İbrâhim sûresi Mekke’de inmiştir. 52 âyettir. Sûre ismini, 35-41. âyetlerde bir kısım dua ve niyazlarına yer verilen Hz. İbrâhim’den alır. Mushaf tertîbine göre 14, nüzûl sırasına göre 72. sûredir.
Kur’ân-ı Kerîm’in inzâl edilişinin hikmet ve hedefine yer verilerek başlayan sûrede ağırlıklı olarak Resûlullah (s.a.s.)’in davetini kabul etmeyen, ona karşı aşırı düşmanlık sergileyen, onu tebliğ vazifesinde başarısızlığa uğratmak için pek çok tuzaklar kuran kâfirlere büyük bir ikaz yapılmaktadır. Gittikleri yolun yanlış olduğu, bu şekilde kurtuluşa ermelerinin mümkün olmadığı ve bu yolun sonunun saptırdıkları insanlarla beraber cehenneme gitmek olduğu hatırlatılmaktadır. Kurtuluş için şeytanın iğvâlarını terk ederek, hiçbir zaman değişmesi mümkün olmayan “kavl-i sâbit”e yani tevhid inancına dönülmeli, bütün isim ve sıfatlarıyla Allah’ı tanıyıp O’na kul olmalı; hiçbir dostluğun ve alışverişin olmadığı âhiret gününe hazırlık yapılmalıdır. Bu hususta en güzel misal, bütün varlığını Allah’a teslim eden, şirki terk edip tevhide ermede; kendisinin, zürriyetinin ve bütün insanlığın ebedi hayatını kurtarmak için gayret göstermede numûne-i imtisâl olan Hz. İbrâhim’dir. Kullukta onu örnek alarak, yerin başka yerle, göklerin başka göklerle değiştirileceği, mücrimlerin çok feci bir cezaya çarptırılacağı ve herkesin yaptığına göre karşılık bulacağı o büyük güne eli boş gidilmemelidir.
Mushaftaki sıralamada on dördüncü, iniş sırasına göre yetmiş ikinci sûredir. Nûh sûresinden sonra, Enbiyâ sûresinden önce nâzil olmuştur. Müfessirlerin çoğunluğuna göre sûrenin tamamı Mekke döneminde inmiştir; 28 ve 29. âyetlerin Medine döneminde Bedir Savaşı’na katılan müşrikler hakkında indiğine dair rivayetler de vardır (Taberî, XIII, 219-223).
“Allah’ın va‘dettikleri”; öldükten sonra diriliş, hesap, cennet, cehennem, itaat edenlerin mükâfat görmesi, isyankârların cezalandırılması hakkında verdiği haberlerdir. Bu haberlerin hepsi gerçektir ve söylendiği gibi vuku bulacaktır. “Şeytanın va‘dettikleri” ise bütün bunların olmadığı hakkında kalplere attığı şüphe ve vesveselerdir. Kıyamet günü bu şeytânî şüphe ve vesveselerin gerçekle ilgisi bulunmadığı anlaşılacaktır.
Şeytan insanın apaçık düşmanıdır. Onun vazifesi, insana sağından solundan, önünden arkasından gelip vesvese vererek onu Allah’a kulluk yolundan saptırmaya çalışmaktır. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, çeşitli âyetlerde onun düşmanlığına dikkat çekmiş:
“Şeytana tapmayın!” (Yâsin 36/60)
“Sakın şeytan sizi aldatmasın!” (A‘râf 7/27) ikazlarında bulunmuştur.
Anlaşıldığı kadarıyla şeytanın hiç kimse üzerinde zor kullanarak bir işi yaptırma tarzında bir hâkimiyeti, nüfûzu ve gücü yoktur. Fakat onları isyâna davet etme ve kendilerine günahları süslü gösterme mânasında bir nüfûza ve güce sahiptir. Âyet-i kerîmede: “Şeytanın zorlayıcı gücü, ancak onu dost edinenlerin ve onu Allah’a ortak koşanlar üzerindedir” (Nahl 16/100) buyrulur. Diğer taraftan şeytanın, ihlâsa erdirilmiş seçkin kullar üzerinde hiçbir bir hâkimiyeti yoktur. Onları azdırıp yoldan çıkarmaya güç yetiremez. Çünkü onlar iman ve sâlih amellerle Allah’ı dost edindikleri için şeytanın vesvesesine tâbi olma tehlikesine düşmezler. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“İblîs dedi ki: «Senin mutlak kudretine yemin olsun ki, onların hepsini kesinlikle azdıracağım. Ancak içlerinden ihlâsa erdirdiğin, sana içtenlikle bağlanan kulların hâriç. Onları baştan çıkarmam mümkün değildir.»” (Sād 38/82-83)
Buna göre şeytan sadece kötülüğe davet eder, süslü gösterir, vesvese verir. İnsanlar da kendi hür iradeleriyle o davete icâbet ederler. Dolayısıyla burada sorumluluk şeytanda değil, ona uyanlardadır. Günahkârların şeytanı değil, kendi nefislerini kınamaları lâzımdır. Çünkü onlar, Allah’ın doğru sözünü yalan, şeytanın yalan sözünü doğru kabul etmişlerdir. Şeytanın, nefislerinin arzusuna uygun aldatmalarının peşine gitmişler; nefsânî arzularına ters ve damaklarına acı gelen ilâhî tâlimatları bir kenara itmişlerdir. Allah’ın emri karşısında şeytanın emrini tercih ederek, onu amel bakımından Allah’a ortak koşmuşlardır. Belki kıyamet günü, bunu bahane ederek, şeytandan bir medet umabilirler. Onu mabud edinmekle üzerinde bir hakları olduğunu sanabilirler. Belki şeytan da böyle olmayı, onları kurtaracak bir şey yapabilmeyi arzu edebilir. Fakat buna imkânı yoktur; onların kendisini Allah’a ortak koşmalarını reddetmekten, bunun mânasız, mesnetsiz, faydasız bir şey olduğunu söylemekten başka çaresi de yoktur. İşte şeytan, en kritik bir noktada bu acı gerçeği itiraf eder ve onları kendi halleriyle baş başa bırakır. Allah’ı terk edip şeytana tâbi olmak sûretiyle büyük bir haksızlık yapan zâlimler pek elemli bir azaba düçâr kalırlar.
Şeytanın hilesine kanmayan ihlas sahibi mü’minlere gelince:
Hakîkaten Hazret-i Âdem’le başlayan ve Âhir Zaman Nebîsi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’de kemâle eren İslâm’ın, Kur’ân-ı Kerîm’le vâsıl oldu ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: وَاَنْذِرِ النَّاسَ يَوْمَ يَأْت۪يهِمُ الْعَذَابُۙ فَيَقُولُ الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا رَبَّنَٓا اَخِّرْنَٓا اِلٰٓى اَجَلٍ قَر۪يب ...
Kur’ân hizmetine koşan bu Kur’ân âşıkları, Rabbimiz’in rızâsına ve hatıra gelmeyecek ilâhî lûtuflara nâil olmuşlardır. Bu ilâhî lûtuf manzaralarından ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: رَبَّنَا اغْفِرْ ل۪ي وَلِوَالِدَيَّ وَلِلْمُؤْمِن۪ينَ يَوْمَ يَقُومُ الْحِسَابُ۟ “Rabbimiz, hesabın yapılacağı gün, beni ...
Âyet-i kerîmede buyrulur: “Andolsun ki Biz, öğüt alsınlar diye, bu Kur’ân’da insanlara her türlü misâli verdik.” (ez-Zümer, 27) Yine Cenâb-ı Hak âye ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: قُلْ لِعِبَادِيَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا يُق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَيُنْفِقُوا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِرًّا وَعَلَانِيَةً مِنْ قَبْل ...