli, denizin yarılması, yerden suların fışkırması, dağın
başlarına dikilmesi, kudret helvası ve bıldırcın etinin indirilmesi gibi peygamberleri
eliyle gerçekleşen mûcizelerdir. Veya bundan maksat, önceki ilâhî kitaplarda
bulunup da İslâm dininin doğruluğuna, Efendimiz (s.a.s.)’in peygamberliğine şâhitlik
eden âyetlerdir. Ayette geçen “Allah’ın nimeti”nden maksat ise, O’nun
peygamberleri vasıtasıyla gösterdiği mûcizeler ve indirdiği âyetlerdir.
Gerçekten de bunlar Allah’ın en büyük nimetleridir. Çünkü bunlar, sapıklıktan
kurtulup doğru yolu bulmanın en önemli sebepleridir. İnsanların hidâyeti için
gelen bu nimetleri, maksadının aksine sapıklık sebebi kılmak, o nimetleri
değiştirmek anlamı taşır. İşte İsrâiloğulları, gördükleri bu mûcizeler ve
okuyup öğrendikleri bu ayetlere rağmen, Allah’ın emrine karşı gelmişler, İslâm
dininin doğruluğunu gösteren ayetleri tahrif etmişler, peygamberleri
öldürmüşler ve Allah ile yaptıkları ahitleri değiştirmişlerdir. Aynen
yahudilerin yaptığı gibi, gördükten ve anladıktan sonra alınması gereken
dersleri almamak; nimete nankörlükle karşılık vermek; imanı küfre, hidâyeti
sapıklığa ve nihâyetinde ebedi saadeti ebedi pişmanlığa çevirmek suretiyle
Allah’ın âyetlerini değiştirmeye kalkışanlar, Allah’ın pek şiddetli olan
azabına uğrayacaklardır. Onları bu yanlışa sürükleyen en önemli etken, dünya
sevgisidir. Gerçekten de dünya hayatı ve dünya nimetleri kâfirlere sevdirilmiş,
gözlerine güzel gösterilmiş; kalplerindeki dünya muhabbeti iliklerine
işlemiştir. Şeytan bu hususta üzerine düşen görevi tam olarak yerine
getirmiştir. Onlar, dünyadan başka hiçbir şeyi istemezler; ellerindeki en mühim
değer ölçüsü dünya ve dünyalık şeylerdir. Bu sebeple iman edenlerle, özellikle
de onların fakir ve garipleriyle alay ederler. Bu âyetin iniş sebebiyle ilgili
şu üç rivayet dikkat çekmektedir: ❂
Ebû Cehil ve diğer ileri gelen müşrikler
İbn Mes‘ûd, Ammâr, Habbâb, Amir b. Füheyre (r.a.) gibi fakir müslümanlarla alay
ediyorlardı. Zira kâfirler rahatlık ve nimetler içinde yüzerken onlar fakr-ü
zaruret içinde kıvranıyor ve çeşitli eziyetlere katlanıyorlardı. ❂
Beni Kurayza, Beni Nadîr ve Beni Kaynuka
yahudilerinin ileri gelenleri, yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış
olan fakir müslüman muhacirlerle alay ediyorlardı. ❂
Abdullah b. Ubeyy ve beraberindeki
münafıklar, zayıf müslümanlar ve fakir muhacirler ile alay ediyorlardı. (Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI, 5) Bu sebeplerin hepsi veya bunlardan biri üzerine
yukarıdaki âyetler inmiştir. Bununla birlikte âyet-i kerîmeler, bahsedilen
özellikleri taşıyan herkesi şumûlüne almaktadır. Dünya hayatına aldanmayan,
iman edip takvâ sahibi olan müslümanlar, kıyamet günü bunlardan çok üstün bir
durumda olacaklardır. Zira kâfirler cehennemin en derin çukurlarına atılırken
mü’minler cennetin en yüksek yerlerinde iskân edileceklerdir. Mü’minler sayısız
ilâhî ikram ve lutuflara nâil olurken kâfirler o gün zillet ve alçaklığın son
noktasında bulunacaklardır. Dünyada kâfirler mü’minlere gülüp onlarla alay
ederken, âhirette mü’minler onların hallerine güleceklerdir. (bk. Mutaffifîn
83/29-369) Allah, dilediği kullarına hem dünya hem de âhirette hesaba
gelmeyecek derecede çok rızık verir, büyük lutflarda bulunur. Hakiki mânada
zengin yalnız O olup, hazinelerinin bitmesinden korkmaz. O’nun, istediği
şekilde ve miktarda rızık vermesine de engel olacak hiçbir kudret tasavvur
olunamaz.
Fakat bu sınırsız ilâhî rızıklara ermenin kulluk
planında bir bedeli, bir kısım şartları vardır: |
|
Bakara / 212 |
İsrâiloğulları’na verilen apaçık belgeler, Hz. Mûsâ’nın asası, parlayan eli, denizin yarılması, yerden suların fışkırması, dağın başlarına dikilmesi, kudret helvası ve bıldırcın etinin indirilmesi gibi peygamberleri eliyle gerçekleşen mûcizelerdir. Veya bundan maksat, önceki ilâhî kitaplarda bulunup da İslâm dininin doğruluğuna, Efendimiz (s.a.s.)’in peygamberliğine şâhitlik eden âyetlerdir. Ayette geçen “Allah’ın nimeti”nden maksat ise, O’nun peygamberleri vasıtasıyla gösterdiği mûcizeler ve indirdiği âyetlerdir. Gerçekten de bunlar Allah’ın en büyük nimetleridir. Çünkü bunlar, sapıklıktan kurtulup doğru yolu bulmanın en önemli sebepleridir. İnsanların hidâyeti için gelen bu nimetleri, maksadının aksine sapıklık sebebi kılmak, o nimetleri değiştirmek anlamı taşır. İşte İsrâiloğulları, gördükleri bu mûcizeler ve okuyup öğrendikleri bu ayetlere rağmen, Allah’ın emrine karşı gelmişler, İslâm dininin doğruluğunu gösteren ayetleri tahrif etmişler, peygamberleri öldürmüşler ve Allah ile yaptıkları ahitleri değiştirmişlerdir. Aynen yahudilerin yaptığı gibi, gördükten ve anladıktan sonra alınması gereken dersleri almamak; nimete nankörlükle karşılık vermek; imanı küfre, hidâyeti sapıklığa ve nihâyetinde ebedi saadeti ebedi pişmanlığa çevirmek suretiyle Allah’ın âyetlerini değiştirmeye kalkışanlar, Allah’ın pek şiddetli olan azabına uğrayacaklardır. Onları bu yanlışa sürükleyen en önemli etken, dünya sevgisidir. Gerçekten de dünya hayatı ve dünya nimetleri kâfirlere sevdirilmiş, gözlerine güzel gösterilmiş; kalplerindeki dünya muhabbeti iliklerine işlemiştir. Şeytan bu hususta üzerine düşen görevi tam olarak yerine getirmiştir. Onlar, dünyadan başka hiçbir şeyi istemezler; ellerindeki en mühim değer ölçüsü dünya ve dünyalık şeylerdir. Bu sebeple iman edenlerle, özellikle de onların fakir ve garipleriyle alay ederler. Bu âyetin iniş sebebiyle ilgili şu üç rivayet dikkat çekmektedir: ❂ Ebû Cehil ve diğer ileri gelen müşrikler İbn Mes‘ûd, Ammâr, Habbâb, Amir b. Füheyre (r.a.) gibi fakir müslümanlarla alay ediyorlardı. Zira kâfirler rahatlık ve nimetler içinde yüzerken onlar fakr-ü zaruret içinde kıvranıyor ve çeşitli eziyetlere katlanıyorlardı. ❂ Beni Kurayza, Beni Nadîr ve Beni Kaynuka yahudilerinin ileri gelenleri, yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış olan fakir müslüman muhacirlerle alay ediyorlardı. ❂ Abdullah b. Ubeyy ve beraberindeki münafıklar, zayıf müslümanlar ve fakir muhacirler ile alay ediyorlardı. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI, 5) Bu sebeplerin hepsi veya bunlardan biri üzerine yukarıdaki âyetler inmiştir. Bununla birlikte âyet-i kerîmeler, bahsedilen özellikleri taşıyan herkesi şumûlüne almaktadır. Dünya hayatına aldanmayan, iman edip takvâ sahibi olan müslümanlar, kıyamet günü bunlardan çok üstün bir durumda olacaklardır. Zira kâfirler cehennemin en derin çukurlarına atılırken mü’minler cennetin en yüksek yerlerinde iskân edileceklerdir. Mü’minler sayısız ilâhî ikram ve lutuflara nâil olurken kâfirler o gün zillet ve alçaklığın son noktasında bulunacaklardır. Dünyada kâfirler mü’minlere gülüp onlarla alay ederken, âhirette mü’minler onların hallerine güleceklerdir. (bk. Mutaffifîn 83/29-369) Allah, dilediği kullarına hem dünya hem de âhirette hesaba gelmeyecek derecede çok rızık verir, büyük lutflarda bulunur. Hakiki mânada zengin yalnız O olup, hazinelerinin bitmesinden korkmaz. O’nun, istediği şekilde ve miktarda rızık vermesine de engel olacak hiçbir kudret tasavvur olunamaz. Fakat bu sınırsız ilâhî rızıklara ermenin kulluk planında bir bedeli, bir kısım şartları vardır: |
|
Bakara / 213 |
İnsanlar, başlangıçta Hz. Âdem’e indirilen İslâm dini
etrafında toplanan ve hep birlikte ona uyan bir tek ümmet idi. Aralarında
herhangi bir anlaşmazlık sözkonusu değildi. Fakat sayılarının artması, beşeri
münâsebetlerin çeşitlenmesi ve bir kısım menfaat çekişmeleri üzerine birlik
bozulmaya ve aralarında bir kısım anlaşmazlıklar çıkmaya başladı. Nitekim şu
âyet-i kerîme bu gerçeğe dikkat çeker: “İnsanlar başlangıçta tevhid dinine
inanan tek bir ümmetti. Sonradan ayrılık ve anlaşmazlığa düştüler.” (Yûnus 10/19) Bunun üzerine Allah Teâlâ, bir taraftan iman edip
sâlih amel işleyenleri cennetle müjdeleyen, diğer taraftan inkâr ve isyan
yolunu tutanları cehennemle korkutan peygamberler gönderdi. O peygamberlerle
beraber gerçeğin bilgisini taşıyan, en doğru hükümleri içeren kitaplar indirdi.
Bununla, insanların anlaşamadıkları hususları hükme bağlayarak adâlet ve
barışın tesisini istedi. Demek ki ilâhî kitapların indiriliş gâyelerinden biri,
doğru olan ölçüyü ortaya koyarak insanlar arasındaki problemleri çözmektir.
Yoksa o ölçüler üzerinde münâkaşa etmek değildir. Hal böyleyken, bizzat
kendilerine kitap verilmiş olanlar ve onun ne demek istediğini anlayanlar, o
kitabın bildirdiği gerçekler hakkında anlaşmazlığa düştüler. Anlaşmazlığı
kaldırmak için indirilen kitabı, anlaşmazlığın daha da kökleşme vâsıtası
kıldılar. Halbuki Allah’ın açık emrinin bulunduğu hususlarda insanların
akıllarıyla içtihat etmeleri caiz değildir. Bu alanda bir içtihad, Allah’ın
muradının aksine ayrı bir kanun koyma girişimidir. Bu ise, Allah’ın emrine
uyarak anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak yerine, insanlar arasına yepyeni
ihtilaf tohumları ekmek anlamını taşır. Allah’tan gelen apaçık âyetleri, delil
ve bürhanları görmelerine, işin hakîkatine vâkıf olmalarına rağmen, bu
anlaşmazlıklarının sebebi, sırf birbirlerine karşı olan kıskançlık, menfaat
hırsı, zulüm ve haksızlık duygularıdır. Nitekim Hz. Âdem’in iki oğlundan biri
olan Kâbil’in kardeşi Hâbil’i öldürmesine sebep, işte bu kıskançlık hastalığıydı.
Yine İsrâiloğullarının İslâm dini ve Peygamberimize karşı olan düşmanca
tutumları da bu kıskançlığın bir neticesiydi. Allah Teâlâ, ilâhî gerçekler hakkında daha önce
insanlığın içine düştüğü anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak ve gerçeği bütün
açıklığıyla ortaya koymak üzere Hz. Muhammed (s.a.s.)’i peygamber olarak
gönderdi ve ona Kur’ân-ı Kerîm’i inzal buyurdu. Allah Resûlü (s.a.s.), her
alanda ihtilafa düşmüş, dağılmış ve çözülmüş bir halde bulunan insanlığa doğru
yolu göstermek, onları tevhid inancı etrafında birleştirerek başlangıçta olduğu
gibi yeniden tek ümmet hâline getirebilmek için çok çalışmış ve bu yolda büyük
gayretler göstermiştir. Cenâb-ı Hak, peygamberine ve kitabına inananlara kendi
izin ve iradesiyle hidâyet vermiş; onları dosdoğru yola ulaştırmıştır. Fakat bu
hidâyetten nasip alamayanlar olacak, dolayısıyla insanlar arasındaki
anlaşmazlıklar da devam edecektir. Eğer insanlar arasında anlaşmazlık olmasaydı ne
hakime, ne onun vereceği hükme, ne de cezaî müeyyidelere ihtiyaç olurdu. Yine şâyet
bu anlaşmazlıklar sebebiyle farklı milletler ve ideolojiler ortaya çıkmasaydı
ne savaşa, ne de devletler ve milletler arası hukuka gerek duyulurdu. Fakat
sünnetullah denilen ilâhî yasalar gereği insanlar ihtilaf etmişlerdir. Bu
sebeple insanlık tarihi boyunca insanlar arası kavgalar, milletler arası
savaşlar hep devam edegelmiştir. Şu âyet-i kerîme bu hususa açıklık
getirmektedir: “…Eğer Allah dileseydi, o
peygamberlerin hemen ardından gelen insanlar, kendilerine bu kadar açık
deliller ulaştıktan sonra birbirleriyle savaşmazlardı. Ne var ki, aralarında
anlaşmazlığa düştüler de onlardan iman eden de oldu, inkâr eden de. Şâyet Allah
dileseydi onlar birbirleriyle savaşmazlardı. Fakat Allah dilediğini yapar.” (Bakara 2/253)
O halde bir tarafta hakkın dostları, diğer tarafta da
hakkın düşmanları bulunacak; hakkı savunanlar düşmanlarıyla her kademede etkin
bir mücadele vereceklerdir. Yeri geldiğinde o uğurda sıkıntılara katlanacak,
canlarıyla ve mallarıyla cihad edecek ve büyük fedakârlıklar göstereceklerdir.
İşte bir sonraki âyet bu hususa dikkat çekmektedir: |
|
Bakara / 214 |
Âyetin iniş sebebi olarak şu rivayetleri zikretmek
mümkündür: Müşriklerin baskıları neticesinde Mekke’den Medine’ye hicret eden
Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ve beraberindeki muhacirler çok zarara
uğramışlardı. Zira mallarını ve mülklerini terk ederek çıkmışlar, evlerini
barklarını müşriklerin ellerine bırakmışlardı. Medine’de de yahudiler, Allah
Resulü’ne olan düşmanlıklarını açıkça ortaya koymuşlardı. İşte bunun üzerine
Allah Teâlâ hem peygamberimizi hem de müslümanları teselli etmek ve kalplerini
serinletmek üzere bu âyeti indirmiştir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
VI, 17) Bir diğer rivayete göre bu âyet, müslümanlara zorluk,
sıkıntı ve meşakkatlerin isabet ettiği Hendek savaşı hakkında nâzil olmuştur.
Bu savaşta sıkıntılar, “O sırada düşman orduları üstünüzden ve altınızdan size saldırmıştı
da, korkudan gözler yerinden kaymış,
yürekler ağızlara gelmişti. Hatta Allah hakkında yakışıksız, olmadık zanlar
besliyordunuz. Mü’minler orada böyle çetin şartlarla denendiler ve sarsıldıkça
sarsılıp, şiddetle silkelendiler” (Ahzâb 33/10-11) âyetlerinde beyân edilen
noktaya ulaşmıştı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 463; Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI, 17) İman ve hidâyet, Allah’ın büyük bir nimeti olup
cennete girebilmenin en mühim şartıdır. Fakat bu büyük nimetlerin şükrü zor,
bedeli de ağırdır. İman, mücerred bir iddia ve boş bir temenni değildir. Onun
doğruluğunu veya yalanlığını ortaya çıkaran, amellerdir. Âyet-i kerîme bu
noktaya dikkat çekmekte, mücerred iman sözüyle cennete girilemeyeceğini, imanın
gereğinin mutlaka yerine getirilmesi lazım geldiğini, dolayısıyla bu yolda her
türlü meşakkatlere, sıkıntılara katlanarak ilâhî emirler muhtevasında bir
kulluk hayatının yaşanması zaruretini haber vermektedir. Şu âyet-i kerîmeler de
aynı mevzuya temas eder: “Yoksa siz, Allah içinizden cihad
edenleri ve dâvası uğrunda sabredip direnenleri ortaya çıkarmadan kolayca
cennete girivereceğinizi mi sandınız?” (Al-i İmrân 3/142) “Elif. Lâm. Mîm. İnsanlar, hiç
imtihana tâbi tutulmadan, sadece “İnandık!” demekle bırakılıvereceklerini mi
sandılar? Gerçek şu ki biz, onlardan öncekileri de imtihan ettik. Böylece
Allah, doğru söyleyenleri de ortaya çıkaracak,
yalancıları da elbette ortaya çıkaracaktır.” (Ankebût 29/1-3) Görüldüğü üzere İslâm yolunda bir takım sıkıntılar
karşısında bunalan müslümanları hem teselli etmek hem de uyarmak üzere gelen bu
âyet-i kerîme, ümmet-i Muhammed’in de geçmiş ümmetler gibi ihtilaflar,
sıkıntılar, zorluklar ve meşakkatlere maruz kalacağını; bunlara sabırla
katlananların nihâyetinde başarılı olacaklarını haber vermektedir. Peygamber
Efendimiz’in şu hadis-i şerifi, önceki ümmetlerin başlarına gelen sıkıntılardan
bazılarına işaret etmektedir: Habbâb b. Eret (r.a.)
anlatıyor: “Bir gün Resûl-i Ekrem (s.a.s.), Kâbe’nin gölgesinde hırkasını
yastık yapmış istirahat ederken müşriklerden gördüğümüz ezâ ve cefâlardan
şikâyette bulunduk ve: «-
Bizim için Allah’tan yardım istemeyecek misin, bizim için Allah’a dua etmeyecek
misin» dedik. Bunun üzerine buyurdular ki: «Sizden önceki ümmetler içinde bir
adam için yerde bir kuyu kazılır, adam oraya atılır, bir testere getirilip
başına konulur ve ikiye biçilirdi de bu onu dininden döndüremezdi. Yine demir
taraklarla bir adamın etleri kemiklerinden ve kaslarından sıyrılırdı, bu
işkenceler de onu dîninden çeviremezdi. Vallahi, Allah Teâlâ İslâm’ı mutlaka
tamamlayacaktır. Hatta sizden biri süvari olarak San’a’dan Hadramevt’e kadar
yolculuk yapacak da Allah’tan ve sürüsünü kurda kaptırmaktan başka bir şeyden
korkmayacak; fakat siz acele ediyorsunuz»” (Buhârî,
Menâkıb 25; Ebû Dâvûd, Cihâd 97) Kur’ân-ı Kerîm’de önceki
zamanlarda yaşayan müslümanların karşılaştıkları eziyet ve işkencelerden
bahsedilir. Ateşlerde yakılan Ashâb-ı Uhdûd, el ve ayakları çaprazlama kesilip
hurma dallarına asılarak şehîd edilen sihirbazlar, bir mağaraya sığınıp orada
üçyüz dokuz sene uyutulan Ashâb-ı Kehf ve inanmayan şehir halkı tarafından
hunharca şehîd edilen Habib-i Neccâr’ın hâli dikkat çekici birer misal olarak
zikredilebilir. Bu âyet-i kerîmede, Allah’a
vâsıl olmak ve Hak katında yüksek derecelere erişebilmek için nefsânî arzuların
terk edilip, terbiye ve tezkiye yolunda bir takım riyâzatlara, sıkıntı ve
zorluklara katlanmak gerektiğine işaret bulunmaktadır. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.)
şöyle buyurmuşlardır: “Cennet,
nefsin hoşlanmadığı, ona zor gelen şeylerle kuşatılmıştır. Cehennem ise onun
hoşlanıp sevdiği şehevî arzularla çevrilmiştir.” (Müslim, Cennet 1; Tirmizî, Cennet 21)
Bundan sonraki âyet-i kerîmelerde
ibâdet, ahlâk ve muâmelata dair hükümler bildirilmekte; müslümanlara
anlaşmazlıklardan uzak durarak tek bir ümmet olmanın ve ilâhî yardıma ermenin
yolu gösterilmektedir: |
|
Bakara / 215 |
Âyetin iniş sebebi
şöyledir: Bir defasında Allah Resûlü (s.a.s.), ashâbını Allah yolunda harcamaya
teşvik etmişti. Bunun üzerine zengin ve oldukça da yaşlı bir sahabî olan Amr b.
Cemûh (r.a.): “Ey Allah’ın Rasûlü! Hangi malımızı nereye harcayacağız” diye
sorunca bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 69) اَلْخَيْرُ (hayr) kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’in değişik yerlerinde “iyi,
güzel, refah, bolluk, zenginlik, faydalı ve değerli şeyler, maddi manevî
nimetler” gibi mânalarda kullanılmaktadır. Bu âyet-i kerîmede ilk geçtiği yerde
farz veya nafile olarak harcanacak “mal”; ikincisi ise mutlak olarak Allah rızâsı
için yapılan “iyilik” anlamındadır. Farz olan zekâtın kimlere verileceğini Tevbe sûresinin
60. âyeti açıklamaktadır. Bu âyet-i kerîme ise Allah rızâsı için ana-babaya
iyilik etmeye, yakın akrabayı görüp gözetmeye ve ihtiyaç sahiplerinin
ihtiyacını gönül hoşluğuyla karşılamaya teşvik etmektedir. İster belirtilen
yerlere olsun, ister onun dışındaki iyilik yollarına olsun yapılan küçük büyük
bütün iyilikleri Allah Teâlâ bilmektedir ve mükâfatını bol bol verecektir.
Allah’ın rızâsını ve mükâfatını kazandıracak
amellerden biri de, O’nun yolunda savaşarak malla beraber canı da
verebilmektir: |
|
Bakara / 216 |
İslâmî bir hayat düzeni tesis edebilmek, tesis edilen
bu hayatı koruyup idâme ettirebilmek, dinin korunmasını zaruri gördüğü canı,
malı, aklı, nesli ve namusu koruyabilmek için mü’minlerin üzerine savaş farz
kılınmıştır. Âlimlerimizin çoğunluğuna göre savaş, farz-ı kifâyedir. müslümanlardan
bir kısmının bunu yerine getirmesiyle diğerleri üzerinden mesuliyet düşer.
Ancak hiç kimse bu farzı yerine getirmezse bütün müslümanlar sorumlu olur. Savaş, tabiatı itibariyle zor, meşakkatli ve sıkıntılı
bir iştir. Mal ve can için tehlikelerle doludur. Savaşan insanlar hayatlarını
tehlikeye atar, vatanlarından ayrılır, bir takım eziyetlere katlanır ve dünya
zevklerinden mahrum olurlar. Savaşan ülkeler ictimâî, iktisadî, siyasî ve
coğrafî açıdan sarsılmalar, bozulmalar ve krizlere maruz kalırlar. Bu sebeple
kimse ondan hoşlanmaz. Fakat zaruri hale geldiğinde yapılması kaçınılmaz olan
savaşların, bu zorluklar yanında, fert ve toplum hayatında sağladığı pek çok
faydası da bulunmaktadır. Bu açıdan âyet-i kerîmenin devamında, bir mânada
savaşın farz kılınma gerekçesini açıklamak üzere: “Hoşlanmadığınız bir şey
sizin için hayırlı olabilir. Hoşlandığınız bir şey de sizin için kötü olabilir.
Gerçeği Allah bilir, siz bilemezsiniz” (Bakara 2/216) buyrulur. Şâir, âdetâ bu âyetin tefsiri sadedinde ne güzel
söyler: “Çok hayr olur kim çekilirsin geri andan Her tab‘ına hoş gelmeyeni şer mi
sanırsın.” [1]
(Münîb, Hoca Mustafa) Meselâ insan nefsi, yapılmasında bir takım zorluklar
bulunan emirlerden, bunlar arasında savaştan ve savaşmaktan hoşlanmaz. Halbuki
bunlar yerine getirildiği takdirde büyük hayırlara vesile olacaktır. Savaşta
iki güzel neticeden birisi mutlaka gerçekleşecektir: Ya Allah’ın rızâsıyla
beraber zafer ve ganimet elde edilecek; ya da şehâdet rütbesine erilerek cennet
kazanılacaktır. Yine nefis yasaklanan şeyleri yapmayı, savaşmayıp rahat içinde
oturmayı, yiyip içip keyfince yaşamayı ister. Halbuki bunlar, neticesi
itibariyle kötü bir durumdur. Çünkü cihada çıkmamak ve savaşmamak, Allah’ın
yardımının kesilmesine, düşmanların İslâm’a ve müslümanlara saldırmasına,
zillet ve aşağılığa mahkum olmaya, büyük bir mükâfatın kaybedilmesine ve ilâhî cezanın
gerçekleşmesine sebeptir. Bunun ise iyi bir şey değil tam aksine çok kötü bir
durum olduğunda şüphe yoktur. Dolayısıyla bizim dinimiz, dünyamız ve âhiretimiz
için neyin hayırlı neyin zararlı olduğunu biz değil, ancak Cenab-ı Hak bilir.
Buna göre bir şeyin yapılmasını veya yapılmamasını emir buyurur. O halde hoşa
gitsin veya gitmesin, sevindirsin veya üzsün kullara düşen Allah’ın emir buyurduğu
her şeyi gönül hoşluğuyla karşılamaktır. Savaşın farz kılındığını bildiren bu âyette savaş için herhangi bir vakit tayin edilmemişti. Dolayısıyla gelen âyette, haram aylarda savaşmanın hükmü ve ona bağlı bir takım hususlar açıklanmaktadır: [1] Hayr: İyilik,
güzellik. Tab‘ına: Gönlüne, nefsine. Şer: Kötü, zararlı. |
|
Bakara / 217 |
Âyet-i kerîmenin iniş sebebi hülasa olarak şöyledir: Resul-i Ekrem (s.a.s.), hicretin ikinci senesi
Cemâziyelâhir ayının son günlerinde Abdullah b. Cahş kumandasında sekiz kişilik
bir askerî birliği, Mekkeli müşriklere ait ticâret kervanını takip etmek üzere
göndermişti. Kervanın başında Amr b. Hadramî bulunuyordu. Birlik kervana hücum
edip Amr’ı öldürdü, iki kişiyi esir aldı ve ganimetlerle beraber Medine’ye
döndü. Bu hâdise haram aylardan olan Receb’in birinci gününe tesadüf etmişti.
Fakat onlar henüz, önceki ayın son gününde olduklarını zannediyorlardı.
Durumdan haberdar olan Kureyş müşrikleri, “Haram aylarda savaş olur mu?”
diyerek Peygamber Efendimiz ve müslümanlar aleyhinde propaganda yapmaya
başladılar. Allah Resulü (s.a.s.), Abdullah ve arkadaşlarına “Ben size haram
ayda savaşmanızı emretmemiştim” buyurdu. Gelen ganimetleri ve esirleri taksim
etmeden öylece bıraktı. Abdullah ve arkadaşları da helak olmaktan korkmaya
başladılar. Böyle bir hâdise üzerine inen bu âyet-i kerîme, mes’eleyi çözüme
kavuşturarak müslümanların rahatlamasına vesile oldu. Efendimiz, ganimetleri
hak sahiplerine taksim ederek beşte birini de kendisi aldı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 472 vd.) Evet, haram ayda savaşmak ve adam öldürmek büyük
günahtır. Fakat müşriklerin yaptıkları cürümler bundan daha büyüktür. Onlar,
insanları Allah yolundan döndürüyorlar, Allah’ı ve O’nun dinini inkâr
ediyorlar, mü’minlerin Mescid-i Haram’a girmelerine mani oluyorlar ve Beyt-i
Haram’ın gerçek sakinleri ve sahipleri olan Peygamberimiz ve ashâbını oradan
çıkarıyorlar. Bütün bunlar, Allah katında müslümanların haram ayda yaptıkları
savaştan ve diğer kusurlardan daha büyük bir suçtur. Müşriklerin ısrarla devam
ettikleri bu faaliyetlerin her biri aynı zamanda tam bir fitnedir. Fitne ise
bir iki kişinin öldürülmesinden daha beterdir. Dolayısıyla bu suçları pervasızca
işleyen müşriklerin, müslümanları ayıplamalarını makul kabul etmek mümkün
değildir. Olsa olsa bu, hak ölçülerini aşan zalimce ve fasıkça bir tavırdır. Kâfirler, din konusundaki fitnelerine ve
düşmanlıklarına devam edecekler; bundan asla vazgeçmeyeceklerdir. Eğer güçleri
yeterse müslümanlarla, onları dinlerinden döndürünceye kadar savaşmayı
sürdüreceklerdir. Burada “güçleri yetse” kaydı, mü’minlerin imandaki salâbetine
ve sebatlarının sağlamlığına işaret etmektedir. Bu sebeple müslümanlar
dinlerine sımsıkı sarılmak, kâfirlerle olan mücâdelelerinde ona göre hazırlık
yapıp tedbir almak zorundadırlar. Zorluklar karşısında dinlerinden dönmeyi bir
an bile akıllarına getirmemeleri gerekir. Çünkü müslüman olduktan sonra dinden
dönmek çok büyük bir suçtur. Âyet-i kerîme dinden dönenlerin hazin
akıbetleriyle alakalı olarak şu tespitte bulunmaktadır: “Hanginiz dininden
döner de kâfir olarak ölürse, işte onların amelleri dünya ve âhirette boşa
gitmiştir. Onlar cehennemliktir ve orada ebedî kalacaklardır.” (Bakara 2/217) müslüman
olduktan sonra dinden çıkan veya başka bir dine giren kimseye “mürted” denilir.
Böyle durumda olan kişiler, eğer tekrar iman etmeden ölürlerse müslüman iken
yaptıkları hayırlı amellerin hepsi boşa gider; âhirette bunların hiçbir
faydasını göremezler. Eğer ölmeden evvel tevbe edip imana gelirlerse Ebû Hanîfe
ve İmam Mâlik’e göre önceki amelleri boşa gider; bunlar geri dönmez. İmam
Şafii’ye göre imanla beraber ameller de geri döner ve boşa gitmez.
Allah
yolunda hicret ve cihad eden mü’minlere va‘dedilen müjdelere gelince: |
|
Bakara / 218 |
Abdullah
b. Cahş ve arkadaşları, haram ayda savaşmaları sebebiyle gönüllerine gelen gam
ve kederin bir önceki âyetle ferâha tebdîl edilmesinden sonra bu kez
yaptıklarından dolayı sevap ümit etmeye başladılar. Efendimiz’e gelerek: “Ey
Allah’ın Rasûlü, bunun, bize Allah yolunda cihad edenlerin ecrinin verileceği bir
gazâ olmasını umabilir miyiz?” dediler. Onların bu umutlarını tasdik etmek
üzere bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 483-484) Âyet-i
kerîme, bir kulun Allah’ın rahmetini ve ebedî saadeti umabilmesi için yapması
gerekenleri haber vermektedir. Bunlar, kâmil mânada iman etmek, gerektiğinde
Allah yolunda vatanı, yurdu, malı mülkü terk ederek hicret etmek, Allah’ın
emirlerini tam olarak yerine getirebilmek için cihad etmek yani elden gelen
bütün gayreti sarfetmektir. Bunlar kurtuluşun temel esaslarını teşkil ederler.
Bu esasları yerine getirenler, Allah’ın rahmetine, rızâ ve cennetine nâil
olacaklardır. Onların yaptıkları, mürtedlerin amelleri gibi boşa gitmeyecektir.
Üstelik var olan günahlarını da Cenâb-ı Hak bağışlayacak, onlara merhametiyle
muamele edecek ve âhirette bol bol mükafat verecektir.
Âhiret
saadetini elde edebilmek için dünya hayatında haram ve helâllere titizlikle
dikkat edilmesi gerekir. Bunun için de ashâb-ı kirâm yeri geldikçe kendilerine
lâzım olan hususları Allah Resûlü’ne soruyor, inen âyetler de bu sorulara cevap
veriyordu. Aşağıda gelen âyetlerde onların sordukları bazı hususlar ve verilen
cevaplar yer almaktadır: |
|
Bakara / 219 |
Âyet-i
kerîmenin iniş sebebi şöyledir: Hz. Ömer, Muâz b. Cebel ve bir grup Ensar, Resûlullah (s.a.s.)’e geldiler ve: “Ey
Allah’ın Rasûlü, bize içki ve kumar hakkında bir fetva ver; birisi aklı
gideriyor, diğeri malı zayi ediyor” dediler. İşte bunun üzerine bu âyet nâzil
oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 73) Bu
âyet-i kerîmeyle içki ve kumar kesin olarak yasaklanmamakta, fakat bunların
artık yasaklanacağına dair çok ciddi uyarılar yapılmaktadır. Bu sebepledir ki
bu âyetin inmesinden sonra pek çok müslüman içki içmeyi ve kumar oynamayı terk
etmiştir. İçki ve kumarı kesin olarak ise Mâide sûresi 90-91. âyet-i kerîmeler
yasaklamıştır. Âyette
geçen الْخَمْرُ (hamr) kelimesi
sözlükte örtmek demektir. Sarhoş edici içkilere, insan aklını örtüp onu iyiyi
kötüden ayıramaz hale getirmesi sebebiyle “hamr” ismi verilmiştir. Peygamber
Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Hamr, üzüm suyundan, kuru üzüm, kuru hurma, buğday, arpa ve
mısırdan olur. Hamr, aklı örten ve sarhoş eden nesnedir.” (Ebû Dâvûd,
Eşribe 1) “Sarhoş eden her şey hamrdır ve sarhoş eden her şey haramdır.” (Müslim,
Eşribe 73-75; Tirmizî, Eşribe 1-2) “Çoğu sarhoş eden şeyin azı da haramdır.” (Ebû Dâvûd,
Eşribe 5; Tirmizî, Eşribe 3) Bu
hadis-i şeriflerden hareketle muteber İslâm fıkıh mezheplerinin tamamı:
“Sarhoşluk veren nesnelerin azı da çoğu da haramdır; bunlar içilemez ve vücuda
alınamaz” hükmünde birleşmişlerdir. Âyetteki
الْمَيْسِرُ (meysir), kumar demektir. Kumar ise zar
gibi ne olacağı belli olmayan tehlikeli bir şeye bağlanarak mal vermek veya
almaktır. “Meysir” kelimesinin aslında “kolaylık” ve “soygun” mânaları vardır.
Zira kumar, malı herhangi bir yorgunluk ve güçlük çekmeksizin alma yoludur.
Yine o bir çeşit soygundur. Haksız yollardan ve kolaylıkla mal kazanmaya sebep
olan bütün kumar çeşitleri, hatta çocukların ceviz ve benzeri şeylerle
oynadıkları oyunlara kadar hepsi âyetin muhtevasına dâhildir. İçki
ve kumarın hem fert hem de toplum hayatına çok büyük zararları vardır. Bu
sebeple onların kullanımında büyük bir günah mevcuttur. Her ikisi de malların
yok ve insanların perişan olmasına sebeptir. İnsanlar arasında kin ve nefretin
oluşmasına yol açarlar. Allah’a kulluğa, O’nu zikretmeye, namazı vaktinde
kılmaya ve vakti en faydalı şeylerle geçirmeye mani olurlar. Genellikle biri
diğerine sürükler; bunun için birlikte zikredilmişlerdir. Özellikle içki, akıl
ve iradenin doğru kullanılmasını engeller, giderek alışkanlık yapar ve insan
sağlığına zarar verir. Kumar ise insanları tembelliğe, çalışıp gayret
göstermeden yiyip içmeye sevkeder. Bunlarda
dünyevi olarak insanlar için bir takım geçici menfaatler de söz konusudur.
Mesela içki satan kimseler bir takım ticâri faydalar sağlayabilirler. Ayrıca içki, zayıf yapılı olan kişilere
kısmen kuvvet verebilir. Yenen şeylerin hazmını kolaylaştırır. Geçici zevklere,
neşelenmeye ve dertleri unutmaya yarar. Kumar da, dünyevi olarak, herhangi bir risk,
çalışma, güçlük ve yorgunluk olmaksızın mal elde etmeye vesile olur. Fakat içki ve kumarın günah ve zararları,
faydalarıyla ölçülmeyecek derecede çok ve büyüktür. Faydaları az, değersiz ve
geçici; zararları ise büyük ve kalıcıdır. Dünyada ferdin beden, ruh ve ahlâkını,
buna ilaveten toplumun birlik ve düzenini tahrip ettikleri gibi, âhiretteki
vebâlleri de oldukça ağırdır. Dolayısıyla
içki ve kumarı terk etmek, onlar yüzünden isrâf edilen malları iyilik
yollarında harcamak gerekir. Bu bakımdan âyetin devamında “Allah yolunda
nelerin harcanması gerektiği” sorusuna “afv”ın harcanması emredilmektedir.
Burada الْعَفْوُ (afv), “ihtiyaç fazlası olup kolaylıkla infak
edilebilecek şey” mânasında kullanılmıştır. İnsan öncelikle kendi
ihtiyaçlarını, ailesinin, ana babasının ve geçiminden sorumlu olduğu diğer
kimselerin ihtiyaçlarını karşılayacak, bunlardan arta kalan malından da gönül
hoşluğuyla Allah yolunda harcayacaktır. Kendisinin ve yakınlarının muhtaç
olduğu malları başkalarına vermek zor olduğundan, âyette böyle bir teklifte
bulunulmamıştır. Zaten İslâm’da, iyilik yapacağım diye aile efradını nafakasız
bırakmak caiz görülmemiştir. Fakat şahsî ve ailevî ihtiyaçtan fazla kalan malın
olabildiği kadar yoksullara verilmesine de bir teşvik vardır. Zira fakir ve
yoksulların zaruri ihtiyaçlarını karşılayarak toplumsal adâletin sağlanabilmesi
için, zenginlerin vereceği farz olan zekâtla sınırlı kalınmayıp, nâfile sadaka
ve infaklara da ağırlık verilmelidir.
Yetimlerin haklarını koruma ve onların iyiliğine
olan şeyleri yapmaya gelince: |
|
Bakara / 220 |
Yetimlerle
alâkalı olarak: “Yetişkinlik çağına erinceye kadar, muhafaza ve yardım maksadıyla
en güzel şekilde olanı dışında, yetimin malına yaklaşmayın” (En‘âm
6/152), “Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, aslında karınlarına
sadece ateş doldurmuş oluyorlar. Onlar pek yakında çılgın alevli bir ateşe
gireceklerdir” (Nisâ 4/10) gibi âyet-i kerîmeler inince müslümanlar,
yetimlerle beraber oturmayı ve aynı sofrada yiyip içmeyi terk ettiler. Hatta
yanında yetim bulunan kişi, onun için müstakil bir oda ayırıyor ve her öğün
yemeğini özel olarak kendisine ikram ediyordu. müslümanlar, yetimlerin
mallarını kendi mallarından ayırmışlardı. Şayet yetim için hazırlanmış yemekten
arta kalan bir şey olursa ona dokunulmuyor, bozuluncaya kadar öylece
bekletiliyordu. Bu durum, müslümanlara oldukça zor gelmeye başladı. Nihâyet Allah
Resûlü (s.a.s.)’e gelerek: “Yâ Rasûlallah, her birimizin yetimlere ayıracak
özel yerimiz ve onlara ayrı olarak ikrâm edebileceğimiz yiyecek ve içeceğimiz
yok” dediler. Bunun üzerine söz konusu âyet-i kerîme indi ve müslümanlar yiyecek
ve içeceklerini yetimlerinkiyle birleştirdiler. (Ebû Dâvûd, Vesâyâ 7; Nesâî,
Vesâyâ 11) Kur’ân-ı
Kerîm’de yetim haklarıyla alakalı uyarıcı keskin ifadeler, bu hususta kötü
niyet taşıyan ve koruyup kollamaktan ziyade haksızlığı tercih eden kimseleri
hedef almaktadır. Samimi ve iyi niyetli olanların bundan çekinmelerine gerek
yoktur. Zira yetimlerle ilgilenmek ve haklarını koruyup kollamak, onları
çaresiz bir şekilde kendi hallerine bırakmaktan şüphesiz daha hayırlıdır. Bunda
her iki taraf için de büyük hayırlar vardır. Koruyup kollayanlar böylece çokça
sevap elde etme imkânına sahip olmaktadır. Yetimlerin de bu yolla durumları
düzeltilmekte ve mallarının korunup artırılması söz konusu olmaktadır. Faydalı
olmak niyetiyle yetimlerle birlikte yaşayan, beraber yiyip içen, malını malına
ortak eden veya evlilik yoluyla akraba olup işlerini uhdelerine alan kimseler,
onların kendilerinin din kardeşleri olduklarını asla unutmamalıdırlar. Din
kardeşliği, neseb kardeşliğinden daha mühim ve daha kuvvetlidir. “Bütün
mü’minler kardeştir; öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin” (Hucurât
49/10) âyet-i kerîmesi, din kardeşliğinin gereğinin, kardeşlerin halini ıslah
etmek ve faydalarına çalışmak olduğunu beyân etmektedir. Kendisine hiçbir şeyin
gizli kalması mümkün olmayan Allah Teâlâ, gönüllerden geçeni bile bilmektedir.
Dolayısıyla kimin yetimlerin hallerini düzeltmek ve onlara samimi olarak
yardımcı olmak niyetiyle, kimin de bozmak, tahrip etmek ve çalıp çırpmak
niyetiyle hareket ettiğini çok iyi bilmektedir. Her birine yaptıklarına uygun
tarzda mukabele edecektir. Allah
Resûlü (s.a.s.), yetimi koruyup gözetmenin yüksek faziletini haber vermek
üzere, orta parmağı ile işaret parmağını birleştirip aralarını biraz açarak: “Ben ve yetimi koruyup gözeten
kimse, cennette şöyleyiz” buyurmuştur. (Buhârî, Talâk 25; Müslim,
Zühd 42) Cenab-ı
Hakk’ın yetimlerle alakalı olarak gücünüz nispetinde vermiş olduğu emirleri
dikkatle ve titizlikle yerine getirin. Yanlış değerlendirmelerde bulunarak
ihmalkârlık göstermeyin. Zira Allah dileseydi sizi zorluklara koşar, ağır
yükümlülüklerle zahmetlere sokar, aciz bırakır ve yetimlere hiç karıştırmazdı.
Kendi derdinize düşer, yetimlerin hâlini ne ıslah edebilir ne de
bozabilirdiniz; hiç bir şey yapmaya gücünüz yetmezdi. Bu sebeple Allah’ın
verdiği güç, kuvvet ve diğer imkânlara bir şükür olmak üzere yetimlere iyi davranın
ve onları koruyup kollayın. Allah’ın çok güçlü olduğunu, her işinde en güzel
hüküm ve hikmet sahibi olduğunu unutmayın.
Cenâb-ı
Hak, gerektiğinde yetimlerle, mü’min köle ve câriyelerle evliliği teşvik etmek
üzere de şöyle buyurur: |
|
Bakara / 221 |
Âyetin
iniş sebebiyle ilgili şöyle bir olay nakledilir: Resûl-i Ekrem (s.a.s.), Mersed
el-Ganevî’yi, müslümanları gizlice oradan çıkarmak üzere Mekke’ye göndermişti.
Bu sırada ona, cahiliye döneminde âşık olduğu Anâk isminde bir kadın gelerek:
“Benimle baş başa kalmak istemez misin” dedi. Mersed, “İslâm, zinâyı haram
kıldı” karşılığını verdi. Kadının, “Peki, öyleyse benimle evlenir misin?”
sualine ise Mersed: “Evet, fakat bu hususta Resûlullah’dan izin almam gerekir”
şeklinde cevap verdi. Mersed, izin almak üzere Peygamber (s.a.s.)’e gidip
durumu izah edince söz konusu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl,
s. 75) Bu
âyet-i kerîme, mü’min erkek ve kadınların, imansızlıkta devam ettikleri
müddetçe müşrik erkek ve kadınlarla evlenmelerini kesin olarak yasaklamaktadır.
Ancak Mâide sûresindeki “Sizden önce kitap verilmiş olanların hür ve iffetli
kadınları size helâldir” (Mâide 5/5) âyetiyle, mü’min erkeklerin, dinî
durumları ne olursa olsun Ehl-i kitap kadınlarla evlenmelerine cevaz
verilmiştir. Diğer bir ifadeyle Mâide sûresindeki âyet, tefsirini yaptığımız
âyetin birinci kısmının hükmünü tahsis etmiştir. İkinci kısmın hükmü ise aynen
devam etmektedir. Yani bir mü’min kadının gayri müslim bir erkekle evlenmesi
veya evlendirilmesi hiçbir surette caiz değildir. Müşriklerle
evliliğin yasaklanmasının hikmeti, onların kötülüklerinden, özellikle de dinî yönden
zararlarından fert, aile ve toplum olarak mü’minleri korumaktır. Çünkü kalpleri
şirk ve küfürle dolu olduğu için onlar sözleri, davranışları ve halleriyle
insanları dâima cehenneme çağırırlar. Bu sebeple onlarla içli dışlı olmak son
derece tehlikeli bir durumdur. Bu tehlike, dünyevî tehlikelerden olmayıp ebedî
bir bedbahtlık tehlikesidir. Halbuki Allah Teâlâ, kullarını cennete ve
bağışlanmaya, iman edip sâlih ameller işleyerek ebedî saadeti kazanmaya davet
etmektedir.
Önceki
âyette evlilikten bahsedilince şimdi söz kadınların özel hallerine gelmektedir: |
|
Bakara / 222 |
“Hayız”, sözlükte “suyun akıp taşması, kanın
akması” mânalarına gelir. Dinî olarak ise bu kelime, büluğ çağına gelmiş
sağlıklı bir kadının rahminden düzenli aralıklarla kanın akmasını ifade eder.
Bu hâl, Türkçe’de “aybaşı hâli, âdet görme, âdet kanaması” şeklinde
isimlendirilir. Bu durumdaki kadınlar namaz kılamaz, oruç tutamaz, mescide
giremez, Kur’an okuyamaz ve Mushaf-ı Şerif’e dokunamazlar. Onlarla cinsî
münasebet de yasaktır. Câhiliye
döneminde insanlar, hayızlı olan kadınları evlerinde tutmazlar, onlarla beraber
bulunmazlar ve birlikte yiyip içmezlerdi. Yahudilerin ve Mecusilerin
uygulamaları da bu şekilde idi. İslâm geldikten sonra da bir müddet durum
böylece devam etti. Nihâyet Ebuddehdah (r.a.) birgün Peygamber Efendimize: “Yâ
Rasûlallah! Hayızlı oldukları zamanlar kadınlara nasıl davranalım?” şeklinde
sorunca sözkonusu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s.
77; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 517)
Hayız
hali, bir hastalık olup tiksindirici ve eziyet verici bir özelliğe sahiptir. Bu
sebeple âyet-i kerîme hayızlı olan kadınlardan uzak durmayı ve onlara
yaklaşmamayı emretmektedir. Bundan maksat, bedenlerin birbirinden uzak ve ayrı
olması değil, cinsî mün3asebette bulunmamaktır. Bir kısım hadis-i şeriflerden
(bk. Müslim, Hayz 16) ve tatbikattan anlaşıldığı üzere, cinsî münasebette
bulunmamak şartıyla, hayızlı kadınla kocası arasında başka bir sınırlama
bulunmamaktadır. Hayız hâli sona erip guslederek temizlendikten sonra kadınlarla
cinsî münasebet serbesttir. Cenâb-ı Hak, günahlarından ve hatalarından çok çok
tevbe edenleri sever. Yine O, maddî manevî pisliklerden titizlikle
temizlenenleri de sever. Dolayısıyla Allah’ın sevdiklerini siz de sevin ve
O’nun seveceği bir kul olmaya çalışın. Kadınlarla olan özel ilişkilerinizi de
şu ilâhî talimata uygun gerçekleştirin: |
|
Bakara / 223 |
İslâm
aile ve toplum yapısı içinde kadınların çok önemli bir yeri vardır. Nesillerin
çoğalması, yetiştirilip terbiye edilmesi onlara bağlıdır. Bu sebeple âyet-i kerîme
onları ekinliğe benzetmiştir. Erkeğin nutfesi tohum, kadın tarla, doğacak çocuk
da bitecek ekin mesâbesindedir. Müslüman nesiller, Allah’ın emrine uygun en
temiz yollarla bu şekilde doğup yetişecektir. Mü’minin
hedefi, Allah ve Rasûlü’nün isteği istikâmetinde dürüst bir hayat yaşayarak her
bir ameliyle âhiret sermayesini artırmak ve ilâhî rızâya nâil olabilmektir.
Âyetin “Ancak mutluluğa ermeniz için önceden hazırlık yapmayı ve kendi
geleceğiniz için geliri hiç tükenmeyecek hâsılat göndermeyi ihmal etmeyin” (Bakara
2/223) kısmı, bizleri bu hedefe yönlendirmektedir. Bu ifade bir yönüyle cinsî
münasebet öncesinde mutluluğu artırıcı bir kısım ön hazırlıkların yapılmasını
imâ ettiği gibi, kadınlarla münâsebetlerde sadece şehveti tatmin düşüncesine
takılıp kalmayıp, daha yüksek niyetlerle hareket edilmesi gerektiğini de
öğütler. Dünyada ve âhirette göz aydınlığı olacak müslüman ve ahlâklı nesiller
yetiştirmek bu ulvî niyetlerden biri olmalıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak,
mü’minlerde şöyle dua etmelerini istemektedir: “Ey Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve zürriyetimizden gözümüzü
aydınlatacak, gönlümüzü sevindirecek sâlih kimseler ihsan eyle! Bizi takvâ
sahiplerine önder yap!” (Furkân 25/74) O
halde Allah’tan korkmalı, emir ve yasaklarının gereğini titizlikle yerine
getirmeli, bir gün mutlaka O’nun huzuruna varacağımızı kesinlikle bilmeliyiz.
Bu sebeple orada yüzümüzü güldürecek işler yapmaya, bizi rezil rüsvâ edecek şeylerden
de kaçınmaya gayret göstermeliyiz. Bu ilâhî buyruklara inanan ve o istikamette
yaşayan mü’minlere hep müjdeler, sevindirici haberler vardır.
Niyetleri
dâima Allah’ın rızâsını kazanmaya çalışmak olan mü’minler, O’nun ism-i celîlini
nerede ve nasıl kullanacaklarına da dikkat etmelidirler: |
|
Enbiya suresinin 81. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 81. Ayet Arapça: وَلِسُلَيْمٰنَ الرّ۪يحَ عَاصِفَةً تَجْر۪ي بِاَمْرِه۪ٓ اِلَى الْاَرْضِ ...
"Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder. O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır." (Saf Sûresi ...
"Meryem oğlu İsa da: “Ey İsrâiloğulları! Ben size Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim; daha önce inen Tevrat’ı doğrulamak ve benden sonra g ...
Enbiya suresinin 69. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 69. Ayet Arapça: قُلْنَا يَا نَارُ كُون۪ي بَرْدًا وَسَلَامًا عَلٰٓى اِبْرٰه۪يمَۙ Enbi ...
"Allah’a ve Rasûlü’ne gerektiği gibi inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, sizin için hayırlı olan bu ...
Enbiya suresinin 46. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 46. Ayet Arapça: وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ يَا وَ ...