Yûnus sûresi Mekke’de inmiştir. 109 âyettir. İsmini, 98. âyette zikri geçen Yûnus (a.s.)’dan almıştır. Mushaf tertibine göre 10, nüzûl sırasına göre 51. sûredir.
Sûre ağırlıklı olarak itikâdî mevzuları ele alır. Kâinattaki kudret ve azamet tecellilerine ibret nazarıyla bakarak tek olan Allah’ı tanımanın, O’na inanıp kulluk etmenin, şirki ve putperestliği terk etmenin ehemmiyetini; bu sebeple ilâhî tâlimatları insanlığa ulaştırmakla vazifeli olan Peygamberlerin davetine kulak vermenin lüzûmunu beyân eder. Peygamber’in davetine icâbet edenlerle etmeyenlerin âhirette karşılaşacakları iyi veya kötü âkıbeti haber verir. Hâsılı sûre tevhid, nübüvvet ve âhiret ekseninde döner durur. Hz. Nûh, Hz. Mûsâ-Hz. Hârûn ve Hz. Yûnus kıssalarına kısaca temasla da vereceği mesajları misâllendirerek pekiştirir.
Mushaftaki sıralamada onuncu, iniş sırasına göre elli birinci sûredir. İsrâ sûresinden sonra, Hûd’dan önce Mekke’de, büyük bir ihtimalle hicretten iki yıl önce nâzil olmuştur. 40. âyetle 94-96. âyetlerin Medine’de nüzûlüne dair rivayetler de vardır.
1. Elif. Lâm. Râ. İşte bunlar, o hüküm ve hikmet dolu kitabın âyetleridir.
Yüce
Rabbimiz söze Kur’an’a yemin etmekle başlamakta ve Kur’an’ın “hakîm” ismine
dikkat çekmektedir. Kur’an’ın “hakîm” olması şu mânalara gelir:
› Hikmetli,
hikmet dolu,
› Hükmeden,
karar veren, mes’eleleri çözüp açıklığa kavuşturan,
› Muhkem, hem
lafız hem mâna yönünden kuvvetli ve sağlam,
› İçinde yalan,
çelişki ve tutarsızlık bulunmayan,
› Kendisiyle
hüküm verilen,
› Hükmü kesin
olan.
Bu
mânaların hepsi Kur’ân-ı Kerîm için uygun düşmektedir. Hakîm, aynı zamanda
Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinden biridir. Kur’ân-ı Kerîm’in de bu isimle
zikredilmesi, onun Allah’a olan nispetini kuvvetle ifade etmektedir.
Peygamberimiz
(s.a.s.)’e gelince:
2. Kendi içlerinden birisine: “İnsanları azap ile uyar; iman edenlere de, dürüstlükleri ve iyi işler yapmaları sebebiyle kendileri için Rableri katında ötekilerini geçen emin bir makam olduğunu müjdele” diye vahyetmemiz onların çok tuhafına mı gitti ki, kâfirler kalkıp: “Besbelli ki bu adam sihirbazın teki!” diyorlar?
Allah
Tealâ, Hz. Muhammed (s.a.s.)’i peygamber olarak gönderdiği zaman kâfirler onu
inkâr ettiler ve: “Allah, Muhammed gibi insanlar arasından bir elçiyi
göndermekten uzak ve yücedir” ve “Allah, peygamber olarak göndermek üzere Ebu
Talib’in yetiminden başkasını bulamadı mı?” dediler ve işte bunun üzerine bu
âyet-i kerîme nâzil oldu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XI, 107; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl,
s. 270)
İman
edenlere müjdelenen قَدَمُ صِدْقٍ (kademu sıdk) şudur:
Dünya hayatında Allah Teâlâ’ya sadâkat, doğruluk, ihlas ve samimiyetle kulluk
eden mü’minler, amellerinin keyfiyetine göre Rableri katında yüksek bir
dereceye nâil olacaklardır. Dünyada hayırda yarışanlar, öne geçenler ve hayırda
çığır açanlar âhirette de mükâfat bakımından öne geçeceklerdir. Bu ifadede,
müttakîleri Allah’a götürmede en güvenilir ve en doğru rehber olan Resûlullah
(s.a.s.)’in şefaat-i uzmâsına da bir işaret vardır.
Takvâ
sahibi talihli kulların cennette varacağı yüksek makamı beyân sadedinde bir
diğer âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Allah’a
gönülden saygı besleyen, O’na karşı gelmekten sakınıp emirlerine titizlikle
uyanlar cennet bahçelerinde ve ırmak kenarlarındadırlar. Gücü her şeye yeten ve
hükmü her şeye geçen Hükümdar’ın huzurunda, hoşnut olacakları çok şerefli bir
hak ve dürüstlük meclisindedirler.” (Kamer 54/54-55)
Kâfirler,
Kur’an’ın insan üstü bir kaynaktan geldiğini itiraf ediyor, fakat Allah’tan
geldiğini de inkâr ediyorlardı. Kibir ve inatçılıkları onları imandan
alıkoyuyordu. Zira Allah’ın gönderdiği peygamber ve ona indirdiği kitapla insan
hayatına müdâhale ve onu istediği gibi düzenleme yetkisini kabullenmek ve bu
imana göre hayatı yeni baştan tanzim etmek hiç işlerine gelmiyordu. Halbuki
Allah, yarattığı varlıkları kendi haline bırakmamıştır. Onlarla irtibatı ve
onlara müdahalesi her an çok etkili bir şekilde devam etmektedir:
3. Şüphesiz Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa hükümrân olan, her şeyi ve her işi yerli yerince yöneten Allah’tır. O’nun izni olmadan şefaat edebilecek hiç kimse yoktur. Rabbiniz Allah işte budur. Öyleyse O’na kulluk edin. Hâlâ düşünüp ders almayacak mısınız?
Allah
Teâlâ gökleri ve yeri altı kozmolojik devirde yarattı. Sonra varlıkları kendi
hâline terk etmedi. Bütün bu kâinat mülkünü hükmü altına alarak, zerreden
küreye, cisimden ruha yaratılmış ne varsa hepsi üzerinde hüküm ve saltanatını
icraya başladı. (bk. A‘râf 7/54) “Allah,
sayısız isim ve sıfatlarıyla her an
sınırsız tecellî ve yaratma halindedir” (Rahmân 55/29) âyet-i kerîmesi
gereğince her an yaratıkları, bütün işleri idare etmekte, yönetmekte ve
yönlendirmektedir. Kâinatta olup biten her türlü işin, hâdisenin birbirine
bağlı olarak gelişip meydana çıkmasını ve bir sonuca ulaşmasını sağlayan,
Cenâb-ı Hakk’ın onlar üzerindeki hükmü, tasarrufu ve takdiridir. O, bütün
işlerini kendisi yaptığına ve yönettiğine göre, kendisine ortak koşulmasına
gerek yoktur. Dolayısıyla âyet, putperestliği reddetmekte ve belli işler için
başka tanrılar edinmenin bir anlamı olmadığını beyân buyurmaktadır. Üstelik
O’nun izni olmadan hiç kimsenin en küçük bir şefaat etme salâhiyeti
bulunmadığına göre, hiçbir fayda ve zarara gücü yetmeyen putları Allah katında
şefaatçi kabul etmenin de bir mesnedi kalmamaktadır. O halde tek çıkar yol,
Rabbimiz olan Allah’ın nasıl eşsiz bir ma’bud olduğunu tanıyıp, bütün ihlâs ve
samimiyetimizle O’na kulluk etmektir. Bu yolu bulabilmek için aklımızı
çalıştırmak, olan bitenden ders ve ibret almak yeterli olacaktır:
4. Hepinizin dönüşü yalnızca O’nadır. Bu, Allah’ın verdiği kesin bir sözdür. Çünkü O, varlıkları önce yoktan yaratır; sonra da iman edip sâlih amel işleyenleri âdil bir şekilde mükâfatlandırmak için ölümlerinin ardından tekrar hayata döndürür. Kâfirlere gelince, sürekli küfür içinde bulunduklarından dolayı onlar için kaynar sudan bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır.
Herkes
ölecek ve Rabbinin huzuruna dönecektir. Bu, Allah’ın verdiği kesin bir söz,
koyduğu ilâhî bir kanun ve karşı gelinmez bir sondur. Bunu anlamak için
yaratılış gerçeğine bakmak yeterli olacaktır. Allah Teâlâ, canlı cansız bütün
varlıkları başlangıçta yoktan yarattı, onlara bir düzen verdi, her birinin
mükemmel bir sistem içinde işleyişi için şaşmaz kanunlar koydu, bunların
idâresini kendi kudret eline aldı. Gökleriyle, yeriyle ve bunlar arasında
bulunan her şeyle birlikte bütün kâinatın işleyişini tekrar ettirip
durmaktadır. Hem yaratma hem de onun tekrarı her an devam etmektedir. Kâinatta
bu işleyişin tek gâyesi vardır: O da iman edip sâlih ameller, güzel güzel işler
yapan akıllı kulların mükâfâtını adâlet ölçülerine göre ihsan etmek; bu kadar
muhteşem kâinatın yaratanını tanımayıp ona başkaldıran, inkâr eden, O’nun
sayısız nimetlerine nankörlük eden kâfirlerin hak ettikleri cezayı vermektir.
Bunun için de Allah, öldükten sonra özellikle mükellef olan varlıkları tekrar
diriltecek, onları hesaba çekecek ve onlara iyi veya kötü amellerine göre bir
karşılık verecektir. Cennette mü’minlerin yepyeni nimetlerle nimetlenmeleri,
kâfirlerin de cehennem de yeni yeni azaplarla cezalandırmaları için “yaratma ve
yaratışın iâdesi” orada da devam edecektir.
Yüce Allah’ın, haber verdiği bu işleri yapmaya gücü
yeteceğini görmek isteyenler güneş ve ayda tecelli eden şu muazzam kudret
akışlarına ibretle bakabilirler:
5. Güneşi parlak bir ışık kaynağı, ayı ise bir nûr yapan, yılların sayısını ve vakitlerin hesâbını bilmeniz için aya menziller takdir eden O’dur. Allah, bütün bunları boş yere değil gerçek bir gaye, sebep ve hikmete dayalı olarak yaratmıştır. O, bilip anlayacak kimseler için âyetlerini bu şekilde detaylarıyla açıklamaktadır.
Allah
Teâlâ güneşi “ziyâ”, ayı ise “nûr” yapmıştır. اَلضِّيَاءُ
(ziyâ’), güçlü ışık, اَلنُّورُ (nûr) ise güçlü olsun
olmasın ışık mânasına gelir. Diğer âyetlerde güneş için اَلسِّرَاجُ (sirâc) “kandil” (bk. Nûh 71/16) ve سِرَاجًا وَهَّاجاً (sirâcen vehhâcen) “parıl parıl, alev alev
yanan kandil” (bk. Nebe’ 78/13) ifadeleri geçer. Ay için de “nûr”dan ayrı
olarak قَمَراً مُن۪يراً (kameren münîran)
“aydınlatıcı bir ay” (bk. Furkan 25/61)
ifadesi kullanılır. Bu açıklamalardan güneşin alev alev yanan bir enerji ve
ışık kaynağı; ayın da bir ışık yansıtıcısı olduğu anlaşılır. Sirâc, ışığı kendi
ateşinden doğan kandildir. Bunun verdiği ışığa “ziyâ” denilir. Yani “ziyâ”,
kaynağın bizzat kendisinden oluşmaktadır. Günümüzde bilimsel çalışmalar,
güneşin ışığının, hidrojeni helyuma dönüştüren zincirleme nükleer patlamalardan
oluştuğunu söylemektedir. Güneş her an sayısız atom bombalarının patladığı bir
kaynaktır ki, bu patlamalardan kendisine tabi yıldızlara korkunç miktarlarda
enerji ve ışık gitmektedir. Güneşin kendinden olan enerjisi, kendi sisteminin
hayat kaynağıdır. İşte onun bizzat kendinden olan ışığı “ziyâ” tabiriyle anlatılmıştır.
Ay ise sönmüş, soğumuş, kabuk bağlamış bir gezegendir. Kendinden bir ışığı
yoktur. Ancak güneşten kendisine vuran ışığı yansıtır. İşte aydan yansıyan bu
ışığa da “nûr” denmiştir. (Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, IV, 204)
Güneşle
ayın yaratılış hikmetlerinden biri de yılların sayısını ve vakitlerin
belirlenmesini sağlamaktır. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“…Allah,
güneş ve ayı vakitlerin tespiti için birer hesap ölçüsü olarak yaratmıştır.” (En‘âm 6/96)
“Biz
geceyle gündüzü kudretimizin büyüklüğünü gösteren iki delil yaptık. Onların her
biri için de bir alâmet var ettik. Sonra gecenin alâmetini sildik. Gündüzün
alâmetini ise bizatihî ışıklı ve aydınlatıcı kıldık ki, hem Rabbinizin
lütfedeceği nimetleri araştırıp elde edesiniz, hem de yılların sayısıyla
birlikte zamanı hesaplamayı bilesiniz. İşte biz, her bir şeyi böylesine yerli
yerine koyup tüm ayrıntılarıyla açıkladık.” (İsrâ 17/12)
Bu
âyet-i kerîmeler hem güneşin hem de ayın, zamanın hesaplanmasına yardımcı
olduğunu belirtir. Ancak tefsiri sadedinde olduğumuz Yûnus sûresi 5. âyette
sadece ayın bu husustaki fonksiyonuna temas edilmiş, onun için menziller takdir
edilmesindeki maksadın bu olduğu haber verilmiştir. Bugünkü ilmi açıklamalara
göre ayın bir ay boyunca her gece konakladığı 28 ayrı menzil bulunmaktadır.
Kâinattaki
bir diğer kudret tecellisi gece, gündüz ve yaratılmış başka nice varlıklardır.
Onları da ibret nazarıyla seyretmemiz istenmektedir:
6. Şüphesiz geceyle gündüzün, süreleri değişerek ardı ardına gelmesinde, Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı her varlıkta, kalpleri Allah’a karşı saygıyla dopdolu olan ve hayatları boyunca O’na karşı gelmekten sakınanlar için elbette nice işaretler, deliller vardır.
Güneş
ve ay gibi, geceyle gündüzün aksamaksızın peş peşe gelmesinde; göklerde
bulunan, yıldızlar, gezegenler, yörüngeler, hareket ve çekim kanunlarında;
yeryüzünde bulunan varlıklarda ve orada olup biten her şeyde de, bunların
inceliklerini bilip zararlarından sakınacaklar için; yine bunlardaki ilâhî
azamet tecellilerini görüp Allah korkusuyla günahlardan uzak duracaklar için
açık deliller bulunmaktadır. Gelişen ilmî usullerle bu varlık ve olayların
mâhiyetlerinin araştırılması, bunlara hâkim olan ilâhî kanunların keşfedilmesi
ve fert ve toplum olarak Allah’a kulluğun her alanında bunlardan faydalanılması
gerekir.
Gerçekten
de kâinattaki ilâhî azamet işaretleri ve kudret tecellileri akılları dehşete
düşürecek keyfiyettedir. Gökleri yarıksız, çatlaksız tabakalar ve yollar
halinde yaratması, atmosferi yaratıklar üzerine koruyucu bir tavan olarak
çekmesi, bütün varlığı kuşatan arşı direksiz yükseltmesi, ırmakları ve dereleri
durmadan akıtması, rüzgârları hiç engelsiz göndermesi O’nun tek olduğuna
delâlet eder. Gökler O’nun kudretini; yıldızlar, gezegenler O’nun sanatının
güzelliğini gösterir. Rüzgârlar bereketinin ılıklığını yayar. Gök gürültüsü
azametinin delillerini seslendirir. Yeryüzü hikmetinin kemâlini anlatır.
Irmaklar kendilerine ilham edilen ilâhî emrin hoşluğu ile kaynayıp akar.
Ağaçlar, çiçekler onun sanatının eşsizliğini, güzelliğini haber verir.
Kâinat
kitabının sayfalarına nakşedilmiş bunca ilâhî sanat hârikalarına ve apaçık
işaretlere rağmen, bunların hiç farkında olmayan nice gâfiller var:
7. Mahşer günü huzurumuza çıkacaklarını hiç hesaba katmayan, dünya hayatını âhirete tercih ederek nihâî mutluluk, tatmin ve huzuru onda arayan ve hem kevnî hem de kavlî âyetlerimize büsbütün ilgisiz kalanlara gelince:
8. Kazandıkları günahlar yüzünden onların varacağı yer cehennemdir.
“Allah’a kavuşacaklarını
ummayanlar”; âhirete, yeniden dirilişe, hesaba inanmayanlar, cenneti ümit
etmeyen ve cehennemden korkmayanlardır. Bunların Allah’a ve âhirete ait
herhangi bir gönül bağları, beklenti ve korkuları olmadığı için, bütün
himmetlerini dünyaya çevirir, onun muhabbetiyle yatar kalkar, orada elde
ettikleri nimetlerle, nefsânî haz ve lezzetlerle huzur bulurlar. Böyle olunca
onlar, Allah’ın varlığını, dünya hayatının fânîliğini ve âhiret hayatının
bâkiliğini gösteren; kâinat kitabının sahifelerinde tafsilatlı olarak
açıklanmış veya o açıklamalara dikkat çekmek üzere indirilmiş olan ilâhî
delilleri, işaretleri, alâmetleri tefekkür etmez ve bunlara aldırış etmezler.
Bu konuda koyu bir gaflet içindedirler. Bir insan ne kadar Allah’tan ve O’nun
âyetlerinden gafil olursa, o kadar çok günaha dalma tehlikesi artar.
Dolayısıyla bahsedilen zümre gafletleri sebebiyle günah işlerler ve neticede
cehenneme girerler. Buna karşılık:
9. Buna karşılık iman edip sâlih amel işleyenlere gelince, Rableri onları imanları sâyesinde doğru yola erdirecektir. Neticede onlar, içinde her türlü nimetin kaynadığı cennetlerde yaşayacak; bahçelerinin arasından, köşklerinin altından ırmaklar akacaktır.
10. Onların cennette: “Allahım! Sen her türlü kusurdan ve ortaktan uzaksın!” diye dua edecek; birbirlerine olan iyilik ve âfiyet dileklerini ise: “Selâm!” sözüyle sunacaklardır. Dualarının sonunda da: “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun!” diyeceklerdir.
Allah
Teâlâ’nın, kendilerine iman ve amel-i sâlih nasip ettiği bahtiyar kullar,
dünyada doğru yol üzere bir ömür sürerler; âhirette de nimetlerle dolu
cennetlere erişirler. 10. âyette cennetliklerin gönüllü olarak yaptıkları zikir
ve tesbihleri, birbirlerine iyilik ve âfiyet dilekleri ve duaları haber
verilir. Onların:
› Nidâları,
zikir ve tesbihleri سُبْحَانَكَ اللّٰهُمَّ
(sübhânekellahumme) “Allahım! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim; sen
çok yücesin, çok büyüksün!” sözüdür. Onlar bütün korku ve hüzünlerden
kurtuldukları, hakke’l-yakîn imana ulaştıkları için gönüllerinin ta
derinliklerinden gelen bir muhabbet ve iştiyakla, tabii olarak, zorlanmaksızın
Allah’ı tesbih ve tenzih ederler.
›
Birbirlerine iyilik ve âfiyet dilekleri سَلَامٌ
(selâm) “Her türlü kötülüklerden, çirkinliklerden ve hoşa gitmeyen durumlardan
dâimî bir selâmet” talebidir. Bu iltifat onlara meleklerden de gelecektir.
Âyet-i kerîmede buyrulur: “Melekler her kapıdan yanlarına varıp onlara:
«Sabrettiğinizden dolayı size selâm olsun! Bakın, dünya hayatının mutlu sonu ne
kadar güzelmiş!» derler.” (Ra‘d 13/23-24) Bu iltifat onlara Cenâb-ı Hak’tan
da gelecektir. Bu hususta da şöyle buyrulur: “Merhameti pek bol olan bir
Rabden onlara hitâben «Selâm!» sözü vardır.” (Yâsîn 36/58)
› Dualarının
sonu ise اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ
(elhamdu lillâhi rabbil âlemin) “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun” demeleridir.
Cennetlikler her dualarının, her zikir ve tesbihlerinin, her türlü surûr ve
neş’elerinin sonunda Allah’a hamdederler.
Bu
yüce ve sonsuz cennet nimetlerine erişebilmek için insanın fıtratındaki
acelecilik hastalığını sabır ilacıyla tedavi etmesi, gözünü peşin dünya
lezzetlerinin ötesinde uhrevî nasiplere çevirmesi ve kendini o nimetlere
ulaştıracak kulluk yolunda gayret, samimiyet ve dürüstlükle yürümesi
istenmektedir:
11. Eğer Allah insanlara müstahak oldukları cezayı, onların faydalarına olan şeyleri çarçabuk elde etmek istedikleri hız ve çabuklukta hiç geciktirmeden verseydi derhal sonları gelir ve yok olup giderlerdi. Fakat biz, bize kavuşma arzusu, ümidi ve beklentisi içinde olmayanları belli bir süre kendi hallerine bırakırız da, azgınlıkları içinde gayesiz bir şekilde şaşkın şaşkın bocalayıp dururlar.
İnsan
aceleci bir tabiata sahip olduğu için kendisi için hayırlı olan şeyleri acele
istediği gibi, kötülüğüne olan şeylerin de bir an önce başına gelmesini
isteyebilmektedir. Nitekim bir diğer âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“İnsan,
hakkında hayırlı olacak şeyler için dua ettiği gibi şer olacak şeyler için de
dua eder. Çünkü insan, çok acelecidir.” (İsrâ 17/11)
Resûlullah
(s.a.s.) Efendimiz’in karşısında müşriklerin sergiledikleri tavır, bunun tipik
bir misâlidir. Onlar: “Ey Allah! Eğer bu Kur’an, senin katından gelen gerçek
bir kitap ise, hiç durma hemen üzerimize gökten taş yağdır veya bize elem
verici bir azap gönder” (Enfâl 8/32) diyorlardı. Hatta bu âyet,
işlediği günahlar sebebiyle fiilî olarak cezayı acele isteyen herkes hakkında
geçerlidir. Bu acele istemeye kişinin kendisi, çocukları ve akrabaları için
edip de kabul edilmesini istemediği beddualar da dâhildir. Mesela bir insanın
kızdığı zaman çocuğuna beddua etmesi, lânet okuması, kendisinin ölümü için dua
etmesi bu kabildendir. Ancak Cenâb-ı Hak, kullarına olan merhameti sebebiyle
bunlara hemen karşılık vermemekte, ertelemekte veya affetmektedir. Çünkü bu
isteklerin hemen kabulünde ve onların hemen öldürülüp helak edilmelerinde
hiçbir fayda yoktur. Kâfir iseler belki bundan sonra iman edebilirler; ya da
onların neslinden mü’min kimseler gelebilir. Günahkâr iseler tevbe edip
günahlarından vazgeçebilirler. Bu sebeple Allah onlara cezayı ulaştırmada acele
etmez. Bilakis affettiğini affeder, helakini dilediklerine mühlet tanır, onları
kendi hallerine bırakır, azgınlıkları içinde bir müddet şaşkın şaşkın bocalayıp
dururlar. Sonra da helak olurlar.
İslâmî
bir terbiye ve tezkiye tezgahından geçmemiş ham ruhlu insanın bir başka
zaafiyeti de şudur:
12. İnsan bir sıkıntıya uğradığı zaman yanı üzerine yatarken, otururken, ayakta iken devamlı bize yalvarır durur. Sıkıntısını giderdiğimiz zaman ise, kendisine dokunan o sıkıntı sebebiyle sanki bize hiç yalvarmamış gibi eski inkâr hâline döner gider. İşte ömür ve akıl sermayelerini boşa harcayıp haddi aşanlara yaptıkları şeyler böyle süslenip püslenmektedir.
İnsan,
sağlığı yerindeyken, durumu müsait iken hayatın akışına kendisini kaptırır;
hata eder, günah işler, azgınlık yapar ve ölçüleri çiğner. Allah’ın koruduğu ve
rahmetiyle kuşattığı kimselerin dışında, hiç kimse güçlü ve kuvvetliyken,
ilerde güçsüz ve zayıf düşeceğini hatırına getirmez. Bolluk zamanı insana çok
şeyi unutturur. Kendini zengin görmek, insanı azdırır. Sonra kendisini
kıskıvrak yakalayan bela sebebiyle birden boynu bükük, korkak bir zavallı
haline gelir. Hemen bol bol dua etmeye, uzun uzun niyazlarda bulunmaya başlar.
Bu zor şartlar karşısında bunalır ve sıkıntının gidip ferahın çarçabuk
gelmesini diler. Duası kabul edilip felâketten kurtulduğunda ise artık bir daha
geriye bakmaz, düşünmez ve işin sonunun nereye varacağını hesaplamaz. Daha önce
olduğu gibi tekrar dünya hayatına dalar.
Kur’an’ın
akışı, ifade safhalarını ve tesirli dokunuşlarını, gözler önüne sermeye
çalıştığı psikolojik durum ve sunmaya çalıştığı insan karakteriyle paralel ve
âhenkli biçimde ayarlamaktadır. Buna bağlı olarak felaket manzarasını âdeta
ağır çekimle, yavaş yavaş, üzerine basa basa ve uzun uzun tasvir etmektedir: “Yanı
üzerine yatarken, otururken, ayakta iken devamlı bize yalvarır durur.” (Yûnus
10/12) “Yatma” hali, insanın istirahat ettiği, dinlenmek istediği ve dua
dâhil her türlü fiilinden vazgeçtiği bir haldir. Halbuki başı dara düşen bu
kişi, sıkıntıdan kurtulmak için bu halinde bile rahatını terk edip
yalvarmaktadır. Artık diğer hallerde onu yalvarmaktan vazgeçirecek bir engel
yoktur. Zaten diğer durumlar da “otururken, ayaktayken” şeklinde peşi sıra
zikredilmekte, duanın gerçekleştiği alanlar genişletilmektedir. Zira makam,
sözü uzatma makamıdır. O kişinin yalvarışındaki kararlılığı, devamlılığı ve
ısrarı canlandırmaktadır. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, XI, 110)
Fakat zarar defedilip engel ortadan kalkınca insan,
başına gelen sıkıntıdan dolayı hiç Allah’a yalvarmamış gibi geçip gider.
Düşünmek, ibret almak ve şükretmek aklına gelmez; bunlar için zaman ayıramaz.
Hiçbir şeye aldırmadan hayatın akışına kendisini kaptırır. İşte bahsedilen bu
kötü vasıflara sahip kimseler, “müsrifler”lerdir. Çünkü bunlar esasında
hakikati bulmak, tanımak ve güzel ameller yapmak için kendilerine bahşedilmiş
olan akıl, zeka ve iradeyi, dünya zevkleri ve dünyanın geçici lezzetleri uğrunda
kötüye kullanarak, hakkın âyetlerinden gafil olarak, ebedi olan cennet
nimetlerini gelip geçici dünya hayatına feda ederek ömürlerini boş yere
harcamaktadırlar. Önceki toplumları helake sürükleyen amillerden biri budur.
Buna ilaveten diğer amilleri bildirmek üzere şöyle buyruluyor:
13. Gerçek şu ki, sizden önce gelip geçen nice nesilleri, peygamberleri kendilerine apaçık deliller getirdiği halde haksızlık ve zulümden vazgeçmedikleri ve artık imana gelme ihtimali kalmadığı için helâk ettik. Günahlara batmış inkarcı suçluları işte biz böyle cezalandırırız.
14. Sonra onların ardından nasıl davranacak neler yapacaksınız görelim diye sizi yeryüzünde onların yerine geçirdik.
Daha
önce geçen toplumların helak sebebi:
·
Peygamberleri, kendilerine apaçık deliller ve mûcizeler
getirdikleri halde onları kabul etmeyerek haksızlık yapmaları, zulme giriftâr
olmaları,
·
İnkârda ısrar edip imana hiç yanaşmamaları,
·
Fütursuzca günah işlemeleridir.
Allah
Teâlâ, helak edilen o toplumların peşinden yenilerini getirmiş, nihayet sıra
bize gelmiştir. Şu an imtihan sırası bizdedir ve nasıl amel ettiğimize
bakılmaktadır. Dünyaya getirilişimizin hedefi oyun ve eğlence değil; hür
irÂdemizle ortaya koyacağımız amellerimiz, emek ve gayretlerimizdir. Nitekim
başka âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Allah,
hanginizin daha güzel işler yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı.
Kudreti dâima üstün gelen ve günahları çok bağışlayan yalnız O’dur.” (Mülk 67/2)
“Şüphesiz
biz, insanların amel bakımından hangisinin daha güzel olduğunu deneyip ortaya
çıkaralım diye yeryüzünde bulunan her şeyi ona mahsus bir zînet ve imtihan için
bir malzeme yaptık.” (Kehf 18/7)
Buna
göre hayatta olmaktan maksat, inanıp imanı kemâle erdirmek, amelleri
güzelleştirmek, en güzel ameller yapmaya çalışmak, sonunda Allah’ın cennet ve
cemâline kavuşmaktır. Gerçek bu iken Allah’a ve âhirete imanı olmayan
münkirlerin, kendilerine okunan Kur’an âyetlerine karşı sergiledikleri şu
tavır, ne kadar ahmakça bir tavırdır:
15. Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman, öldükten sonra huzurumuza çıkacakları inanç ve beklentisi içinde olmayanlar: “Ya bize bundan başka bir Kur’an getir veya onu değiştir” derler. Onlara şunu söyle: “Benim onu kendi arzuma göre değiştirmem mümkün değildir. Ben, ancak bana vahyedilene uyarım. Ayrıca, eğer Rabbime karşı gelecek olursam, doğrusu ben, pek büyük bir günün azabından korkarım.”
Müşriklerin,
Allah Resûlü (s.a.s.)’e: “Bize Lât ve Uzzâ’ya tapmayı bırakmayı emretmeyen bir
Kur’ân getir”; “Ey Muhammed, bize, içinde senden istediklerimizin bulunduğu
başka bir Kur’ân getir” (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 270); “Eğer Allah
sana böyle bir Kur’ân indirmiyorsa sen böyle bir Kur’ân söyle veya Rabbinden
sana geleni bu şekilde değiştir; azap âyeti yerine rahmet âyetini, haram yerine
helâli, helâl yerine haramı koy” (Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, XI, 85) gibi
ileri geri konuşmaları üzerine bu âyet nâzil olmuştur.
Peygamberimizin bu saçma isteklere karşı vermesi
istenen cevap son derece açık ve nettir: Kur’ân-ı Kerîm, Peygamber’e Allah
tarafından gönderilen bir kelâmdır. Ona ne peygamberin ne de bir başka varlığın
bir müdâhale hakkı ve yetkisi vardır. Peygamberin vazifesi, sadece Rabbinden
gelen vahye tam anlamıyla uymaktır. Bunu yapmadığı zaman, geleceği kesin olan o
büyük dehşetli günün azabı, onun için de geçerlidir. O halde tek çıkar yol,
Kur’an’ı değiştirmeye kalkışmak, onu eğip bükmeye çalışmak değil, o ne diyorsa
ona göre yaşamak, bütün varlığımızla onun buyruklarına uymaktır. Peygamberimiz
(s.a.s.) böyle yapmıştır, ashâb-ı kirâm onun yolundan gitmiştir ve bize de
düşen vazife budur. Dolayısıyla Kur’an’ı en büyük nimet bilip bu nimeti bize
lütfeden Rabbimize şükrümüzü artırmalıyız. Bu bakımdan işin gerçeğine dikkat
çekerek:
16. De ki: “Eğer Allah dileseydi Kur’an’ı size okuyamazdım, Allah da onu size hiçbir surette bildirmezdi. Kaldı ki, bana vahiy gelmeden önce de aranızda bir ömür boyu yaşadım. Hâlâ aklınızı kullanıp, benim yalancı olmadığımı düşünmeyecek misiniz?”
Kur’an,
Allah Teâlâ’nın kullara en büyük rahmet tecellisidir. İnsanı da, Kur’an’a göre
yaşayarak rızâsına ermesi için yaratmıştır. Nitekim: “Rahmân, Kur’an’ı
öğretti. İnsanı yarattı. Ona anlayıp açıkça anlatmayı öğretti” (Rahmân
55/1-4) âyetleri bu gerçeği bildirir. Eğer Allah dileseydi, Peygamberlerin
Sultanı Hz. Muhammed (s.a.s.)’i bize peygamber göndermez, Kur’an’ı ona
indirmez, o da bize Kur’an’ı okumazdı. Böylece Allah da bize Kur’an’ı
bildirmemiş olurdu. Fakat bütün insanlık Kur’ân-ı Kerîm gibi büyük bir
rahmetten, aydınlatıcı, yol gösterici bir hidâyet rehberinden, ebedî bir
devletten, fert ve toplumun müzmin hastalıklarının şifa kaynağından mahrum
kalırdı. Kaybeden onu göndermeyen değil, o rahmete eremeyen insanlık olurdu. Bu
hususa dikkat çekmek üzere buyruluyor ki:
“Şimdi
siz bu ilâhî kelâmı mı küçümsüyorsunuz? Allah’ın size verdiği bu büyük nimete
teşekkür edecek yerde onu yalanlıyorsunuz.” (Vâkıa 56/81-82)
Allah
bize, nimetlerinin kadrini bilecek ve şükrünü ifâya yönelecek akıl, idrak,
niyet, azim ve gayret lutfetsin!
Hem Kur’an’ı okuyan Hz. Muhammed (s.a.s.), Mekke
toplumunun tanımadığı, bilmediği, sıradan bir insan değildir. Kur’an ona
gelmeden önce, kırk sene o toplum içinde yaşamıştır. Onun doğru sözlü ve emin
bir kimse olduğunu herkes biliyordu. Okuyup yazmadığını da biliyorlardı. Daha
önce şiir veya nesir olarak ne edebiyatla meşgul olmuş ne de şairlik ve hatiplik
taslamıştı. Kimseye tahakküm etmek, didişmek, saldırmak gibi bir özelliği hiç
görülmemişti. Yalan söylemek şöyle dursun, hakkında bir şüphe ve şâibe
uyandıracak en küçük bir davranışı bile yoktu. Herkes tarafından iffet,
doğruluk, dürüstlük, sadakat ve emânet sahibi olarak bilinen Muhammedü’l-Emîn
oydu. Hiç kimseye yalan söylemeyen o emîn ve mübârek zâtın, kalkıp Âlemlerin
Rabbi Allah adına yalan söylemesi olacak şey değildir. Onun Allah adına yalan
söylemesi mümkün olmadığı gibi, O’nun emrine karşı gelmesi veya kendisine
indirilen vahyi değiştirmesi de mümkün değildir. Aklını çalıştıran herkes bunu
kolaylıkla anlayabilir. Bu bakımdan hem Efendimiz’i hem de onu yalanlayanları
hedef alarak buyruluyor ki:
17. Allah adına yalan uydurandan veya O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim olabilir? Şu bir gerçek ki, günahlara dalmış inkârcı suçlular asla kurtuluşa eremezler.
Yalan
bir zulüm, iftira daha büyük bir zulüm, Allah adına yapılan yalan ve iftira ise
en büyük zulümdür. Allah’ın indirdiği âyetleri ve gösterdiği delilleri inkâr
etmek; onların asılsız ve yalan olduğunu söylemek de yine en büyük ve katmerli
zulümdür. Çünkü bunda biri bâtıla hak demenin, diğeri hakka bâtıl demenin
karşılığı olmak üzere iki türlü zulüm vardır. Buna göre peygamber olmadığı
halde peygamberlik taklidine kalkışmak ve Allah’a şirk koşmak büyük bir zulüm
olduğu gibi, gerçek olan Kur’ân’ı ve peygamberi inkâr etmek de büyük zulümdür.
Bunları yapandan da daha zâlim kimse olamaz. Bu şekilde zulmün zirvesine varan
yalancı, iftiracı, inkârcı suçluların kurtuluşa eremeyecekleri de muhakkaktır.
Buna rağmen:
18. Müşrikler, Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda veremeyen putlara tapıyor ve: “Bunlar, Allah yanında bizim şefaatçilerimizdir” diyorlar. De ki: “Böyle bir şey sözkonusu olacak da, Allah onu bilmeyecek, öyle mi? Yoksa siz Allah’a, göklerde ve yerde O’nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?” Şüphesiz ki Allah, onların ortak koştukları şeylerden pak ve yücedir.
Müşrikler
taştan ağaçtan yontulmuş putlara tapıyor ve bunların hem önemli dünya
işlerinde, hem de şayet müslümanların dedikleri gibi âhiret hayatı olacaksa
orada kendilerine şefaat edeceklerini söylüyorlardı. Bu düpedüz bir yalan idi
ve Allah’a, göklerde ve yerde -hâşâ- bilemediği bir şeyi öğretmeye kalkışmaktı.
Eğer ilâhlıkta Allah’a ortak olacak ve O’nun nezdinde şefaat edebilecek
varlıklar olsaydı onları herkesten önce Allah bilir ve kullarına bildirirdi.
Allah böyle bir şey bildirmediği, aksine böyle bir şey olmasının imkansızlığını
apaçık delillerle defalarca ortay akoyduğuna göre, artık bu konuda yanlış bir
düşünce taşımak bile bile sapıklığa düşmekten başka bir şeyle izah edilemez.
Şu bir gerçek ki, insan fıtratı Allah’ın birliğini
kabule uygun bir surette yaratıldığı için, şirk denilen o son derece büyük ve
çirkin günah başlangıçta yokken, bazı câhillerin hak dini tahrif etmeleri
yüzünden sonradan nüksetmiştir:
19. İnsanlar başlangıçta tevhid dînine inanan tek bir ümmetti. Sonradan ayrılık ve anlaşmazlığa düştüler. Eğer haklarındaki nihâî hükmün âhirete bırakılacağına dair daha önce Rabbinin verilmiş bir sözü olmasaydı, hiç şüphesiz anlaşmazlığa düştükleri hususlarda aralarında hüküm verilir, işleri çoktan bitirilirdi.
İnsanların
başlangıçta tek ümmet olup, sonradan ihtilafa düşmeleri hususunda şu izahlar
yapılabilir:
›
Allah Teâlâ ilk defa Âdem ve zürriyetini yarattığı zaman hepsi
aynı din ve hukuka bağlı, aralarında herhangi bir ayrılık ve çekişme olmayan
tek ümmet idiler. Hâbil ve Kâbil olayından sonra ayrılığa düştüler. İman
edenler olduğu gibi, inkâr edenler de oldu. Çeşitli inanç grupları oluşmaya
başladı ve öylece devam etti.
›
Her insan İslâm fıtratı üzere doğar; dinî sorumluluğun başladığı
bülûğ çağına kadar böyle devam eder. Bülûğa erdikten sonra bunlar ayrılığa
düşerler. Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) bu hakikati şöyle beyân
etmektedir:
“Her
doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Sonra ana-babası onu yahudi,hHıristiyan
veyam mecûsî yapar.” (Buhârî, Cenâiz 80; Müslim, Kader 20)
Allah
Teâlâ, dünya hayatında insanların inanç, amel ve diğer beşeri münâsebetler
bakımından ayrılığa düşmelerine müsaade buyurmuştur. Onların içinde hidâyete
erenler ve ermeyenler, hak yolunu tutanlar ve tutmayanlar olacaktır. Cenâb-ı
Hak bunlarla ilgili esas hükmünü âhiret gününe bırakmış olmasaydı, dünyada
aralarında hükmeder; haklıyı bırakır, haksızı hemen helak ederdi. Fakat başka
âyet-i kerîmelerden de anlaşıldığı üzere, iyilerle kötülerin arasını ayıracak
ilâhî hüküm kıyamete ertelenmiştir:
“Eğer
Allah insanları yaptıkları günahlar yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı,
yeryüzünde tek bir canlı bile bırakmazdı. Fakat Allah belirlenmiş bir vakte
kadar onlara süre tanıyor. Vâdeleri dolunca gerekeni yapacaktır. Allah,
kullarını hakkiyle görmektedir.” (Fâtır 35/45)
“Her ümmet için takdir edilmiş belli bir süre
vardır. Bu sürenin sonu geldiğinde artık onu ne bir an geciktirebilirler, ne de
bir an öne alabilirler.” (A‘râf 7/34):
20. Onlar kalkmış: “Ona Rabbinden bir mûcize indirilse ya!” diyorlar. De ki: “Gayb sadece Allah’a aittir. Geleceğin neler getireceğini yalnız O bilir. Öyleyse bekleyin bakalım; ben de sizinle beraber beklemekteyim.”
Mûcizeler,
Allah’ın varlığını ve peygamberin doğruluğunu gösteren işaretlerdir. Ancak
Allah’ın izniyle peygamber mûcize gösterebilir; kendi arzusuna göre yapamaz. Bu
sebeple münkirlerin yeni bir mûcize veya helak edici bir azap taleplerine, “bu
işin sadece Allah’a ait gaybî bir durum olduğu; dilerse bunu yapacağı,
dilemezse yapmayacağı” beyân edilmiştir.
Şimdi
de iman ve İslâm’ın huzur limanına ulaşamamış inançsız insanların bir diğer iç
yarasından bahisle şöyle buyruluyor:
21. O inançsız insanlara, başlarına gelen kıtlık ve hastalık gibi sıkıntılardan sonra bir nimet ve âfiyet tattırdığımızda, hemen âyetlerimiz hakkında bir takım hileler ve tuzaklar düşünmeye başlarlar. De ki: “Allah, o düşündüğünüz tuzakları siz onları uygulamaya koymadan başınıza geçirir.” Unutmayın ki, elçilerimiz, kurmakta olduğunuz bütün o hile ve tuzakları tek tek kaydediyorlar.
Resûlullah
(s.a.s.), Mekke müşrikleri için “Allahım! Mudar üzerine baskınını
şiddetlendir. Allahım! Yûsuf’un yedi kıtlık senesi gibi onlara kıtlık seneleri
ver” diye beddua ettiğinde yedi sene kıtlık ve sıkıntıya düçar kaldılar.
Ebu Süfyân, Peygamberimiz (s.a.s.)’e gelip: “Allah’ın bize bolluk vermesi için
dua et. Eğer bize bolluk verilirse seni tasdik edeceğiz” dedi. Resûlullah
(s.a.s.) dua etti. Bunun üzerineyağmur yağdı, suya kavuştular. Fakat yine de
iman etmediler. Bu olayla ilgili olarak bu âyet nâzil oldu. (İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-mesîr,
IV,17)
Âyetin iniş sebebi bu olmakla beraber, esas
hedefinin, bolluk zamanlarında şımarıp ilâhî âyet ve işaretlerin hakkını
vermeyen, Allah’ın hükümlerini küçümseyen umûmî mânada bütün nankör isyankârlar
olduğunda şüphe yoktur. Onların, Allah’ın âyetleri hakkında ortaya koydukları
bir takım hile ve kötü düşüncelerden maksat; gelen iyiliğin putlardan geldiğini
söylemeleri, mûcizeleri alaya alıp yalanlamaları, sıkıştıklarında Allah’a
sığınıp bir daha kötülük yapmayacaklarına söz verdikleri halde selâmete erince
tekrar haksızlık ve günaha dönmeleri gibi durumlardır. Bu hâlin güzel bir
misâli verilmek üzere buyruluyor ki:
22. Sizi karada ve denizde gezdiren O Allah’tır. Bindiğiniz gemi, tatlı bir rüzgârla yolcuları alıp götürürken herkes büyük bir neşe içinde sevinir. Derken şiddetli bir fırtına kopup, dalgalar kendilerini her yandan sarınca ve dalgalarla iyice kuşatıldıklarını anlayınca, bütün samimiyetleriyle Allah’a yönelerek: “Eğer bizi bu felâketten sağ sâlim kurtarırsan hiç şüphesiz artık şükredenlerden olacağız” diye yalvarıp yakarırlar.
Bu
ayetler, bir önceki âyette temas edilen insanın darlık ve zorlukta sergilediği
davranışlarını canlı bir misalle açıklamaktadır. Bu misal, birbirini takip eden
gayet canlı ve hareketli sahneler halinde takdim edilmektedir:
Birinci
sahne: Gökleri, yeri ve bu ikisi arasında bulunan her şeyi yaratan ve yöneten
Allah Teâlâ olduğu gibi insanları karada ve denizde gezdiren; onlara hem karada
hem denizde hareket edebilme güç ve kabiliyetini veren; bütün engelleri
kaldırarak ister yürüyerek ister binitli bir şekilde gezmelerine imkân sağlayan
Allah’tır.
İkinci
sahne: Limanda bir gemi ve yolcular o gemiye doluşuyor, birer birer yerlerine
oturuyorlar. Gemi doluyor, halatlar çözülüyor ve yavaş yavaş iskeleden
uzaklaşıp denizin ortasına doğru süzülmeye başlıyor. Yalnız burada kullanılan
ifadede dikkat çekici bir durum var: Geminin içinde bulunanlar da biziz, onun
ve içindekilerin akibetini sahilden izleyenler de biziz.[1]
Hava güzel, rüzgârın esişi güzel, manzara güzel; insanlar keyiflerinden
neş’eleniyorlar, seviniyorlar. Fakat işin tuhaf tarafı, hiç birinin aklına
Allah gelmiyor. Ancak O’nun izniyle geminin su üzerinde durduğunu, ancak O’nun
isteğiyle rüzgârın estiğini ve bütün bunların O’nun bir nimeti olduğunu kimse
düşünmüyor. Tam mânasıyla gâfil bir zümre!
Üçüncü
sahne: Gemi ve içindekiler rahat bir şekilde yolculuklarına devam ederken hemen
ânî ve müthiş bir fırtınanın kopup derhal gemiye ulaştığını görüyoruz.
Fırtınanın tesiriyle oluşan dağlar gibi dalgalar gemiye ve içindekilere hücum
ediyor; geminin düzeni bozuluyor, yatıyor, kalkıyor. Dalga vurdukça
derinliklere gömülür gibi oluyor; iniyor çıkıyor. Evet şimdi o müthiş
fırtınanın önünde ve o son derece büyük ve şiddetli dalgaların arasındaki
geminin hazîn durumunu izliyoruz. Gemi bu halde olursa, içindeki yolcuların
halinin ne olduğunu tasavvur etmek gerekir! Şimdi gözümüzün önüne denizde
çalkanan bu geminin içindeki zavallı yolcular geliyor: Hepsi feryat içindeler;
az önce seyrettiğimiz keyifli ve neşeli hallerinin zerresi bile yok! Bu neş’e,
yerini bütünüyle korku ve dehşete terk etmiş durumdadır. Herbiri yerinden
fırlamış, bağrışıp çağrışıyor; dalgalarla çepeçevre kuşatıldıklarını,
kurtuluşun mümkün olmadığını anlıyorlar. Son derece zayıf, güçsüz, aciz ve
çaresiz olduklarını iliklerine kadar hissediyorlar. İşte ancak bu müthiş
hercümerc içinde gönüllerde katmerleşen kirler sıyrılıyor, fıtratı selîme açığa
çıkıyor, kalp silkinerek iğrenç tasavvurların kalıntılarından kurtuluyor ve
selîm fıtrattan tevhîd fışkırıyor. Her şeyi bırakıp ihlâsla; içtenlikle Allah’a
sarılıyorlar: “Eğer bizi bu felâketten sağ sâlim kurtarırsan hiç şüphesiz
artık şükredenlerden olacağız. Ne olur Allahım bizi kurtar. Senden başka
bizi kurtaracak kimse yok!” Şimdi biz bu yolcuların kalplerinin tâ
derinliklerinden gelen bir âhü enînle Rablerine yalvarışlarını, kurtuluş
ümitlerini O’na bağlayışlarını; ihlas ve samimiyetle şükredenlerden
olacaklarına dâir Allah’a söz verişlerini seyrediyor ve dinliyoruz.
Dördüncü
sahne: Onların bu samimi yalvarışları dergâh-ı izzete ulaşıyor ve kabule şâyan
olup hemen neticesini veriyor. Fırtına diniyor, dalgalar kesiliyor ve deniz
sakinleşiyor. Yolcular, nefesleri içlerine sığmazken artık rahat rahat nefes
alabiliyorlar. Uçacak gibi olan kalpleri sükûnet buluyor. Gemi emniyetle sahile
yanaşıyor, yolcular boğulup mahvolmadıklarından ve hayatta olduklarından emin,
korkusuzca karaya ayak basıyorlar. Fakat karaya ayak basar basmaz birden olan
biten her şeyi unutuyorlar. Tabi bununla birlikte Allah’ı da unutuyorlar. Sanki
başlarına hiçbir şey gelmemiş, sanki hiçbir sıkıntıya uğramamış ve sanki
Allah’a hiç yalvarmamış gibi, hiç ara vermeksizin hemen azgınlığa, taşkınlığa
ve haksızlığa başlıyorlar. İşte insanın gerçek yapısı budur. “Nisyan” kökünden
unutkan, “üns” kökünden ise, başından geçenleri bir kenara bırakıp içinde
bulunduğu durumla ünsiyet eden, kaynaşan bir yapıya sahiptir. Allah Teâlâ, bu
vasfımızı böyle dikkat çekicic bir örnekle hatırlatarak bizlerden dâimâ
dalgaların sarsıntıları arasında gemide bulunup kurtuluş için Allah’a yalvaran
insanların o anda sahip oldukları ihlâs, samimiyet ve tevhid şuurunu
istemektedir.
Son
sahne: Bu misâl, kıyamete kadar bütün insan gruplarının hâlini kuşatacak bir
özelliktedir. Bu yüzden Allah Teâlâ bütün insanlara hitap ederek yaptıkları
taşkınlıkların hep kendi aleyhlerinde olduğunu bildiriyor. Belki bu
taşkınlıkları sebebiyle fani dünyada geçici bazı menfaatler elde edebilirler.
Bu ise aldatıcı bir menfaattir. Sonra ister istemez mecburi olarak Allah’a dönecekler,
O da bütün yaptıklarını kendilerine haber verecektir. İşledikleri yanlışları
orada anlayacaklar ama artık iş işten geçmiş olacaktır.
Sonsuz cennet nimetlerini kaybetme pahasına inkârcıların taparcasına gönül kaptırdığı şu dünya zevklerinin, âhiret nimetlerine nispetle yok denecek kadar değersiz olduğunu çok etkili bir misalle açıklamak üzere buyruluyor ki:
[1] Âyette, “Bindiğiniz gemi...”
buyurulduktan sonra, “O gemiler hoş bir rüzgarla بكم (bikum): sizinle birlikte akıp
gittikleri...” denmeyip, بِهِمْ (bihim) “onlarla birlikte” buyrularak
hitaptan gaibe bir geçiş yapılmıştır. Bunun da gayesi şudur: Her insan içinde
bulunduğu durumu iyice düşünüp tartamaz. Bu bakımdan yapılan bu geçişte hem
muhataplara, kendi hallerini soyutlayıp karşıdan bakar gibi seyrettirmek ve
düşündürmek, hem de bunların hallerini başkalarına hatırlatıp seyrettirmek için
gayet ince bir tasvir sanatı bulunmaktadır. (Fahreddin er-Râzi, Mefâtîhu’l-gayb,
XVII, 69; Elmalılı, Hak Dini, IV, 2699)
23. Allah kendilerini o felâketten kurtarınca da, yine yeryüzünde haksız yere taşkınlık ve tecâvüze başlarlar. Ey insanlar! Taşkınlığınız ancak kendinize zarar verecektir. Bununla sadece dünya hayatının menfaatini elde edersiniz. Ama sonunda dönüşünüz bize olacak ve o zaman bütün yaptıklarınızı size haber vereceğiz.
Bu ayetler, bir önceki âyette temas edilen insanın darlık ve zorlukta sergilediği davranışlarını canlı bir misalle açıklamaktadır. Bu misal, birbirini takip eden gayet canlı ve hareketli sahneler halinde takdim edilmektedir:
Birinci sahne: Gökleri, yeri ve bu ikisi arasında bulunan her şeyi yaratan ve yöneten Allah Teâlâ olduğu gibi insanları karada ve denizde gezdiren; onlara hem karada hem denizde hareket edebilme güç ve kabiliyetini veren; bütün engelleri kaldırarak ister yürüyerek ister binitli bir şekilde gezmelerine imkân sağlayan Allah’tır.
İkinci sahne: Limanda bir gemi ve yolcular o gemiye doluşuyor, birer birer yerlerine oturuyorlar. Gemi doluyor, halatlar çözülüyor ve yavaş yavaş iskeleden uzaklaşıp denizin ortasına doğru süzülmeye başlıyor. Yalnız burada kullanılan ifadede dikkat çekici bir durum var: Geminin içinde bulunanlar da biziz, onun ve içindekilerin akibetini sahilden izleyenler de biziz.[1] Hava güzel, rüzgârın esişi güzel, manzara güzel; insanlar keyiflerinden neş’eleniyorlar, seviniyorlar. Fakat işin tuhaf tarafı, hiç birinin aklına Allah gelmiyor. Ancak O’nun izniyle geminin su üzerinde durduğunu, ancak O’nun isteğiyle rüzgârın estiğini ve bütün bunların O’nun bir nimeti olduğunu kimse düşünmüyor. Tam mânasıyla gâfil bir zümre!
Üçüncü sahne: Gemi ve içindekiler rahat bir şekilde yolculuklarına devam ederken hemen ânî ve müthiş bir fırtınanın kopup derhal gemiye ulaştığını görüyoruz. Fırtınanın tesiriyle oluşan dağlar gibi dalgalar gemiye ve içindekilere hücum ediyor; geminin düzeni bozuluyor, yatıyor, kalkıyor. Dalga vurdukça derinliklere gömülür gibi oluyor; iniyor çıkıyor. Evet şimdi o müthiş fırtınanın önünde ve o son derece büyük ve şiddetli dalgaların arasındaki geminin hazîn durumunu izliyoruz. Gemi bu halde olursa, içindeki yolcuların halinin ne olduğunu tasavvur etmek gerekir! Şimdi gözümüzün önüne denizde çalkanan bu geminin içindeki zavallı yolcular geliyor: Hepsi feryat içindeler; az önce seyrettiğimiz keyifli ve neşeli hallerinin zerresi bile yok! Bu neş’e, yerini bütünüyle korku ve dehşete terk etmiş durumdadır. Herbiri yerinden fırlamış, bağrışıp çağrışıyor; dalgalarla çepeçevre kuşatıldıklarını, kurtuluşun mümkün olmadığını anlıyorlar. Son derece zayıf, güçsüz, aciz ve çaresiz olduklarını iliklerine kadar hissediyorlar. İşte ancak bu müthiş hercümerc içinde gönüllerde katmerleşen kirler sıyrılıyor, fıtratı selîme açığa çıkıyor, kalp silkinerek iğrenç tasavvurların kalıntılarından kurtuluyor ve selîm fıtrattan tevhîd fışkırıyor. Her şeyi bırakıp ihlâsla; içtenlikle Allah’a sarılıyorlar: “Eğer bizi bu felâketten sağ sâlim kurtarırsan hiç şüphesiz artık şükredenlerden olacağız. Ne olur Allahım bizi kurtar. Senden başka bizi kurtaracak kimse yok!” Şimdi biz bu yolcuların kalplerinin tâ derinliklerinden gelen bir âhü enînle Rablerine yalvarışlarını, kurtuluş ümitlerini O’na bağlayışlarını; ihlas ve samimiyetle şükredenlerden olacaklarına dâir Allah’a söz verişlerini seyrediyor ve dinliyoruz.
Dördüncü sahne: Onların bu samimi yalvarışları dergâh-ı izzete ulaşıyor ve kabule şâyan olup hemen neticesini veriyor. Fırtına diniyor, dalgalar kesiliyor ve deniz sakinleşiyor. Yolcular, nefesleri içlerine sığmazken artık rahat rahat nefes alabiliyorlar. Uçacak gibi olan kalpleri sükûnet buluyor. Gemi emniyetle sahile yanaşıyor, yolcular boğulup mahvolmadıklarından ve hayatta olduklarından emin, korkusuzca karaya ayak basıyorlar. Fakat karaya ayak basar basmaz birden olan biten her şeyi unutuyorlar. Tabi bununla birlikte Allah’ı da unutuyorlar. Sanki başlarına hiçbir şey gelmemiş, sanki hiçbir sıkıntıya uğramamış ve sanki Allah’a hiç yalvarmamış gibi, hiç ara vermeksizin hemen azgınlığa, taşkınlığa ve haksızlığa başlıyorlar. İşte insanın gerçek yapısı budur. “Nisyan” kökünden unutkan, “üns” kökünden ise, başından geçenleri bir kenara bırakıp içinde bulunduğu durumla ünsiyet eden, kaynaşan bir yapıya sahiptir. Allah Teâlâ, bu vasfımızı böyle dikkat çekicic bir örnekle hatırlatarak bizlerden dâimâ dalgaların sarsıntıları arasında gemide bulunup kurtuluş için Allah’a yalvaran insanların o anda sahip oldukları ihlâs, samimiyet ve tevhid şuurunu istemektedir.
Son sahne: Bu misâl, kıyamete kadar bütün insan gruplarının hâlini kuşatacak bir özelliktedir. Bu yüzden Allah Teâlâ bütün insanlara hitap ederek yaptıkları taşkınlıkların hep kendi aleyhlerinde olduğunu bildiriyor. Belki bu taşkınlıkları sebebiyle fani dünyada geçici bazı menfaatler elde edebilirler. Bu ise aldatıcı bir menfaattir. Sonra ister istemez mecburi olarak Allah’a dönecekler, O da bütün yaptıklarını kendilerine haber verecektir. İşledikleri yanlışları orada anlayacaklar ama artık iş işten geçmiş olacaktır.
Sonsuz cennet nimetlerini kaybetme pahasına inkârcıların taparcasına gönül kaptırdığı şu dünya zevklerinin, âhiret nimetlerine nispetle yok denecek kadar değersiz olduğunu çok etkili bir misalle açıklamak üzere buyruluyor ki:
[1] Âyette, “Bindiğiniz gemi...” buyurulduktan sonra, “O gemiler hoş bir rüzgarla بكم (bikum): sizinle birlikte akıp gittikleri...” denmeyip, بِهِمْ (bihim) “onlarla birlikte” buyrularak hitaptan gaibe bir geçiş yapılmıştır. Bunun da gayesi şudur: Her insan içinde bulunduğu durumu iyice düşünüp tartamaz. Bu bakımdan yapılan bu geçişte hem muhataplara, kendi hallerini soyutlayıp karşıdan bakar gibi seyrettirmek ve düşündürmek, hem de bunların hallerini başkalarına hatırlatıp seyrettirmek için gayet ince bir tasvir sanatı bulunmaktadır. (Fahreddin er-Râzi, Mefâtîhu’l-gayb, XVII, 69; Elmalılı, Hak Dini, IV, 2699)
24. Dünya hayatının misâli şudur: Bir yağmur, onu gökten indiririz. İnsanların ve hayvanların yiyip istifade ettikleri yeryüzü bitkileri o yağmuru emerek boy atıp gürleşir, sarmaş dolaş olur. Derken yeryüzü bütün takılarını takınıp, regârenk süslenerek olanca güzelliğiyle göz kamaştırır hâle gelir. Orayı ekip biçenler bütün bunların kendi güçlerinin eseri olduğuna ve artık onun ürünlerini toplama zamanı geldiğine inandıkları sırada, bir gece vakti veya gündüz oraya azap emrimiz gelir; sanki dün orada hiçbir şey yokmuş gibi, her şeyi kökünden biçiveririz. İşte, sistemlice düşünüp ibret alacak kimseler için âyetleri böyle ayrıntılarıyla açıklıyoruz.
Bu
âyette fânîliği, sonluluğu, değersizliği ve kendisinden elde edilen menfaat ve
zevklerin son derece kısa süreli oluşu itibariyle dünya hayatının bir misâli
verilir. Bu hakikat, insanların devamlı müşâhede ettikleri ve azıcık bir
tefekkürle mâhiyetini derhal anlayabilecekleri canlı bir tabiat manzarasıyla
dikkatlere sunulur. Şöyle ki:
Gökten
indirilen yağmur vesilesiyle yerde insanların ve hayvanların yiyecekleri türlü
türlü bitkiler yeşerir, yeryüzü süslenir, güzelliğin kemâline erişir,
yeşillenir ve şenlenir. Her alanda gürleşmiş bitkiler ve ürünler kendini
gösterir. Bu, gerçekten göz alıcı ve gönül okşayıcı mükemmel bir manzaradır. Bu
manzara karşısında o tarlaların, bağların ve bahçelerin sahipleri çok
sevinirler; bu ürünleri devşirmenin, yemenin ve satıp kâr etmenin hesabını
yaparlar. Onlar böyle bir umit ve beklenti içinde iken gece veya gündüzün
herhangi bir saatinde Allah’ın emriyle ansızın çıkan dondurucu bir kasırga veya
sel gibi bir felaket bütün o bitkileri ve ürünleri kökünden söker, atar, yok
eder. O yer, sanki dün o bitkilerle hiç yeşillenmemiş, süslenmemiş ve
şenlenmemiş gibi olur.
İşte
dünya hayatı da böyle kısa süren bir bahar mevsimine benzer. İnsan gençlik
çağına gelir, kuvvet kazanır, hiç ölmeyeceğini sanır. Birdenbire ölüm gelir; o
kuvvetli, canlı bedeni deviriverir, sanki o kimse hiç yokmuş gibi olur. Bu
sebeple şâir Vedâdî şu nasihatta bulunur:
“Gel
çekme cihân kaydını devrân bile kalmaz,
Kan
ağlama çok, dîde-i giryân bile kalmaz.
Gül
vakti geçer, seyr-i gülistân bile kalmaz.
Her
lahza gönül hürrem ü handân bile kalmaz.”[1]
Bu
âyet-i kerîmede ayrıca iman ve sâlih amellerle tezyin edilmiş ruhun küfür ve
günahlarla harap edileceğine de işaret vardır. Çünkü küfür, insan ruhunun bütün
güzelliklerini mahveden dondurucu bir kasırga gibidir. İman ve güzel
davranışlar insan ruhunu süslerken, kalpte esen küfür rüzgârı o güzelliklerin
hepsini silip götürür.
İşte
dünya böyle hem müspet hem menfi olayların vuku bulduğu, belli bir kararı
olmayan fanilik mekanıdır. Bugün her şey yolundayken yarın hangi süprizlerin
çıkacağı bilinemez. Bu sebeple Yüce Allah dünyanın oyunlarına karşı uyarmakta
ve bizi hiçbir olumsuz süprizin yaşanmadığı ebedî esenlik diyarına
çağırmaktadır:
[1] Dîde-i giryân:
Ağlayan göz. Seyr-i gülistân: Gül bahçesini seyretmek. Hürrem ü
handân: Güleç, sevinçli, neşeli.
25. Allah, kullarını her bakımdan emniyet ve esenlik yurduna dâvet eder ve kimi dilerse onu doğru yola eriştirir.
Cennetin
isimlerinden biri دَارُ السَّلَامِ (Dâru’s-Selâm)dır. Ona bu ismin verilmesi,
oraya girenlerin, her türlü âfet ve musibetten selâmete ermesinden ötürüdür.
Cennetin başı ihsan, ortası rızâ, sonu da Hakk’a kavuşmaktır. Cennet aynı
zamanda selâmlaşma yurdudur. Çünkü orada Allah kullarına selâm verir, melekler
de selâm verir, kendi aralarında da hep selâmlaşır dururlar. Nitekim âyet-i
kerîmede şöyle buyrulur:
“Cennetlikler
orada ne bir boş, mânasız laflar işitirler, ne de günaha sokacak bir söz.
Sadece, “Selam size ey cennetlikler, selâm!” sözünü duyarlar.” (Vâkıa
56/25-26)
İnsan,
dünyada bile davet eden şahıs ve davet edildiği yere göre bir hazırlık yapar;
ona göre giyinir kuşanır ve ona göre hediyesini alır. Davet sahibi Cenâb-ı Hak,
davet edilen yer de cennet olunca, oraya nasıl bir hazırlıkla gitmek lâzım
geldiğini düşünmek gerekir.
Allah’ın
dilediğini eriştirdiği dosdoğru yol, her türlü esaslarını Kur’ân-ı Kerîm ve
Sünnet-i Seniyye’nin belirlediği İslâm yoludur. İşte selâmet diyârına
ulaştıracak yol budur. Felâketlerle dolu dünya hayatında bu yolda yürümeyi
başaranlar, felâketlerden uzak cennet yurduna ulaşabileceklerdir.
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.) bu dosdoğru yolu bir temsille şöyle anlatır:
“Bir
yol var; yolun iki kenarında kapıları açık iki duvar var; kapıları üzerinde ise
perdeler var. Yolun başında bir davetçi, onun üzerinde de ikinci bir davetçi: “Allah,
kullarını her bakımdan emniyet ve esenlik yurduna davet eder ve kimi dilerse
onu doğru yola eriştirir” diye seslenir. Yolun iki kenarındaki kapılar
Allah’ın koyduğu yasaklardır. Bir kimse perdeyi kaldırmadan Allah’ın koyduğu
yasakları çiğnemez. Yolun başındaki davetçinin üzerindeki ikinci davetçi
Rabbinin vâizi olan vicdandır” Tirmizî, Emsâl 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 183)
İnsan, Allah ve Peygamber’in davetine kulak verip
onların belirlediği çerçevede ve temiz vicdanının da gösterdiği istikamette
hareket ederse ebedî selamet diyarına erişir. Orada:
26. İyi ve güzel işler yapan mü’minlere mükâfatların en güzeli ve bir de tahmin edemeyeceğiniz fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir karalık bulaşır, ne de yüzlerini aşağıya eğdirecek bir zillete maruz kalırlar! Onlar cennetin yârân ve yoldaşlarıdırlar; orada ebedî kalacaklardır.
27. Kötülük işleyenlere gelince, ancak işledikleri kötülüğün cezası neyse onu görürler. Onların yüzlerini bir utanç ve aşağılık duygusu kaplar. Allah’ın azabına karşı onları koruyacak hiç kimse yoktur. Yüzleri sanki kapkaranlık gece parçaları içine gömülmüş gitmiştir. Bunlar da cehennemin yoldaşıdırlar ve orada ebedî kalacaklardır.
Yaptığı
işi iyi, güzel ve kaliteli yapanlar dünya hayatında da başarılı olurlar.
Kendilerine değer verilir, yaptıkları takdir edilir, eğer ticâretle
uğraşıyorlarsa bol kazanç elde ederler. Güzel bir kulluk hayatı, haram ve helâl
hassâsiyeti insanın dünyada da mutlu ve huzurlu bir hayat sürmesine yardımcı
olur. Âhirette ise Cenâb-ı Hak, imanla birlikte yaptığını güzel yapanlara
mükâfâtın en güzelini verecek ve zamanla bu mükâfâtı daha da artıracaktır.
Mükâfatlar sonsuza değin artarak devam edecektir.
Allah
Resûlü (s.a.s.), âyette geçen اَلْحُسْنٰى
(hüsnâ)yı cennet, زِيَادَةٌ (ziyâde)yi ise
Allah’ı görmek olarak şöyle tefsir etmiştir:
“Cennetlikler
cennete girdikten sonra, şanı yüce ve mübârek olan Allah şöyle buyuracak: «Size
daha fazlasını vermemi istediğiniz bir şey var mı?» Onlar: «Yüzlerimizi
ağartmadın mı, bizi cennete koymadın mı, cehennem ateşinden korumadın mı?»
diyecekler. Bunun üzerine yüce Allah hicabı açacak. Onlara aziz ve celil olan
Rabblerine bakmaktan daha çok sevdikleri bir şey verilmiş olmayacaktır.” Bir
rivayete göre Efendimiz (a.s.), bu açıklamadan sonra: “İyi ve güzel işler
yapan mü’minlere mükâfatların en güzeli ve bir de tahmin edemeyeceğiniz fazlası
vardır” (Tevbe 9/26) âyetini okumuştur. (Müslim, İman 297, 298; Tirmizî,
Cennet 16)
Cennetliklerin
yüzleri aydınlık ve parlak olacak; onlar herhangi bir zillet ve aşağılık hissi
içinde olmayacaklardır. Akıbetlerinden emin, huzurlu ve rahat bir halde
bulunacaklardır. Dünyada günah fiiller işlediklerinden ötürü cehenneme girecek
olanları ise mahşerde müthiş bir zillet, bayağılık ve perişanlık kaplayacaktır.
Yaptıklarına duydukları pişmanlığın derin izleri yüzlerine yansıyacaktır. Onları
Allah’ın azabından hiç kimse kurtaramayacaktır. Yüzleri ise karanlık gecenin
parçalarına bürünmüş gibi simsiyah olacaktır. Bu hususu izah eden diğer âyet-i
kerîmelerde şöyle buyrulur:
“O
kıyâmet gününde bir kısım yüzler pırıl pırıl parlayacak; bir kısım yüzler de
kederden simsiyah kesilecektir. Yüzleri simsiyah olanlara: «İmanınızdan sonra
tekrar küfre sapmıştınız, değil mi? O halde küfür üzere yürüyüp durmanız
sebebiyle tadın bakalım bu azabı!» denilecek. Yüzleri pırıl pırıl olanlara
gelince, onlar hep Allah’ın rahmetinin tecelli ettiği cennette olacak ve orada
ebedî kalacaklardır.” (Âl-i İmrân 3/106-107)
“Yüzler
vardır o gün pırıl pırıldır. Güleçtir, sevinçlidir. Kimi yüzler de o gün toza
toprağa bulanmıştır. Onları karanlık bürümüştür. Onlar Allah’ın sınırlarını
aşıp günaha dadanmış kâfirlerdir.” (Abese 80/38-42)
Bunlardan
sonra söz müşriklere intikal ettirilerek, dehşetli mahşer meydanından şirkin
asılsızlığını belgeleyen acı bir manzara takdim ediliyor:
28. O gün onların hepsini huzurumuzda bir araya toplayacağız; sonra da Allah’a şirk koşanlara: “Siz de, ortak koştuklarınız da haydin yerlerinize!” diyeceğiz. Böylece, her birini lâyık olduğu yere koyup aralarını tam olarak ayıracağız. Kendilerine tanrı diye taptıkları şeyler onlara şöyle diyecek: “Aslında siz bize tapmıyordunuz.”
29. “Allah da aramızda şâhittir ki, sizin bize taptığınızdan hiç mi hiç haberimiz yoktu.”
30. Orada herkes daha önce yaptığının imtihanını verecek ve gerçek sahipleri olan Allah’ın huzuruna çıkarılacaklar. Tanrı diye uydurdukları şeyler ise onları yüzüstü bırakarak ortadan kaybolup gidecektir.
İyi
veya kötü amel sahibi herkes, hesap vermek üzere mahşer yerinde bir araya
toplanacak. Bu sırada müşrikler ve onların ortak koştukları putlar, birbirinden
tamâmen ayrılarak âdeta hâkimin huzurundaki davacı ve davalılar gibi karşı
karşıya getirilecek ve aralarında bir kısım konuşmalar geçecek. Burada sadece
Allah’a ortak koşulan putların, ortak koşanlara söyleyecekleri sözlere yer
verilmektedir. O da şudur:
“Siz
gerçekte bize değil, kendi arzularınıza kulluk yaptınız. Çünkü biz kulluğa
layık varlıklar değiliz; böyle bir hakkımız ve iddiamız yoktur. Allah şâhit ki,
bize taptığınızın asla farkında bile değiliz; bu konuda herhangi bir haberimiz
de yoktur. Demek siz, bizim hiç haberimiz olmadan, kendi hayal ve vehminize
dayanarak bir kısım putlar edindiniz, onlara perestij ettiniz, önlerinde eğilip
kalktınız, adlarına kurbanlar kestiniz. Bunların hiç birinin doğru olmadığını
şimdi çok iyi anladınız.”
İşte
inceden inceye hesabın yapıldığı o gün orada her bir nefis dünyada
yaptıklarının imtihanını verecek, onların iç yüzünü görecek, değerini bilecek,
iyi veya kötü tatlarını tadacak, faydalı mı zararlı mı olduğunu anlayacaktır.
Allah’tan başka taptığı putların hiçbir işe yaramadığını ayan beyân görecektir.
Bütün insanlar hakiki tek ilâh olan Allah’ın huzuruna döndürülecek; o uydurma
ilâhların hepsi kaybolup gideceklerdir. Hakikat bütün ihtişamıyla ortaya
çıkacak, bâtıl yok olacaktır.
Öyleyse ey Rasûlüm ve ey müslümanlar, Allah’ın
birliğini ve hâkimiyetini reddederek adım adım bu korkunç âkıbete doğru
sürüklenen inkârcıları şu sorularla uyarın:
31. Onlara şunu sor: “Size gökten ve yerden rızık veren kim? O kulaklara ve gözlere hükmeden kim? Ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkaran kim? Kâinattaki bütün işleri çekip çeviren, bütün varlığı yöneten kim? Hepsi, “Allah!” diye cevap verecektir. “Öyleyse şu gittiğiniz yanlış yolun âkibetinden korkup Allah’a karşı gelmekten sakınmayacak mısınız?” de.
Bu
âyet-i kerîmelerin hedefi, müşriklerin yanlış inançlarını reddetmek, onlara
karşı delil ortaya koymak, böylece tevhidin hak, şirkin ise bâtıl olduğunu
ispat etmektir. Gerçekten müşrikler bile kendilerini gökten ve yerden
rızıklandıranın; bir et parçasından ibaret olan kulağa işitme, bir yağ
parçasından ibaret olan göze görme özelliği verenin; ölü olan nutfe, toprak,
tohum ve yumurta gibi şeylerden insan, bitki ve kuş gibi canlıları çıkaranın;
aynı şekilde canlıdan da nutfe, tohum, yumurta gibi cansız varlıkları meydana
getirenin; kâinattaki bütün işleri idâre edenin Allah olduğunu biliyorlardı.
Bütün bunları kimin yaptığı sorulunca da “Allah” diye cevap veriyorlardı. Buna
rağmen yine de bir kısım varlıkları Allah’a ortak koşmaktan ve şirke
bulaşmaktan geri durmuyorlardı. Bu durumda olanlara, hakiki tevhide yönelip
günahlardan sakınmaları ve Allah’ın azabından korkmaları önerilmektedir. Çünkü,
ileri sürülen delillerden de anlaşıldığı üzere, insanların gerçek Rabbi
şüphesiz Allah’tır. O’na koşulan ortakların hiçbir rablik ve ilâhlık özelliği
yoktur. Dolayısıyla gerçek ilâh olan Allah’a imanın ve sadece O’na ibâdetin
terk edilmesinden sonra geriye sapıklıktan başka bir şey kalmaz. Buna rağmen
Allah’a kulluğu terk edip şirke sapmak, doğrusu şaşılacak bir durumdur; akl-i
selimle bağdaşacak bir şey değildir.
Bakalım,
bu tür kimseler hakkında kesinleşen ilâhî hüküm nedir:
32. İşte sizin gerçek Rabbiniz, bütün bunları yapan Allah’tır. Gerçeğin ötesinde sapıklıktan başka ne vardır? O halde nasıl oluyor da doğru yoldan çevriliyorsunuz?
Bu
âyet-i kerîmelerin hedefi, müşriklerin yanlış inançlarını reddetmek, onlara
karşı delil ortaya koymak, böylece tevhidin hak, şirkin ise bâtıl olduğunu
ispat etmektir. Gerçekten müşrikler bile kendilerini gökten ve yerden
rızıklandıranın; bir et parçasından ibaret olan kulağa işitme, bir yağ
parçasından ibaret olan göze görme özelliği verenin; ölü olan nutfe, toprak,
tohum ve yumurta gibi şeylerden insan, bitki ve kuş gibi canlıları çıkaranın;
aynı şekilde canlıdan da nutfe, tohum, yumurta gibi cansız varlıkları meydana
getirenin; kâinattaki bütün işleri idâre edenin Allah olduğunu biliyorlardı.
Bütün bunları kimin yaptığı sorulunca da “Allah” diye cevap veriyorlardı. Buna
rağmen yine de bir kısım varlıkları Allah’a ortak koşmaktan ve şirke
bulaşmaktan geri durmuyorlardı. Bu durumda olanlara, hakiki tevhide yönelip
günahlardan sakınmaları ve Allah’ın azabından korkmaları önerilmektedir. Çünkü,
ileri sürülen delillerden de anlaşıldığı üzere, insanların gerçek Rabbi
şüphesiz Allah’tır. O’na koşulan ortakların hiçbir rablik ve ilâhlık özelliği
yoktur. Dolayısıyla gerçek ilâh olan Allah’a imanın ve sadece O’na ibâdetin
terk edilmesinden sonra geriye sapıklıktan başka bir şey kalmaz. Buna rağmen
Allah’a kulluğu terk edip şirke sapmak, doğrusu şaşılacak bir durumdur; akl-i
selimle bağdaşacak bir şey değildir.
Bakalım,
bu tür kimseler hakkında kesinleşen ilâhî hüküm nedir:
33. Rabbinin, doğru yoldan çıkanlar hakkında verdiği: “Onlar artık iman etmezler!” hükmünün doğruluğu böylece gerçekleşmiş bulunuyor.
Doğru
yoldan sapıp, isyan ve günahkârlıkta ısrar edenler, fasıklığı artık kesinlik
kazanmış olanlar, küfürde inatla direnenler, yalnız amelî mânada değil, itikâdî
mânada da fâsık olmuş olanlar, bu durumlarını devam ettirdikleri ve bundan
vazgeçmedikleri takdirde iman nimetinden mahrum kalacaklardır. Bu, Allah’ın
değişmez bir kanunudur.
Müşriklere yönlendirilen diğer bir soru şudur:
34. De ki: “Allah’a ortak tanıdıklarınız arasında, varlığı yoktan yaratacak ve ölümünden sonra onu yeniden diriltecek biri var mı?” De ki: “Tüm varlığı ilk defa Allah yaratır; sonra onları yeniden diriltir. O halde nasıl oluyor da akıllarınız çelinip bâtıl sevdâlar peşinde koşturuluyorsunuz?”
Yaratmayı
başlatan, varlıkların asıllarını yoktan yaratan, onlara şekil ve suretlerini
veren, sonra biçimlerini bozup yeniden yaratan, yeniden şekil veren Allah’tır.
Allah’ın ilk kez yaratıp, sonra yaratmasını tekrar etmesi, bu dünya hayatında da
her an devam etmektedir. Kâinat durdukça da Allah’ın yaratması ve bunu
tekrarlaması devam edecektir. Âhirette ise canlıları yeniden yaratacaktır.
Hakikat buyken Allah Teâlâ müşrikleri susturmak ve gerçeği kabule mecbur etmek
için: “Allah’a ortak tanıdıklarınız arasında, varlığı yoktan yaratacak ve
ölümünden sonra onu yeniden diriltecek biri var mı?” (Yûnus 10/34) diye
sormakta, yine cevap olarak da bunu Allah’tan başkasının yapmasının mümkün
olmadığını beyân etmektedir. O halde putlara değil, yalnızca O’na kulluk etmek
gerekir.
Bir de:
35. Şöyle sor: “Allah’a ortak tanıdıklarınız arasında doğru yola ulaştıran biri var mı?” De ki: “Doğru yola ulaştıracak olan yalnız Allah’tır. O halde söyleyin: Doğru yola ulaştıran mı kendisine uyulmaya daha lâyıktır; yoksa elinden tutularak doğru yolun üzerine bırakılmadıkça kendiliğinden yolu bulamayan mı? Öyleyse size ne oluyor? Nasıl böyle yanlış hükümler verebiliyorsunuz?”
35.
Âyet:
“Hak”tan maksat; Allah, Allah’ın emir ve yasaklarının bütünü olan İslâm, doğru
olan inanç ve bilgi ve gerektiği şekilde yapılan doğru ameldir. Dolayısıyla
hak, Allah’ın rızâsına uygun olan hem doğru bilgi ve inancı hem de doğru ve
faziletli ameli ifade etmektedir. Hakkı beyân edecek, insanlara onu gösterecek
ve ona ulaşmalarını sağlayacak olan Allah’tır. Koşulan ortakların böyle bir
şeyi yapmaya ne güçleri yeter, ne de yetkileri vardır. Koşulan ortakların canlı
ve akıllı varlıklardan olduğu düşünüldüğü takdirde, kendileri bile ancak doğru
yolu gösterecek birinin, Allah veya onun emriyle hareket eden peygamberin, yol
göstermesiyle hidâyete erebilirler. Böyle olunca, esas hakkı gösteren ve ona
ulaştıran Allah’ı bırakarak, buna gücü yetmeyen aciz ve muhtaç varlıkları put
edinmek ve onlara tapınmak olacak şey midir? Bu nasıl bir iştir, nasıl bir
hüküm vermedir?
Bunun
sebebi şudur:
36. Onların çoğu, hiçbir dayanağı olmayan zandan başka bir şeye uymazlar. Zan ise, gerçek adına hiçbir şey ifade etmez. Hiç şüphesiz Allah, onlar ne yapıyorsa hepsini hakkıyla bilmektedir.
Böyle
hüküm vermelerinin sebebi, doğru bilgiye göre değil, yanlış zanlarına tabi
olarak hareket etmeleridir. Halbuki gerçek başka, zan başkadır. Zan gerçeğin
yerini tutamaz. Mesela onlar putlarının şefaatçi olacaklarını zannedebilirler.
Fakat bu zanları, onlardan azabı defedemez. Kıyamet günü bunların şefaat etme
yetkilerinin olmadığını gördüklerinde gerçekle yüz yüze gelirler.
Nitekim
Hz. Mevlânâ, kişinin hayâlini gerçek sanması ve gerçeği bırakıp zanna
uymasındaki tuhaflığı şöyle bir misalle izah eder:
Hz.
Ömer’in halife olduğu zamanlarda, Ramazan ayı geldi. Bir kaç kişi, hilali
görmek için bir dağın tepesine çıktılar. Oruç ayının hilalini görüp onu
insanlara haber vermek ve ramazana başlamak istiyorlardı. İçlerinden biri:
“Ya
Ömer, işte hilal, şuracıkta!” dedi. Hz. Ömer dikkatlice baktı; yeni ayı gökte
göremeyince:
“-
O, ay senin hayalinde göründü. Ben gökyüzünü senden daha iyi görürüm. Fakat
yeni ayı bir türlü göremiyorum. Bir zahmet elini ıslat da başına sür, ondan
sonra yeni ay tarafına bak.” Adam elini ıslattı, başına, yüzüne sürdü. Baktı;
bu kez ayı göremedi, “Ey müminlerin emiri!” dedi, “ay yok, görünmez oldu.” Hz.
Ömer: “Evet” dedi, “Kaşının bir kılı kıvrılmış, gözünün önüne gelmişti; o kıl
sana bir vehim oku attı.” Böylece kıvrılmış bir kıl onu şaşırttı da adamcağız
hilali gördüm davasına kalkıştı. Kıvrılmış basit bir kıl gökyüzüne perde
olursa, senin her uzvun, her cüz’ün eğri olunca perişan halini bir düşün?
Doğrulara uy da, vücudunun eğriliklerini düzelt.” (Mevlânâ, Mesnevî,
112-121. beyitler)
Âyetteki
“Onların çoğu” ifadesi, bazı müşriklerin aslında Allah’ın birliği, Hz. Muhammed
(s.a.s.)’in peygamberliği, âhiretin varlığı gibi hususlarda Peygamber
(s.a.s.)’in verdiği haberlerin doğruluğunu; putların fayda veya zarar veremez
varlıklar olduğunu bildiklerine; fakat dünyevî çıkarlarına zarar geleceği
endişesiyle İslâm’a karşı çıktıklarına işaret etmektedir.
Esasen, bir kısım yanlış önyargı ve nefsânî
hesaplardan sıyrılıp akl-ı selimle bakıldığında, şirki yasaklayıp tek Allah’a
kulluğa çağırmak üzere gelen Kur’ân-ı Kerîm’in hak söz olduğunu kabulde kimse
zorlanmayacaktır:
37. Bu Kur’an, Allah kelâmı olup O’ndan başkası tarafından ortaya konulabilecek bir kitap değildir. O, kendinden önceki ilâhî kitapları doğrulayan, Allah’ın hükümlerini açıklayan, kendisinde hiçbir şüphe bulunmayan ve Âlemlerin Rabbinden gelen bir kitaptır.
Kur’ân-ı
Kerîm, müşriklerin iddia ettikleri gibi Hz. Muhammed (s.a.s.)’in uydurduğu bir
söz değil, Allah’ın kelâmıdır. Fesahat, belâğat ve i’câz bakımından zirvede
olan böyle bir kelâm, ancak Allah’ın sözü olabilir.
Burada
Kur’ân-ı Kerîm’in dört mühim vasfına dikkat çekilir:
›
Kendinden önceki kitapları doğrulaması: Bu kitaplar Tevrat, İncil
ve diğer semâvî kitaplardır. Kur’an, zamanla tahrife ve değişikliğe uğrayan bu
kitapların kusurlarını tamamlayarak doğru olan asıllarını onaylamış ve bu
hakikatleri muhteşem ve mükemel ifade kalıpları içinde yeniden insanlığa
sunmuştur. Bununla beraber Kur’an, önceki kitaplarda olmayan fakat insanlığın
gelişmesiyle birlikte ihtiyaç duyulan yepyeni hükümler de ihtiva etmektedir.
›
Kitabı açıklaması: Buradaki “kitap”tan maksat, Allah’ın ümmet-i
Muhammed için farz kıldığı şer’î hükümlerdir. Kur’an, hayatın her sahasıyla
ilgili olan bu hükümleri tafsilatlı bir şekilde açıklamaktadır.
›
Kur’an’ın Allah’tan geldiğinde ve verdiği bilgilerin doğruluğunda
hiçbir şüphenin bulunmaması.
›
Âlemlerin Rabbi olan Allah tarafından indirilmiş olması.
Kur’an
işte böyle bir ilâhî kitaptır. Onun bir başkası tarafından uydurulmuş olduğunu
söyleyenleri susturmak üzere Allah Teâlâ’nın ileri sürdüğü delil gayet açıktır:
“Eğer bu iddianızda doğru ve samimiyseniz, gücünüzün yettiği herkesi yardıma
çağırarak, ne kadar imkânınız varsa hepsini kullanarak Kur’an’ın, hepsine
değil, sadece en küçük bir sûresine denk bir sûre meydana getirin!”
Fakat
onlar bunu bile yapamamış; daha zahmetsiz ve kolay olan ilim ve delil yoluyla
değil, son derece meşakkatli olan güç ve silah yoluyla Kur’an’a karşı
çıkmışlardır.
Keşke onlar bu hususta daha akıllıca ve teenniyle
hareket etselerdi elbette kendileri için daha hayırlı olurdu:
38. Yoksa “Onu Muhammed uyduruyor” mu diyorlar? De ki: “Madem öyle, eğer bu iddiânızda samimi iseniz, haydi Kur’an’ın benzeri tek bir sûre getirin. Hatta Allah’tan başka yardıma çağırabileceğiniz kim varsa onları da çağırın!”
Kur’ân-ı Kerîm, müşriklerin iddia ettikleri gibi Hz. Muhammed (s.a.s.)’in uydurduğu bir söz değil, Allah’ın kelâmıdır. Fesahat, belâğat ve i’câz bakımından zirvede olan böyle bir kelâm, ancak Allah’ın sözü olabilir.
Burada Kur’ân-ı Kerîm’in dört mühim vasfına dikkat çekilir:
› Kendinden önceki kitapları doğrulaması: Bu kitaplar Tevrat, İncil ve diğer semâvî kitaplardır. Kur’an, zamanla tahrife ve değişikliğe uğrayan bu kitapların kusurlarını tamamlayarak doğru olan asıllarını onaylamış ve bu hakikatleri muhteşem ve mükemel ifade kalıpları içinde yeniden insanlığa sunmuştur. Bununla beraber Kur’an, önceki kitaplarda olmayan fakat insanlığın gelişmesiyle birlikte ihtiyaç duyulan yepyeni hükümler de ihtiva etmektedir.
› Kitabı açıklaması: Buradaki “kitap”tan maksat, Allah’ın ümmet-i Muhammed için farz kıldığı şer’î hükümlerdir. Kur’an, hayatın her sahasıyla ilgili olan bu hükümleri tafsilatlı bir şekilde açıklamaktadır.
› Kur’an’ın Allah’tan geldiğinde ve verdiği bilgilerin doğruluğunda hiçbir şüphenin bulunmaması.
› Âlemlerin Rabbi olan Allah tarafından indirilmiş olması.
Kur’an işte böyle bir ilâhî kitaptır. Onun bir başkası tarafından uydurulmuş olduğunu söyleyenleri susturmak üzere Allah Teâlâ’nın ileri sürdüğü delil gayet açıktır: “Eğer bu iddianızda doğru ve samimiyseniz, gücünüzün yettiği herkesi yardıma çağırarak, ne kadar imkânınız varsa hepsini kullanarak Kur’an’ın, hepsine değil, sadece en küçük bir sûresine denk bir sûre meydana getirin!”
Fakat onlar bunu bile yapamamış; daha zahmetsiz ve kolay olan ilim ve delil yoluyla değil, son derece meşakkatli olan güç ve silah yoluyla Kur’an’a karşı çıkmışlardır.
Keşke onlar bu hususta daha akıllıca ve teenniyle hareket etselerdi elbette kendileri için daha hayırlı olurdu:
39. Gerçek şu ki onlar, hakkında kesin ve gerçekçi hiçbir bilgiye sahip olmadan ve ona uyup uymamanın ne getirip ne götüreceğini, onun va‘d ve tehditlerinin henüz gerçekleşip gerçekleşmediğini dikkate almadan Kur’an’ı yalanladılar. Onlardan öncekiler de, kendilerine gönderilen kitapları böyle yalanlamışlardı. Fakat yanlış ölçüp, yanlış tartan böylesi zâlimlerin âkıbeti nasıl oldu bir bak!
Müşrikler ve münkirler, mânalarını anlamadan, âyetleri üzerinde düşünmeden, neleri açıklamak istediğini bilmeden Kur’ân-ı Kerîm’i yalanlamışlardır. Halbuki onların vazifesi, onu dinlemek ve anlamaya çalışmaktı. Yine onlar, Kur’ân-ı Kerîm’de haber verilen kıyâmet, öldükten sonra diriliş, hesap, cennet ve cehennem gibi hususları da yalanlamışlardır. Halbuki bunların hakikati henüz ortaya çıkmış, haber verildiği şekilde henüz vuku bulmuş değildir. Kur’an’ın bu haberleri âhiret âleminde gerçekleşecek, fakat o zaman iş işten geçmiş olacaktır. Bu hususla alakalı olarak bir diğer âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Onlar, Kur’an’a iman etmek için ille de onun bildirdiği kıyâmet haberinin gerçekleşmesini mi bekliyorlar? O gerçekleştiği gün, daha önce onu unutanlar şöyle diyecekler: «Demek Rabbimizin peygamberleri bize gerçeğin ta kendisini getirmişler, ama biz kulak asmamışız! Şimdi bize şefaat edecek kimseler yok mu? Veya dünyaya tekrar gönderilsek de daha önce yapamadığımız sâlih ameller yapsak!» Ne var ki onlar kendi felaketlerini bizzat kendileri hazırladılar ve kendilerine en büyük zararı verdiler. Uydurdukları sahte tanrıları da onları yüzüstü bırakıp görünmez oluverdi.” (A‘râf 7/53)
Böylesine çaresiz ve ölümcül pişmanlıkla karşılamadan önce, gelen âyetin ifade ettiği gibi Kur’ân’a inananlar arasında her almaya çalışmak gerekir:
40. Onların içinde Kur’an’a inanacak olanlar bulunduğu gibi, ona inanmayacak olanlar da vardır. Senin Rabbin, o bozguncuları çok iyi bilmektedir.
41. Eğer seni yalanlarlarsa de ki: “Benim yaptığım bana, sizin yaptığınız sizedir. Siz benim yaptıklarımdan sorumlu değilsiniz, ben de sizin yaptıklarınızdan sorumlu değilim.”
İster
müşrik, ister Ehl-i kitap olsun kıyâmete kadar gelecek insanlar arasında
Kur’an’a iman eden de olacak, iman etmeyen de olacaktır. Allah dileseydi herkes
iman üzere, hidâyet üzere bir araya gelirdi; fakat Allah böyle bir şey
dilemediğini haber vermektedir. (bk. En‘âm 6/35; Yûnus 10/99-100) Durum böyle olunca, imanın gereği olarak
yeryüzünde ıslah ediciler bulunacağı gibi, şirkin ve inkârın tabii bir sonucu
olarak da bozguncular bulunacaktır. Bunların kimler olduğunu ve nasıl bir
âkıbetle karşılaşacaklarını da en iyi bilen şüphesiz Allah’tır. Buna göre
Peygamber ve onun yolundan gidenlere düşen vazife, dini tebliğ etmek ve ilâhî
hakikatleri duyurmaktır. Bunu yaptıktan sonra, yalanlayan, inkâr eden, kötülük
ve günahlara düşen insanlara üzülmelerine gerek yoktur. Çünkü herkes kendi
yaptığının hesabını verecek, iyi veya kötü karşılığını da yine kendisi
alacaktır.
Nitekim:
42. İçlerinde sana kulak verip dinleyenler de var. Hele bir de hiç akıllarını kullanmıyorlarsa, o sağırlara sen mi gerçeği duyuracaksın?
43. Onlardan bir kısmı da senin yüzüne bakıp durur. Hele bir de kalp gözleriyle görmüyorlarsa, o körlere sen mi doğru yolu göstereceksin?
44. Allah, insanlara aslâ haksızlık etmez. Fakat insanlar kendi kendilerine haksızlık ederler.
Müşrikler
arasında Peygamberimiz’in okuduğu Kur’an’ı ve yaptığı sohbetleri dinleyenler
vardı. Halbuki onların kalpleri, okunan ve açıklanan kanıunlardan hiçbir şey
anlamıyordu. Dünya sevgisi ve şehvet düşkünlüğü onların kalp kulaklarını
sağırlaştırmıştı. Üstelik akılları da çalışmıyordu. Yani sağırlıklarına bir de
akılsızlık ilâve edilmişti. Belki aklı çalışan sağır bir kimse, az da olsa
duyduklarından veya gördüklerinden bir şeyler anlama fırsatı bulabilir. Bahsi
geçen talihsiz kişilerin bu imkânları bile yoktu. Dolayısıyla böyle hem sağır
hem de akılsız olanlara gerçeği işittirmek nasıl mümkün olabilir? Yine onlar
arasında sadece baş gözleriyle Efendimiz’e uzun uzun bakanlar vardı. Fakat
onlar da basîret gözleri görmeyen mâneviyât âmâları idi. Böylelerini irşad edip
hidâyete erdirmek nasıl mümkün olabilir? Yalnız bu açıklamalardan Allah’ın o
insanlara bir haksızlık yaptığı sakın anlaşılmamalıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak zulüm
ve haksızlıktan münezzehtir; hiç kimseye zerre kadar zulmetmez. Ancak, insanlar
sahip oldukları yanlış düşünce ve inançları, sergiledikleri kötü söz, fiil ve
davranışları ile kendilerine zulmederler. Eğer bu yanlışları terk ederlerse,
kendilerine haksızlık yapmaktan da kurtulmuş olurlar; doğruya yönelme ve
hidâyete erme fırsatı bulurlar. Fakat bunu başarabilmek, dünya hayatının çok
kısa ve fâni oluşunu anlayıp, bu hayat ırmağının akışının Allah’ın huzurunda
son bulacağını kesin olarak bilmeye bağlıdır:
45. Allah onları mahşerde topladığı gün, sanki dünyada sadece günün bir saatinde birbirleriyle tanışmaya yetecek kadar kısa bir süre kaldıklarını sanacaklardır. Allah’a kavuşmayı yalanlayıp da doğru yola bulamayanlar o gün kesinlikle hüsrâna uğramışlardır.
İnsanlar
mahşerde toplanacaklardır. Kıyamet gününün dehşeti ve âhiretin ebediliği karşısında
sanki dünyada veya kabirde ancak gündüzün bir saati kadar kaldıklarını
sanacaklardır. Nitekim başka âyetlerde bu husus daha açık bir şekilde haber
verilir:
“«Yeryüzünde
kaç yıl kaldınız?» diye soracak. Onlar da: «Bir gün veya bir günden daha az bir
süre kaldık; istersen sayanlara sor» diye cevap verecekler.” (Mü’minûn
23/112-113)
“Onlar
kıyâmeti gördükleri gün sanırlar ki, dünyada sadece ya bir akşam vakti
kalmışlar, ya da bir kuşluk vakti.” (Nâziât 79/46)
Âyette
bahsedilen “tanışma”, dünya hayatında kalınan sürenin kısalığını ifade etmek
maksadıyla zikredilmiş olabileceği gibi, mahşer halkının birbirini
tanımalarından da bahsediyor olabilir. Nitekim mahşer halkı da orada
birbirlerini tanıyacaklardır. Fakat iyilerle kötülerin birbirini tanıması farklı
olacaktır. Kötülerin tanışmaları birbirlerini azarlamak ve rezil rüsvâ etmek
şeklinde gerçekleşecektir. Biri diğerine, “beni sen saptırdın, sen azdırdın,
küfre girmeme sen sebep oldun” diyecek, birbirlerine lânet okuyacak ve
aleyhlerinde beddua edeceklerdir. (bk. Sebe 34/31-33; A‘râf 7/38; Ahzâb 33/67) Mü’minlerin tanışmaları
ise birbirlerine dostluk, şefkat ve merhamet için olacaktır. (bk. Tûr 52/25)
Şu bir gerçek ki, âhirete inanmayan, Allah’ın
huzuruna çıkıp hayatının hesâbını vereceğini düşünmeyen ve doğru yolu
tutmayanlar kesinlikle büyük bir zarara uğrayacaklardır:
46. Onların başına geleceğini söylediğimiz azabın bir kısmını sana göstersek de veya göstermeden önce senin ruhunu alsak da fark etmez, nihâyet onların dönüşü bizedir. Sonra Allah, onların yaptıkları her şeye hakkıyla şâhittir.
Allah
Teâlâ, Resûlullah (s.a.s.)’e, inkâr edenlerin başına bir kısım azap, belâ ve
musibetlerin geleceğini haber vermekteydi. Bedir savaşında olduğu gibi,
bunların bir kısmı Efendimiz hayatta iken vuku bulmuş, bir kısmı ise
ertelenmiştir. Burada Cenâb-ı Hak Peygamberimiz’i teselli buyurmakta;
va‘dedilen cezaların kendisi hayatta iken vuku bulup bulmamasının fazla bir
ehemmiyet arzetmediğini, nasıl olsa hepsinin huzuruna geleceklerini ve hak
ettikleri cezaya çarptırılacaklarını haber vermektedir. Çünkü Allah, onların
bütün yaptıklarına şâhittir; bu konuda başka birinin şâhitliğine de ihtiyacı
yoktur. Bununla birlikte:
47. Her ümmetin bir peygamberi vardır. Onlara peygamberleri geldiğinde aralarında adâletle hükmedilir ve onlara hiçbir haksızlık yapılmaz.
Cenâb-ı
Hak: “Biz, peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz” (İsrâ 17/15)
hükmü gereği, insanları sorumlu tutmak için her ümmete bir peygamber gönderir.
Peygamberin daveti karşısında iman edenler kurtulurlar; iman etmeyenler ise
azaba uğrarlar. Dünyada olduğu gibi, aynı şekilde kıyamet günü de her ümmetin
kendilerine şâhitlik edecek bir peygamberi vardır. Onlar mahşer günü şâhit
olarak getirilecek ve onların beyânlarına göre ümmetleri hakkında adâletle
hüküm verilecektir. Şu âyet-i kerîmeler bu hususa ışık tutmaktadır:
“Kıyâmet günü her ümmetten bir şâhit getirip, Rasûlüm, seni de
bunlar üzerine şâhit kıldığımız vakit o kâfirlerin halleri nice olacak?” (Nisâ 4/41)
“Yeryüzü
Rabbinin nûruyla aydınlanır. Kitap ortaya konur. Peygamberler ve şâhitler
getirilir. İnsanların arasında hak ve adâletle hüküm verilir. Kimseye zerre
kadar haksızlık yapılmaz.” (Zümer 39/69)
Her
ümmete bir peygamber geldiği gibi, âhir zaman ümmetine de Hz. Muhammed (s.a.s.)
gönderildi. Onun uyarılarına karşı münkirlerin cevabı şöyle oldu:
48. Kâfirler: “Eğer doğru söylüyorsanız, peki bu va‘dedilen azap veya kıyâmet ne zaman gerçekleşecek?” diyorlar.
49. Onlara şöyle de: “Allah dilemedikçe, ben kendime ne bir zarar verebilir, ne de bir fayda sağlayabilirim. Her ümmet için belirlenmiş bir süre vardır. Bu sürenin sonu geldiği zaman artık onu ne bir an geciktirebilirler, ne de bir an öne alabilirler.”
Mekke
kâfirleri, o derece inkâra saplanmışlar ve bunda o kadar ileri gitmişlerdi ki,
kıyâmetin çabucak kopmasını ve va‘dedilen azabın hemen başlarına çökmesini
istemişlerdi. Peygamberlerini yalanlayan diğer ümmetlerin halleri de bundan
farksızdı. Allah Teâlâ, bu tür taleplere karşı Peygamberimiz (s.a.s.)’e
vereceği cevabı öğretmektedir: “Her şey Allah’ın dilemesine bağlıdır. Ben
kendiliğimden ne kendim ne de başkası adına bir fayda veya zarar sağlayabilecek
bir yetkiye sahip değilim. Ancak Allah dilerse olur. Durum böyle olunca, sizin
acele istediğiniz azabı getirmeye benim gücüm yetmez. Bunu benden istemenizin
de bir anlamı yoktur. Ancak şu bir gerçek ki, Allah her ümmetin, her toplumun
helaki için belirli bir süre tayin etmiştir. O süre tamamlanıp ecelleri
geldiğinde, bir an öne veya geriye alınmaksızın mutlaka helak edilirler.”
Şâir
Şeyyâd Hamza, bir an önce vazifesini yapmak maksadıyla insanların başında
bekleyip duran “ecel”in hâlini ne güzel canlandırır:
“Ecel
tutmuş elinde bir ulu câm
Ki
ol câmın içi dolu ser-encâm.”
“Hayat
müddetinin sona erdiği an demek olan ecel, eline büyük bir kadeh almış ilâhî
program gereğince bu fânî âlemi terk etme sırası gelenleri bekliyor. Onun
elindeki kadeh, fânîlerin alın yazılarıyla doludur. Ölümün yeri ve zamanı kadar
şekilleri ve sebepleri de sayısız denilecek kadar çoktur.”
“Ne
arslanları yâturmuş bu sâkî
Ne
ejderhâlar olmuştur anâ râm.”
“Ecel
denilen o sâkî, elindeki kadehi Allah Teâlâ’nın emir ve iradesiyle kullandığı
için, onda öyle bir kuvvet var ki, vakti dolan fânî, dünyanın en muhteşem bir
hükümdârı veya en kuvvetli bir pehlivanı da olsa, en can yakıcı ve zâlim bir
canavarı da olsa, bu kadehten nasibi olan bir yudumu aldı mı derhal boyun eğer,
yani ruhunu asıl sahibi olan Allah’a teslim eder.” (İ. Hilmi Soykut, Unutulmaz
Mısralar, İstanbul, 1968, s. 75)
Dolayısıyla
Allah’ın azabı, ölüm veya kıyamet öyle güle oynaya beklenecek bir şey değildir:
50. De ki: “Söyleyin bakalım, şâyet Allah’ın azabı size gece veya gündüz gelip sizi yakalayıverse ne yapabilirsiniz? Günaha dalmış inkarcı suçlular, bunlardan hangisinin bir an önce gelmesini istiyorlar?”
51. “O azap gelip çattıktan sonra mı ona iman edeceksiniz? O anda, öyle mi? Fakat artık çok geç! Oysa bunun ne kadar da çabuk gelmesini istiyordunuz.”
52. Sonra zulmedenlere şöyle denecek: “Tadın bakalım ebediyen bitmeyecek şu azabı! Siz sadece vaktiyle kazandığınız günahların cezasını çekiyorsunuz.”
53. “Sahi, o azap gerçekten doğru mu?” diye senden haber soruyorlar. De ki: “Evet, Rabbime yemin olsun ki o doğrunun ta kendisidir ve siz onun gelmesine asla engel olamayacaksınız.”
Allah’ın
azabının hemen gelmesini arzulayan münkirler, gece veya gündüz o azap birden
bire geldiğinde, acele istedikleri azabın ne mânaya geldiğini anlayacaklardır.
Azap geldikten sonra tevbe edip uslanmaya fırsat kalmayacaktır. Azaba uğrayan o
bedbahtlara, tehdit ve alay dolu bir üslupla: “Tadın bakalım ebediyen
bitmeyecek şu azabı! Siz sadece vaktiyle kazandığınız günahların cezasını
çekiyorsunuz” (Yûnus 10/52) denilecektir.
Bu
kadar açık ve uyarıcı beyânlardan sonra müşrikler, kendilerine hitâben söylenen
sözleri hâlâ ciddiye almıyor, alayvârî bir şekilde: “Sahi, o azap gerçekten
doğru mu?” (Yûnus 10/53) diye soruyorlar. Bu suallerine cevap olarak
da, yeminle bunun gerçek ve kaçınılmaz olduğu, kimsenin bunun gelmesine mâni
olamayacağı vurgulanıyor. Dünyanın gelip geçici menfaatleri uğruna ebedî
hayatlarını berbat edenlerin, ne büyük bir aldanış içinde oldukları da şöyle
haber veriliyor:
54. Dünyada zulmeden her insan, şâyet yeryüzünde ne var ne yok bütünüyle kendisinin olsa, canını azaptan kurtarmak için hepsini kesinlikle fedâ eder. O gün azabı görünce korkudan dilleri tutulur ve için için büyük bir pişmanlık duyarlar. O gün insanların arasında tam bir adâletle hükmedilir ve kimseye en küçük bir haksızlık yapılmaz.
Kıyâmet
öylesine dehşetli bir gün, cehennem azabı öylesine dehşetli bir azap ki, onunla
karşılaşan herkes, eğer dünyada Allah’a şirk koşarak veya O’nu hiç tanımayarak
zulüm, günah ve haksızlıklarla dolu bir hayat sürmüşse, korkudan dili
tutulacak, son derece pişman olacak, içinde sakladığı pişmanlığı dışa vuracak
veya şaşkınlığından bocalayıp pişmanlığını ifadeye mecâli kalmayacaktır.
Duydukları korku, hayret ve dehşetle sarsılacak; şâyet dünyadaki her şey
kendilerinin olsa, içinden en küçük bir şey ayırmaksızın, o büyük azaptan
kurtulmak için fedâ etmek isteyeceklerdir. Fakat ne duydukları pişmanlık ne de
her şeyi fedâ etme istekleri bir fayda sağlayacaktır. Aralarında adâletle
hükmedilecek, hak ettikleri cezaları verilecek, kimseye en küçük bir haksızlık
yapılmayacaktır.
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.), kıyâmet günü canlarını azaptan kurtarmak için inkârcıların
içine düştükleri perişan hâli şöyle haber verir:
“Allah
Teâlâ kıyâmet günü cehennemde azabı en hafif olan birine: “Yeryüzünün bütün
serveti senin olsa, şu azaptan kurtulmak için hepsini fedâ eder miydin?» diye
soracak; o da: «Evet, fedâ ederdim» diyecek. Bunun üzerine Allah Teâlâ: «Fakat
sen daha Âdem’in sulbündeyken, senden bundan daha azını istemiş, benden
başkasını bana şirk koşma da seni cehenneme sokmayayım, demiştim; ama sen
bundan kaçındın ve benden başkasına ilâh diye tapındın» buyuracak.” (Buhâri,
Enbiyâ 1; Müslim, Kıyâmet 51-53)
Bir
başka rivayete göre kıyâmet günü inkârcıya: “Yeryüzünü dolduracak kadar
altının olsaydı, şu azaptan kurtulmak için hepsini fedâ eder miydin?” diye
sorulacak; o da: “Evet, fedâ ederdim” diyecek. Bunun üzerine ona: “Yalan
söylüyorsun, dünyadayken senden çok daha azı istenmişti” denecek. (Buhârî,
Rikâk 49; Müslim, Kıyâmet 52-53)
Öyleyse insan, dünyadayken en mühim gündem maddesi
olarak âhireti ön planda tutmalı, öncelikle kendini cehennemden koruyacak
işlere önem vermelidir. Daha kolay ve az miktarda infaklarla kendini ebedi
azaptan koruma fırsatını iyi değerlendirmeli; bunu yaparken de kendinin değil
bizzat Rabbinin mülkünden tasarrufta bulunduğunu da asla aklından
çıkarmamalıdır. Zira:
55. İyi bilin ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Şunu da unutmayın ki, Allah’ın verdiği söz elbette gerçektir; fakat insanların çoğu bunu bilmez.
56. Hayat veren de, öldüren de Allah’tır. Sonunda da yalnız O’na döneceksiniz.
Göklerin,
yerin ve içlerinde bulunan her şeyin yegâne sahibi Allah’tır. Onların mülkü,
egemenliği ve tasarrufu yalnız O’na aittir. Bu bakımdan verdiği sözü yerine
getirmesine kimse mâni olamaz. Eğer Allah, “Âhiret vardır ve herkes dünyada
yaptıklarının hesabını orada verecektir” diye söz veriyorsa, bu mutlaka
gerçekleşecektir. Bunun aksini düşünmek mümkün değildir. Fakat insanların çoğu
bunu bilmezler. Halbuki Allah Teâlâ’nın her an tecelli eden hayat verme ve
öldürme fiillerini düşünseler, herkesin şu safhada en azından ölümle O’na döndüğünü
akletseler, sonunda âhiret gerçeğinin kaçınılmaz olduğunu anlayacaklardır.
Zâten Kur’ân-ı Kerîm de, bu hususları insanlara hatırlatmak için gelmiştir:
57. Ey insanlar! Rabbinizden size bir öğüt, gönüllerdeki dertlere şifa, mü’minlere doğru yolu gösteren bir rehber ve tam bir rahmet olan Kur’an geldi.
Bu
âyet-i kerîmelerde Kur’ân-ı Kerîm’in dört mühim vasfı beyân edilir. Bunlar:
› Kur’an bir
öğüttür. O, bir taraftan tehdit edip korkutarak, bir taraftan da müjdeleyip
sevdirerek insanlara âkıbetlerini hatırlatmaktadır. Lehlerinde ve aleyhlerinde
olan hususları açıklamakta, güzel ve hayırlı amellere teşvik etmekte; kötü
ahlâk ve davranışlardan sakındırmaktadır.
› Kur’an
kalplerde bulunan küfür, şirk, nifak, şüphe gibi manevî hastalıklara şifadır.
O, gönüllere hitap ederek oradaki ahlâkî ve mânevî bozuklukları tedâviye
çalışmakta, insanın iç âlemini temizlemesini, doğru itikat, güzel ve ulvî
hasletler kazanmasını sağlayacak hükümler getirmektedir.
› Kur’an
mü’minlere doğru yolu gösteren bir rehberdir. O’na inanan, öğütlerine kulak
veren, şifa verici hükümlerini tatbik eden, emirlerini tutup yasaklarından
kaçınan kişiler, bâtıl yolları terk ederek doğru yolu bulurlar.
› Kur’an
mü’minler için rahmettir. O’nun istediği şekilde yaşayıp ahlâkî kemâle erişen
mü’minler, Allah’ın sevdiği, rahmet ettiği ve ebedî nimetlere lâyık gördüğü
bahtiyarlardan olurlar.
Kur’an’ın
bu özelliklerinde şu işaretleri görmek mümkündür:
“Öğüt”,
insanların dışını gereksiz şeylerden temizlemeye işarettir. Bunu yapacak olan
şeriattir. Dolayısıyla öğüt şeriate işarettir. “Şifa”, ruhu bozuk düşünce ve
itikatlerden, kötü huylardan temizlemeye işarettir. Bu da tarîkatin işidir.
Dolayısıyla şifa ile tarîkate işaret edilmiştir. “Hidâyet”, Hak nûrunun
sıddîklerin kalplerinde görünmesine işarettir ki bu hakîkattir. “Rahmet” ise,
eksiklikleri tamamlayan peygamberliğe işarettir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
XVII, 94)
İnsanlara
düşen, Allah’ın en büyük bir lütfu ve rahmeti olan bu Kur’an’ın kıymetini
bilmektir. Onlar, başka şeyle değil, en çok Kur’an’la sevinmelidirler.
Kur’an’ın gösterdiği yolda yürüyerek hakiki neş’e, sevinç ve feraha
ermelidirler. Çünkü kıymetini bilenler için Kur’an, toplayıp yığdıkları her
türlü dünya nimetinden, mal ve mülkünden daha değerlidir.
Maddeyle
değil mânayla sevinmenin önemine dair Malik b. Dînar (r.h.)’ın şu nüktesi ne
kadar dikkat çekicidir. O, şöyle anlatır:
“Bir
gün bir toplulukla beraber gemideydim. Öşür memuru, içimizden birinin çıkmasını
istedi ve ben hemen çıktım. Bana: «Sen neden çıktın?» deyince «Yanımda hiçbir
şeyim yok» cevabını verdim. «Tamam, sen git» dedi. Sonra kendi kendime şöyle
dedim: «Demek ki âhiret işi de böyle olacak. Bütün alâkalar birer bağdır.
Bunlardan sıyrılmak ise insana huzur ve rahat verir.»”
Şâir
ne güzel söyler:
“Tasavvur
eyledim ahvâlini çok kere dünyanın
Nihâyet
sûret-i «da‘ mâ keder huz mâ safâ»[1]
buldum.”
(Hersekli Ârif Hikmet)
“Dünyanın
ahvâlini bir çok defalar düşündüm ve en sonunda keşfettiğim gerçek şu oldu:
Dünya, «Al safâyı, ver cefâyı», «safâ gelir, keder gider» formülü dâhilinde
dönüp durmaktadır.”
Anlatıldığına
göre İbrâhim b. Ethem (r.h.) bir gün sahip olduğu saltanat ve nimetlerden
dolayı sevince kapıldı. Sonra yatıp uyuduğunda rüyasında eline bir yazı
tutuşturuldu. Yazıda şöyle yazıyordu: “Fânîyi bâkîye tercih etme, saltanatına
aldanma. Şu içinde bulunduğun hal çok büyük gibi gözükür; eğer yok olacak
olmasa. O halde Allah’ın emrine sımsıkı sarıl. Çünkü Allah: «Rabbinizin
bağışlamasına ve genişliği göklerle yer kadar olup takvâ sahipleri için
hazırlanmış bulunan cennete yarışırcasına koşuşun.…» (Âl-i İmran 3/133)
buyuruyor.” Bunun üzerine İbrâhim b. Ethem endişeli bir ruh haliyle uyandı ve:
“Bu Allah tarafından bir ikaz ve öğüttür” diyerek Allah’a yöneldi, taatle
meşgul olmaya başladı. (Bursevî, Ruhu’l-Beyân, IV, 75)
Herkesin az veya çok bir sermayesi olsa da mü’minin en büyük sermayesi Allah’ın lütfu olmalıdır. Herkesin kendine göre bir hazînesi olsa da mü’minin hazînesi Allah’ın rahmeti olmalıdır. Şunu unutmamak gerekir ki, Allah’ın lutuf ve rahmet deryasına açılan en büyük kapı Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’dir. Onlar ne buyuruyorsa ona göre davranmalı, bizi hangi şekle sokmak istiyorlarsa o şekle girmeli, haram ve helal çizgimizi buna göre belirlemeli, Kur’an ve sünnete rağmen kendiliğimizden haram ve helal ölçüleri belirlemeye cüret etmemeliyiz. Kur’an bu gibileri dikkate alarak Efendimiz’e buyuruyor ki:
[1] دَعْ مَا كَدَرَ خُذْ
مَا صَفَا
58. Rasûlüm! Onlara söyle, Allah’ın lutfu ve rahmetiyle, evet sadece bununla sevinip ferahlasınlar! Çünkü bu, onların toplayıp biriktirdikleri her şeyden daha hayırlıdır.
Bu âyet-i kerîmelerde Kur’ân-ı Kerîm’in dört mühim vasfı beyân edilir. Bunlar:
› Kur’an bir öğüttür. O, bir taraftan tehdit edip korkutarak, bir taraftan da müjdeleyip sevdirerek insanlara âkıbetlerini hatırlatmaktadır. Lehlerinde ve aleyhlerinde olan hususları açıklamakta, güzel ve hayırlı amellere teşvik etmekte; kötü ahlâk ve davranışlardan sakındırmaktadır.
› Kur’an kalplerde bulunan küfür, şirk, nifak, şüphe gibi manevî hastalıklara şifadır. O, gönüllere hitap ederek oradaki ahlâkî ve mânevî bozuklukları tedâviye çalışmakta, insanın iç âlemini temizlemesini, doğru itikat, güzel ve ulvî hasletler kazanmasını sağlayacak hükümler getirmektedir.
› Kur’an mü’minlere doğru yolu gösteren bir rehberdir. O’na inanan, öğütlerine kulak veren, şifa verici hükümlerini tatbik eden, emirlerini tutup yasaklarından kaçınan kişiler, bâtıl yolları terk ederek doğru yolu bulurlar.
› Kur’an mü’minler için rahmettir. O’nun istediği şekilde yaşayıp ahlâkî kemâle erişen mü’minler, Allah’ın sevdiği, rahmet ettiği ve ebedî nimetlere lâyık gördüğü bahtiyarlardan olurlar.
Kur’an’ın bu özelliklerinde şu işaretleri görmek mümkündür:
“Öğüt”, insanların dışını gereksiz şeylerden temizlemeye işarettir. Bunu yapacak olan şeriattir. Dolayısıyla öğüt şeriate işarettir. “Şifa”, ruhu bozuk düşünce ve itikatlerden, kötü huylardan temizlemeye işarettir. Bu da tarîkatin işidir. Dolayısıyla şifa ile tarîkate işaret edilmiştir. “Hidâyet”, Hak nûrunun sıddîklerin kalplerinde görünmesine işarettir ki bu hakîkattir. “Rahmet” ise, eksiklikleri tamamlayan peygamberliğe işarettir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XVII, 94)
İnsanlara düşen, Allah’ın en büyük bir lütfu ve rahmeti olan bu Kur’an’ın kıymetini bilmektir. Onlar, başka şeyle değil, en çok Kur’an’la sevinmelidirler. Kur’an’ın gösterdiği yolda yürüyerek hakiki neş’e, sevinç ve feraha ermelidirler. Çünkü kıymetini bilenler için Kur’an, toplayıp yığdıkları her türlü dünya nimetinden, mal ve mülkünden daha değerlidir.
Maddeyle değil mânayla sevinmenin önemine dair Malik b. Dînar (r.h.)’ın şu nüktesi ne kadar dikkat çekicidir. O, şöyle anlatır:
“Bir gün bir toplulukla beraber gemideydim. Öşür memuru, içimizden birinin çıkmasını istedi ve ben hemen çıktım. Bana: «Sen neden çıktın?» deyince «Yanımda hiçbir şeyim yok» cevabını verdim. «Tamam, sen git» dedi. Sonra kendi kendime şöyle dedim: «Demek ki âhiret işi de böyle olacak. Bütün alâkalar birer bağdır. Bunlardan sıyrılmak ise insana huzur ve rahat verir.»”
Şâir ne güzel söyler:
“Tasavvur eyledim ahvâlini çok kere dünyanın
Nihâyet sûret-i «da‘ mâ keder huz mâ safâ»[1] buldum.” (Hersekli Ârif Hikmet)
“Dünyanın ahvâlini bir çok defalar düşündüm ve en sonunda keşfettiğim gerçek şu oldu: Dünya, «Al safâyı, ver cefâyı», «safâ gelir, keder gider» formülü dâhilinde dönüp durmaktadır.”
Anlatıldığına göre İbrâhim b. Ethem (r.h.) bir gün sahip olduğu saltanat ve nimetlerden dolayı sevince kapıldı. Sonra yatıp uyuduğunda rüyasında eline bir yazı tutuşturuldu. Yazıda şöyle yazıyordu: “Fânîyi bâkîye tercih etme, saltanatına aldanma. Şu içinde bulunduğun hal çok büyük gibi gözükür; eğer yok olacak olmasa. O halde Allah’ın emrine sımsıkı sarıl. Çünkü Allah: «Rabbinizin bağışlamasına ve genişliği göklerle yer kadar olup takvâ sahipleri için hazırlanmış bulunan cennete yarışırcasına koşuşun.…» (Âl-i İmran 3/133) buyuruyor.” Bunun üzerine İbrâhim b. Ethem endişeli bir ruh haliyle uyandı ve: “Bu Allah tarafından bir ikaz ve öğüttür” diyerek Allah’a yöneldi, taatle meşgul olmaya başladı. (Bursevî, Ruhu’l-Beyân, IV, 75)
Herkesin az veya çok bir sermayesi olsa da mü’minin en büyük sermayesi Allah’ın lütfu olmalıdır. Herkesin kendine göre bir hazînesi olsa da mü’minin hazînesi Allah’ın rahmeti olmalıdır. Şunu unutmamak gerekir ki, Allah’ın lutuf ve rahmet deryasına açılan en büyük kapı Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’dir. Onlar ne buyuruyorsa ona göre davranmalı, bizi hangi şekle sokmak istiyorlarsa o şekle girmeli, haram ve helal çizgimizi buna göre belirlemeli, Kur’an ve sünnete rağmen kendiliğimizden haram ve helal ölçüleri belirlemeye cüret etmemeliyiz. Kur’an bu gibileri dikkate alarak Efendimiz’e buyuruyor ki:
[1] دَعْ مَا كَدَرَ خُذْ مَا صَفَا
59. Onlara şöyle sor: “Söyleyin bakalım! Niçin Allah’ın size rızık olarak ikram ettiği şeylerin bir kısmını haram, bir kısmını helâl sayıyorsunuz?” De ki: “Bu hususta Allah mı size izin verdi? Yoksa siz Allah adına yalan uydurup iftira mı ediyorsunuz?”
60. Peki, Allah adına yalan uyduranlar, acaba kıyâmet günü hakkında ne düşünüyorlar? Hiç şüphesiz Allah, insanlara karşı büyük lutuf sahibidir, fakat onların çoğu şükretmezler.
Müşrikler
çeşitli hayvanlar ve mahsüller hakkında, “bu haram, bu helâl” diye kendilerine
göre hükümler veriyorlar ve bunun Allah’ın emri olduğunu söylüyorlardı. Meselâ:
“Şu
hayvanlar ve ekinler haramdır; bunları bizim dilediğimizden başkası yiyemez. Şu
hayvanlara binilmesi ve sırtlarına yük vurulması yasaktır” diyorlardı.
(En‘âm 6/138)
Yine:
“Şu
hayvanların karınlarında bulunanlar erkeklerimize helâl, kadınlarımıza
haramdır. Şayet yavru ölü doğarsa erkek kadın herkes ondan yiyebilir.” diyorlardı.
(En‘âm 6/139)
Dolayısıyla
burada, Allah’ın emir ve yasaklarını hesaba katmaksızın, kendi akıllarıyla bir
kısım yasaklar koyan, haram ve helâli belirlemeye çalışan herkes ciddi bir
üslupla ikaz edilmektedir. Çünkü herhangi bir şeyin; nimet, rızık veya eşyanın
haram veya helâl olduğunu tâyin etme yetkisi, yalnızca onları yaratan Allah’a
aittir. Bu hususta O’nun dışında hiçbir yaratığın yetkisi yoktur. Kendiliğinden
böyle bir yanlışa cüret etmek, Allah adına yalan konuşmaktan başka bir şey
değildir. Allah adına yalan konuşanlar ise, vuku bulacağında şüphe olmayan
kıyâmet gününden, orada, hakkında yalan uydurdukları Allah’a verecekleri
hesaptan korkmalıdırlar. Şunu unutmamalı ki, bütün rızıklar Allah’ın kullarına
olan nihâyetsiz lütfunun birer göstergesidir. Kullara düşen, şahsî arzularına
göre onları haram veya helâl diye vasıflandırmak değil, o rızıklardan gereği
gibi istifade ederek, bunları cömertçe ihsan eden Allah’a şükretmektir.
O
Allah ki bize bizden daha yakındır ve gizli veya açık hiçbir şeyimizi
kendisinden gizlememiz mümkün değildir:
61. Rasûlüm! Ne durumda olursan ol, Kur’an’dan ne okursan oku, ey insanlar siz de her ne iş yaparsanız yapın, o işe dalıp gittiğiniz zaman mutlaka biz üzerinizde şâhidiz. Ne yerde ne gökte zerre miktarı bir şey bile Rabbinden gizli kalabilir. Bundan küçük olsun, büyük olsun ne varsa hepsi istisnâsız apaçık bir kitapta kayıtlıdır.
Bu
âyet-i kerîme hem hususi olarak Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’e hem de umûmî olarak
mü’min veya kâfir bütün insanlara hitap eder. Allah Teâlâ, Peygamber
(s.a.s.)’in olduğu gibi, diğer insanların da yaptıkları iyi veya kötü her işten
haberdardır. O işe daldıkları zaman üzerlerinde şâhit olan Cenâb-ı Hak’tır.
Dolayısıyla âyet, bir yandan Peygamberimiz (s.a.s.) ve mü’minlere, yaptıkları
hayırlı amellerin Allah tarafından bilindiğini, dolayısıyla zayi olmayacağını
hatırlatarak onlara büyük bir güven, emniyet ve ümit hissi aşılamakta; bir
yandan da fütursuzca inkâr, isyan ve günahlara dalanları ikaz etmektedir. Çünkü göklerde ve yerde zerre miktarı, atom
miktarı, elektron ve proton miktarı en küçük bir şeyin bile O’ndan gizli
kalması mümkün değildir. İster zerreden küçük ister büyük olsun hepsi apaçık
bir kitapta, Levh-i Mahfûz’da kayıtlıdır.
Bu
ayet aynı zamanda murâkabe metoduna işaret ederek o hâli muhafazaya teşvik
buyurur. Zira, Allah Teâlâ’nın her an kendisinden haberdar olduğunu kesinlikle
bilen bir insan, O’na karşı gelmekten bütün gücüyle sakınır ve vakitlerini en
verimli şekilde doldurmaya dikkat eder.
Anlatılan
şu nükteler, murâkabe hâlini devam ettirmenin ehemmiyetine dikkat çekmektedir:
Ömer
Bennânî der ki: “Bir mezarlıkta sağ elinde beyaz sol elinde ise siyah çakıl
taşları olan bir rahibe rastladım. «Burada ne yapıyorsun böyle?» diye sordum.
Şöyle cevap verdi: «Kalbimi kaybettiğim zaman mezarlıklara gidip oralarda
yatanlardan ibret almaya çalışırım» Bu cevap üzerine: «Peki avucundaki çakıl
taşları da ne?» deyince rahip: «Şu beyaz taşlar var ya, güzel bir amel yaptığım
zaman onlardan birisini siyah taşların yanına koyarım. Kötü bir amel yapınca da
siyah olanlardan bir tane alıp beyazların içine koyarım. Gece olunca bakarım,
şayet güzel davranışlarım kötü davranışlarımdan fazla ise iftar edip virdime
başlarım. Yok kötü amellerim güzel amellerimden fazla ise o gece hiç yemek
yemem ve hiçbir şey içmem. İşte durumum bundan ibaret. Haydi sağlıcakla kal»
diye cevap verdi.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, IV, 78)
Kalbin
öldüğünün alâmetlerinden birisi, boşa giden vakitlere, kaçırılan murâkabelere
üzülmemek ve yapılan kusurlu amellerden dolayı pişman olmamaktır. Çünkü kalbin
diri oluşu, hissetmeyi gerektirir. Bunun aksi ise ölülerin özelliğidir. Bütün
masiyetler gaflet ve unutmadan kaynaklanır. Onun içindir ki Hakk’ı zikreden,
O’nu hatırından çıkarmayan kişi günaha cüret etmeyeceği için hem dünyada hem de
âhirette kurtuluşa erer. İşte bunlar Allah dostlarıdır ki, Yüce Rabbimiz onları
şöyle övmektedir:
62. Şunu iyi bilin ki, Allah dostlarına hiçbir korku yoktur ve onlar asla üzülmeyeceklerdir.
63. Onlar hakkıyla iman etmişlerdir ve Allah’a karşı gelmekten sakınıp vazîfelerini tam olarak yerine getirirler.
64. Onlar için dünya hayatında da, âhirette de müjdeler vardır. Allah’ın verdiği sözlerde ve hükümlerinde asla değişme olmaz. İşte en büyük başarı ve kurtuluş budur.
“Velâyet”;
muhabbet, dostluk, yardım ve vekâleten birinin işine bakmak gibi mânalara
gelir. “Evliyaullah” ise, Allah’a dost olan, Allah için dost olan, Allah için
birbirlerine yardımcı olan kimselerdir. Resûlullah (s.a.s.)’e evliyaullahın
kimler olduğu sorulduğunda: “Görüldükleri zaman Allah hatıra gelen
kimselerdir” buyurmuştur. (İbn Mâce, Zühd 4) Zira bu seçkin kişilerin
yakınında bulunulduğu zaman halleri, sekînetleri, duruş ve davranışları derhal
Allah’ı hatırlatır. Bunların fânî dünya menfaatlerine, mal ve servetlerine hırs
ve düşkünlükleri yoktur. Ancak Allah için birbirlerine muhabbet ve dostluk
gösterirler. (Ebû Dâvûd, Sünnet 2)
Bunların
“Allah için birbirini seven kimseler” (Müslim, Birr 38) oldukları
da rivayet olunur. Nitekim Hz. Ömer’den rivayete göre Resûlullah (s.a.s.) şöyle
buyurmuştur:
“Allah'ın
kullarından bir takım insanlar vardır ki onlar ne peygamber ne de şehîddirler.
Fakat kıyâmet günü Allah katındaki makamlarından dolayı onlara nebiler ve
şehitler imrenerek bakacaklardır.”
Bunların
kim olduğu sorulunca da Efendimiz (s.a.s.):
“Bunlar
öyle kimselerdir ki, aralarında akrabalık, ticaret ve iş ilişkisi olmaksızın,
sırf Allah rızâsı için birbirlerini severler. Vallahi yüzleri nurdur ve
kendileri de nurdan birer minber üzerindedirler. İnsanlar korktukları zaman
bunlar korkmazlar, insanlar üzüldüğü zaman bunlar üzülmezler” buyurmuş,
peşinden de bu âyeti okumuştur. (Hâkim, el-Müstedrek, IV, 170)
Bu
ve benzeri rivayetlerden hareketle velilerin: “Allah’ı seven, O’na ibâdet ve
taatle yakınlaşmaya gayret gösteren, Allah’ın da kendilerine nimet, şeref ve
izzet ihsan ederek dostluğunu gösterdiği” kimseler olduğu anlaşılmaktadır.
Zaten devam eden 63. âyet-i kerîmede bunların tarifleri yapılmakta ve en başta
gelen vasıfları sayılmaktadır. Buna göre, evliyâullah kâmil bir imanla ilâhî
emirleri ifâya ve yasaklardan kaçınmaya devam ederler. Kendilerinden Allah
rızâsına aykırı bir hâl, bir durum sadır olmaması için dikkat ederler, her
türlü haramdan ve şüpheli şeylerden sakınırlar. Bu halleriyle onlar daima
Allah’ın dininin ve yolunun yardımcılarıdır. Allah’ın insanları her türlü
karanlıklardan nura çıkarması için üzerlerine düşen tebliğ, temsil, örnek ve
vesile olma gibi tüm vazifelerini en iyi şekilde ve ihlasla yerine getirmeye
çalışırlar. Hâsılı Allah’a dostluk, tüm varlığı ve bütün gönlüyle Allah yoluna
adanmış olmayı gerektirir. İşte evliyaullahın hakiki tarifi budur.
Hz.
Ali şöyle der: “Allah’ın velileri, uykusuzluktan yüzleri sararmış, ibret
almaktan gözleri kamaşmış, açlıktan karınları nerdeyse sırtlarına yapışmış,
susuzluktan da dudakları kırışmış kimselerdir.” (Kurtubî, el-Câmi‘,
VIII, 358)
Bunlar
için hiçbir korku yoktur, onlar üzülmezler de. Güneş doğunca yıldızların
kaybolması gibi, Allah korkusu onlardaki diğer bütün korkuları sildiği için
başka korku kalmamıştır. Karşılaşacakları nimetler ve mutluluklar daha güzel
olduğundan ötürü geçmişle alakalı bir üzüntü de duymayacaklardır. Nitekim bir
diğer âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Kendilerine
tarafımızdan ebedî mutluluk takdir edilmiş olanlara gelince, onlar cehennemden
uzak tutulacaklardır. Onlar cehennemin hışırtısını bile duymayacak; cennette
canlarının çektiği nimetler içinde ebedî kalacaklardır. Kıyâmetin yol açtığı en
büyük korku dahi onları üzmeyecek ve melekler kendilerini: “Size va’dedilen o
mutlu gün işte bu gündür” diyerek karşılayacak.” (Enbiyâ
21/101-103)
Onlar
için hem dünya hayatında, hem de âhirette müjdeler vardır. Allah dostlarına
dünyadaki müjdeler şunlardır:
›
Sâdık ve sâlih rüyâlar.
Nitekim Ebu’d-Derdâ şöyle anlatır: Resûlullah (s.a.s.)’e bu âyet hakkında
sordum. Efendimiz (s.a.s.): “İndirildiğinden bu yana buna dair senden başka
bana soru soran olmadı. Buradaki «müjde»den kasıt, müslümanın gördüğü, yahut
ona gösterilen sâlih rüyadır” buyurdu. (Tirmizî, Rüyâ 3)
›
Meleklerin ölüm esnasında dünyadayken mü’mine verdikleri
müjdedir. Mü’min kulun canının çıkmasına yakın bir zamanda ölüm meleği gelir
ve: “Ey Allah’ın dostu, sana selâm olsun, Allah sana selam gönderdi” der.
Nitekim: “Onlar ki, tertemiz bir hayat yaşarlarken melekler gelip incitmeden
canlarını alırlar; bir taraftan da kendilerini: «Selam olsun size! Yaptığınız
güzel amellere karşılık girin cennete!» diye müjdelerler” (Nahl 16/32)
âyeti bu hakikati haber verir.
›
Mü’minin ölmeden önce nereye gideceğini bilmesidir.
Bu,
yüce Allah’ın Kur’an’da dostlarına ihsan edeceği cennet ve bol mükâfâtlara dair
vermiş olduğu müjdedir. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur: “Rableri
onları kendi katından bir rahmetle, rızâsıyla ve içinde onlar için hazırlanmış
çok kıymetli, ebedî nimetler bulunan cennetlerle müjdeler” (Tevbe 9/21); “İman edip sâlih ameller işleyenleri şöyle müjdele: Altlarından ırmaklar
akan cennetler onlar içindir” (Bakara 2/25); “Size va’dolunan cennetle sevinin!”
(Fussilet 41/30) İşte bu sebeple “Allah’ın verdiği sözlerde ve hükümlerinde
asla değişme olmaz” (Yûnus 10/64) diye buyrulur ki, “Allah verdiği sözden
caymaz” demektir.
Âhiretteki
müjdeye gelince, ruh cesetten çıktığı vakit, Allah’ın rızâ ve hoşnutluğuyla
müjdelenirler. Yine kabirlerinden çıktıklarında cennetlik olduklarına dair
onlara müjde verilir.
O halde müslümanın basit sebeplere takılarak
üzülmesine hiç gerek var mı:
65. Rasûlüm! İnkârcıların ileri geri konuşmaları sakın seni üzmesin. Hiç şüphesiz bütün yücelik, üstünlük ve şeref Allah’ındır. Her şeyi hakkıyla işiten, kemâliyle bilen O’dur.
Kâfirler
zenginliklerine, mal ve taraftarlarına güvenerek Allah Resûlü (s.a.s.)’i üzecek
sözler söylüyorlar; o muazzez varlığa ezâ ve cefâ ediyorlardı. Yollarına
dikenler atıyor, hakaretler ediyor ve ölüm tehditleri yağdırıyorlardı. Cenâb-ı
Hak, bu ve benzeri âyetlerde geçen ifadelerle onu teselli ediyor, üzülmemesini
istiyordu. Çünkü bütün hâdiselere hükmeden ve yön veren Allah’tır. Bütün izzet,
kuvvet, şan ve şeref O’na aittir. Her türlü güç ve kudret, hâkimiyet ve yücelik
O’nundur. O, her sözle birlikte onların Sevgili Peygamberi’ni üzen sözlerini de
işitmekte; onların da Habibi’nin de durumunu hakkiyle bilmektedir. O’nun,
peygamberlerine yardım edeceğine ve onları mutlaka gâlip getireceğine dâir sözü
vardır. (bk. Mü’min 40/51; Mücâdile 58/21) O halde Peygamber (s.a.s.)’e ve ona
tabi olanlara gereken, din düşmanlarının ileri geri konuşmalarıyla meşgul
olmayı bırakıp, vazifelerini tam olarak yapmaya çalışmak, sonsuz kuvvet sahibi
Rablerine güvenip dayanarak O’nun hükmünün gerçekleşmesini beklemektir. Zira
O’ndan başka güvenilip dayanılacak başka hiçbir ilâh yoktur. Bilakis:
66. İyi bilin ki, göklerde kim var, yerde kim varsa hepsi Allah’ındır. Allah’tan başkasını tanrı yerine koyanlar aslında edindikleri o ortaklara tapmıyorlar. Onlar ancak zanlarına göre hareket ediyorlar ve aksini iddia ederken de sadece yalan söylüyorlar.
Göklerde
ve yerde bulunan melekler, cinler ve insanlar gibi akıl sahibi canlı varlıklar
Allah’ındır. Hepsi O’nun kulu olup O’nun kudret ve hükümranlığı altındadır.
Allah’ın izni olmadan onların bir kişiye fayda veya zarar vermesi mümkün
değildir. Diğer taraftan Allah, o varlıkları sana yardımcı kılmaya, kâfirlere
karşı sana yardım etmeye ve onların mallarını, yurtlarını sana vermeye de
kadirdir. Üstelik sana düşmanlık yapan müşrikler, davalarında samimi
değillerdir. Çünkü onlar, Allah’ı bırakıp taptıkları şeylere gerçekten kulluk
yapmıyor; sadece onların kendilerine şefaat edeceklerini ve fayda
sağlayacaklarını umuyorlar. Böyle olunca da gerçekten tapılacak bir şeye değil,
sadece tapındıkları şeylerin Allah’ın ortakları oldukları şeklindeki asılsız
zanlarına tâbi olmuş oluyorlar. Dolayısıyla bütün yaptıkları, şahsi görüş ve
tahminlerine dayanarak yalan söylemekten başka bir şey değildir. Bunlar, sırf
nefsânî arzularına uyarak yaratılmışı yaratan, kulu ilâh, tâbi olması gerekeni
tâbi olunan kılarak saçma sapan şeyler uydurur dururlar. Hâsılı koştukları
ortaklar yalan, tehditleri boş, Allah hakkında uydurdukları her şey bir hiçtir.
Hepsi Allah’ın gücü ve hâkimiyeti altındadır ve O’nun hükmüne tâbidir. O halde
üzülmeni gerektirecek bir durum yoktur. Allah’ın ne denli bir kudret ve
merhamet sahibi olduğunu hatırlaman için de geceyle gündüzün durumuna bakman
yeterli olacaktır:
67. Uyuyup istirahat etmeniz için geceyi yaratan, işlerinizi yapabilmeniz için gündüzü aydınlatan O’dur. Şüphesiz dinleyip anlayacak bir toplum için bunda nice deliller vardır.
Gece
ve gündüz insan hayatı için vazgeçilmez bir ehemmiyete sahiptir. Gece
karanlığı, insanın uyuyup istirahat etmesini, yorgunluklarından kurtulup huzur
ve sükûna ermesine yardımcı olur. Gündüz ise aydınlıktır. Doğan güneş eşyanın
görülmesini sağlar ve insanlar çalışma imkânı bularak maişetlerini temin
ederler. İşte geceyi ve gündüzü yaratan, onları hiçbir aksaklık olmadan peş
peşe getirip duran şüphesiz Allah Teâlâ’dır. Milyonlarca yıldır durmadan devam
eden bu muazzam hâdiselerde, ibret alacak şekilde hakîkate kulak verebilenler
için Allah’ın varlığını, birliğini, sonsuz kudret ve merhametini gösteren
deliller, alâmetler, işaretler ve belgeler vardır. O halde, gece ve gündüzün
nimetlerinden istifade edene değil, bu emsalsiz nimetleri istifadeye sunana
kulluk etmek, O’na karşı şirk sayılacak her türlü düşünce ve eylemden
kesinlikle uzak durmak gerekir:
68. Onlar: “Allah, çocuk edindi” dediler. Hâşâ! O bundan münezzehtir. O hiçbir şeye muhtaç değildir. Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi O’nundur. Allah’ın oğlu olduğuna dair elinizde bir deliliniz de asla yoktur. Yoksa siz, Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?
69. De ki: “Allah hakkında yalan uyduranlar, asla kurtuluşa eremeyecekler.”
70. Onlar dünya nimetlerinden bir müddet faydalanacak, sonra dönüp bizim huzurumuza geleceklerdir. Sonra da biz, sürekli küfür içinde bulunmuş olmalarından dolayı onlara o şiddetli azabı tattıracağız.
Allah
Teâlâ’ya, erkek veya kız, çocuk isnat etmek, aslında Allah’ın eksiklik,
zayıflık ve bir kısım ihtiyaçlarla muallel olduğu düşüncesine dayanır. Bu
sebeple burada kâfirlerin bu asılsız iddiaları üç ayrı delille çürütülür:
›
Allah her türlü noksanlıktan pak ve uzaktır. Ölümlü olmak ve bu
yüzden zürriyetini devam ettirmek için bir eşe ihtiyaç duymak gibi
noksanlıkların Allah hakkında düşünülmesi mümkün değildir.
›
Allah zengindir; her türlü ihtiyaçtan müstağnîdir, kimseye bir
ihtiyacı yoktur. Dolayısıyla mülkünü miras bırakabileceği bir çocuğa da
ihtiyacı yoktur.
›
Allah, yerde ve gökte bulunan her şeyin sahibidir. Bunlardan
hiçbiri O’nun oğlu veya mirasçısı gibi bir nispetle anılamaz; hiçbiri mülk,
saltanat ve tasarrufunda O’na ortak olamaz.
Buna
göre bütün şirk iddiaları asılsızdır, yalandır ve bilmeden konuşulan sözlerden
ibarettir. Fakat bunlar, sıradan bir yalan değil, Allah hakkında uydurulan
yalanlardır. Allah hakkında yalan uyduranlar ise hiçbir zaman başarılı
olamayacak, kurtuluşa eremeyeceklerdir. Dünyada yaşadıkları sürece fâni
nimetlerle geçinip duracaklar, fakat kâfir olarak ölmeleri sebebiyle âhirette
pek şiddetli azaba uğrayacaklardır.
Allah
Teâlâ’nın peygamberlerine nasıl yardım ettiğini ve peygamberine karşı gelen
kavimlerin nasıl feci bir âkıbete uğradığını göstermesi bakımından Hz. Nûh’un
kıssası pek ibretlidir:
71. Rasûlüm! Onlara Nûh’un ibret dolu kıssasını anlat: Hani o kavmine şöyle demişti: “Ey kavmim! Şayet benim peygamber olarak aranızda bulunmam ve Allah’ın âyetlerini okuyup onlarla öğüt vermem size ağır geliyorsa, şunu bilin ki, ben sadece Allah’a güvenip dayandım. Haydi siz de tanrı diye taptığınız bütün varlıklarla birlikte toplanıp bana ne yapacağınıza karar verin. Ama, dikkat edin de, vereceğiniz bu karar sonnradan başınıza bir belâ, bir pişmanlık sebebi olmasın. Ardında da bana hiç göz açtırmadan hakkımdaki kararınızı hemen uygulayın.”
72. “Eğer yüz çevirirseniz, benim kaybedeceğim hiçbir şey yoktur; çünkü ben zâten sizden herhangi bir ücret istemiş değilim. Benim ücretimi verecek olan yalnız Allah’tır ve bana müslümanlardan olmam emredildi.”
73. Buna rağmen yine de Nûh’u yalanladılar. Biz de onu ve gemide kendisiyle beraber bulunanları kurtarıp onları yeryüzünde halîfeler yaptık; âyetlerimizi yalanlayanları ise suda boğduk. Allah’ın azabıyla uyarılıp da doğru yola gelmeyenlerin sonu nasıl olmuş bir bakın!
Hz.
Nûh kavmi arasında dokuz yüz elli sene kaldı ve onları tevhide davet etti. (bk.
Ankebût 29/14) Uzun seneler ısrarla tebliğe devam etmesine rağmen, pek azı
müstesnâ, kavmi ona iman etmedi. (bk. Hûd 11/40) Dolayısıyla bu âyet-i
kerîmeler, Nûh (a.s.)’ın mesajını daha açık bir şekilde ortaya koyduğu, Allah’a
tevekkülünü ve insanlardan korkusuzluğunu ifade ettiği; işkence etmek ve
öldürmek dâhil kendisine yönelik istediklerini yapmaları konusunda kavmine
meydan okuduğu bir safhayı anlatır. Onları ilâhî azapla tehdit eder. Fakat
kavim, bu açık tehditlerden ibret almadığı ve inkâra devam ettiği için tufanla
helak edilir.
Âyetlerde
beyân edildiği üzere, Hz. Nûh’un inkârcı kavmine karşı sergilediği bu korkusuz
tavır, kullandığı bu net üslup ve ifade, her şeyden önce onun Allah’a
bağlılığını ve tevekkülünü anlatmakta; bıkmadan usanmadan sürdürdüğü tevhid
mücâdelesinde gösterdiği cesâreti haber vermektedir. Buna göre, kısaca temas
edilen bu kıssadan maksat, bir taraftan önceki peygamberleri yalanlayanların,
inkârları yüzünden nasıl Allah’ın cezasına uğradıklarını hatırlatmak suretiyle,
Kur’an’ın muhataplarını, Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’e karşı sergiledikleri düşmanca
davranışlarından dolayı uyarıp onlara öğüt vermek; bir taraftan da başta
Peygamberimiz (s.a.s.) olmak üzere dini tebliğ etmekte olan kişileri teselli
ederek, onlara da Allah’a aynı şekilde güvenip dayanmalarını tavsiye etmektir.
Hz.
Nûh’tan sonra gelen kavimlerin haline bakacak olursak:
74. Nûh’un ardından biz, daha pek çok peygamberi kendi toplumlarına gönderdik. Peygamberleri onlara apaçık deliller ve mûcizeler getirdiler. Fakat onlar daha önce yalanladıkları şeylere bir türlü inanmadılar. Haddi aşanların kalplerini işte biz böyle mühürlüyoruz!
Hz.
Nûh’tan sonra kendilerine peygamber gönderilen kavimlerin durumu da aynıdır.
Onlara peygamberler geldi, ilâhî tâlimatları tebliğ etti, doğruluklarını
ispatlayan nice açık deliller ve mûcizeler getirdi. Fakat onlar, peygamberlerin
bu gayret ve çabalarına rağmen iman etmediler. Zira yalanlamayı alışkanlık
haline getirmişlerdi ve o hâli terk etmek kendilerine çok güç geldi. İnkâr edip
haddi aştılar. Haddi aşmaları sebebiyle de kalpleri mühürlendi; idraksiz ve
hissiyatsız insanlar haline geldiler.
Âyet
içinde yer alan “Haddi aşanların kalplerini işte biz böyle mühürlüyoruz!” (Yûnus 10/74) beyânı, hem
öncekileri hem de daha sonra gelenleri şümûlüne alır. Buna göre Peygamberin
davetine icâbet etmeyenlerin kalpleri katılaşacak; duygusuz, anlayışsız
insanlar olacaklar ve işledikleri yanlışlar sebebiyle kalpleri mühürlenecektir.
Resûlullah (s.a.s.) ve Kur’an’ın tâlimatlarına karşı taşkınlık yapanları da
aynı hazin akıbet beklemektedir.
Gelelim Hz. Mûsâ ve Firavun’un ibret dolu
kıssasına:
75. O peygamberlerden sonra Mûsâ ve Hârûn’u apaçık delil ve mûcizelerimizle Firavun’a ve O’nun ileri gelen yetkililerine gönderdik. Fakat onlar da büyüklenip iman etmeyi kibirlerine yediremediler ve günahlara dalmış inkârcı bir toplum oldular.
76. Kendilerine tarafımızdan gerçek ulaşınca: “Bu, elbette düpedüz bir sihir!” dediler.
77. Mûsâ şöyle dedi: “Size gelmiş bulunan gerçek hakkında böyle mi diyorsunuz? Bu bir sihir midir? Oysa sihirbazlar asla başarıya eremezler.”
78. Onlar da: “Sen bize, atalarımızı üzerinde bulduğumuz yoldan bizi döndüresin de, bu ülkede üstünlük ve hâkimiyet yalnızca ikinizin olsun diye mi geldin? Hayır, hayır, biz ikinize de inanacak değiliz” dediler.
Hz.
Mûsâ ve Firavun kıssası da yine Allah Resûlü (s.a.s.)’e, Firavun’un Mûsâ’ya
davrandığı gibi davranan müşriklere bir ders olması için zikredilir.
Hz.
Mûsâ’ya verilen mûcizeler, asâ ve yed-i beyzâ başta olmak üzere dokuz tanedir.
(bk. A‘râf 7/133) Hz. Mûsâ’nın getirdiği
açık deliller ve gösterdiği mûcizelere rağmen Firavun ve kavmi kibre kapılıp
gerçeği kabule yanaşmadılar. Arınmayı değil günahlara dalmayı tercih ettiler.
Hz. Mûsâ’ya sihirbaz, gösterdiği mûcizelere sihir dediler. Mûsâ (a.s.)’ın
“gerçek ile sihir” arasında yaptığı ayırıma kulak vermediler. Hatta Hz.
Mûsâ’nın, Allah adına tebliğ yapan bir peygamber değil de, kendi dünyevi
menfaatlerini kollayan bir sahtekâr olduğunu söyleyecek kadar ileri gittiler ve
asla inanmayacaklarını söylediler.
Firavun ise apayrı bir planın peşine düştü:
79. Firavun: “Bütün usta sihirbazları toplayıp bana getirin” diye emretti.
80. Sihirbazlar gelince Mûsâ onlara: “Haydi ne atacaksanız atın” dedi.
81. Sihirbazlar hünerlerini ortaya koyunca Mûsâ: “Sizin yaptığınız sihrin ta kendisidir! Allah onu mutlaka boşa çıkaracaktır. Çünkü Allah bozguncuların işini düzeltmez.”
82. Günaha dalmış inkârcı suçlular hoşlanmasa da Allah, cereyan eden değişmez kanunlarıyla ve icraatıyla gerçeği ortaya çıkaracaktır.
Firavun,
Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn’u söz düellosu ile mağlup etmekten ümidini kesince, bu
kez başka çarelere baş vurarak onları susturmanın yollarını arar. Hz. Mûsâ’nın
gösterdiği asâ ve yed-i beyzâ mûcizelerinin de ancak sihir olabileceğini
düşündüğünden, tek çâre olarak maharetli sihirbazları onun karşısına çıkarıp
Mûsâ’ya haddini bildirmeyi görür. Sihirbazlar gelir, Musâ (a.s.)’ın talebi
üzerine ip ve değneklerini atarlar. Hz. Mûsâ, yapılanın sihir olduğunu, hakkın
karşısında bunun bir geçerliliğinin ve netice itibariyle başarıya ulaşmasının
mümkün olmayacağını anlar ve ifade eder. (bk. A‘râf 106-126) Çünkü Allah Teâlâ’nın eşya ve
olaylarda cereyan eden değişmez kanunları, bozguncuları helâke sürüklemek ve
gerçek olanı gün yüzüne çıkarmak için durmadan işleyip durmaktadır.
Bu
sözlerin hemen ardından Mûsâ asâsını yere attı. Büyük bir yılana dönüşen asâ,
sihirbazların yılan gibi gösterdikleri iplerini ve değneklerini birer birer
yutup yok etti. Bu mûcize karşısında sihirbazlar derhal iman edip secdeye
kapandılar. Diğerlerine gelince:
83. Kavmi arasından Mûsâ’ya genç bir nesilden başka iman eden olmadı. Çünkü herkes, Firavun ile yakın çevresinin kendilerine işkence yapmalarından korkuyorlardı. Gerçekten Firavun, o ülkede zorba bir hâkimiyet kurmuştu ve hak-hukuk tanımaz zâlimlerden biriydi.
Âyette
geçen “zürriyet” kelimesi daha çok “nesil” mânasına gelse de, burada “genç”
anlamında kullanılmış ve Kur’an bu kelimeyle meselenin çok hususi bir yönüne
işaret etmiştir. O da şudur: O korkunç zulüm dönemi esnasında yalnızca az
sayıda genç erkek ve kadın Mûsâ (a.s.)’ı lider kabul etme cesaretini
gösterebilmiş; analar, babalar ve yaşlılar ise Peygambere tabi olarak dünyevi
menfaatlerini ve hatta hayatlarını tehlikeye atma cesaretini gösterememiştir.
Ayrıca o yaşlılar bununla yetinmeyip gençlerin de cesaretini kırmaya
çalışmışlardır. İşte Kur’an meselenin bu ince yönünü vurgulamaktadır. Nitekim
Peygamberimizin risâletinin başlangıcında da aynı durumla karşılaşmak
mümkündür. Bu süreçte daha çok gençlerin davaya gönül verdiği görülmektedir.
Âyette
dikkat çekilecek bir diğer nokta şudur: “İman” kelimesi ل (li) harfiyle kullanıldığında Arapça’da umumiyetle “itaat ve
takip” mânası taşır. Buna göre âyet-i kerîmenin mânası: “Kavminden bazı gençler
Hz. Mûsâ’ya itaat edip onu izlediler.” Yani tüm İsrâiloğulları arasından
yalnızca az sayılabilecek belli sayıdaki gençler Hz. Mûsâ’yı rehberleri ve
liderleri olarak kabul ederek, Firavun’a karşı mücadelesinde onun yanında yer
aldılar. Sonra gelen âyetlerdeki ifadelerden de kolaylıkla anlaşılabileceği
gibi, İsrâiloğulları Hz. Mûsâ’nın peygamberliğine inanmadıkları için değil,
Firavun ve avânesinin zulmüne uğramaktan korktukları için Hz. Mûsâ’ya itaatten
geri durmuşlardır. Bu korku, onların manen bozulmuş olmalarının tabii bir
neticesi idi. Asırlarca süren kölelik onları mânen çökertmiş ve mücâdele
ruhlarını yok etmişti. (Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, II, 330-331) Bir
sıkıntı söz konusu olunca Hz. Mûsâ’ya: “Sen bize gelmeden önce de, geldikten
sonra da hep işkence gördük, eziyetlere uğradık” diyorlardı. (A‘râf 7/129)
Firavun
ve hanedanından beklenen tehlike karşısında Hz. Mûsâ’nın kavmine nasihati ve
kavminin ona tepkisi şöyle olmuştur:
84. Mûsâ kavmine: “Ey kavmim! Eğer hakikaten Allah’a iman ettiyseniz ve gerçekten O’na teslim olduysanız, o halde yalnızca O’na dayanıp güvenin” diye öğüt veriyordu.
85. Onlar da şöyle diyorlardı: “Biz, yalnızca Allah’a dayanıp güvendik. Rabbimiz, bizi o zâlim toplumun işkencelerine maruz bırakarak, onlar için bir imtihan unsuru yapma!”
86. “Bizi rahmetinle o kâfirler gürûhundan kurtar!”
İman
ve teslimiyetin kemâli, işleri bütünüyle Allah’a havâle edip O’na güvenip
dayanmakla mümkün olur. Bu sebeple Mûsâ (a.s.) kavmine Allah’a tam bir iman,
teslimiyet ve ve bu iki manevî kuvvete dayalı tevekkülü tavsiye etmiştir. Çünkü
iman, kalbin, zâtı itibariyle vâcibu’l-vücûd olan Allah’ın tek, O’nun dışında
kalanların sonradan yaratılan varlıklar olduğunu ve bunların tamâmen Allah’ın
idâresi ve tasarrufu altında bulunduklarını bilmekten ibarettir. İslâm ise,
teslim olmak, boyun eğmektir. Bu da Allah’tan gelen tâlimatlara uymayı, boyun
büküp saygılı olmayı ve inadı terk etmeyi gerektirir. Bu iki durum
gerçekleşince kul, bütün işlerini Allah Teâlâ’ya havale eder ve kalbinde,
Allah’a tevekkül etmenin nuru meydana gelir. Zaten Allah’a tevekkül de, işlerin
tamamını Allah’a havale etmek ve bütün durumlarda Allah’a güvenip dayanmaktır.
Yine tevekkül, kalbin Kâdir-i Mutlak olan Allah’a bağlanması ve O’ndan
başkasını unutması; bütün güç ve kuvvetin O’na ait olduğunu bilmesi ve O’nun
izni olmadan ne kendisinin ne de başkasının bir kuvvet ve tesirinin olmadığını
kesinlikle bilmesidir. Her işinde Allah’a böylece tevekkül eden kimseye ise
Allah, her hususta, her musibet karşısında yeter ve ona yardımcı olur. Nitekim
âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Kim
Allah’a güvenip dayanırsa Allah ona yeter.” (Talâk 65/3)
Muhatapları,
Hz. Mûsâ’ya “Allah’a tevekkül ettiklerini; O’na güvenip dayandıklarını”
belirterek cevap verdiler. Fakat kendi zaaflarını da göz ardı etmeyerek,
tahammül edemeyecekleri ağır imtihanlara maruz kılınmamaları ve zalimlerin,
kâfirlerin baskı, eziyet ve cefâları altında bırakılmamaları için Allah’a
yalvardılar. Başlarına belâ kesilen o münkir Firavun toplumunun elinden kurtulmak
için Cenâb-ı Hakk’a niyaz ettiler.
Bunun
üzerine:
87. Mûsâ ve kardeşine şöyle vahyettik. “Mısır’da kavminiz için evler hazırlayın. Bu evlerinizi birbirleriyle irtibatlı, topluca namaz kılınacak ortak mekânlar ve toplantılarınızın yapılacağı merkezî yerler hâline getirin. Namazlarınızı da bu evlerde cemaatle ve dosdoğru kılın. Ey Mûsâ, mü’minleri müjdele!”
Hz.
Mûsâ ilâhî vahyi tebliğ ile Firavun’u hak yoluna davet ettikten sonra, Firavun,
İsrâiloğullarının mescitlerini yıktırmış ve onların namazlarını cemaatle
kılmalarına mâni olmuştu. Bu durum onların dağılmaları ve dinî şuurlarının yok
olması sonucunu getirdiği için cemaatle namazı yeniden tesis etmek lâzımdı.
Bunun üzerine, nerede ve nasıl namaz kıldıklarının anlaşılmaması için, âyette
emir buyrulduğu şekilde istikâmetleri kıble tarafına dönük evler binâ edip,
namazlarını burada cemaatle kılmaları emredilmiştir. Bu yolla, mevcut siyasî
otorite altında ezilen kavminin kulluk şuurunu yeniden canlandırmak, yapılacak
işler ve takip edilecek strateji bakımından mü’minleri eğitmek ve böylece
onları içinde yaşadıkları küfür sisteminin kokuşmuş, yozlaşmış hayat tarzından
koruyup seçkin, temiz ve itikadı sağlam bir toplum oluşturmak mümkün
olabilecekti.
Bu şekilde uzun ve meşakkatli bir mücâdelenin
ardından:
88. Mûsâ Allah’a şöyle yalvardı: “Rabbimiz! Elbette sen, Firavun ve onun yakın çevresine dünya hayatında göz kamaştırıcı bir debdebe ve bol servet verdin. Rabbimiz! İnsanları senin yolundan saptırsınlar diye mi, bu nimetleri onlara vermiştin? Rabbimiz! Onların mallarını yok et! Kalplerini de öyle katılaştır ki, o can yakıcı azabı görünceye kadar iman etmesinler!”
89. Allah Mûsâ ile Hârûn’a şöyle buyurdu: “Duanız kabul edildi. Ancak isteklerinizin gerçekleşmesi için siz de hiçbir sapma göstermeden üzerinize düşeni yerine getirin ve gerçeği bilmeyenlerin istek ve arzularına kesinlikle uymayın!”
Mûsâ
(a.s.), peş peşe mûcizeler göstererek Firavun ve kavmini imana davet etti.
Fakat onlar her seferinde bu daveti reddettiler ve inanmamakta ısrar ettiler.
Kendileri saptıkları gibi başkalarını da Allah yolundan saptırdılar. Hatta
İsrâiloğullarına olan zulüm ve işkencelerini günden güne daha da artırdılar.
Nihâyetinde, ıslah olmayacakları yolunda kesin kanaate ulaşan Hz. Mûsâ
Rabbinden, onların mallarını yerin dibine geçirmesini ve artık inanmamaları
için kalplerini iyice sıkmasını istedi. Hârûn (a.s.) da bu duaya amin dedi.
Cenâb-ı Hak dualarını kabul buyurdu, fakat aynı zamanda “İsteklerinizin
gerçekleşmesi için siz de hiçbir sapma göstermeden üzerinize düşeni yerine
getirin ve gerçeği bilmeyenlerin istek ve arzularına kesinlikle uymayın!”
(Yûnus 10/89) ikâzını da yaptı. Yani duanın kabulü her şeyin bittiği, yapılacak
bir vazifenin kalmadığı ve artık rehavete kapılmanın normal sayılabileceği
mânasına gelmemelidir. Ola ki, bir kısım kendini bilmezler, meydana gelen
gelişmeleri yanlış yorumlayarak başarının önüne engel olabilirler. Bu bakımdan
acele etmemeli, itidali elden bırakmamalı, ister darlık ister genişlik hali
olsun dâimâ istikâmet üzere bulunmaya gayret gösterilmelidir.
Dualarının
kabulünün ardından Hz. Mûsâ kavmiyle birlikte Mısır’dan harekete geçti:
90. İsrâiloğulları’nı denizden karşıya geçirdik; Firavun ve askerleri de zulmetmek ve saldırmak için hemen onların peşine düştü. Nihâyet tam boğulacağı sırada Firavun: “İsrâiloğulları’nın inandığından başka ilâh bulunmadığına kesinlikle inandım; artık ben de müslümanlardanım” dedi.
91. Kendisine şöyle nida edildi: “Yaa! Şimdi mi aklın başına geldi? Oysa sen, daha önce Allah’a karşı gelen ve işi gücü bozgunculuk olan biriydin.”
Hz.
Mûsâ İsrâiloğullarını, Firavun’un haberi olmayacak bir yolla Mısır’dan çıkardı.
Bunu haber alan Firavun da peşlerine düştü ve onlara yetişti. Bu sırada bir
mûcize gerçekleşti: Allah’ın emriyle Hz. Mûsâ asâsını denize vurunca deniz
yarıldı, sular arasında kupkuru yol oluştu, İsrâiloğulları denizin karşı
tarafına geçmeyi başardılar. Firavun ve ordusu da peşlerinden aynı yoldan denize
daldı. Ordu bütünüyle denize girdiği sırada olan oldu, hepsi boğulup gittiler.
(bk. A‘râf 7/136; Şuarâ 26/60-66) Yine
bu sırada pek câlib-i dikkat bir hâdise vuku buldu: Artık kesin olarak
boğulacağını anlayan Firavun, bir ömür boyu inkâra dalmış hatta en büyük rab
olduğunu iddia etmişken, Allah’a inandığını ve müslümanlardan olduğunu söyledi.
Kendisine “Yaa! Şimdi mi aklın başına geldi? Oysa sen, daha önce Allah’a
karşı gelen ve işi gücü bozgunculuk olan biriydin” (Yûnus 10/91) denilerek
karşılık verildi. Bu ifadeden İslâm âlimlerinin çoğu, onun imanının ilâhî
dergâhta kabul görmediği şeklinde anlaşılmıştır.
Gerçekleşen
bir başka mucize de şudur:
92. “Bugün seni bedeninle kurtaracak ve vücudunu çürümeden denizden çıkaracağız ki, senden sonra gelecekler için bir ibret olsun! Doğrusu, insanların çoğu âyetlerimize, ibret kaynağı delillerimize karşı kayıtsızdır.”
Zemahşerî,
bu âyet-i kerîmeyi şöyle Tefsir eder: “Seni deniz kenarında bir köşeye
atacağız. Cesedini tam ve noksansız, bozulmamış bir halde, çıplak ve elbisesiz
olarak, senden asırlar sonra geleceklere bir ibret olarak koruyacağız.”
(Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 24) Gerçekten de son senelerde yapılan
araştırmalarda Firavun’un bu cesedi, Cebelein mevkiinde mumyalanmadığı halde
hiç bozulmamış, yüzükoyun bir şekilde duran bir ceset bulunmuştur. Bunun 3000
yıllık olduğu tespit edilmiştir. Şu an bu
ceset, Biritihs Museum’da bulunmakta, halka teşhîr edilerek bir ibret manzarası
sergilenmektedir. Bu hakîkat, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’de bildirdiği
kıyâmete kadar devam edecek bir mûcizesidir.
Firavun belasından
kurtardıktan sonra:
93. Biz, İsrâiloğulları’nı güzel bir bölgeye yerleştirdik, onları temiz ve hoş nimetlerle rızıklandırdık. Onlar ise, kendilerine ilim geldikten sonra anlaşmazlığa düştüler. Hiç şüphesiz Rabbin, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda kıyâmet günü aralarında hüküm verecektir.
Cenâb-ı
Hak İsrâiloğullarını Firavun’dan kurtardıktan sonra çok verimli ve bereketli
arazilere sahip olan Suriye, Filistin ve Mısır’a yerleştirmiştir. Onları
çeşitli güzel ve hoş nimetlerle; meyveler, sebzeler, bıldırcın eti ve kudret
helvasıyla rızıklandırmıştır. Onlar, kutsal kitaplarında yer alan müjdelerden
hareketle son zamanda Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamber olacağını ve ona
Kur’an’ın indirileceğini biliyorlar; henüz gelmeden ona inanıyorlar ve
gelmesini bekliyorlardı. Fakat o (s.a.s.) peygamber olarak gönderilince
kıskandılar ve ona iman etmediler. (bk. Bakara 2/89, 90, 101) Halbuki ona inen
Kur’an, gerçeğin ta kendisi idi:
94. Sana indirdiğimiz bu bilgilerin doğruluğu hususunda farz-ı muhâl en küçük bir şüphe duyacak olursan, senden önce gelip kendilerine verilen o kitabı okuyanlara sor! Elbette sana Rabbinden gerçeğin ta kendisi gelmiştir; sakın şüphe edenlerden olma!
95. Yine sakın Allah’ın âyetlerini yalanlayanlardan da olma; yoksa hüsrâna uğrayanlardan olursun!
Bu
âyetler, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in kendisine gelen vahiy ve anlatılan
kıssalar hususunda herhangi bir şüphe taşıdığı gibi bir imada bulunuyor
değildir. Bu âyetler, bundan önce ve sonra gelen âyetler ve içinde bulundukları
metin açısından ele alındığı zaman, mâna ve maksatlarının açık olduğu
anlaşılacaktır. Şöyle ki:
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.), müşriklerin alayları, inkârları, kendisine ve mü’minlere karşı
işkenceye varan kötü muameleleri karşısında bunalıyordu. Vahiy nedir bilmeyen,
risâletten habersiz, bütün güçleriyle dünyaya ve maddeye kilitlenmiş insanlara,
fizik ötesi âlemden, vahiyden, beş duyunun algı sahası gibi hayal ve tasavvurun
alanına da girmeyen Allah ile münâsebetten bahsediyordu. Ayrıca haklarında
hiçbir şey okumadığı, ihtimal o güne kadar da hiçbir şey duymadığı asırlarca
önce geçmiş hâdiselerden ve mûcizelerden haber veriyordu. Bütün bu bahisler
karşısında muhatapların nasıl bir tavır takınacağı ortadadır. Daha henüz çok az
sayıda insanın kendisine inandığı bir zamanda böyle konulardan bahsetmek, çok
güçlü müşriklere meydan okumak ve “gelecek bize aittir” demek kolay değildi.
Ama o, bütün bunları dâvasına olan sonsuz güven ve itimat içinde söylüyordu.
Tabi bu söylediklerine yanındaki mü’minlerin de tam olarak inanması
gerekiyordu. Onlar ayrıca sabır ve tahammül konusunda takviye istiyorlardı. Böylesi
zor şartlar içinde Cenâb-ı Hak, vahiy, risâlet ve anlatılan kıssalar konusunda
Efendimiz (s.a.s.)’e hitap ederken, esasen mü’minleri teselli ve takviye
etmekteydi. İnancında zerre kadar şüphesi olmadığı açık ve olması da mümkün
bulunmayan bir Peygamber’e böyle hitap etmekle, mü’minleri en ufak bir şüphe
duymanın yanlışlığı konusunda uyarmaktaydı. (Ünal, s. 469-470)
Bu
âyetlerde muhatap alınan kişinin Peygamberimiz değil, genel mânada insan olması
da muhtemeldir. Buna göre şüphesi olan herkese hitap edilmekte, bu şüphesini
izâle için işin doğrusunu bilenlere müracaat etmeleri istenmektedir. Nitekim
âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Bilmiyorsanız,
bilenlere sorun!” (Enbiyâ 21/7)
Bununla birlikte:
96. Şu bir gerçek ki, haklarında Rabbinin azap sözü kesinleşmiş olanlar iman etmezler.
97. Kendilerine her türlü delil ve mûcize gelmiş olsa bile inkârda diretirler. Ta o can yakıcı azabı gözleriyle görünceye kadar!
Kendi
tercihleriyle giriftâr oldukları küfür ve mâsiyetleri sebebiyle haklarında
Allah’ın kahrı, gazabı ve azabı kesinleşen kimseler, her türlü âyet, delil ve
mûcize gözlerinin önüne dikilse bile iman etmezler. Azabı görünce iman ederler,
fakat bunun kendilerine bir faydası olmaz. Bu âyetler de yine müşriklerin
inkârlarından asla etkilenmemeleri, önceki kavimlerde olup bitenlerin Allah’ın
devamlı cârî halde bulunan bir âdeti olduğu, dolayısıyla aynısının yaşanabileceği
hususunda Peygamberimizi ve mü’minleri teselli etmektedir. Nasıl Firavun ve
kavmi inanmamış, fakat Firavun gibi, tarihin küfür bataklığına batmış en azılı
despotlarından biri, Allah’ın daha dünyada gösterdiği boğulma azabıyla
karşılaşınca faydasız da olsa inanmak mecburiyeti hissetmişse, Kur’an
karşısında Firavunca diretenler de hayatlarında inanmasalar da, benzer bir azap
tepelerine indiğinde, en azından ölüm acısıyla baş başa kaldıklarında aynen
Firavun gibi iman ikrarında bulunacak, fakat bu, kendilerine fayda
vermeyecektir. Dolayısıyla onların inanmaması, mü’minlerin şevklerini
kırmamalı, dâvalarına olan imanlarında onları sarsıntıya uğratmamalıdır.
Azabı görünce iman etmenin kimseye fayda vermediği
kaidesinin bir istisnâsı olarak Hz. Yûnus’un kavminin hali şöyle haber verilir:
98. Azabı gördükten sonra iman edip de imanlarının faydasını gören hiçbir memleket halkı olmamıştır. Ancak Yûnus’un kavmi hâriç. Onlar iman edince, biz de dünya hayatındaki o alçaltıcı azâbı kendilerinden kaldırdık ve onları belli bir süreye kadar dünya nimetlerden faydalandırdık.
Hz.
Nûh, Hz. Hud, Hz. Sâlih, Hz. Şuayb, Hz. Lut gibi Kur’an’da kıssaları anlatılan
önceki peygamberlerin kavimleri ve kıssaları anlatılmayan pek çok kavim iman
etmedikleri için helak edilmişlerdir. Dolayısıyla bu âyette: “Ne olur, bir
şehir halkı olsaydı da, inansaydı ve bu imanları kendilerine fayda verseydi.
Fakat, ne gezer, hiçbiri tam inanmadı ve bu yüzden helak oldular” şeklinde
ilâhî bir serzeniş vardır. Bunlar arasında Yûnus (a.s.)’ın kavmi müstesnâ
tutulmuştur. Çünkü onlar, başlangıçta inkâr etmişlerdi. Başlarına büyük bir
felaketin geleceğini anlayınca topluca iman ettiler. Böyle olunca da Allah
onları bağışladı ve başlarına çökecek rezillik azabını kaldırdı. İnadı terk
edip uslandıkları ve doğru yola geldikleri için cezadan kurtarıldılar. (bk.
Enbiyâ 21/87-88; Saffât 37/139-148; Kalem 68/48-50)
Burada Resûlullah (s.a.s.) ve onun izinden giden
İslâm davetçilerine, hak veya bâtıl her inancın tâbileri olacağı
hatırlatılarak, küfürde ısrar edenlere karşı kuvvetli ve metin; tevhid
mücâdelesini kesintisiz sürdürmeleri konusunda da azimli ve gayretli olmaları
tavsiye edilmektedir. İnsanları Allah’a davette aceleci davranıp, onların bir
an önce imana gelmelerini beklemek doğru değildir. İnanmıyorlar diye
ümitsizliğe kapılmak, onları inandırmak için Allah’ın razı olmadığı yollara
teşebbüs etmek de yasaklanmıştır. Bu bakımdan yeteri derecede tebliğ
yapıldıktan sonra neticenin tayini Allah Teâlâ’ya bırakılacaktır. Zira gerçek
şudur:
99. Eğer Rabbin dileseydi yeryüzünde bulunan herkes elbette topluca iman ederdi. Hal böyleyken sen şimdi iman edinceye kadar insanları zorlayıp duracak mısın?
100. Oysa Allah’ın izni olmadan hiçbir kişinin iman etmesi mümkün değildir. Allah, akıllarını kullanmayanların kalpleri üzerine mânevî pislikler yağdırır.
Her
ne kadar Cenâb-ı Hak, imana davet için peygamberler göndermiş, kitaplar
indirmiş, varlığının delilleriyle kâinatı doldurmuş ve insana da bunlardan
istifade etmek üzere akıl vermiş ise de, yine de, iman ve küfür meselesi bir
kader sırrı olarak devam etmektedir. Çünkü bu âyetlerde Allah Teâlâ’nın bütün
insanların iman etmesini dilemediği, Allah izin vermedikçe de hiç kimsenin iman
etmesinin mümkün olmadığı açıkça haber verilmektedir. Aslında buradan Allah
Teâlâ’nın insanları inanmak ve inanmamak arasında serbest bıraktığı, eğer
isteseydi ve zorlasaydı inanmayan kimsenin kalmayacağı anlaşılmaktadır. Nitekim
bir âyet-i kerîmede: “De ki: «Gerçek, Rabbinizden gelmiştir. Artık dileyen iman etsin, dileyen
inkâr etsin.…»” (Kehf 18/29) buyrulur. Buna göre insanların inanmaya zorlanmaması,
tebliğin belli ölçüler içinde yapılması ve aşırı gidilmemesi istenmektedir.
Bununla beraber “Allah, akıllarını kullanmayanların kalpleri üzerine manevî
pislikler yağdırır” (Yûnus 10/100) ifadesi, akılla iman arasındaki derin
irtibata dikkat çekmekte, akıl nimetini yeterli derecede kullananların iman
şerefine erebilme imkânlarının mevcut olduğunu belirtmektedir. Akletme
melekesini gerektiği gibi kullanmayan veya yanlış yollarda kullananlar ise,
iman adına Allah’ın izninden ve dolayısıyla imandan mahrum kalma tehlikesiyle
karşı karşıyadırlar. Nitekim devam eden âyetler bu hususu biraz daha
açmaktadır:
101. De ki: “Göklerde ve yerde olan şeylere ibretle bakın!” Fakat, iman etmeyecek bir gürûha ne bu deliller, ne de uyarılar bir fayda verir.
102. Aslında onlar, bu halleriyle ancak kendilerinden önce gelip geçenlerin helâk günlerinin benzerini beklemektedirler. De ki: “Öyleyse olacak olanları bekleyin bakalım, ben de sizinle beraber beklemekteyim!”
103. Sonunda biz, önceleri yaptığımız gibi peygamberlerimizi ve iman edenleri kurtarırız. Çünkü mü’minleri kurtarmak, üzerimize düşen bir borçtur.
Göklerde
ve yerde bulunan her şey Allah’ın varlığının ve birliğinin delilleridir.
İbretle bunlara bakan, aklını çalıştırıp bu varlıklar üzerinde tefekkür
edenler, bu kadar muazzam varlıkları eşsiz bir güzellik ve âhenk içinde yaratan
sonsuz kudret, kuvvet, ilim, irade ve hikmet sahibi bir yaratıcının olduğunu idrakte
zorlanmazlar. Fakat inkâr dehlizlerine dalarak aklını çalıştırmayan, kalbinin
tüm kapılarını hidâyet ışıklarına kapatarak inanmamakta kararlı olan
bedbahtlara bütün bu âyetlerin, işaret ve delillerin, peygamberlerin ve onların
ikâz ve korkutmalarının hiçbir faydası olmayacaktır. Bu halleriyle onlar, daha
önce helak edilmiş toplumlar gibi ancak helak edilmeyi bekler dururlar. Yanlış
düşünce ve inançları, günah olan fiil ve davranışlarıyla âdeta ilâhî kahır
tecellilerinin başlarına inmesini arzularlar. Hiç acele etmesinler, o
bekledikleri azap bir gün gelecek ve helak edileceklerdir. Ancak Allah Teâlâ
peygamberlerini ve iman edenleri o azaptan kurtaracaktır. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın,
üzerine aldığı bir borçtur; onu mutlaka yerine getireceğini taahhüt etmektedir.
İman
ve küfür meselesinde en ince noktaları izah edip ortaya çıkardıktan sonra sûre,
bütün insanları ilgilendiren dinî esasları hatırlatarak şöyle nihâyete
ermektedir:
104. Rasûlüm! Bütün insanlara şunu ilan et: “Ey insanlar! Eğer benim dînimden herhangi bir şüphe içindeyseniz, şunu bilin ki, ben sizin Allah’tan başka taptıklarınıza tapmam. Ben ancak sizin canınızı alacak olan Allah’a kulluk ederim. Çünkü bana, mü’minlerden olmam emredildi.”
105. Bana şunlar da emredildi: “Allah’ın birliğini tanıyarak yüzünü dosdoğru hak dine çevir; sakın müşriklerden olma!”
106. “Allah’ı bırakıp da sana hiçbir fayda ve zarar veremeyen şeylere yalvarıp yakarma. Böyle yaparsan, o takdirde, kesinlikle zâlimlerden olursun!”
107. Allah sana bir zarar dokunduracak olursa, onu yine Allah’tan başka giderecek yoktur. Eğer senin için bir hayır dilerse, O’nun lutf u keremini engelleyecek de yoktur. O, lutfunu kullarından dilediğine verir. O, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Dinin
esası, bütün sahte tanrıları bir tarafa bırakarak yalnızca Allah’a inanmak ve
sadece O’na kulluk yapmaktır. Çünkü ibâdete layık tek varlık, istediği gibi
yaratan ve öldüren, birini öldürmeyi dileyince iradesine kimse engel olamayan
Allah Teâlâ’dır. Bir başkasının böyle bir hak ve yetkisi yoktur. O halde O’nu
bir tanımalı, yalnızca O’na yönelmeli, açık ve gizli her türlü şirkten uzak
durmalı, hiçbir fayda ve zarar veremeyen putlara yalvarmayı terk etmelidir.
Çünkü şirk koşmak en büyük zulümdür ve şirk günahını işleyen de en büyük
zalimdir. Zira yapılabilecek en büyük haksızlık, zat, sıfat ve fiillerinde tek
olan Allah’ın ortağı olduğunu kabul etmektir. Böyle şey olamaz; böyle bir inanç
asla doğru kabul edilemez. Çünkü putlar hiçbir fayda ve zarara güç
yetirmedikleri gibi, fayda ve zararın hepsine güç yetiren sadece Allah’tır.
İnsanın başına gelen zararı Allah’tan başka kimse kaldıramaz. Allah’ın ihsan
edeceği bir iyiliğe de kimse mâni olamaz. O istediğini yapmaya kadirdir. Öyle
ise aciz şeylere değil, varlıkları istediği gibi yaratan, idâre eden, hayat
veren, öldüren, bağışlayan, merhamet eden Allah’a kulluk etmek gerekir.
Çünkü:
108. De ki: “Ey insanlar! Elbette size Rabbinizden gerçeğin ta kendisi olan Kur’an gelmiş bulunuyor. Artık kim doğru yolu seçerse kendi faydasına seçmiş olur; kim de doğru yoldan saparsa yine kendi zararına sapmış olur. Ben sizin başınızda, yaptıklarınızın sorumluluğunu üzerine almış bir yetkili değilim!”
109. Sana vahyedilene uy! Allah hükmünü verinceye kadar da sabret! Çünkü O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.
Rabbimizden
gelen gerçek, hidâyet rehberi olan Peygamber Efendimiz ve ona indirilen
Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bunlara inanan ve gösterdikleri doğru yolda yürüyenler
kendi menfaatlerine bunu yapmış olurlar. Bunları kabul etmeyenler, inkâr edip
yüz çevirenler de doğru yoldan sapmış olurlar. Bunun vebâli de yine kendilerine
aittir. Bu noktada Peygamberin birilerine vekil olmak ve yaptıklarının
sorumluluğunu üstlenmek gibi bir vazifesi yoktur. Onun vazifesi vahye tâbi
olmak, onu apaçık bir şekilde insanlara tebliğ etmek ve Allah hükmünü verinceye
kadar bu uğurda sabretmektir.
اَلْحَك۪يمُ (el-Hâkim), Cenâb-ı Hakk’ın güzel isimlerinden
biridir. Bu isim “verdiği hükümle hakla bâtılı, iyiyle kötüyü ayıran ve her
nefis için yaptığı hayır ve şerrin cezasını ortaya koyan ya da mükâfat ve ceza
vermek sûretiyle mü’minle kâfiri birbirinden ayıran” mânasına gelir. Kulun bu
isimden nasibi, Allah’ın hükümlerine teslim olup emrine boyun eğmektir. Zira
O’nun hükmüne kendi isteğiyle razı olanlar, hem kendileri razı hem de Allah
onlardan razı olarak bir hayat süreceklerdir. Allah Resûlü (s.a.s.)’in hali, bu
hususta en güzel örnektir. Çünkü o,
Allah’ın hükmüne rızâ gösterip belasına sabrettiği için övgüye değer bir hayat
yaşamış ve Yüce Rabbinin lütfuyla neticede zafere ulaşmıştır.
Yûnus sûresinin sonunda hülâsa edilen dinin
esasları gelmekte olan Hûd sûresinde örnekleriyle beyân edilecektir:
"Meryem oğlu İsa da: “Ey İsrâiloğulları! Ben size Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim; daha önce inen Tevrat’ı doğrulamak ve benden sonra g ...
Enbiya suresinin 69. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 69. Ayet Arapça: قُلْنَا يَا نَارُ كُون۪ي بَرْدًا وَسَلَامًا عَلٰٓى اِبْرٰه۪يمَۙ Enbi ...
"Allah’a ve Rasûlü’ne gerektiği gibi inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, sizin için hayırlı olan bu ...
Enbiya suresinin 46. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 46. Ayet Arapça: وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ يَا وَ ...
Enbiya suresinin 37. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 37. Ayet Arapça: خُلِقَ الْاِنْسَانُ مِنْ عَجَلٍۜ سَاُر۪يكُمْ اٰيَات۪ي فَلَا تَسْتَعْجِ ...
Saff sûresi Medine’de nâzil olmuştur. 14 âyettir. İsmini, 4. ayetinde geçen صَفًّا (saffen) kelimesinden alır. Sûrenin “İsa” ve اَلْحَوَارِيُّونَ (Hav ...