TEFSİR:
İSTİÂZE
Nahl
sûresindeki:
فَاِذَا
قَرَاْتَ الْقُرْاٰنَ فَاسْتَعِذْ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ
“Kur’an okuyacağın zaman kovulmuş şeytandan hemen Allah’a sığın!” (Nahl 16/98) emri gereğince Kur’ân-ı Kerîm okumaya başlarken:
اَعُوذُ بِاللّٰهِ
مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ
“Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım” deriz. Bu sözü söylemeye “istiâze” denilir. “Eûzü”, sığınırım, emân dilerim, yardım taleb ederim, gibi anlamlara gelir.
Cebrâil (a.s.)’in Peygamber Efendimiz’e
getirdiği şeylerin ilki istiâze, besmele ve “Yaratan Rabbının adıyla oku!”
(Alak 96/1) meâlindeki âyetidir.
“İstiâze”, Kur’ân okumaya başlamadan önce olmalıdır.
Zira ayetteki “Kur’ân okuduğun zaman”
sözü, “Kur’ân okumak istediğin zaman” mânasına gelir. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân,
I, 3)
“İstiâze”,
huzûra girmek için kapıyı vurup izin istemeye benzer. Kur’ân okumak isteyen kimse, Allah Teâlâ ile konuşmaya başlayacağından, kendini ilgilendirmeyen
konulardan uzak kalmalı, dedikodu, çekiştirme ve iftira gibi günah kirlerinden
dilini temizlemelidir. Dilin, bu tür kirlerden temizlenmesi ise ancak “eûzü” çekmekle yani bunların tümünden
Allah’a sığınmakla mümkün olabilir.
“İstiâze”, Allah’a yaklaşmak için mühim bir vesîle, O’ndan hakkıyla korkanlar için bulunmaz
bir sığınak, günahkârlara tutamak, helâke uğramış olanlara barınak, âşıklara
gönül aydınlığıdır.
İstiâze, Rabb ile kul arasında bir
sözleşmedir. Allah Teâlâ: “Siz bana olan
sözünüzü tutun ki, ben de size olan sözümü tutayım” (Bakara 2/40)
buyurmaktadır. Sanki kul “Eûzü” çekerken,
“Allahım, ben bir insan olarak noksanlarımla birlikte kulluk sözümü yerine
getirdim; sana sığındım ve senden bağışlanma diliyorum. Sen ise iyilik ve
ikramda kemâl sahibisin. Şanına yakışan, rabbim olarak bana verdiğin sözü
yerine getirerek beni koruman ve himâyene almandır” demektedir. (Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, I, 85-86)
Allah’a sığınmak, yaratılandan Yaratan’a, halktan
Hakk’a dönmektir. Her türlü iyiliği elde eedip her türlü kötülükten uzaklaşma
kastıyla hiçbir şeye ihtiyacı olmayan Allah’a yöneliştir. Böyle bir şuurla
yapılan istiâzede “Allah’a koşun!” (Zâriyât 51/50) âyetinin sırrı
tecellî eder. Ayrıca istiâze, kulun Cenâb-ı Hakk’a yakın olabilmek için acizliğini
anlamaktan başka yol olmadığını bilmesidir. Acziyeti hissetmek ise mânevî
makamların sonuncusudur.
“Allah” lâfz-ı celâli kelime yapısı itibariyle türemiş değildir. Çünkü bu
kelimenin aslına vakıf olmak ve ne mânaya geldiğini tam olarak bilmek mümkün değildir.
Nitekim İmam Teftâzânî bu hususa
işaret ederek “Akıl, Allah’ın zât ve sıfatını
bilmede nasıl şaşkınlığa düşmüşse, O’na isim olan kelime hakkında da aynı
şaşkınlığa düşmüştür. Allah kelimesi «İsim mi, sıfat mı? Türemiş mi, değil mi?
Alem yâni özel isim mi, değil mi?» soruları kolayca cevap verilecek cinsten
değildir” demektedir.
“Şeytan”, Allah’ın rahmetinden kovulup lânete
uğradıktan sonra bu ismi almıştır. Şeytan lâfzından açıkça anlaşılan İblîs ve
yardımcılarıdır. Ancak bunun insan ve cinlerden doğru yolu bırakıp sapıklığa
düşenler hakkında kullanılan genel bir isim olduğu da bir gerçektir. Nitekim
Allah Teâlâ: “İnsan ve cin şeytanları” (En‘âm
6/112) ifadesiyle buna işaret buyurmaktadır.
“Racîm”, lânete uğraması sırasında, melekler tarafından göğün katlarından atılarak
kovulan şeytan demektir. Yahut göğe yükselmek isteyen şeytanın yıldız kayması
şeklinde taşlanarak kovulmasıdır. Göğün katlarına yükselip Levh-ı Mahfûz’dan
bilgi çalmaya yeltenmesi, şeytanın kötü sıfatlarından biridir. Kur’ân’da
şeytanla ilgili daha bir çok kötü isim ve sıfat vardır. Bunlar içinde
onun tüm kötülüklerini ifade eden kelime “racîm”dir.
Çünkü “racîm” şeytanla ilgili tüm cezaları kapsar. Bu
yüzden Kur’ân okumaya başlarken şeytanın isim ve özellikleri arasından bu vasfı
hususi olarak seçilmiştir.
Cenâb-ı
Hakk’ın sıfatlarına, fiillerine ve zâtına yapılabilecek istiâze olmak üzere üç çeşit
istiâzeden söz etmek mümkündür. Bunlara işaret etmek üzere Resûlullah (s.a.s.)
şöyle buyurur: “Allahım, senin öfkenden
hoşnutluğuna, ceza vermenden affına, senden yine sana sığınırım.” (Müslim, Salât 222; Ebû
Dâvûd, Vitr 5; Tirmizî, Da‘avat 112)
⚘ İstiâze yapan
mü’min;
⚘
İnanç, amel ve bedenle ilgili bütün kötülüklerden,
⚘
Bütün haramlardan,
⚘
Hastalık, yangın, suda boğulma, fakirlik,
körlük ve sakatlık gibi sayısız belâ ve musîbetlerden,
⚘
İnsan, cin ve hayvanlardan gelebilecek her
türlü şerlerden,
⚘
Korkulacak her türlü âfet, belâ ve
musibetlerden her şeye gücü yeten Allah’a sığınmış olur.
Gerçek istiâze, sadece sözle gerçekleşmez.
İstiâzenin gerçekleşebilmesi için kalb, dil ve fiil uygunluğu gereklidir.
Diliyle “Allah’a sığınıyorum” dediği halde hâli ve fiili ile şeytana sığınanın
istiâzesi makbûl bir istiâze sayılmaz. Belki bu, nefs ile şeytanın günah ve
azgınlıkta birbirleriyle işbirliği yapması olarak telakki edilebilir.
Bu
bakımdan insanlar, ancak mânevî durumlarına göre istiâze yaparlar. Sıradan
insanlar, mânasını anlamadan sadece sığınma cümlelerini tekrar eder dururlar.
Âriflerin istiâzesi ise, Allah’tan başkasını görmemek, böylece birliğe erip çokluktan
uzak durmaktır. Zaten şeytan, ârifin nûruna yaklaşamaz, hatta ondan kaçar. Ebû Said Harrâz (k.s.)’ın şu hali bunun en güzel bir misalidir: Hazret, rüyâsında İblîs’i
görür ve ona elindeki asâyla vurmak ister. İblîs ise ona: “Yâ Ebâ Said, ben
asâdan değil, ârifin kalb semâsında doğan mârifet güneşinin ışığından korkarım”
der.
Hasan Basrî (k.s.):
“Allah Teâlâ, kalp huzuruyla istiâzede bulunan kimse ile şeytan arasına üçyüz
perde koyar. Her perdenin kalınlığı, yer ile gök arası kadardır” buyurur.
İstiâze
yaparken göz önünde bulundurulması gereken bir kısım edep kaideleri vardır.
Bunlara dikkat edilince elbetteki sığınma duygusunun insan üzerindeki etkisi
daha fazla olacaktır:
❂ Allah’a
sığınmada, yaratılmışlardan yaratana, mümkün varlıklardan varlığı kendinden
olan Zât’a yükselme vardır. Kul muhtaç, Allah ise ganî ve müstağnîdir. Sığınan
kul, Allah’ın bütün iyilikleri yaratmaya ve kötülükleri savmaya gücünün
yeteceğine inanır ve bütün kalbiyle O’na yönelir.
❂ Sığınan kul,
nefsinin acizliğini, Rabbin kudretini itiraf etmiş olur. Zira Allah’a
yaklaşmanın en kestirme yolu acziyet ve gönül kırıklığıdır.
❂ Hayırlı ve sâlih
ameller işlemek ancak şeytandan kaçmakla kolaylaşır. Bu kaçış da ancak Allah’a
sığınmakla olur.
❂ Şeytan
insanın apaçık düşmanı (Fatır 35/6), Rahman olan Allah ise insanın yaratıcısı,
efendisi ve bütün işlerini düzenleyenidir. İnsanın düşmanından dostuna
sığınması ne güzel bir davranıştır.
❂ Şeytanın
vesvese verdiği işlerin en başında Kur’an okumak gelir. Zira Kur’an okuyan
Allah’ın emirlerini hatırlar ve tutar, yasaklarından da kaçar. Bu hikmete dayalı
olarak özellikle bilhassa Kur’ân-ı Kerîm okumaya başlarken istiâze çekilmesi
istenmiştir.
❂ Mü’minin biri
açık diğeri gizli iki düşmanı vardır. Açık düşmanı kâfirler, gizli düşmanı ise
şeytandır. Kâfirlerle mücadelede savaş emri varken, şeytanla mücadelede ise
istiâze emri vardır. Her iki cihadda da Allah mü’minin yardımcısıdır. Açık
düşmanı tarafından öldürüldüğünde mü’min şehîd olur, gizli düşmanı tarafından
öldürüldüğünde ise kişi Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılır. Bu sebeple gizli
düşmanın şerrinden kaçınmak daha önceliklidir.
❂ Mü’minin kalbi
en şerefli ve en temiz yeridir. Mü’min kalbini şeytanın her türlü vesvesesinden
temiz tutmalı ve oraya Allah’ın mârifetini yerleştirmeli ki, Allah da âhirette
en temiz ve en güzel yer olan cenneti ona nasip kılsın. Yani kul kalbini bütünüyle
Allah’a adamalı ki, Allah da ona âhirette cenneti nasip kılsın. (Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, I, 81-83)
Unutmamak
gerekir ki şeytan, insan tabiatına daha çok oburca yemek içmek yoluyla musallat
olur. İnsan, yiyip içmeyi azaltıp oburluğu bıraktığı takdirde, midesinin ve
nefsinin arzusunu önlemiş olur. O zaman şeytan ona nüfûz imkânı bulamaz. Onu
etkileyemez.
Rivayete göre Nûh (a.s.)
gemiden çıkınca İblîs’e sordu: “Ey Allah’ın düşmanı, kendilerini saptırıp
helâke düşürmede sana ve askerlerine en çok yardımcı olan, insanların hangi
huylarıdır?” İblîs şu karşılığı verdi: “Eğer bir insanda pintilik, hırs, hased,
kibir ve acelecilik gibi huylardan biri varsa, biz onu helâk çukuruna
yuvarlarız. Eğer bir kimsede sayılan bu kötü sıfatların hepsi toplanacak olursa
böyle birine de: «Azgın şeytan» deriz. Çünkü bunlar, şeytanların liderlerinin
özellikleridir.” (Bursevî, I, 6)
İşte
biz, istiâze bereketiyle şeytanın bütün vesvese, tahrik ve kötülüklerinden Yüce
Rabbimize sığınma fırsatı buluyor, peşinden okuyacağımız besmeleyle de
yeryüzünde Allah’ın ismiyle ve Allah adına yapacağımız gerçek bir kullukla
sorumluluğumuzu beyân ediyoruz:
BESMELE
بِسْمِ
اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
“Besmele”, Kur’ân-ı Kerîm sûrelerini birbirinden ayırmak üzere gelmiştir. Hanefilere
göre Fâtiha dâhil hiçbir sûreye ait olmayan müstakil bir âyettir. Neml sûresi
20. âyette yer alan besmele ise o âyetin bir bölümünü oluşturur. Besmele,
Kur’ân’ın anahtarıdır. Teberrük olarak, yani
bereketinden istifade etmek maksadıyla her sûreye onunla başlanmaktadır. Bu
vesileyle Resûlullah (s.a.s.) her hayırlı işe besmele ile başlamamızı tavsiye
buyurmakta, besmele ile başlanmayan işlerin neticesinin sonuçsuz kalacağını şöyle
haber vermektedir:
“Besmeleyle başlanmayan her mühim işin sonu
eksiktir.” (Ali
el-Müttakî, I, 555, no: 2491)
Okuyuş sırasında besmele istiâzeden sonra gelir.
Bunun hikmeti şu olabilir:
Bir mekanı süsleyip güzelleştirmeye
başlamadan önce oradaki lüzumsuz ve zararlı şeyleri çıkarıp temizlemek gerekir.
Bu kurala göre kalb de öncelikle istiâzeyle yaratıklara yönelmekten temizlenir.
Bunlardan tümüyle uzaklaşıp arındıktan sonra besmeleyle Allah’a yönelir, mânen
gelişip güzelleşir. (Bursevî, I, 6)
“Bismillâhirrahmânirrahîm” sözü, “Rahman
Rahîm Allah’ın ismiyle” anlamını taşımaktadır. Dolayısıyla Kur’an okumaya
başlarken besmele çeken mü’min, “Kur’an okumaya Allah’ın ismiyle başlıyorum”
demiş olur. Diğer güzel ve hayırlı amellere başlarken çekilen besmele de, o işe
Allah’ın ismiyle başlandığını gösterir.
Besmelede Yüce Rabbimizin üç güzel ism-i
şerifi zikredilir. Bunlar Allah, Rahmân ve Rahîm isimleridir:
“Allah”, Yüce Rabbimizin en büyük ismidir. “Kendisine kulluk edilen en yüce zât,
yegâne ilâh” demektir. Bu isim, Cenâb-ı Hakk’ın, Kur’ân-ı Kerîm’de ve diğer ilâhî
kitaplarda geçen bütün isim ve sıfatların hepsini kendinde toplamıştır. Cemâl
ve celâl sıfatlarının hepsini içine alır. Tercih edilen bir görüşe göre Allah ismi, İsm-i Âzam’dır.” (Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,I, 101)
“Rahmân”, rahmet kökündendir. Rahmet, sözlükte kalp inceliği ve şefkat anlamındadır.
Anne rahmi de bu köktendir.
Çünkü anne; rahminde taşıdığı yavruya karşı şefkat ve merhamet duyar. Burada
rahmetten kastedilen, ikrâm ve ihsândır. Buna göre mâna: “Yaratıklarına rızık
veren, onlardan belâ ve âfetleri uzaklaştıran, takvâsı sebebiyle takvâ sahibinin,
günahı sebebiyle günahkârın rızkını artırıp eksiltmeyen, aksine herkese ve
herşeye dilediği ölçüde rızık veren” demektir. Diğer bir tarifle: “Bütün yaratıklara
rızıkları, hayatı devam ettirme vesileleri ve her türlü faydaları temin hususunda
rahmeti yaygın olan rahmet sahibi demektir. Rahmeti, mü’min ya da kâfir, iyi
veya kötü herkesi kuşatandır.” (Beyhakî, Kitâbu Esmâ ve Sıfât, s. 52)
“Rahîm”; acıyan, esirgeyen, istendiğinde veren, istenmediğinde öfkelenendir.
İnsanoğlu kendisinden bir şey istendiğinde öfkelenir. Allah Teâlâ ise,
istenmediği zaman öfkelenir. Zira rahmet, kendisinin zâtî sıfatı olup Allah’ın iyiliği
ulaştırmayı, kötülüğü uzaklaştırmayı istemesidir. Allah’ın kullarına en büyük
rahmeti, onları yaratmak suretiyle varlık nimetini onlara ulaştırması, yokluğun
kötülüğünü de onlardan uzaklaştırmasıdır. Zira yok iken varolmak, en büyük
iyilik ve benzersiz bir nimettir.
Kur’ân-ı Kerîm’deki kullanışlarına baktığımız
zaman Rahman’a, “rahmetle sıfatlanmış olan”, Rahîm’e ise “rahmetiyle merhamet
edici olan” mânası verilebilir. İbn Abbas (r.a.) şöyle der: “Rahmân, refîk
olan, Rahîm ise yaratıklarını rızıklandırmakla şefkatini gösterendir.” (Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî,
I, 161)
Besmelenin faziletiyle ilgili şöyle bir kıssa
anlatılır:
Rum meliki Kayser, Hz. Ömer’e şöyle bir
mektup yazdı: “Başımda dinmek bilmeyen bir ağrı var. Eğer bildiğiniz bir ilacı
varsa lütfen bana gönderin. Çünkü gittiğim hiçbir doktor, derdime bir çare
bulamadı.” Mektubu alan Ömer (r.a.) Kayser’e bir başlık gönderdi. Kayser bunu
giyince ağrısı kesiliyor, çıkardığında yeniden başlıyordu. Merak etti: “Acaba
bu başlıkta ne vardı ki ağrısını dindiriyordu.” Başlığı çıkarıp iyice kontrol
edince üzerinde besmele yazılı bir kâğıt buldu.
Nakledildiğine göre sâlih zâtlardan biri, bir
kağıda “Bismillahirrahmanirrahîm”
diye yazmış, öldüğünde bu kağıdı kefeninin
içine koymalarını yakınlarına vasiyet etmişti. “Bunun sana ne faydası olacak”
diye sorduklarında ise şu cevabı vermişti:
“Kıyamet günü Rabbimin huzuruna varınca, «İlâhî!
Sen bize bir kitap gönderdin, bu kitabın açılış sözünü ve başlığını da “Bismillahirrahmanirrahîm” yaptın. Şimdi senden bana o yüce kitabının
başlığına ve orada zikrettiğin Rahmân ve Rahîm gibi sonsuz rahmet sıfatlarının gereğine
göre davranmanı istiyorum» diyeceğim.” (Ayıntâbî, I, 13-14)
Besmeleyi bu iman ve anlayış içinde okuyan
her müslüman, Allah’ın sınırsız merhametinden faydalanmak için O’nun kâinata
serdiği sayısız nimetlere bakarak bütün bunların kendi istifadesine hizmet
etmesi için insanın bilgiyle donanmış, tecrübelerle zırhlanmış olması
gerektiğini anlar. Bütün insan bilgisinin Allah’ın rahmanlığından bir zerre
olduğunu ve kendisinin bu zerredeki sayısız feyiz ve bereketlerden faydalanmaktan
başka bir şey yapamayacağını farkeder. Allah’ın rahmanlığına sığınarak bu
sayısız feyiz ve bereketlerden nasip almayı diler. Sonra kendisinin bütün
çalışma ve gayretlerinin de ancak Allah’ın rahimliği sayesinde yeni ufuklar
açmaya yardım ettiğini kavrayarak, bu ikramların yegane kaynağı olan Allah’ı
zikretmiş olur.
Kur’ân-ı Kerîm’in başında kullarına nihayetsiz rahmet sahibi olduğunu ilân
eden, bu vesileyle onlara da merhametli olmayı tavsiye buyuran Allah Teâlâ,
insanlık âlemine en büyük rahmet tecellisi olarak lütfettiği kitâbını Fâtiha
sûresiyle açarak buyuruyor ki:
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri