6236 kayıt bulundu
Sure Ayet Karşılaştır
Bakara / 208

208. âyette geçen “silm” kelimesi “ teslimiyet, itaat, barış, uzlaşma” gibi mânalara gelir. Bu sebeple müfessirlerin pek çoğu bunu “İslâm” olarak da yorumlamışlardır. Zira İslâm, bu mânaların hepsini içine almaktadır. Âyet-i kerîme ilk olarak  sadece dil­leriyle iman ettiklerini söyleyen münafıkları, bütün inanç, amel ve ahlâklarıyla İslâm’a girmeye ve nifakla ilgili olarak şeytanın adımlarına uymamaya çağırmaktadır. Aynı şekilde Ehl-i kitaptan müslüman olup da bir taraftan Peygamberimiz (s.a.s.)’e iman ederken, bir taraftan da “cumartesi gününün kutsiyetine saygı gös­termek, deve etini ve sütünü mekruh görmek” gibi Tevrat’ın hükümlerini dikkate almaya çalışanlara hitap etmekte; onların İslâm’a bütünüyle girmelerini ve gerek itikadî gerek amelî bakımından önceki hükümlerden herhangi birine uymamalarını emretmektedir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 176)

Âyetin esas hitap ettiği kitle ise müslümanlardır. Onlara, “Ey iman eden­ler, hepiniz İslâm’a tam olarak girin; onun emirlerini eksiksiz yerine getirin, kalan ömrünüzde de müslüman olmaya devam edin, müslümanlıktan ve onun prensiplerinden hiçbir zaman ayrılmayın. Sapık ve azgın kimselerin size tel­kin etmeye çalıştıkları şüphelere iltifat ederek şeytanın adımlarına uymayın” mesajı vermektedir.

السِّلْمُ (silm) lâfzının “sulh, barış, savaşı ve münakaşayı terk et­me” mânaları dikkate alındığı takdirde ise âyet-i kerîme mü’minlere âdeta şu tâlimatları vermektedir: “Ey müminler! Allah’ın emirlerine boyun eğmekle öyle mükemmel bir toplumsal görünüm ve öyle düzenli bir İslâm dünyası meydana getirin ki aranızda isyandan, kavga ve anlaşmazlıktan, birbirinize eziyetten, eğrilikten, Allah’ın haklarına ve kulların haklarına tecavüzden, kısaca Allah rızâsına aykırı hareketlerden eser kalmasın. Böylece herkes emniyet, karşılıklı sevgi ve tam bir huzur içinde vazifeleriyle meşgul olsun ve âhireti için hazırlık yapsın. Bu güven ve huzur ortamını bozacak terör eylemleri ve karşıklıklara meydan verilmesin. Dünya hayatı hakkında parlak sözler söyleyip de kalpleri en merhametsizce düşmanlıklarla dolu olan, şeytanca hareket edenlerin arkasından gidilmesin.” (bk. Elmalılı, Hak Dini, II, 736)

Şâyet bu ikazlara kulak vermez, doğruyu ve yanlışı en güzel bir şekilde açıklayan bunca delilleri dikkate almaz ve sizin apaçık düşmanınız olan şeytana uyarak İslâm’ın emirlerine itaatten kayarsanız, neticesine katlanırsınız. Bundan böyle artık ileri süreceğiniz bir mazeretiniz olamaz. Âyette Allah Teâlâ’nın üstün ve ezici kudretine ve sınırsız hikmetine yer verilmesi, İslâm yolundan kayanlara büyük bir tehdit mânası taşımakta, aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın yaptığı her işte büyük hikmetler olduğunu göstermektedir. O, koyduğu ilâhî sisteme karşı gelen, şeytanın yollarına sapıp tevhidin, sulh ve barışın gereklerini ihlale çalışan âsilerin haklarından gelir ve belâlarını verir. Hem bu cezalandırma ilâhî hikmete uygun, yerinde ve adâletli olacaktır, hem de Allah Teâlâ iyileri kötülerden ayıracak ve onlara yine hikmeti gereği lütuf ve merhametiyle muamele edecektir.

Bilmek gerekir ki, indirilen âyetler ve gönderilen peygamberler insanlara bütün gerçekleri açık bir dille beyân etmektedir. Onlara düşen bu gerçeklere teslim olmak, inanç ve amellerini ona göre düzenlemektir. Madem ki böyle yapmıyorlar, demek ki onlar, artık Allah ve meleklerin bulutların gölgeleri arasından yanlarına inip işlerinin bitirilmesini beklemektedirler.

210. âyet-i kerîmede geçen “Allah’ın gelmesi” ifadesiyle alakalı olarak şu yorumlar yapılmıştır:

Selef âlimleri, bu ifadenin müteşâbih[1] olduğunu, gerçek mânasını Allah’tan başkasının bilemeyeceğini dolayısıyla te’vil edilmeyip olduğu gibi bırakılması gerektiğini söylemişlerdir. Ehl-i Sünnet kelam âlimleri ise bu ifadeyi “Allah’ın âyetlerinin, hükmünün, buyruğunun veya azabının gelmesi” şeklinde açıklamışlardır. (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 123; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 182) Buna göre:

Birinci olarak “Allah’ın gelmesi”, Allah’ın emir ve iradesinin zuhûr etmesi, tam bir kudret ve şiddetle ortaya çıkması mânasındadır. Sözü edilen günahkârların cezalandırılmaları hususunda her türlü sebep ve vasıtalar tükenmiş ve ancak her şeyi bitirecek olan Allah’ın emir ve iradesinin ortaya çıkması kalmıştır. İşte o günahkârlar bu neticeyi beklemektedirler. Aslında buluttan canlılar için bir rahmet olan yağmur beklenir. Şayet rahmet beklenen buluttan azap yağacak olursa durum daha şiddetli ve korkunç olur. Zira belâ, umulmadık bir yerden gelirse insanı daha çok gam ve kedere boğar.

İkinci olarak, “Allah’ın gelmesi” imkânsız bir durumdur. Bunlar, “iman etme”lerini “Allah’ın gelmesine” bağlamakla, Allah gelmeden veya Allah’ın azabı başlarına inmeden asla inanmayacaklarını söylemiş olmaktadırlar. Dolayısıyla âyet, onların hiç ihtimal vermedikleri bir anda belalarını bulacaklarını ifade etmektedir.

“Allah’ın gelmesi” ifadesini hakiki mânasıyla yorumlamak da mümkündür. Buna göre bahsi geçen günahkârlar, Bize Allah’ı açıkça göster! (Nisâ 4/153) diyen İsrâiloğulları gibi Allah’ı görmedikçe sadece aklî ve naklî delillerle iman etmez, vukuundan önce hiçbir uyarıya kulak asmaz, Allah’a ve O’nun ikazlarına inanmak için, Allah’ın kendisini açıktan göstermesini ve gelecek musibetlerin fiilen başlarına gelivermesini beklerler. Bu sebeple ilim ve amel, iman ve ibâdet gibi hususlara önem vermezler. Dinin diriltici beyânlarına kulak vererek felâket uçurumlarından kurtulmak istemezler. Aksine şeytanlık peşinde koşarlar. Barış, selamet ve huzur ortamını bozmaya çalışırlar. Böyle olunca durumları öyle bozulur ve bütün işler öyle kontrolden çıkar ki belalarını bulmaları için yalnız Allah’ın emir ve iradesinin ortaya çıkması kalır. (Elmalılı, Hak Dini, II, 738)

Zaten bütün işler sonunda Allah’a döndürülür. Kıyamet günü Allah Teâlâ, dünyadaki durumlarına göre kulları arasında hükmeder. Zulmeden, Allah’ın sınırlarını çiğneyen ve emrine karşı gelenlere ona göre; itaat eden ve iyilik yapanlara da ona göre muamele eder. iyilik sahiplerine iyilikle, günahkârlara da ceza ile mukabelede bulunur.

Nitekim İsrâiloğulları bu hususta güzel bir örnek teşkil etmektedir:

[1] Müteşâbih: Mânaları tam olarak bilinemeyen veya herhangi bir sebepten ötürü anlamlarında kapalılık bulunan ya da birden çok mânaya ihtimali olup bu mânalardan birini tercihte zorluk sözkonusu olan âyet veya kelime.

Bakara / 209

208. âyette geçen “silm” kelimesi “ teslimiyet, itaat, barış, uzlaşma” gibi mânalara gelir. Bu sebeple müfessirlerin pek çoğu bunu “İslâm” olarak da yorumlamışlardır. Zira İslâm, bu mânaların hepsini içine almaktadır. Âyet-i kerîme ilk olarak  sadece dil­leriyle iman ettiklerini söyleyen münafıkları, bütün inanç, amel ve ahlâklarıyla İslâm’a girmeye ve nifakla ilgili olarak şeytanın adımlarına uymamaya çağırmaktadır. Aynı şekilde Ehl-i kitaptan müslüman olup da bir taraftan Peygamberimiz (s.a.s.)’e iman ederken, bir taraftan da “cumartesi gününün kutsiyetine saygı gös­termek, deve etini ve sütünü mekruh görmek” gibi Tevrat’ın hükümlerini dikkate almaya çalışanlara hitap etmekte; onların İslâm’a bütünüyle girmelerini ve gerek itikadî gerek amelî bakımından önceki hükümlerden herhangi birine uymamalarını emretmektedir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 176)

Âyetin esas hitap ettiği kitle ise müslümanlardır. Onlara, “Ey iman eden­ler, hepiniz İslâm’a tam olarak girin; onun emirlerini eksiksiz yerine getirin, kalan ömrünüzde de müslüman olmaya devam edin, müslümanlıktan ve onun prensiplerinden hiçbir zaman ayrılmayın. Sapık ve azgın kimselerin size tel­kin etmeye çalıştıkları şüphelere iltifat ederek şeytanın adımlarına uymayın” mesajı vermektedir.

السِّلْمُ (silm) lâfzının “sulh, barış, savaşı ve münakaşayı terk et­me” mânaları dikkate alındığı takdirde ise âyet-i kerîme mü’minlere âdeta şu tâlimatları vermektedir: “Ey müminler! Allah’ın emirlerine boyun eğmekle öyle mükemmel bir toplumsal görünüm ve öyle düzenli bir İslâm dünyası meydana getirin ki aranızda isyandan, kavga ve anlaşmazlıktan, birbirinize eziyetten, eğrilikten, Allah’ın haklarına ve kulların haklarına tecavüzden, kısaca Allah rızâsına aykırı hareketlerden eser kalmasın. Böylece herkes emniyet, karşılıklı sevgi ve tam bir huzur içinde vazifeleriyle meşgul olsun ve âhireti için hazırlık yapsın. Bu güven ve huzur ortamını bozacak terör eylemleri ve karşıklıklara meydan verilmesin. Dünya hayatı hakkında parlak sözler söyleyip de kalpleri en merhametsizce düşmanlıklarla dolu olan, şeytanca hareket edenlerin arkasından gidilmesin.” (bk. Elmalılı, Hak Dini, II, 736)

Şâyet bu ikazlara kulak vermez, doğruyu ve yanlışı en güzel bir şekilde açıklayan bunca delilleri dikkate almaz ve sizin apaçık düşmanınız olan şeytana uyarak İslâm’ın emirlerine itaatten kayarsanız, neticesine katlanırsınız. Bundan böyle artık ileri süreceğiniz bir mazeretiniz olamaz. Âyette Allah Teâlâ’nın üstün ve ezici kudretine ve sınırsız hikmetine yer verilmesiİslâm yolundan kayanlara büyük bir tehdit mânası taşımakta, aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın yaptığı her işte büyük hikmetler olduğunu göstermektedir. O, koyduğu ilâhî sisteme karşı gelen, şeytanın yollarına sapıp tevhidin, sulh ve barışın gereklerini ihlale çalışan âsilerin haklarından gelir ve belâlarını verir. Hem bu cezalandırma ilâhî hikmete uygun, yerinde ve adâletli olacaktır, hem de Allah Teâlâ iyileri kötülerden ayıracak ve onlara yine hikmeti gereği lütuf ve merhametiyle muamele edecektir.

Bilmek gerekir ki, indirilen âyetler ve gönderilen peygamberler insanlara bütün gerçekleri açık bir dille beyân etmektedir. Onlara düşen bu gerçeklere teslim olmak, inanç ve amellerini ona göre düzenlemektir. Madem ki böyle yapmıyorlar, demek ki onlar, artık Allah ve meleklerin bulutların gölgeleri arasından yanlarına inip işlerinin bitirilmesini beklemektedirler.

210. âyet-i kerîmede geçen “Allah’ın gelmesi” ifadesiyle alakalı olarak şu yorumlar yapılmıştır:

Selef âlimleri, bu ifadenin müteşâbih[1] olduğunu, gerçek mânasını Allah’tan başkasının bilemeyeceğini dolayısıyla te’vil edilmeyip olduğu gibi bırakılması gerektiğini söylemişlerdir. Ehl-i Sünnet kelam âlimleri ise bu ifadeyi “Allah’ın âyetlerinin, hükmünün, buyruğunun veya azabının gelmesi” şeklinde açıklamışlardır. (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 123; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 182) Buna göre:

Birinci olarak “Allah’ın gelmesi”, Allah’ın emir ve iradesinin zuhûr etmesi, tam bir kudret ve şiddetle ortaya çıkması mânasındadır. Sözü edilen günahkârların cezalandırılmaları hususunda her türlü sebep ve vasıtalar tükenmiş ve ancak her şeyi bitirecek olan Allah’ın emir ve iradesinin ortaya çıkması kalmıştır. İşte o günahkârlar bu neticeyi beklemektedirler. Aslında buluttan canlılar için bir rahmet olan yağmur beklenir. Şayet rahmet beklenen buluttan azap yağacak olursa durum daha şiddetli ve korkunç olur. Zira belâ, umulmadık bir yerden gelirse insanı daha çok gam ve kedere boğar.

İkinci olarak, “Allah’ın gelmesi” imkânsız bir durumdur. Bunlar, “iman etme”lerini “Allah’ın gelmesine” bağlamakla, Allah gelmeden veya Allah’ın azabı başlarına inmeden asla inanmayacaklarını söylemiş olmaktadırlar. Dolayısıyla âyet, onların hiç ihtimal vermedikleri bir anda belalarını bulacaklarını ifade etmektedir.

“Allah’ın gelmesi” ifadesini hakiki mânasıyla yorumlamak da mümkündür. Buna göre bahsi geçen günahkârlar, Bize Allah’ı açıkça göster! (Nisâ 4/153) diyen İsrâiloğulları gibi Allah’ı görmedikçe sadece aklî ve naklî delillerle iman etmez, vukuundan önce hiçbir uyarıya kulak asmaz, Allah’a ve O’nun ikazlarına inanmak için, Allah’ın kendisini açıktan göstermesini ve gelecek musibetlerin fiilen başlarına gelivermesini beklerler. Bu sebeple ilim ve amel, iman ve ibâdet gibi hususlara önem vermezler. Dinin diriltici beyânlarına kulak vererek felâket uçurumlarından kurtulmak istemezler. Aksine şeytanlık peşinde koşarlar. Barış, selamet ve huzur ortamını bozmaya çalışırlar. Böyle olunca durumları öyle bozulur ve bütün işler öyle kontrolden çıkar ki belalarını bulmaları için yalnız Allah’ın emir ve iradesinin ortaya çıkması kalır. (Elmalılı, Hak Dini, II, 738)

Zaten bütün işler sonunda Allah’a döndürülür. Kıyamet günü Allah Teâlâ, dünyadaki durumlarına göre kulları arasında hükmeder. Zulmeden, Allah’ın sınırlarını çiğneyen ve emrine karşı gelenlere ona göre; itaat eden ve iyilik yapanlara da ona göre muamele eder. iyilik sahiplerine iyilikle, günahkârlara da ceza ile mukabelede bulunur.

Nitekim İsrâiloğulları bu hususta güzel bir örnek teşkil etmektedir:

[1] Müteşâbih: Mânaları tam olarak bilinemeyen veya herhangi bir sebepten ötürü anlamlarında kapalılık bulunan ya da birden çok mânaya ihtimali olup bu mânalardan birini tercihte zorluk sözkonusu olan âyet veya kelime.

Bakara / 211

İsrâiloğulları’na verilen apaçık belgeler, Hz. Mûsâ’nın asası, parlayan eli, denizin yarılması, yerden suların fışkırması, dağın başlarına dikilmesi, kudret helvası ve bıldırcın etinin indirilmesi gibi peygamberleri eliyle gerçekleşen mûcizelerdir. Veya bundan maksat, önceki ilâhî kitaplarda bulunup da İslâm dininin doğruluğuna, Efendimiz (s.a.s.)’in peygamberliğine şâhitlik eden âyetlerdir. Ayette geçen “Allah’ın nimeti”nden maksat ise, O’nun peygamberleri vasıtasıyla gösterdiği mûcizeler ve indirdiği âyetlerdir. Gerçekten de bunlar Allah’ın en büyük nimetleridir. Çünkü bunlar, sapıklıktan kurtulup doğru yolu bulmanın en önemli sebepleridir. İnsanların hidâyeti için gelen bu nimetleri, maksadının aksine sapıklık sebebi kılmak, o nimetleri değiştirmek anlamı taşır. İşte İsrâiloğulları, gördükleri bu mûcizeler ve okuyup öğrendikleri bu ayetlere rağmen, Allah’ın emrine karşı gelmişler, İslâm dininin doğruluğunu gösteren ayetleri tahrif etmişler, peygamberleri öldürmüşler ve Allah ile yaptıkları ahitleri değiştirmişlerdir. Aynen yahudilerin yaptığı gibi, gördükten ve anladıktan sonra alınması gereken dersleri almamak; nimete nankörlükle karşılık vermek; imanı küfre, hidâyeti sapıklığa ve nihâyetinde ebedi saadeti ebedi pişmanlığa çevirmek suretiyle Allah’ın âyetlerini değiştirmeye kalkışanlar, Allah’ın pek şiddetli olan azabına uğrayacaklardır.

Onları bu yanlışa sürükleyen en önemli etken, dünya sevgisidir. Gerçekten de dünya hayatı ve dünya nimetleri kâfirlere sevdirilmiş, gözlerine güzel gösterilmiş; kalplerindeki dünya muhabbeti iliklerine işlemiştir. Şeytan bu hususta üzerine düşen görevi tam olarak yerine getirmiştir. Onlar, dünyadan başka hiçbir şeyi istemezler; ellerindeki en mühim değer ölçüsü dünya ve dünyalık şeylerdir. Bu sebeple iman edenlerle, özellikle de onların fakir ve garipleriyle alay ederler. Bu âyetin iniş sebebiyle ilgili şu üç rivayet dikkat çekmektedir:

    Ebû Ce­hil ve diğer ileri gelen müşrikler İbn Mes‘ûd, Ammâr, Habbâb, Amir b. Füheyre (r.a.) gibi fakir müslümanlarla alay ediyorlardı. Zira kâfirler rahatlık ve nimetler içinde yüzerken onlar fakr-ü zaruret için­de kıvranıyor ve çeşitli eziyetlere katlanıyorlardı.

    Beni Kurayza, Beni Nadîr ve Beni Kaynuka yahudilerinin ileri ge­lenleri, yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış olan fakir müslüman muhacirlerle alay ediyorlardı.

    Abdullah b. Ubeyy ve beraberindeki münafıklar, zayıf müslümanlar ve fakir muhacirler ile alay ediyorlardı. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI, 5)

Bu sebeplerin hepsi veya bunlardan biri üzerine yukarıdaki âyetler inmiştir. Bununla birlikte âyet-i kerîmeler, bahsedilen özellikleri taşıyan herkesi şumûlüne almaktadır. Dünya hayatına aldanmayan, iman edip takvâ sahibi olan müslümanlar, kıyamet günü bunlardan çok üstün bir durumda olacaklardır. Zira kâfirler cehennemin en derin çukurlarına atılırken mü’minler cennetin en yüksek yerlerinde iskân edileceklerdir. Mü’minler sayısız ilâhî ikram ve lutuflara nâil olurken kâfirler o gün zillet ve alçaklığın son noktasında bulunacaklardır. Dünyada kâfirler mü’minlere gülüp onlarla alay ederken, âhirette mü’minler onların hallerine güleceklerdir. (bk. Mutaffifîn 83/29-369) Allah, dilediği kullarına hem dünya hem de âhirette hesaba gelmeyecek derecede çok rızık verir, büyük lutflarda bulunur. Hakiki mânada zengin yalnız O olup, hazinelerinin bitmesinden korkmaz. O’nun, istediği şekilde ve miktarda rızık vermesine de engel olacak hiçbir kudret tasavvur olunamaz.

Fakat bu sınırsız ilâhî rızıklara ermenin kulluk planında bir bedeli, bir kısım şartları vardır:

Bakara / 212

İsrâiloğulları’na verilen apaçık belgeler, Hz. Mûsâ’nın asası, parlayan eli, denizin yarılması, yerden suların fışkırması, dağın başlarına dikilmesi, kudret helvası ve bıldırcın etinin indirilmesi gibi peygamberleri eliyle gerçekleşen mûcizelerdir. Veya bundan maksat, önceki ilâhî kitaplarda bulunup da İslâm dininin doğruluğuna, Efendimiz (s.a.s.)’in peygamberliğine şâhitlik eden âyetlerdir. Ayette geçen “Allah’ın nimeti”nden maksat ise, O’nun peygamberleri vasıtasıyla gösterdiği mûcizeler ve indirdiği âyetlerdir. Gerçekten de bunlar Allah’ın en büyük nimetleridir. Çünkü bunlar, sapıklıktan kurtulup doğru yolu bulmanın en önemli sebepleridir. İnsanların hidâyeti için gelen bu nimetleri, maksadının aksine sapıklık sebebi kılmak, o nimetleri değiştirmek anlamı taşır. İşte İsrâiloğulları, gördükleri bu mûcizeler ve okuyup öğrendikleri bu ayetlere rağmen, Allah’ın emrine karşı gelmişler, İslâm dininin doğruluğunu gösteren ayetleri tahrif etmişler, peygamberleri öldürmüşler ve Allah ile yaptıkları ahitleri değiştirmişlerdir. Aynen yahudilerin yaptığı gibi, gördükten ve anladıktan sonra alınması gereken dersleri almamak; nimete nankörlükle karşılık vermek; imanı küfre, hidâyeti sapıklığa ve nihâyetinde ebedi saadeti ebedi pişmanlığa çevirmek suretiyle Allah’ın âyetlerini değiştirmeye kalkışanlar, Allah’ın pek şiddetli olan azabına uğrayacaklardır.

Onları bu yanlışa sürükleyen en önemli etken, dünya sevgisidir. Gerçekten de dünya hayatı ve dünya nimetleri kâfirlere sevdirilmiş, gözlerine güzel gösterilmiş; kalplerindeki dünya muhabbeti iliklerine işlemiştir. Şeytan bu hususta üzerine düşen görevi tam olarak yerine getirmiştir. Onlar, dünyadan başka hiçbir şeyi istemezler; ellerindeki en mühim değer ölçüsü dünya ve dünyalık şeylerdir. Bu sebeple iman edenlerle, özellikle de onların fakir ve garipleriyle alay ederler. Bu âyetin iniş sebebiyle ilgili şu üç rivayet dikkat çekmektedir:

    Ebû Ce­hil ve diğer ileri gelen müşrikler İbn Mes‘ûd, Ammâr, Habbâb, Amir b. Füheyre (r.a.) gibi fakir müslümanlarla alay ediyorlardı. Zira kâfirler rahatlık ve nimetler içinde yüzerken onlar fakr-ü zaruret için­de kıvranıyor ve çeşitli eziyetlere katlanıyorlardı.

    Beni Kurayza, Beni Nadîr ve Beni Kaynuka yahudilerinin ileri ge­lenleri, yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış olan fakir müslüman muhacirlerle alay ediyorlardı.

    Abdullah b. Ubeyy ve beraberindeki münafıklar, zayıf müslümanlar ve fakir muhacirler ile alay ediyorlardı. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI, 5)

Bu sebeplerin hepsi veya bunlardan biri üzerine yukarıdaki âyetler inmiştir. Bununla birlikte âyet-i kerîmeler, bahsedilen özellikleri taşıyan herkesi şumûlüne almaktadır. Dünya hayatına aldanmayan, iman edip takvâ sahibi olan müslümanlar, kıyamet günü bunlardan çok üstün bir durumda olacaklardır. Zira kâfirler cehennemin en derin çukurlarına atılırken mü’minler cennetin en yüksek yerlerinde iskân edileceklerdir. Mü’minler sayısız ilâhî ikram ve lutuflara nâil olurken kâfirler o gün zillet ve alçaklığın son noktasında bulunacaklardır. Dünyada kâfirler mü’minlere gülüp onlarla alay ederken, âhirette mü’minler onların hallerine güleceklerdir. (bk. Mutaffifîn 83/29-369) Allah, dilediği kullarına hem dünya hem de âhirette hesaba gelmeyecek derecede çok rızık verir, büyük lutflarda bulunur. Hakiki mânada zengin yalnız O olup, hazinelerinin bitmesinden korkmaz. O’nun, istediği şekilde ve miktarda rızık vermesine de engel olacak hiçbir kudret tasavvur olunamaz.

Fakat bu sınırsız ilâhî rızıklara ermenin kulluk planında bir bedeli, bir kısım şartları vardır:

Bakara / 213

İnsanlar, başlangıçta Hz. Âdem’e indirilen İslâm dini etrafında toplanan ve hep birlikte ona uyan bir tek ümmet idi. Aralarında herhangi bir anlaşmazlık sözkonusu değildi. Fakat sayılarının artması, beşeri münâsebetlerin çeşitlenmesi ve bir kısım menfaat çekişmeleri üzerine birlik bozulmaya ve aralarında bir kısım anlaşmazlıklar çıkmaya başladı. Nitekim şu âyet-i kerîme bu gerçeğe dikkat çeker:

İnsanlar başlangıçta tevhid dinine inanan tek bir ümmetti. Sonradan ayrılık ve anlaşmazlığa düştüler. (Yûnus 10/19)

Bunun üzerine Allah Teâlâ, bir taraftan iman edip sâlih amel işleyenleri cennetle müjdeleyen, diğer taraftan inkâr ve isyan yolunu tutanları cehennemle korkutan peygamberler gönderdi. O peygamberlerle beraber gerçeğin bilgisini taşıyan, en doğru hükümleri içeren kitaplar indirdi. Bununla, insanların anlaşamadıkları hususları hükme bağlayarak adâlet ve barışın tesisini istedi. Demek ki ilâhî kitapların indiriliş gâyelerinden biri, doğru olan ölçüyü ortaya koyarak insanlar arasındaki problemleri çözmektir. Yoksa o ölçüler üzerinde münâkaşa etmek değildir. Hal böyleyken, bizzat kendilerine kitap verilmiş olanlar ve onun ne demek istediğini anlayanlar, o kitabın bildirdiği gerçekler hakkında anlaşmazlığa düştüler. Anlaşmazlığı kaldırmak için indirilen kitabı, anlaşmazlığın daha da kökleşme vâsıtası kıldılar. Halbuki Allah’ın açık emrinin bulunduğu hususlarda insanların akıllarıyla içtihat etmeleri caiz değildir. Bu alanda bir içtihad, Allah’ın muradının aksine ayrı bir kanun koyma girişimidir. Bu ise, Allah’ın emrine uyarak anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak yerine, insanlar arasına yepyeni ihtilaf tohumları ekmek anlamını taşır. Allah’tan gelen apaçık âyetleri, delil ve bürhanları görmelerine, işin hakîkatine vâkıf olmalarına rağmen, bu anlaşmazlıklarının sebebi, sırf birbirlerine karşı olan kıskançlık, menfaat hırsı, zulüm ve haksızlık duygularıdır. Nitekim Hz. Âdem’in iki oğlundan biri olan Kâbil’in kardeşi Hâbil’i öldürmesine sebep, işte bu kıskançlık hastalığıydı. Yine İsrâiloğullarının İslâm dini ve Peygamberimize karşı olan düşmanca tutumları da bu kıskançlığın bir neticesiydi.

Allah Teâlâ, ilâhî gerçekler hakkında daha önce insanlığın içine düştüğü anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak ve gerçeği bütün açıklığıyla ortaya koymak üzere Hz. Muhammed (s.a.s.)’i peygamber olarak gönderdi ve ona Kur’ân-ı Kerîm’i inzal buyurdu. Allah Resûlü (s.a.s.), her alanda ihtilafa düşmüş, dağılmış ve çözülmüş bir halde bulunan insanlığa doğru yolu göstermek, onları tevhid inancı etrafında birleştirerek başlangıçta olduğu gibi yeniden tek ümmet hâline getirebilmek için çok çalışmış ve bu yolda büyük gayretler göstermiştir. Cenâb-ı Hak, peygamberine ve kitabına inananlara kendi izin ve iradesiyle hidâyet vermiş; onları dosdoğru yola ulaştırmıştır. Fakat bu hidâyetten nasip alamayanlar olacak, dolayısıyla insanlar arasındaki anlaşmazlıklar da devam edecektir. 

Eğer insanlar arasında anlaşmazlık olmasaydı ne hakime, ne onun vereceği hükme, ne de cezaî müeyyidelere ihtiyaç olurdu. Yine şâyet bu anlaşmazlıklar sebebiyle farklı milletler ve ideolojiler ortaya çıkmasaydı ne savaşa, ne de devletler ve milletler arası hukuka gerek duyulurdu. Fakat sünnetullah denilen ilâhî yasalar gereği insanlar ihtilaf etmişlerdir. Bu sebeple insanlık tarihi boyunca insanlar arası kavgalar, milletler arası savaşlar hep devam edegelmiştir. Şu âyet-i kerîme bu hususa açıklık getirmektedir:

“…Eğer Allah dileseydi, o peygamberlerin hemen ardından gelen insanlar, kendilerine bu kadar açık deliller ulaştıktan sonra birbirleriyle savaşmazlardı. Ne var ki, aralarında anlaşmazlığa düştüler de onlardan iman eden de oldu, inkâr eden de. Şâyet Allah dileseydi onlar birbirleriyle savaşmazlardı. Fakat Allah dilediğini yapar. (Bakara 2/253)

O halde bir tarafta hakkın dostları, diğer tarafta da hakkın düşmanları bulunacak; hakkı savunanlar düşmanlarıyla her kademede etkin bir mücadele vereceklerdir. Yeri geldiğinde o uğurda sıkıntılara katlanacak, canlarıyla ve mallarıyla cihad edecek ve büyük fedakârlıklar göstereceklerdir. İşte bir sonraki âyet bu hususa dikkat çekmektedir:

Bakara / 214

Âyetin iniş sebebi olarak şu rivayetleri zikretmek mümkündür: Müşriklerin baskıları neticesinde Mekke’den Medine’ye hicret eden Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ve beraberindeki muhacirler çok zarara uğramışlardı. Zira mallarını ve mülklerini terk ederek çıkmışlar, evlerini barkla­rını müşriklerin ellerine bırakmışlardı. Medine’de de yahudiler, Allah Resulü’ne olan düşmanlıklarını açıkça ortaya koymuşlardı. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ hem peygamberimizi hem de müslümanları teselli etmek ve kalplerini serinletmek üzere bu âyeti indirmiştir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI, 17)

Bir diğer rivayete göre bu âyet, müslümanlara zorluk, sıkıntı ve meşakkatlerin isabet ettiği Hendek savaşı hakkında nâzil olmuştur. Bu savaşta sıkıntılar, O sırada düşman orduları üstünüzden ve altınızdan size saldırmıştı da,  korkudan gözler yerinden kaymış, yürekler ağızlara gelmişti. Hatta Allah hakkında yakışıksız, olmadık zanlar besliyordunuz. Mü’minler orada böyle çetin şartlarla denendiler ve sarsıldıkça sarsılıp, şiddetle silkelendiler (Ahzâb 33/10-11) âyetlerinde beyân edilen noktaya ulaşmıştı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 463; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI, 17)

İman ve hidâyet, Allah’ın büyük bir nimeti olup cennete girebilmenin en mühim şartıdır. Fakat bu büyük nimetlerin şükrü zor, bedeli de ağırdır. İman, mücerred bir iddia ve boş bir temenni değildir. Onun doğruluğunu veya yalanlığını ortaya çıkaran, amellerdir. Âyet-i kerîme bu noktaya dikkat çekmekte, mücerred iman sözüyle cennete girilemeyeceğini, imanın gereğinin mutlaka yerine getirilmesi lazım geldiğini, dolayısıyla bu yolda her türlü meşakkatlere, sıkıntılara katlanarak ilâhî emirler muhtevasında bir kulluk hayatının yaşanması zaruretini haber vermektedir. Şu âyet-i kerîmeler de aynı mevzuya temas eder:

Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenleri ve dâvası uğrunda sabredip direnenleri ortaya çıkarmadan kolayca cennete girivereceğinizi mi sandınız? (Al-i İmrân 3/142)

Elif. Lâm. Mîm. İnsanlar, hiç imtihana tâbi tutulmadan, sadece “İnandık!” demekle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Gerçek şu ki biz, onlardan öncekileri de imtihan ettik. Böylece Allah, doğru söyleyenleri de ortaya çıkaracak,  yalancıları da elbette ortaya çıkaracaktır. (Ankebût 29/1-3)

Görüldüğü üzere İslâm yolunda bir takım sıkıntılar karşısında bunalan müslümanları hem teselli etmek hem de uyarmak üzere gelen bu âyet-i kerîme, ümmet-i Muhammed’in de geçmiş ümmetler gibi ihtilaflar, sıkıntılar, zorluklar ve meşakkatlere maruz kalacağını; bunlara sabırla katlananların nihâyetinde başarılı olacaklarını haber vermektedir. Peygamber Efendimiz’in şu hadis-i şerifi, önceki ümmetlerin başlarına gelen sıkıntılardan bazılarına işaret etmektedir:

Habbâb b. Eret (r.a.) anlatıyor: “Bir gün Resûl-i Ekrem (s.a.s.), Kâbe’nin gölgesinde hırkasını yastık yapmış istirahat ederken müşriklerden gördüğümüz ezâ ve cefâlardan şikâyette bulunduk ve:

«- Bizim için Allah’tan yardım istemeyecek misin, bizim için Allah’a dua etmeyecek misin» dedik. Bunun üzerine buyurdular ki:

«Sizden önceki ümmetler içinde bir adam için yerde bir kuyu kazılır, adam oraya atılır, bir testere getirilip başına konulur ve ikiye biçilirdi de bu onu dininden döndüremezdi. Yine demir taraklarla bir adamın etleri kemiklerinden ve kaslarından sıyrılırdı, bu işkenceler de onu dîninden çeviremezdi. Vallahi, Allah Teâlâ İslâm’ı mutlaka tamamlayacaktır. Hatta sizden biri süvari olarak San’a’dan Hadramevt’e kadar yolculuk yapacak da Allah’tan ve sürüsünü kurda kaptırmaktan başka bir şeyden korkmayacak; fakat siz acele ediyorsunuz»” (Buhârî, Menâkıb 25; Ebû Dâvûd, Cihâd 97)

Kur’ân-ı Kerîm’de önceki zamanlarda yaşayan müslümanların karşılaştıkları eziyet ve işkencelerden bahsedilir. Ateşlerde yakılan Ashâb-ı Uhdûd, el ve ayakları çaprazlama kesilip hurma dallarına asılarak şehîd edilen sihirbazlar, bir mağaraya sığınıp orada üçyüz dokuz sene uyutulan Ashâb-ı Kehf ve inanmayan şehir halkı tarafından hunharca şehîd edilen Habib-i Neccâr’ın hâli dikkat çekici birer misal olarak zikredilebilir.

Bu âyet-i kerîmede, Allah’a vâsıl olmak ve Hak katında yüksek derecelere erişebilmek için nefsânî arzuların terk edilip, terbiye ve tezkiye yolunda bir takım riyâzatlara, sıkıntı ve zorluklara katlanmak gerektiğine işaret bulunmaktadır. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır:

“Cennet, nefsin hoşlanmadığı, ona zor gelen şeylerle kuşatılmıştır. Cehennem ise onun hoşlanıp sevdiği şehevî arzularla çevrilmiştir.” (Müslim, Cennet 1; Tirmizî, Cennet 21)

Bundan sonraki âyet-i kerîmelerde ibâdet, ahlâk ve muâmelata dair hükümler bildirilmekte; müslümanlara anlaşmazlıklardan uzak durarak tek bir ümmet olmanın ve ilâhî yardıma ermenin yolu gösterilmektedir:

Bakara / 215

Âyetin iniş sebebi şöyledir: Bir defasında Allah Resûlü (s.a.s.), ashâbını Allah yolunda harcamaya teşvik etmişti. Bunun üzerine zengin ve oldukça da yaşlı bir sahabî olan Amr b. Cemûh (r.a.): “Ey Allah’ın Rasûlü! Hangi malımızı nereye harcayacağız” diye sorunca bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 69)

اَلْخَيْرُ (hayr) kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’in değişik yerlerinde “iyi, güzel, refah, bolluk, zenginlik, faydalı ve değerli şeyler, maddi manevî nimetler” gibi mânalarda kullanılmaktadır. Bu âyet-i kerîmede ilk geçtiği yerde farz veya nafile olarak harcanacak “mal”; ikincisi ise mutlak olarak Allah rızâsı için yapılan “iyilik” anlamındadır.

Farz olan zekâtın kimlere verileceğini Tevbe sûresinin 60. âyeti açıklamaktadır. Bu âyet-i kerîme ise Allah rızâsı için ana-babaya iyilik etmeye, yakın akrabayı görüp gözetmeye ve ihtiyaç sahiplerinin ihtiyacını gönül hoşluğuyla karşılamaya teşvik etmektedir. İster belirtilen yerlere olsun, ister onun dışındaki iyilik yollarına olsun yapılan küçük büyük bütün iyilikleri Allah Teâlâ bilmektedir ve mükâfatını bol bol verecektir.

Allah’ın rızâsını ve mükâfatını kazandıracak amellerden biri de, O’nun yolunda savaşarak malla beraber canı da verebilmektir: 

Bakara / 216

İslâmî bir hayat düzeni tesis edebilmek, tesis edilen bu hayatı koruyup idâme ettirebilmek, dinin korunmasını zaruri gördüğü canı, malı, aklı, nesli ve namusu koruyabilmek için mü’minlerin üzerine savaş farz kılınmıştır. Âlimlerimizin çoğunluğuna göre savaş, farz-ı kifâyedir. müslümanlardan bir kısmının bunu yerine getirmesiyle diğerleri üzerinden mesuliyet düşer. Ancak hiç kimse bu farzı yerine getirmezse bütün müslümanlar sorumlu olur.

Savaş, tabiatı itibariyle zor, meşakkatli ve sıkıntılı bir iştir. Mal ve can için tehlikelerle doludur. Savaşan insanlar hayatlarını tehlikeye atar, vatanlarından ayrılır, bir takım eziyetlere katlanır ve dünya zevklerinden mahrum olurlar. Savaşan ülkeler ictimâî, iktisadî, siyasî ve coğrafî açıdan sarsılmalar, bozulmalar ve krizlere maruz kalırlar. Bu sebeple kimse ondan hoşlanmaz. Fakat zaruri hale geldiğinde yapılması kaçınılmaz olan savaşların, bu zorluklar yanında, fert ve toplum hayatında sağladığı pek çok faydası da bulunmaktadır. Bu açıdan âyet-i kerîmenin devamında, bir mânada savaşın farz kılınma gerekçesini açıklamak üzere: “Hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olabilir. Hoşlandığınız bir şey de sizin için kötü olabilir. Gerçeği Allah bilir, siz bilemezsiniz” (Bakara 2/216) buyrulur.

Şâir, âdetâ bu âyetin tefsiri sadedinde ne güzel söyler:

“Çok hayr olur kim çekilirsin geri andan

Her tab‘ına hoş gelmeyeni şer mi sanırsın.” [1] (Münîb, Hoca Mustafa)

Meselâ insan nefsi, yapılmasında bir takım zorluklar bulunan emirlerden, bunlar arasında savaştan ve savaşmaktan hoşlanmaz. Halbuki bunlar yerine getirildiği takdirde büyük hayırlara vesile olacaktır. Savaşta iki güzel neticeden birisi mutlaka gerçekleşecektir: Ya Allah’ın rızâsıyla beraber zafer ve ganimet elde edilecek; ya da şehâdet rütbesine erilerek cennet kazanılacaktır. Yine nefis yasaklanan şeyleri yapmayı, savaşmayıp rahat içinde oturmayı, yiyip içip keyfince yaşamayı ister. Halbuki bunlar, neticesi itibariyle kötü bir durumdur. Çünkü cihada çıkmamak ve savaşmamak, Allah’ın yardımının kesilmesine, düşmanların İslâm’a ve müslümanlara saldırmasına, zillet ve aşağılığa mahkum olmaya, büyük bir mükâfatın kaybedilmesine ve ilâhî cezanın gerçekleşmesine sebeptir. Bunun ise iyi bir şey değil tam aksine çok kötü bir durum olduğunda şüphe yoktur. Dolayısıyla bizim dinimiz, dünyamız ve âhiretimiz için neyin hayırlı neyin zararlı olduğunu biz değil, ancak Cenab-ı Hak bilir. Buna göre bir şeyin yapılmasını veya yapılmamasını emir buyurur. O halde hoşa gitsin veya gitmesin, sevindirsin veya üzsün kullara düşen Allah’ın emir buyurduğu her şeyi gönül hoşluğuyla karşılamaktır.

Savaşın farz kılındığını bildiren bu âyette savaş için herhangi bir vakit tayin edilmemişti. Dolayısıyla gelen âyette, haram aylarda savaşmanın hükmü ve ona bağlı bir takım hususlar açıklanmaktadır:

[1] Hayr: İyilik, güzellik. Tab‘ına: Gönlüne, nefsine. Şer: Kötü, zararlı.

Bakara / 217

Âyet-i kerîmenin iniş sebebi hülasa olarak şöyledir:

Resul-i Ekrem (s.a.s.), hicretin ikinci senesi Cemâziyelâhir ayının son günlerinde Abdullah b. Cahş kumandasında sekiz kişi­lik bir askerî birliği, Mekkeli müşriklere ait ticâret kervanını takip etmek üzere göndermişti. Ker­vanın başında Amr b. Hadramî bulunuyordu. Birlik kervana hücum edip Amr’ı öldürdü, iki kişiyi esir aldı ve ganimetlerle beraber Medine’ye döndü. Bu hâdise haram aylardan olan Receb’in birinci gününe tesadüf etmişti. Fakat onlar henüz, önceki ayın son gününde olduklarını zannediyorlardı. Durumdan haberdar olan Kureyş müşrikleri, “Haram aylarda savaş olur mu?” diyerek Peygamber Efendimiz ve müslümanlar aleyhinde propaganda yapmaya başladılar. Allah Resulü (s.a.s.), Abdullah ve arkadaşlarına “Ben size haram ayda savaşmanızı emretmemiştim” buyurdu. Gelen ganimetleri ve esirleri taksim etmeden öylece bıraktı. Abdullah ve arkadaşları da helak olmaktan korkmaya başladılar. Böyle bir hâdise üzerine inen bu âyet-i kerîme, mes’eleyi çözüme kavuşturarak müslümanların rahatlamasına vesile oldu. Efendimiz, ganimetleri hak sahiplerine taksim ederek beşte birini de kendisi aldı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 472 vd.)

Evet, haram ayda savaşmak ve adam öldürmek büyük günahtır. Fakat müşriklerin yaptıkları cürümler bundan daha büyüktür. Onlar, insanları Allah yolundan döndürüyorlar, Allah’ı ve O’nun dinini inkâr ediyorlar, mü’minlerin Mescid-i Haram’a girmelerine mani oluyorlar ve Beyt-i Haram’ın gerçek sakinleri ve sahipleri olan Peygamberimiz ve ashâbını oradan çıkarıyorlar. Bütün bunlar, Allah katında müslümanların haram ayda yaptıkları savaştan ve diğer kusurlardan daha büyük bir suçtur. Müşriklerin ısrarla devam ettikleri bu faaliyetlerin her biri aynı zamanda tam bir fitnedir. Fitne ise bir iki kişinin öldürülmesinden daha beterdir. Dolayısıyla bu suçları pervasızca işleyen müşriklerin, müslümanları ayıplamalarını makul kabul etmek mümkün değildir. Olsa olsa bu, hak ölçülerini aşan zalimce ve fasıkça bir tavırdır.

Kâfirler, din konusundaki fitnelerine ve düşmanlıklarına devam edecekler; bundan asla vazgeçmeyeceklerdir. Eğer güçleri yeterse müslümanlarla, onları dinlerinden döndürünceye kadar savaşmayı sürdüreceklerdir. Burada “güçleri yetse” kaydı, mü’minlerin imandaki salâbetine ve sebatlarının sağlamlığına işaret etmektedir. Bu sebeple müslümanlar dinlerine sımsıkı sarılmak, kâfirlerle olan mücâdelelerinde ona göre hazırlık yapıp tedbir almak zorundadırlar. Zorluklar karşısında dinlerinden dönmeyi bir an bile akıllarına getirmemeleri gerekir. Çünkü müslüman olduktan sonra dinden dönmek çok büyük bir suçtur. Âyet-i kerîme dinden dönenlerin hazin akıbetleriyle alakalı olarak şu tespitte bulunmaktadır: “Hanginiz dininden döner de kâfir olarak ölürse, işte onların amelleri dünya ve âhirette boşa gitmiştir. Onlar cehennemliktir ve orada ebedî kalacaklardır.” (Bakara 2/217)

müslüman olduktan sonra dinden çıkan veya başka bir dine giren kimseye “mürted” denilir. Böyle durumda olan kişiler, eğer tekrar iman etmeden ölürlerse müslüman iken yaptıkları hayırlı amellerin hepsi boşa gider; âhirette bunların hiçbir faydasını göremezler. Eğer ölmeden evvel tevbe edip imana gelirlerse Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik’e göre önceki amelleri boşa gider; bunlar geri dönmez. İmam Şafii’ye göre imanla beraber ameller de geri döner ve boşa gitmez.

Allah yolunda hicret ve cihad eden mü’minlere va‘dedilen müjdelere gelince:

Bakara / 218

Abdullah b. Cahş ve arkadaşları, haram ayda savaşmaları sebebiyle gönüllerine gelen gam ve kederin bir önceki âyetle ferâha tebdîl edilmesinden sonra bu kez yaptıklarından dolayı sevap ümit etmeye başladılar. Efendimiz’e gelerek: “Ey Allah’ın Rasûlü, bunun, bize Allah yolunda cihad edenlerin ecrinin verileceği bir gazâ olmasını umabilir miyiz?” dediler. Onların bu umutlarını tasdik etmek üzere bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 483-484)

Âyet-i kerîme, bir kulun Allah’ın rahmetini ve ebedî saadeti umabilmesi için yapması gerekenleri haber vermektedir. Bunlar, kâmil mânada iman etmek, gerektiğinde Allah yolunda vatanı, yurdu, malı mülkü terk ederek hicret etmek, Allah’ın emirlerini tam olarak yerine getirebilmek için cihad etmek yani elden gelen bütün gayreti sarfetmektir. Bunlar kurtuluşun temel esaslarını teşkil ederler. Bu esasları yerine getirenler, Allah’ın rahmetine, rızâ ve cennetine nâil olacaklardır. Onların yaptıkları, mürtedlerin amelleri gibi boşa gitmeyecektir. Üstelik var olan günahlarını da Cenâb-ı Hak bağışlayacak, onlara merhametiyle muamele edecek ve âhirette bol bol mükafat verecektir.

Âhiret saadetini elde edebilmek için dünya hayatında haram ve helâllere titizlikle dikkat edilmesi gerekir. Bunun için de ashâb-ı kirâm yeri geldikçe kendilerine lâzım olan hususları Allah Resûlü’ne soruyor, inen âyetler de bu sorulara cevap veriyordu. Aşağıda gelen âyetlerde onların sordukları bazı hususlar ve verilen cevaplar yer almaktadır:

Bakara / 219

Âyet-i kerîmenin iniş sebebi şöyledir: Hz. Ömer, Muâz b. Cebel ve bir grup Ensar,  Resûlullah (s.a.s.)’e geldiler ve: “Ey Allah’ın Rasûlü, bize içki ve kumar hakkında bir fetva ver; birisi aklı gideriyor, diğeri malı zayi ediyor” dediler. İşte bunun üzerine bu âyet nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 73)

Bu âyet-i kerîmeyle içki ve kumar kesin olarak yasaklanmamakta, fakat bunların artık yasaklanacağına dair çok ciddi uyarılar yapılmaktadır. Bu sebepledir ki bu âyetin inmesinden sonra pek çok müslüman içki içmeyi ve kumar oynamayı terk etmiştir. İçki ve kumarı kesin olarak ise Mâide sûresi 90-91. âyet-i kerîmeler yasaklamıştır.

Âyette geçen الْخَمْرُ (hamr) kelimesi sözlükte örtmek demektir. Sarhoş edici içkilere, insan aklını örtüp onu iyiyi kötüden ayıramaz hale getirmesi sebebiyle “hamr” ismi verilmiştir. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

“Hamr, üzüm suyundan, kuru üzüm, kuru hurma, buğday, arpa ve mısırdan olur. Hamr, aklı örten ve sarhoş eden nesnedir.” (Ebû Dâvûd, Eşribe 1)

“Sarhoş eden her şey hamrdır ve sarhoş eden her şey haramdır.” (Müslim, Eşribe 73-75; Tirmizî, Eşribe 1-2)

“Çoğu sarhoş eden şeyin azı da haramdır.” (Ebû Dâvûd, Eşribe 5; Tirmizî, Eşribe 3)

Bu hadis-i şeriflerden hareketle muteber İslâm fıkıh mezheplerinin tamamı: “Sarhoşluk veren nesnelerin azı da çoğu da haramdır; bunlar içilemez ve vücuda alınamaz” hükmünde birleşmişlerdir.

Âyetteki الْمَيْسِرُ (meysir), kumar demektir. Kumar ise zar gibi ne olacağı belli olmayan tehlikeli bir şeye bağlanarak mal vermek veya almaktır. “Meysir” kelimesinin aslında “kolaylık” ve “soygun” mânaları vardır. Zira kumar, malı herhangi bir yorgunluk ve güçlük çekmeksizin alma yoludur. Yine o bir çeşit soygundur. Haksız yollardan ve kolaylıkla mal kazanmaya sebep olan bütün kumar çeşitleri, hatta çocukların ceviz ve benzeri şeylerle oynadıkları oyunlara kadar hepsi âyetin muhtevasına dâhildir.

İçki ve kumarın hem fert hem de toplum hayatına çok büyük zararları vardır. Bu sebeple onların kullanımında büyük bir günah mevcuttur. Her ikisi de malların yok ve insanların perişan olmasına sebeptir. İnsanlar arasında kin ve nefretin oluşmasına yol açarlar. Allah’a kulluğa, O’nu zikretmeye, namazı vaktinde kılmaya ve vakti en faydalı şeylerle geçirmeye mani olurlar. Genellikle biri diğerine sürükler; bunun için birlikte zikredilmişlerdir. Özellikle içki, akıl ve iradenin doğru kullanılmasını engeller, giderek alışkanlık yapar ve insan sağlığına zarar verir. Kumar ise insanları tembelliğe, çalışıp gayret göstermeden yiyip içmeye sevkeder.

Bunlarda dünyevi olarak insanlar için bir takım geçici menfaatler de söz konusudur. Mesela içki satan kimseler bir takım ticâri faydalar sağlayabilirler.  Ayrıca içki, zayıf yapılı olan kişilere kısmen kuvvet verebilir. Yenen şeylerin hazmını kolaylaştırır. Geçici zevklere, neşelenmeye ve dertleri unutmaya yarar. Kumar da, dünyevi olarak, herhangi bir risk, çalışma, güçlük ve yorgunluk olmaksızın mal elde etmeye vesile olur.  Fakat içki ve kumarın günah ve zararları, faydalarıyla ölçülmeyecek derecede çok ve büyüktür. Faydaları az, değersiz ve geçici; zararları ise büyük ve kalıcıdır. Dünyada ferdin beden, ruh ve ahlâkını, buna ilaveten toplumun birlik ve düzenini tahrip ettikleri gibi, âhiretteki vebâlleri de oldukça ağırdır.

Dolayısıyla içki ve kumarı terk etmek, onlar yüzünden isrâf edilen malları iyilik yollarında harcamak gerekir. Bu bakımdan âyetin devamında “Allah yolunda nelerin harcanması gerektiği” sorusuna “afv”ın harcanması emredilmektedir. Burada الْعَفْوُ  (afv), “ihtiyaç fazlası olup kolaylıkla infak edilebilecek şey” mânasında kullanılmıştır. İnsan öncelikle kendi ihtiyaçlarını, ailesinin, ana babasının ve geçiminden sorumlu olduğu diğer kimselerin ihtiyaçlarını karşılayacak, bunlardan arta kalan malından da gönül hoşluğuyla Allah yolunda harcayacaktır. Kendisinin ve yakınlarının muhtaç olduğu malları başkalarına vermek zor olduğundan, âyette böyle bir teklifte bulunulmamıştır. Zaten İslâm’da, iyilik yapacağım diye aile efradını nafakasız bırakmak caiz görülmemiştir. Fakat şahsî ve ailevî ihtiyaçtan fazla kalan malın olabildiği kadar yoksullara verilmesine de bir teşvik vardır. Zira fakir ve yoksulların zaruri ihtiyaçlarını karşılayarak toplumsal adâletin sağlanabilmesi için, zenginlerin vereceği farz olan zekâtla sınırlı kalınmayıp, nâfile sadaka ve infaklara da ağırlık verilmelidir.

Yetimlerin haklarını koruma ve onların iyiliğine olan şeyleri yapmaya gelince:

Bakara / 220

Yetimlerle alâkalı olarak:

“Yetişkinlik çağına erinceye kadar, muhafaza ve yardım maksadıyla en güzel şekilde olanı dışında, yetimin malına yaklaşmayın” (En‘âm 6/152),

“Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, aslında karınlarına sadece ateş doldurmuş oluyorlar. Onlar pek yakında çılgın alevli bir ateşe gireceklerdir” (Nisâ 4/10) gibi âyet-i kerîmeler inince müslümanlar, yetimlerle beraber oturmayı ve aynı sofrada yiyip içmeyi terk ettiler. Hatta yanında yetim bulunan kişi, onun için müstakil bir oda ayırıyor ve her öğün yemeğini özel olarak kendisine ikram ediyordu. müslümanlar, yetimlerin mallarını kendi mallarından ayırmışlardı. Şayet yetim için hazırlanmış yemekten arta kalan bir şey olursa ona dokunulmuyor, bozuluncaya kadar öylece bekletiliyordu. Bu durum, müslümanlara oldukça zor gelmeye başladı. Nihâyet Allah Resûlü (s.a.s.)’e gelerek: “Yâ Rasûlallah, her birimizin yetimlere ayıracak özel yerimiz ve onlara ayrı olarak ikrâm edebileceğimiz yiyecek ve içeceğimiz yok” dediler. Bunun üzerine söz konusu âyet-i kerîme indi ve müslümanlar yiyecek ve içeceklerini yetimlerinkiyle birleştirdiler. (Ebû Dâvûd, Vesâyâ 7; Nesâî, Vesâyâ 11)

Kur’ân-ı Kerîm’de yetim haklarıyla alakalı uyarıcı keskin ifadeler, bu hususta kötü niyet taşıyan ve koruyup kollamaktan ziyade haksızlığı tercih eden kimseleri hedef almaktadır. Samimi ve iyi niyetli olanların bundan çekinmelerine gerek yoktur. Zira yetimlerle ilgilenmek ve haklarını koruyup kollamak, onları çaresiz bir şekilde kendi hallerine bırakmaktan şüphesiz daha hayırlıdır. Bunda her iki taraf için de büyük hayırlar vardır. Koruyup kollayanlar böylece çokça sevap elde etme imkânına sahip olmaktadır. Yetimlerin de bu yolla durumları düzeltilmekte ve mallarının korunup artırılması söz konusu olmaktadır.

Faydalı olmak niyetiyle yetimlerle birlikte yaşayan, beraber yiyip içen, malını malına ortak eden veya evlilik yoluyla akraba olup işlerini uhdelerine alan kimseler, onların kendilerinin din kardeşleri olduklarını asla unutmamalıdırlar. Din kardeşliği, neseb kardeşliğinden daha mühim ve daha kuvvetlidir. “Bütün mü’minler kardeştir; öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin” (Hucurât 49/10) âyet-i kerîmesi, din kardeşliğinin gereğinin, kardeşlerin halini ıslah etmek ve faydalarına çalışmak olduğunu beyân etmektedir. Kendisine hiçbir şeyin gizli kalması mümkün olmayan Allah Teâlâ, gönüllerden geçeni bile bilmektedir. Dolayısıyla kimin yetimlerin hallerini düzeltmek ve onlara samimi olarak yardımcı olmak niyetiyle, kimin de bozmak, tahrip etmek ve çalıp çırpmak niyetiyle hareket ettiğini çok iyi bilmektedir. Her birine yaptıklarına uygun tarzda mukabele edecektir.

Allah Resûlü (s.a.s.), yetimi koruyup gözetmenin yüksek faziletini haber vermek üzere, orta parmağı ile işaret parmağını birleştirip aralarını biraz açarak:

“Ben ve yetimi koruyup gözeten kimse, cennette şöyleyiz” buyurmuştur. (Buhârî, Talâk 25; Müslim, Zühd 42)

Cenab-ı Hakk’ın yetimlerle alakalı olarak gücünüz nispetinde vermiş olduğu emirleri dikkatle ve titizlikle yerine getirin. Yanlış değerlendirmelerde bulunarak ihmalkârlık göstermeyin. Zira Allah dileseydi sizi zorluklara koşar, ağır yükümlülüklerle zahmetlere sokar, aciz bırakır ve yetimlere hiç karıştırmazdı. Kendi derdinize düşer, yetimlerin hâlini ne ıslah edebilir ne de bozabilirdiniz; hiç bir şey yapmaya gücünüz yetmezdi. Bu sebeple Allah’ın verdiği güç, kuvvet ve diğer imkânlara bir şükür olmak üzere yetimlere iyi davranın ve onları koruyup kollayın. Allah’ın çok güçlü olduğunu, her işinde en güzel hüküm ve hikmet sahibi olduğunu unutmayın.

Cenâb-ı Hak, gerektiğinde yetimlerle, mü’min köle ve câriyelerle evliliği teşvik etmek üzere de şöyle buyurur:

Bakara / 221

Âyetin iniş sebebiyle ilgili şöyle bir olay nakledilir: Resûl-i Ekrem (s.a.s.), Mersed el-Ganevî’yi, müslümanları gizlice oradan çıkarmak üzere Mekke’ye göndermişti. Bu sırada ona, cahiliye döneminde âşık olduğu Anâk isminde bir kadın gelerek: “Benimle baş başa kalmak istemez misin” dedi. Mersed, “İslâm, zinâyı haram kıldı” karşılığını verdi. Kadının, “Peki, öyleyse benimle evlenir misin?” sualine ise Mersed: “Evet, fakat bu hususta Resûlullah’dan izin almam gerekir” şeklinde cevap verdi. Mersed, izin almak üzere Peygamber (s.a.s.)’e gidip durumu izah edince söz konusu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 75)

Bu âyet-i kerîme, mü’min erkek ve kadınların, imansızlıkta devam ettikleri müddetçe müşrik erkek ve kadınlarla evlenmelerini kesin olarak yasaklamaktadır. Ancak Mâide sûresindeki “Sizden önce kitap verilmiş olanların hür ve iffetli kadınları size helâldir” (Mâide 5/5) âyetiyle, mü’min erkeklerin, dinî durumları ne olursa olsun Ehl-i kitap kadınlarla evlenmelerine cevaz verilmiştir. Diğer bir ifadeyle Mâide sûresindeki âyet, tefsirini yaptığımız âyetin birinci kısmının hükmünü tahsis etmiştir. İkinci kısmın hükmü ise aynen devam etmektedir. Yani bir mü’min kadının gayri müslim bir erkekle evlenmesi veya evlendirilmesi hiçbir surette caiz değildir.

Müşriklerle evliliğin yasaklanmasının hikmeti, onların kötülüklerinden, özellikle de dinî yönden zararlarından fert, aile ve toplum olarak mü’minleri korumaktır. Çünkü kalpleri şirk ve küfürle dolu olduğu için onlar sözleri, davranışları ve halleriyle insanları dâima cehenneme çağırırlar. Bu sebeple onlarla içli dışlı olmak son derece tehlikeli bir durumdur. Bu tehlike, dünyevî tehlikelerden olmayıp ebedî bir bedbahtlık tehlikesidir. Halbuki Allah Teâlâ, kullarını cennete ve bağışlanmaya, iman edip sâlih ameller işleyerek ebedî saadeti kazanmaya davet etmektedir.

Önceki âyette evlilikten bahsedilince şimdi söz kadınların özel hallerine gelmektedir: 

Bakara / 222

 “Hayız”, sözlükte “suyun akıp taşması, kanın akması” mânalarına gelir. Dinî olarak ise bu kelime, büluğ çağına gelmiş sağlıklı bir kadının rahminden düzenli aralıklarla kanın akmasını ifade eder. Bu hâl, Türkçe’de “aybaşı hâli, âdet görme, âdet kanaması” şeklinde isimlendirilir. Bu durumdaki kadınlar namaz kılamaz, oruç tutamaz, mescide giremez, Kur’an okuyamaz ve Mushaf-ı Şerif’e dokunamazlar. Onlarla cinsî münasebet de yasaktır.

Câhiliye döneminde insanlar, hayızlı olan kadınları evlerinde tutmazlar, onlarla beraber bulunmazlar ve birlikte yiyip içmezlerdi. Yahudilerin ve Mecusilerin uygulamaları da bu şekilde idi. İslâm geldikten sonra da bir müddet durum böylece devam etti. Nihâyet Ebuddehdah (r.a.) birgün Peygamber Efendimize: “Yâ Rasûlallah! Hayızlı oldukları zamanlar kadınlara nasıl davranalım?” şeklinde sorunca sözkonusu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 77; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 517) 

Hayız hali, bir hastalık olup tiksindirici ve eziyet verici bir özelliğe sahiptir. Bu sebeple âyet-i kerîme hayızlı olan kadınlardan uzak durmayı ve onlara yaklaşmamayı emretmektedir. Bundan maksat, bedenlerin birbirinden uzak ve ayrı olması değil, cinsî mün3asebette bulunmamaktır. Bir kısım hadis-i şeriflerden (bk. Müslim, Hayz 16) ve tatbikattan anlaşıldığı üzere, cinsî münasebette bulunmamak şartıyla, hayızlı kadınla kocası arasında başka bir sınırlama bulunmamaktadır. Hayız hâli sona erip guslederek temizlendikten sonra kadınlarla cinsî münasebet serbesttir. Cenâb-ı Hak, günahlarından ve hatalarından çok çok tevbe edenleri sever. Yine O, maddî manevî pisliklerden titizlikle temizlenenleri de sever. Dolayısıyla Allah’ın sevdiklerini siz de sevin ve O’nun seveceği bir kul olmaya çalışın. Kadınlarla olan özel ilişkilerinizi de şu ilâhî talimata uygun gerçekleştirin:

Bakara / 223

İslâm aile ve toplum yapısı içinde kadınların çok önemli bir yeri vardır. Nesillerin çoğalması, yetiştirilip terbiye edilmesi onlara bağlıdır. Bu sebeple âyet-i kerîme onları ekinliğe benzetmiştir. Erkeğin nutfesi tohum, kadın tarla, doğacak çocuk da bitecek ekin mesâbesindedir. Müslüman nesiller, Allah’ın emrine uygun en temiz yollarla bu şekilde doğup yetişecektir.

Mü’minin hedefi, Allah ve Rasûlü’nün isteği istikâmetinde dürüst bir hayat yaşayarak her bir ameliyle âhiret sermayesini artırmak ve ilâhî rızâya nâil olabilmektir. Âyetin “Ancak mutluluğa ermeniz için önceden hazırlık yapmayı ve kendi geleceğiniz için geliri hiç tükenmeyecek hâsılat göndermeyi ihmal etmeyin” (Bakara 2/223) kısmı, bizleri bu hedefe yönlendirmektedir. Bu ifade bir yönüyle cinsî münasebet öncesinde mutluluğu artırıcı bir kısım ön hazırlıkların yapılmasını imâ ettiği gibi, kadınlarla münâsebetlerde sadece şehveti tatmin düşüncesine takılıp kalmayıp, daha yüksek niyetlerle hareket edilmesi gerektiğini de öğütler. Dünyada ve âhirette göz aydınlığı olacak müslüman ve ahlâklı nesiller yetiştirmek bu ulvî niyetlerden biri olmalıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, mü’minlerde şöyle dua etmelerini istemektedir:

“Ey Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve zürriyetimizden gözümüzü aydınlatacak, gönlümüzü sevindirecek sâlih kimseler ihsan eyle! Bizi takvâ sahiplerine önder yap!” (Furkân 25/74)

O halde Allah’tan korkmalı, emir ve yasaklarının gereğini titizlikle yerine getirmeli, bir gün mutlaka O’nun huzuruna varacağımızı kesinlikle bilmeliyiz. Bu sebeple orada yüzümüzü güldürecek işler yapmaya, bizi rezil rüsvâ edecek şeylerden de kaçınmaya gayret göstermeliyiz. Bu ilâhî buyruklara inanan ve o istikamette yaşayan mü’minlere hep müjdeler, sevindirici haberler vardır.

Niyetleri dâima Allah’ın rızâsını kazanmaya çalışmak olan mü’minler, O’nun ism-i celîlini nerede ve nasıl kullanacaklarına da dikkat etmelidirler:



https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2025/04/enbiya-suresinin-81-ayeti-ne-anlatiyor-199155-m.jpg
Enbiya Suresinin 81. Ayeti Ne Anlatıyor?

Enbiya suresinin 81. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 81. Ayet Arapça: وَلِسُلَيْمٰنَ الرّ۪يحَ عَاصِفَةً تَجْر۪ي بِاَمْرِه۪ٓ اِلَى الْاَرْضِ ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2025/04/butun-varligin-allahi-tesbih-etmesi-ne-anlama-geliyor-199160-m.jpg
Bütün Varlığın Allah'ı Tesbih Etmesi Ne Anlama Geliyor?

"Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder. O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır." (Saf Sûresi ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2025/04/peygamber-efendimizin-incildeki-ismi-nedir-199148-m.jpg
Peygamber Efendimiz'in İncil'deki İsmi Nedir?

"Meryem oğlu İsa da: “Ey İsrâiloğulları! Ben size Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim; daha önce inen Tevrat’ı doğrulamak ve benden sonra g ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2025/04/enbiya-suresinin-69-ayeti-ne-anlatiyor-199132-m.jpg
Enbiya Suresinin 69. Ayeti Ne Anlatıyor?

Enbiya suresinin 69. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 69. Ayet Arapça: قُلْنَا يَا نَارُ كُون۪ي بَرْدًا وَسَلَامًا عَلٰٓى اِبْرٰه۪يمَۙ Enbi ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2025/04/adn-cenneti-nedir-199125-m.jpg
Adn Cenneti Nedir?

"Allah’a ve Rasûlü’ne gerektiği gibi inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, sizin için hayırlı olan bu ...


https://www.islamveihsan.com/wp-content/uploads/2025/04/enbiya-suresinin-46-ayeti-ne-anlatiyor-199120-m.jpg
Enbiya Suresinin 46. Ayeti Ne Anlatıyor?

Enbiya suresinin 46. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 46. Ayet Arapça: وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ يَا وَ ...