Fâtiha, Kur’ân-ı Kerîm’in birinci sûresidir.
Mekke döneminin ilk yıllarında müstakil bir sûre olarak inmiştir. Bazılarına
göre “besmele” dâhil yedi âyettir. Bazılarına göre ise “besmele” hâriç yedi âyettir.
İkinci görüşe göre “اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ” altıncı âyetin sonudur. Ebû
Hanîfe bu görüştedir.
Nuzül
Mushafta birinci, nüzûl sıralamasında 5. sûredir. Hz. Muhammed’in peygamberliğinin ilk yıllarında Mekke’de nâzil olduğu hususunda ittifak vardır. Kaynaklarda nüzûl sebebiyle ilgili özel bir olay yoktur. Kur’an’ın hem bir mukaddimesi hem de özeti gibidir. Ayrıca her müminin kıldığı namazın bütün rek‘atlarında rabbi ile konuşurcasına okuması ve bu sayede O’na yaklaşması murat edilmiştir.
Konusu
Fâtiha sûresi, Allah kelamının bir
mukaddimesi, bir girişi ve mükemmel bir hülâsasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de beyân
edilen bütün mevzu ve mânalar onda ana hatlarıyla özetlenmektedir. Kur’ân-ı
Kerîm’in bütün muhtevası, “ilim, iman ve amel” şeklinde üçlü bir çerçeve
içerisinde değerlendirilebilir. “İlim”, Kur’an’ın bir vasfı olarak onun verdiği
her türlü bilgi için geçerlidir. Dolayısıyla ortada iki husus kalmaktadır:
- Bilinip inanılması gerekenler: Bunlar;
ulûhiyet, nübüvvet, âhiret ve kaza ile kaderin Allah’tan olması gibi gaybî
hususlar; öğütler, misaller, hikmetler ve kıssalar gibi diğer konulardır.
- Bilinip amel edilmesi gerekenler: Bunlar
ise gözetilmesi gereken ibâdet, muamelât ve ahlâkî mevzulardır. İşte Fâtiha
sûresinin bütün bu hususlara bir şekilde temas ettiğini görürüz.
Diğer bir açıdan Fâtiha sûresi, Kur’ân-ı Kerîm’in gerçekleştirmek istediği
maksatları ihtiva eder. Bu maksatlar; tevhid, nübüvvet, âhiret, ibâdet, adâlet ve geçmişten
ibret almadır:
Hamdin;
rubûbiyet, rahmâniyet ve rahimiyet sıfatlarıyla birlikte her türlü övgüye lâyık
yegâne varlık olan Allah’a ait kılınmasında tevhid yani Allah’ın birliği,
Kur’an’ın
bize kadar ulaşmasında nübüvvet,
Bütün
amellerin karşılığının verileceği, iyilerin mükâfat ve kötülerin azap göreceği hesap
ve ceza gününün açıklanmasında âhiret,
Yalnızca
Allah’a kulluk ve sadece O’ndan yardım talebinde ibâdet,
Sırat-ı
müstakîm yani iman, ibâdet, ahlâk ve muâmelâtla alakalı hükümlerinde aşırılıktan
uzak dosdoğru yol olan İslâm’ın haber verilmesinde adâlet,
Nimet
verilenler ile nimetten mahrum kalanların hallerinde ise geçmişten ibret alma
vardır.
Fâtiha
sûresi ile ondan sonra devam eden Kur’ân-ı Kerîm arasındaki münâsebet, bir
giriş ve kitap ilişkisi değil, bir dua ve ona cevap keyfiyetinde bir ilişkidir.
Bu sûre aslında, Allah’ın kendi kitabını okumak isteyenlere öğrettiği bir
duadır. Samimi olarak Kur’an’ın hidâyetinden istifade etmek isteyenler Âlemlerin
Rabbi’ne bu şekilde dua etmelidir. Zaten sûre, okuyucunun kalbinde Âlemlerin
Rabbi’nden hidâyet dileme konusunda kuvvetli bir istek uyandırmayı
hedeflemektedir. Bu sebeple, kişi Kur’ân-ı Kerîm’i okumaya, tedebbür ve
tefekküre Allah’tan hidâyet dileyerek başlamalıdır. Hâsılı Fâtiha kulun duası,
Kur’an ise, Mâbud’un kuluna verdiği cevaptır. Kul, kendisine doğru yolu
göstermesi için Allah’a yalvarır; Allah Teâlâ da duaya icâbet olarak, tüm
Kur’an’ı onun önüne koyar ve sanki şöyle buyurur: “İşte, benden istediğin hidâyet
budur!”
İsimleri
Fâtiha’nın
pek çok ismi vardır. Bu isimlerin her biri onun farklı bir yönünü ve ihtiva
ettiği mânaların derinliğini haber verir. Bunlardan bir kısmı şöyledir:
1.
فَاتِحَةُ الْكِتَابِ(Fâtihatü’l-Kitâb):
Fâtiha ismi bundan kısaltılarak alınmıştır. Fâtiha; açan, açış yapan, anahtar,
ilk, başlangıç gibi mânalara gelir. Bütün olarak gelen ilk sûre olması,
Kur’ân-ı Kerîm’in okunmasına ve yazılmasına bununla başlanılması, yine namazda
kıraate bu sûre ile başlanması gibi sebeplerle bu ismi almıştır.
2.
اُمُّ الْكِتَابِ، اُمُّ الْقُرْاٰنِ
(Ümmü’l-Kitâb-Ümmü’l-Kur’ân): Çünkü bu sûre, diğer Kur’an sûrelerinin aslı,
esası, kökü ve çekirdeği gibidir. Bir şeyin aslına “ümm: ana” denildiği bilinen
bir gerçektir. Kur’ân’ın başı olması ve ihtiva ettiği bütün ilimleri kapsaması
sebebiyle bu isimle anılır.
3. اَلْقُرْاٰنُ
الْعَظِيمُ (el-Kur’ânu’1-Azîm): Bu ismin veriliş sebebi de yine hülasa
olarak Kur’ân-ı Kerîm’in bütün ilimlerini ihtiva etmesidir.
4.
اَلسَّبْعُ الْمَثَان۪ي (es-Seb‘u’l-Mesânî):
Her namazda en az iki kere okunan ve her rekâtta kendisine fiilen veya hükmen
bir başka sûre eşlik eden, günlük hayatta başka vesilelerle de sık sık tekrar
edilen yedi ayettir. Bu sûre, istisna olarak yalnızca bu ümmete verilmiştir,
bundan önce hiçbir ümmete böyle bir sûre indirilmemiştir.
5.
اَلْأسَاسُ (el-Esâs): O, dinin temel kaidelerini ve
asıllarını açıklayan bir sûredir. Her şeyin bir esası vardır. Kur’ân’ın esası
da Fâtiha’dır.
6-7.
اَلْوَافِيَةُ، اَلْكَافِيَةُ (el-Vâfiye, el-Kâfiye):
Umûmî hatlarıyla İslâm’ı anlatan, nasıl bir din olduğunu ortaya koyan sûredir.
Ayrıca diğer sûreler arasında yeri doldurulmaz bir özelliğe sahiptir. Peygamber
Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Ümmü’1-Kur’ân, başkasının yerini
tutar, fakat başkası onun yerini tutamaz.” (Hâkim, I, 238)
8.
اَلْكَنْزُ (el-Kenz): O, bir hazine, pek çok mâna ve
sırları ihtiva eden sûredir.
9.
اَلصَّلَاةُ (es-Salât): O, namaz sûresidir. Çünkü
Fâtiha’sız namaz yoktur. Her rekatta birer kere okunması vaciptir.
10.
اَلْحَمْدُ (el-Hamd): Sûrenin en çok anıldığı
isimlerinden biridir. Yüce Allah’a hamdden söz edilerek başlandığı için bu ismi
almıştır.
Fazileti
Fâtiha,
pek faziletli bir sûredir. Bununla alakalı rivayetlerden bazıları şunlardır:
Resûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ, ne Tevrat’ta ne de İncil’de
Ümmü’l-Kur’ân olan Fâtiha gibi bir sûre indirmiştir. es-Seb‘u’l-Mesâni odur.
Yüce Allah: «O, benim ile kulum arasında ikiye taksim edilmiştir. Kuluma da istediği
verilecektir» buyurmaktadır.” (Tirmizî, Tefsir 15, 4)
Sahâbeden
Ebû Sâid el-Mualla anlatıyor: “Mescidde namaz kılıyordum. Resûlullah (s.a.s.)
beni çağırdı, fakat davetine icâbet edemedim. Daha sonra: «Ey Allah’ın Rasûlu
namaz kılıyordum» diyerek mazaretimi beyân ettim. Peygamberimiz: “Yüce
Allah: «Allah ve Rasûlü sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman
onlara uyun!» (Enfâl 8/24) diye buyurmuyor mu?” dedi. Sonra: “Mescitten
çıkmadan önce Kur’ân-ı Kerîm’deki en büyük sûreyi sana öğreteceğim” buyurdu. Sonra elimden tuttu. Mescitten çıkmak
istediğini görünce: «Bana Kur’ân-ı Kerîm’deki en büyük sûreyi öğreteceğini
söylememiş miydiniz?» dedim. Şöyle buyurdu: “Evet o, Elhamdülillâhi
rabbilâlemin’dir. Bana verilen es-Seb‘u’1-Mesânî ve Kur’ân-ı Azîm odur.” (Buhârî,
Tefsir 1, 1)
Müfessir
Mücâhid’den nakledilen bir rivayet şöyledir: “Şüphesiz lanetli İblîs dört defa
sarsıla sarsıla inlemiştir. Lanete uğradığı zaman, cennetten kovulduğu zaman,
Hz. Muhammed (s.a.s.) peygamber olarak gönderildiği zaman ve Fâtiha sûresi
indirildiği zaman.” (Kurtubî, el-Câmi‘, I, 109)
Kur’ân-ı
Kerîm, en büyük şifa kaynağıdır. O, insanlığın mânevî dertlerine devâ olduğu
gibi, maddi hastalıklara da şifa olmaktadır. Kur’an’ın bu hususiyeti, Fâtiha
sûresinde daha çok kendini göstermektedir. Konu ile ilgili rivayetlerde şu
bilgiler yer alır:
Allah
Resûlü (s.a.s.) buyurdu ki: “Fâtihatü’l-Kitâb, bütün hastalıklara şifadır.”
(Dârimî, Fezâilü’l-Kur’ân 12)
Sahâbeden
Ebû Sâid el-Hudrî (r.a.), bir sefer esnasında kendisini yılan ısırmış bir
kabile reisine Fâtiha sûresini okumuş ve o da iyileşmiştir. (bk. Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân
9)
İşte
muhtevası, isimleri, faziletleri ve hususiyetleri itibariyle Fâtiha sûresi,
Kur’an’ın özü ve dinin esasıdır. Şimdi sıra, o özün açıklanmasına ve o esasın tefsirine
gelmiştir:
Fâtiha Süresi 2. Ayet Tefsiri
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۙ ﴿٢﴾
2: Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.
TEFSİR:
Fâtiha
sûresi baştan sona bir duadan ibarettir. Kul bu sûreyi okuyarak Rabbine
yalvarır, O’na istek ve ihtiyaçlarını arz eder. Fakat kulun bu isteklerini dile
getirirken güzel bir girizgâhla söze başlaması gerekir. En güzel girizgâh ise,
sınırsız kudreti karşısında boyun büküp el açarak yalvardığı zâtın yüceliğini,
güzelliğini ve nimetlerini dile getirmektir. Bu sebeple Fâtiha sûresi, “Elhamdülillâh”
diyerek âlemlerin Rabbi Allah’a hamdle başlar. Bu dua, kulun Allah’ın
yüceliğini kabul ettiğini ve O’nun lütfettiği sayısız nimetlere şükrettiğini
gösteren büyük bir tâzim ifadesidir. Bu bakımdan cennetliklerin en son duası da
“Elhamdülillâh” olacaktır. (bk. Yûnus 10/10) Zira bu dua, hamd muhtevasına
girebilecek bütün övgü, senâ ve yüceltmelerin gerçek mânada sadece Allah’a
mahsus olduğunu bildirmektedir.
اَلْحَمْدُ (hamd); sözlükte övmek, senâ etmek,
şükretmek ve methetmek gibi mânaları içine alır. Fakat tarif edildiklerinde bu
kelimeler arasında bir kısım anlam farklarının bulunduğu görülür.
“Hamd”;
hür iradesiyle verdiği nimetler ve yaptığı iyilikler karşılığında birini övmek,
bütün iyiliklerin sahibi olması sebebiyle de ona gönülden teşekkür etmektir.
Yani birinin hamde layık olması için, yaptığı iyilik ve güzelliklerin rastgele
değil, irade ve istekle hâsıl olması gerekir. Hamd ederken, hamdettiğimiz
varlığın iyilik ve nimetlerinin bize ulaşıp ulaşmaması önemli değildir. Önemli
olan o şahsın böyle bir hamde liyakatidir. Dolayısıyla Allah’a hamd; Cenâb-ı
Hakk’ın fiillerini ve eserlerini görüp O’nu yüceltmek, kemâli karşısında hayretlere
düşüp hayranlık secdesine kapanmak, cemâli karşısında sevgiyle coşup taşmak ve
sonsuz lutufları karşısında yüzü yerlere sürmektir.
Hamd;
söz, fiil ve hâl ile olur. Sözlü hamd, dille yapılan övgüdür. Hak Teâlâ’yı,
kendini övdüğü ve nasıl övülmek istiyorsa o şekilde senâ etmektir. Fiille hamd,
Allah’ın rızâsını umup O’nun yüce katına yönelerek ibâdet, hayır ve hasenat kabilinden
bedenî amelleri yerine getirmektir. Bu da ancak her azanın yaratılış hikmetine
uygun biçimde kullanılmasıyla mümkün olur. Halle hamd ise kalbî duygularla
gerçekleşir; ilmî ve amelî olgunlukla bezenmek ve üstün ahlâkî vasıflarla
donanmak sûretiyle kazanılır.
“Şükür”,
bize ihsan edilen nimetlerin ve iyiliklerin sahibine yapılan teşekkürdür. Bu,
yalnız nimete karşı olur. Hamdde olduğu gibi şükür de hem dil, hem fiil hem de
kalple yapılır. “Sana şükürler olsun Rabbim” demek dille, “namaz kılmak” fiille,
Cenâb-ı Hakk’ın nimetleri karşısında eziklik duyarak kalbin teşekkür hissiyle
dolması ise kalple şükre örnek teşkil eder. Her şeyin şükrü kendi cinsinden
olur. Maddi imkânlarımızı Allah yolunda harcamak da en güzel şükürdür.
“Medih”
de bir iyilik ve güzellik karşısında yapılır. Fakat hamdde olduğu gibi,
sahibinin bu iyilik ve güzelliklerde iradesinin ve tesirinin olup olmaması şart
değildir. Örneğin kişi, boyunun uzunluğu, yüzünün güzelliği gibi kendi
iradesinin eseri olmayan meziyetleri sebebiyle övülebildiği gibi, cömertlik,
fedakârlık, şecâat ve cesareti gibi iradesiyle sahip olduğu faziletleri
sebebiyle de övülebilir.
Görüldüğü
üzere hamdin sebebi, sadece hamd edene ulaşan nimet ve ihsanlar değil, hamde
layık olan varlığın irade ve ihtiyara dayalı bütün güzellikleri, ihsanları ve
iyilikleridir. Bu mânada hamd, yalnız Allah Teâlâ’ya mahsustur. Çünkü bütün
iyilik ve güzellikleri yoktan yaratan sadece O’dur. Hür iradesiyle bunları var
etmiştir. Başkalarına ait iyilik ve güzelliklerin de yaratıcısı O’dur.
İnsanların kendi isteklerine bağlı iyilik ve güzelliklerde de Allah’ın mutlak
iradesinin tecellileri vardır. Onların irade ve isteklerine bağlı olmayan her
türlü iyilik ve güzellikler ise zaten doğrudan doğruya Allah Teâlâ’nın yaratma
kudretinin eseridir. O halde bu mânada hamdin tamamı Allah’a mahsustur. Bu
kabul ve tasdik, Allah’tan başka ibâdete layık hiçbir varlığın olmadığını
gösterir. Mahlukattan hiçbiri gerçek mânada hamde lâyık olmadığı için, ibâdete
de lâyık değildir. Hamde layık olan Allah, aynı zamanda ibâdete de layık olan
yegâne varlıktır.
Allah’a
hamdin faziletine dair pek çok rivayet bulunmaktadır. Bunlardan ikisi şöyledir:
Resûlullah
(s.a.s.) buyurur: “Allah’ın kullarından birisi, يَا رَبِّ! لَكَ الْحَمْدُ كَمَا يَنْبَغ۪ي لِجَلاَلِ وَجْهِكَ وَلِعَظ۪يمِ سُلْطَانِكَ «Rabbim, zâtının yüceliğine, saltanatının büyüklüğüne
yakışacak şekilde sana hamd ederim» dedi. Yazıcı meleklere bunun sevabını
yazmak zor geldi. Bunu nasıl yazacaklarını bilemediler. Göğe çıktılar ve:
«Rabbimiz, senin kulun öyle bir söz söyledi ki onun sevabını nasıl yazacağımızı
bilemiyoruz», dediler. Azîz ve celîl olan Allah kulunun ne söylediğini daha iyi
bildiği halde: «Kulum ne dedi?» diye sordu. Melekler onun hamd sözünü tekrar
ettiler. Bunun üzerine Yüce Allah o iki meleğe: «Kulumun sözünü, söylediği
şekilde yazınız. Bana kavuştuğunda o sözün karşılığını ona ben vereceğim»
buyurdu.” (İbn Mâce, Edeb 55)
Resûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurdu: “Temizlik imanın yarısıdır, «Elhamdülillâh» demek
mizanı doldurur. «Sübhânellahi ve’l-hamdülillahi» demek de gök ile yer arasını
sevapla doldurur.” (Müslim, Tahâret 1)
Çünkü
kul, “Elhamdulillâh” dediğinde Allah Teâlâ’nın kendisine dayanılan; korku,
hayret ve dehşette kalındığında kendisine sığınılan, muhtaç olunca kendisine el
açılan ve sadece kendisine ibâdet edilen bir Rab olduğunu ilân etmekte, O’ndan başka
varlıkları ise bu makamın dışında tutmaktadır.O’nun
bütün yüceliklerin sahibi tek ilâh, kendisinin ise ilâhî huzurda boyun bükmüş
aciz, çaresiz, zayıf ve muhtaç bir kul olduğunu kabul etmektedir. Dolayısıyla bu
duada, kulun Allah’a tam bir iman, yöneliş, teslimiyet ve tevekkülü vardır.
Gerçekten
de Cenâb-ı Hak, bütün hamdlere layıktır. Çünkü O, Allah’tır. Bütün kemâl
sıfatlarının sahibidir. Yine “O, âlemlerin Rabbidir.” (Fâtiha 1/1) “Rabb”, “terbiye eden” mânasına
gelir. Terbiye ise, bir şeyi adım adım geliştirmek, tedrîcî olarak kemâline
erdirmek demektir. Yani terbiyede, bir şeyi en iptidai durumundan alarak en
mükemmel noktasına ulaştırmak mânası vardır. Şâirin şu beyti, terbiye işini
adeta başından sonuna özetler gibidir:
“Bir katre âbe düşse eder kesb-i dâire
Her nokta müstaidd-i kabul-i kemâl olur.” (Nüzhet,
Rıdvân Paşazâde)
“Bir
yağmur damlası suya düştüğü vakit suyun yüzünde nasıl gittikçe büyüyüp
genişleyen dâireler meydana getirirse, yeryüzünde nokta kadar önemsiz
gördüğümüz herhangi bir şey veya herhangi bir canlı da gelişip olgunlaşmaya
böyle istidatlıdır. Önemli olan, bu istidâdı keşfedip o gelişmeyi
sağlayabilmektir.”
Âyet-i
kerîmede اَلرَّبُّ (rab) kelimesi,
“mürebbî: terbiye edici” anlamında kullanılmıştır. Rabb, Arapça’da “itaat
olunan efendi, işleri yoluna koyan kimse, bir şeyin maliki, sahibi” gibi
anlamlara gelir. İslâm’la birlikte “Benzeri olmayan efendi, verdiği
nimetleriyle yaratıklarını terbiye eden, onların durumunu idare eden, düzelten,
yaratma ve emretme yetkisine sahip olan” gibi mânalar kazanmıştır. Mürebbi
yerine “Rabb” kelimesinin kullanılması ise; hükümranlık, yardım, yönetme, doğru
olana ulaştırma, istediği şekilde tasarrufta bulunma, emretme, yasaklama,
özendirme, korkutma, ödüllendirme ve cezalandırma gibi terbiyenin bütün
gereklerine sahip, kuvvetli ve mükemmel bir mürebbi anlamına işaret eder. Yani
Allah, terbiye fiilini en iyi ve en mükemmel mânasıyla gerçekleştiren varlık
demektir.
الْعَالَم۪ينَ (âlemîn), “âlem” kelimesinin çoğulu olarak “âlemler”
mânasına gelir. “Âlem”, “ilim” veya “alâmet”ten gelir. “İlim” kökünden geldiği
düşünüldüğünde ve kullanılan sîga dikkate alındığında âlemler; melekler, cinler
ve insanlar gibi akıl sahibi varlıkları ifade eder. “Alâmet”ten gelmesi
durumunda ise, kendini yaratanın varlığına ve birliğine işaret eden bir nişâne
demektir. Buna göre “âlemîn”den, Cenâb-ı Hakk’ın bildiği görülebilen ve
görülemeyen, sayısız ve sınırsız bütün âlemler kastedilir. Allah’ın dışındaki
her şey demektir. Zira zerreler âleminden yıldızlar âlemine kadar cansızlar, bitkiler,
hayvanlar, cinler, melekler ve ruhlar âlemi gibi bütün âlemler, Allah Teâlâ’nın
varlığına mühim birer alâmet ve kuvvetli birer delildir.
İşte
Allah Teâlâ, bütün bu âlemleri var eden, iptidai hallerinden alarak adım adım olgunluğa
erdiren, her türlü ihtiyaçlarını karşılayan ve işlerini idare edendir. Yokluk
karanlığından varlık aydınlığına geçen bütün mahlukâtı terbiye eden Cenâb-ı
Hak’tır. Her varlık bizzat Yüce Rabbimiz tarafından kendi fıtrat sınırları
içinde terbiye edilmektedir. Bu ilâhî terbiye çerçevesi dışına çıkan bir
yaratığın olması mümkün değildir. Bu muazzam, ince ve son derece şumüllü
terbiyenin yegâne sahibi Allah’tır. Mülk ve melekût âleminde, uçsuz bucaksız kâinatın
her bir safha ve sahifesinde terbiye nâmına ne lazım geliyorsa istisnâsız
hepsini yapan O’dur. İnsanı terbiye eden de O’dur. Onu yoktan yaratan, büyüyüp
gelişmesi için her türlü imkânı var eden, ihtiyaçlarını karşılayan, bedenî,
ruhî ve aklî kemâline yönlendiren Hak Teâlâ’dır. Ona kitap ve peygamberler
göndererek, gereğini yerine getirmek şartıyla fıtratını kemale erdireceği
nizamı öğreten de yine O’dur.
Hamd (övme ve övülme), âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.
3.
Diyanet İşleri (Eski) Meali
Hamd, Alemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.
4.
Diyanet İşleri (Yeni) Meali
2,3,4. Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (ahiret gününün) mâliki Allah’a mahsustur.
5.
Elmalılı Hamdi Yazır Meali
Hamd o âlemlerin Rabbi,
6.
Elmalılı Meali (Orjinal) Meali
Hamd, o rabbiâlemîn,
7.
Hasan Basri Çantay Meali
2,3,4. Hamd olsun Alemlerin Rabbi, Rahman, Rahim, Dîn günü'nün (tek) sahibi ve mutasarrıfı Allaha.
8.
Hayrat Neşriyat Meali
Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.
9.
Ali Fikri Yavuz Meali
(Ezelden ebede kadar) bütün olmuş ve olacak hamd ve sena (övgü) tam ve kemaliyle âlemlerin (yegâne) yaratıcısı, besleyip kemale erdiricisi olan Allah'adır.
10.
Ömer Nasuhi Bilmen Meali
2,3,4. Hamd, âlemlerin Rabbi, Rahmân ve Rahîm olup, ceza gününün mâliki olan Allah Teâlâ'ya mahsustur.
11.
Ümit Şimşek Meali
Hamd, Âlemlerin Rabbi olan Allah'a aittir.
12.
Yusuf Ali (English) Meali
Praise be to Allah, the Cherisher and Sustainer of the worlds;
Sadece meal okumak ile Kur'ân-ı Kerim'in bir çok âyetinin tam mânâsı ile anlaşılması mümkün olmayabilir. Ayetlerin izahı için mutlaka bir tefsire başvurulması gerekir. Fâtiha Sûresi 2. ayetinin tefsiri için tıklayınız
*
Türkçe okunuşlarından Kur'an-ı Kerim okumak uygun görülmemektedir. Ayetler Türkçe olarak arandıkları için sitemize eklenmiştir.
Peygamberimizin (s.a.v.) ismi Kur’an-ı Kerim’de beş defa geçmektedir. Peygamberimiz (s.a.v.) Kur’an’da dört defa “Muhammed”, bir defa da “Ahmed” olara ...
Sözlükte “korku namazı” anlamına gelen salâtü'l-havf tabiri fıkıhta düşman, eşkıya, hayvan saldırısı yahut yangın, sel tehlikesi gibi tehditler karşıs ...
Hatim, “Kur’ân-ı Kerîm’i başından sonuna kadar ezberden veya yüzünden okuma” demektir.
Ebû Ümâme radıyallahu anh, ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve ...