Hûd sûresi Mekke’de inmiştir. 123 âyettir. İsmini, 50-60. âyetler arasında kıssası anlatılan Hûd (a.s.)’dan almıştır. Mushaf tertîbine göre 11, nüzûl sırasına göre 52. sûredir.
Hûd sûresinde itikat konuları, özellikle Allah’ın varlığı, birliği, peygamberlik gerçeği ve bunun önceki toplumlardaki tezâhürü ele alınmaktadır. Bunu misallendirmek üzere Hz.Nûh, Hz. Hûd, Hz. Sâlih, Hz. İbrâhim, Hz. Lût, Hz. Şuayb ve Hz. Mûsâ gibi peygamberlerin kıssaları, Yûnus sûresine göre daha geniş bir çerçevede anlatılmaktadır. Bu misallerden hareketle Kur’an’ın mûcize oluşu, öldükten sonra diriliş, hesap ve âhiret hayatıyla alakalı mevzulara dikkat çekilmektedir.
Mushaftaki sıralamada on birinci, iniş sırasına göre elli ikinci sûredir. Yûnus sûresinden sonra, Yûsuf sûresinden önce Mekke döneminin son bir yılı içinde nâzil olmuştur. 12, 17 ve 114. âyetlerinin Medine’de indiği yolundaki görüş müfessirlerin çoğunluğunca kabul edilmemiştir (İbn Âşûr, XI, 311; Reşîd Rızâ, XII, 2; Ateş, IV, 291).
Allah Resûlü (s.a.s.), Hûd sûresinin fazileti hakkında şöyle buyurur:
“Cuma günü Hûd sûresini okuyun.” (Dârimî, Fezailü’l-Kur’an 17)
Yine Efendimiz (s.a.s.):
“Hûd sûresi ve Vâkıa, Hâkka, Mürselât, Nebe’ ve Tekvîr gibi kardeşleri beni ihtiyarlattı” (Tirmizî, Tefsir 57/3297) beyânıyla da sûrenin muhtevasının önemine ve bildirdiği sorumlulukların ağırlığına dikkat çeker. Çünkü bu sûrelerde fevkalade tesirli bir üslûpla önceki peygamberlerin tevhid mücadelesinden kesitler sunulmakta, kalpleri derinden sarsan kıyamet sahneleri tasvir edilmektedir.
1. Elif. Lâm. Râ. Bu Kur’an, her şeyi yerli yerince ve doğru yönlendiren ve her şeyi mükemmel bilen Allah tarafından âyetleri kesin delillerle kuvvetlendirilmiş ve mânaları iyice açıklanmış bir kitaptır.
Burada,
hakîm ve habîr olan Allah tarafından gönderilen Kur’ân-ı Kerîm’in, zikredilen
iki isme uygun olarak iki mühim vasfına dikkat çekilir:
›
Allah’ın “hakîm” isminin tecellisi olarak Kur’an âyetleri kesin
delillerle ve insanlık tarihi boyunca sayısız nesiller üzerinde tecrübe ve test
edilerek sağlamlaştırılmıştır. Onlar hem lafız hem de mâna bakımından her türlü
bozukluk, noksanlık ve tezattan uzaktır. Üslup, nazım ve mâna itibariyle o,
benzeri getirilmesi beşer takatinin üstünde olan bir şâheserdir. Onun, önceki
kitapların zıddına, kendinden sonra gelecek bir kitapla neshedilmesi,
hükümlerinin değiştirilip kaldırılması da sözkonusu değildir. Aynı zamanda
Kur’an hakîmdir; değişmez hüküm ve hikmetlerle dolu olup, başından sonuna kadar
hikmet nizamı ile tanzîm edilmiştir.
›
Allah’ın “habîr” isminin tecellisi olarak da Kur’an âyetleri geniş
geniş açıklanmıştır. Buna göre Kur’ân-ı Kerîm sûrelere, sûreler âyetlere,
âyetler de emir, yasak, helâl, haram, sevap, günah, kıssa, mesel, va‘d, vaîd gibi
mevzulara ayrılmıştır. İncelendiğinde görüleceği üzere Kur’an âyetleri insanın
dünya ve âhirette muhtaç olduğu ulûhiyet, nübüvvet ve âhiret gibi itikâdî
mevzuları, ibâdetle alakalı hususları ve haram ve helâllere ait konuları yer
yer ana hatlarıyla, yeri gelince de tafsilatlı bir şekilde açıklamaktadır.
Kur’an’ın
tafsîl edilmiş olmasının bir mânası da onun, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e
yirmi üç senede parça parça inmesi gerçeğinde ortaya çıkmaktadır.
Kur’ân-ı
Kerîm’in ana mesajı şudur:
2. Rasûlüm! De ki: “İşte bu kitap size sadece Allah’a kulluk edesiniz diye geldi. Şüphesiz ki ben de size O’nun gönderdiği bir uyarıcı ve bir müjdeciyim.”
3. “Artık Rabbinizden hatalarınızın örtülmesini isteyin, sonra O’na tevbe edin ki sizi belirli bir vakte kadar huzur içinde güzel bir şekilde yaşatsın ve faziletli bir hayat sürenlere bol bol lutf u ihsânda bulunsun. Eğer yüz çevirirseniz, şüphesiz ki ben, sizin büyük bir günün azâbına uğramanızdan korkarım.”
4. “Dönüşünüz yalnızca Allah’adır. O’nun her şeye gücü yeter.”
Kur’an
Allah’ın doğru yol rehberi, Peygamber de bu rehber kitabı insanlara ulaştıran
elçidir. Onun iki önemli vazifesi vardır:
Birincisi;
müjdeleyici olması: O, Allah’a istiğfar eden, O’na tevbe eden, sıhhatli bir
kul-Rab münâsebeti içinde her an kulluğunun şuurunda olan faziletli kişileri
dünyada güzel ve hoş bir hayatla, âhirette de ebedî mükâfâtla müjdeler. Bu
mânayı izah sadedinde bir diğer âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Erkek
olsun kadın olsun mü’min olarak kim sâlih amel işlerse ona dünyada elbette
temiz ve güzel bir hayat yaşatırız. Âhirette de onları, yaptıkları en güzel
işleri esas alarak mükâfatlandırırız.” (Nahl 16/97)
Mü’minin
dünyada süreceği “güzel ve hoş hayat” şu özelliklere sahiptir:
Hırs olmaksızın yetecek kadar bir rızık,
Elde mevcut olana kanaat,
Yaratıklara el açmamak; kişinin üzerinde herhangi birinin,
özellikle kınanmış birinin bir minneti olmaması,
Hak sahiplerine haklarını vermek,
İnsanların ihtiyaçlarının karşılanmasına vesile olmak,
Gençlikte bir günahla kınanmamak; Allah’tan gâfil olmakla
vasfedilmemek,
Kolay veya zor, kendi üzerinde câri olan her türlü tecelliye razı
olmak. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 34)
İkincisi;
uyarıcı olması: O, kulluktan yüz çevirenleri gelmesi kesin olan büyük bir günün
azabıyla korkutur. Çünkü insanlar sonunda Allah’a dönecekler; her şeye gücü
yeten Allah, her birine ameline göre karşılık verecektir.
Buna
rağmen müşriklerin, kendilerine rahmet olarak gelen Peygamber karşısında
sergiledikleri şu tutum ne kadar tuhaf ve acıdır:
5. Şu hâle bakın, onlar sırf içlerindekini Peygamber’den gizlemek için yan çizer, göğüslerini eğip bükerler. Dikkat edin! Onlar örtülerine büründükleri zaman bile Allah onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilir. Çünkü O, sînelerde saklı tutulan bütün gizlilikleri hakkıyla bilendir.
Âyet-i
kerîmenin iniş sebebi olarak rivayet edilen hâdiselerden üçü şöyledir:
›
Bu âyet-i kerîme, Resûlullah (s.a.s.) ile karşılaştığında onun
sevdiği şekilde davranıp kalbinde, ona karşı menfî duygular gizleyen hoş
görünüşlü, tatlı sözlü Ahnes b. Şerîk hakkında nâzil olmuştur. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl,
s. 271)
›
Yine rivayete göre bu âyet, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ile
karşılaştıklarında onunla karşılaşmaktan hoşlanmadıkları için eğilip bükülerek
gizlenmeye çalışan, ona arkalarını dönüp elbiseleriyle yüzlerini kapatan ve bu
yaptıklarından Efendimiz (s.a.s.)’in haberi olmadığını sanan bazı kâfirler
hakkında nâzil olmuştur. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XI, 236-238; Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî,
XI, 209)
›
Müşriklerden bir grup: “Muhammed’e düşmanlık üzere kapılarımızı
kapatıp örtülerimizi salıversek, elbiselerimize bürünsek ve göğüslerimizi büküp
gizlensek Muhammed bizim kendisine düşman olduğumuzu nereden bilecek!?”
demişlerdi. Bunun üzerine Allah Tealâ, onların gizledikleri bu düşmanlıklarını
haber vermek üzere bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
XVII, 148)
Zikredilen
bu hâdiselerden de anlaşıldığı üzere âyet-i kerîme, müşriklerin, Resûlullah
(s.a.s.)’in Rabbinden getirdiği hakikatleri kabul etmediklerini, bu ilâhî
davete kulak vermediklerini, Allah ve Rasûlü’nden gizlenmeye ve kaçmaya
çalıştıklarını, zaman zaman da dıştan iyi görünüp içten düşmanlık
beslediklerini canlandırılmış bir sahne halinde haber verir. Aynı zamanda
onların akıl ve kalplerini bâtıl inançlarla örtmüş olduklarına, bu sebeple
gerçeklere karşı kapalı ve duyarsız kaldıklarına da işaret eder. Halbuki her
şeyi bilen, elbiselerine büründükleri zaman bile içlerinden geçirdiklerinden
haberdar olan, hatta sînelerin, kalplerin en derinlerinde yer alan bütün his ve
düşüncelere âşinâ olan Allah Teâlâ’dan hiçbir şeyi gizlemek mümkün değildir.[1]
Hatta
O, insanlar bir tarafa, yeryüzünde yaşayan ne kadar canlı varsa hepsinin her
türlü hallerini çok iyi bilmektedir:
[1] Âyette yer alan ذَاتُ الصُّدُورِ (zâti’s-sudûr) tabirine “sinelere sahib olan, onları yönlendiren şeyler, kimseler, güçler” mânası da verebiliriz. Çünkü terkipte yer alan “zât” kelimesi “sahip” anlamına gelmektedir. “Sadr” ise vücudun öne çıkan kısmıdır. Bu sebepledir ki yönetimin öne çıkanına “sadrazam” deniyor. Yani sadrazam vitrinde olan kişidir. Bir de onu yönetenler, gizli güçler, klüpler vardır. İşte Allah Teâlâ, Efendimiz (s.a.s.)’e açıkça düşmanlık yapan, ondan göğsünü çeviren, ona sırt dönen kâfirleri bildiği gibi, onlara yön veren, onları idâre eden, yönlendiren, düşmanlığa teşvik eden, arkadan bütün düşmanlıkları planlayan gizli güçlerin hepsini de tüm detaylarıyla bilmektedir.
6. Yeryüzünde kımıldayan bütün canlıların rızkı yalnızca Allah’a aittir. Allah, her canlının anne karnından başlayıp devam eden hayat yolculuğunun her basamağında uğrayacağı menzili, orada kalacağı süreyi ve bu basamağın sonunda emânet bırakılacağı yeri de bilir. Bütün bunlar, apaçık ve açıklayıcı-ayrıştırıcı bir kitapta kayıtlıdır.
“Nice
canlılar var ki, hayatları için gerekli olan rızkı yanlarında taşıyamaz.
Onların da sizin de rızkını veren Allah’tır. O, her şeyi hakkiyle işiten, her
şeyi hakkiyle bilendir.” (Ankebût 29/60)
اَلْمُسْتَقَرُّ (müstekarr), canlıların dünya üzerinde
bulunduğu yer; اَلْمُسْتَوْدَعُ (müstevda‘), babanın
sulbünde veya anne rahminde bulunduğu yerdir. Veya müstekar, hayatta iken
bulunduğu yer; müstevda’ ise öldükten sonra konulacağı yerdir. Bu iki kelime,
her canlının anne karnından başlayıp devam eden hayat yolculuğunun her
basamağında uğrayacağı menzili, orada kalacağı süreyi ve bu basamağın sonunda
emânet bırakılacağı yeri de içine almaktadır. (bk. En‘âm 6/98) Allah
Teâlâ, bunların hepsini bilir. Çünkü bunların hepsi, çok önceden Levh-i
Mahfuz’a yazılmıştır; orada kayıtlıdır.
İşte
Allah’ın ilim ve kudreti böyle geniş, fazl-u keremi böyle boldur. Dolayısıyla
insan rızkını Allah’tan istemeli, rızık için endişe etmemeli ve rızık için
değil, Allah için çalışmalıdır. Bu hususta şu misaller ne kadar dikkat
çekicidir:
Rivayete
göre Mûsâ (a.s.)’a imana davet etmek için Firavn’a gitmesi hakkında vahiy
geldiği zaman kalbi ailesinin durumuna takıldı. “Ya Rabbi, ailemle kim
ilgilenecek?” dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ Mûsâ (a.s.)’a, asasını kayaya
vurmasını emretti. Mûsâ (a.s.) kayaya vurunca kaya yarılıp içinden bir kaya
daha çıktı. Asasını bu kayaya da vurunca kaya yarılıp üçüncü bir kaya çıktı.
Asası ile bu kayaya vurduğu zaman ise kayadan bir böcek çıktı. Ağzında gıda
yerine geçecek bir şey vardı. Mûsâ (a.s.)’ın kulağından perde kaldırıldı ve
böceğin şöyle dediğini işitti: “Beni gören, sözümü işiten, yerimi bilen, beni
hatırlayan ve unutmayanı tesbih ederim, O her tür noksanlıktan pak ve uzaktır.”
(Bursevî, Rûhu’l-Beyân, IV, 129)
Sâlihlerden
birine: “Sen nerden yersin?” diye sorulunca şu cevabı vermiş: “Değirmeni var
eden, orada öğütülen unu da getirir. Ağızları yaratan kim ise, azıkları
yaratan da O’dur.” (Kurtubî, el-Câmi‘, IX, 7)
O nihayetsiz kuvvet, kudret, ilim ve hikmet
sahibi Allah ki:
7. Sizi imtihan edip hanginizin daha güzel amel işleyeceğini ortaya çıkarmak için gökleri ve yeri altı günde yaratan O’dur. Arşı ise daha önce su üzerinde idi. Buna rağmen şayet: “Siz öldükten sonra kesinlikle diriltileceksiniz” diyecek olsan, inkâra saplananlar muhakkak: “Bu düpedüz bir büyüden başka bir şey değil” derler.
8. Yemin olsun ki, eğer kendilerini tehdit ettiğimiz azabı hemen göndermeyip belli bir süre ertelesek, şüphesiz onlar: “Azabın gelmesine mâni olan nedir?” derler. Bilin ki, başlarına azap geldiği gün artık ondan kurtulmaları mümkün değildir. Alay ettikleri gerçek kendilerini çepeçevre kuşatacaktır.
Allah
Teâlâ, gökleri ve yeri altı günde yani sürelerini aklımızla belirlememiz mümkün
olmayan altı kozmik devirde yarattı. (bk. A‘râf
7/54) Bunları yaratmaya başlamadan evvel
arşı ve suyu yaratmıştı. “Arşı ise daha önce su üzerinde idi” (Hûd 11/7)
ifadesi buna işaret eder. Ancak bu ikisinden hangisinin daha önce
yaratıldığına dair bir bilgi yoktur. Resûlullah (s.a.s.) yaratılışın başlangıcı
hakkında şöyle buyurur:
“Allah
vardı, O’ndan başka hiçbir şey yoktu. Arşı da su üstünde idi. Daha sonra
gökleri ve yeri yarattı ve Levh-i Mahfuz’da her şeyi yazdı.” (Buhârî,
Bedü’l-Halk 1)
“Allah’ın
arşınının su üzerinde olması” mes’elesi;
› Zaman
› Su
› Arş
kavramları açısından incelendiğinde, bundan farklı yorumlar
çıkarılabilmektedir.
Eğer
âyette kastedilen zaman kâinatın yaratılışından önce ise, o takdirde “su”
kelimesinin burada bir istiareden ibaret olduğunu ve arş gibi onun da gerçek
niteliğini bilemeyeceğimizi kabul etmemiz gerekir. Kâinatın ilk yaratılma
aşamalarında ise, bizim dünyamızın “su” kavramına oldukça yaklaşmış oluruz.
Çünkü bugün bilim dünyasının ortak kanaati haline gelmiş ve oldukça ciddi
kanıtlarla desteklenen teoriler, kâinatın sıfır hacim ve sonsuz yoğunlukta,
trilyonlarca derece sıcaklıkta bir kozmik çorbadan yaratılmış olduğu ve daha
sonra da adım adım atom parçacıklarının inşa edildiği yönündedir. Buna göre
kâinatın ilk dönemlerinde, madde bütünüyle hidrojen çekirdeklerinden ibaretti
ki, hâlen de kâinattaki maddenin dörtte üçünün hidrojenden ibaret olduğu
hesaplanmaktadır. Hidrojen ise suyun hammaddesidir; kelimenin kökü “su”dan
gelmekte ve hidrojen adı da “suyu doğuran” anlamını taşımaktadır. Bu açıdan
yaklaşıldığında, kâinatın uzun çağlar boyunca ağırlıklı olarak hidrojen
üzerinde tecelli eden ilâhî irade ile şekillendiğini ve suyun hammaddesi ile
göklerin ve yerin yaratılarak bugünkü hâlini aldığını söyleyebiliriz. Eğer
âyetteki ibâre “yerin yaratıldığı” zamana işaret ediyorsa, bu defa, bizim
bildiğimiz suya iyice yaklaşmış oluruz. Her üç halde de suyun yaratılış için
taşıdığı önem âşikârdır. “Arş” kelimesine gelince, Allah’ın kudret ve
hâkimiyetini ifade etmesi itibariyle bu kelimenin su ile ilişkisi de açıktır.
Çünkü Allah’ın ilim, irade, kudret ve rahmetinin eserleri, bütün ihtişamıyla,
hayat üzerinde kendilerini göstermektedir ve hayatta suya bağlıdır. Nitekim
Enbiyâ sûresi 30. âyette buna açıkça işarette bulunulmuştur. (Kandemir ve
diğerleri, s. 750-751)
Arşın,
suyun, göklerin, yerin ve bunlarda bulunan her şeyin yaratılma maksadı, akılla
donatılıp sorumlu kılınan insanı imtihan etmek ve bunlar içinde en güzel amel
işleyenleri seçip ortaya çıkarmaktır. Efendimiz (s.a.s.)’in beyânıyla: “Hangisinin
akılca en güzel, Allah’ın haram kıldığı şeylerden sakınmada en müttaki, O’nun
taatine koşmada en süratli olduğunu belirlemektir.” (Suyûti, ed-Dürrü’l-Mensûr,
IV, 404) Buna göre aklı, yenip içilecek rızkı değil, yaratılışın esas hikmeti
olan en güzel amelin hangisi olduğunu tespit ve onun yapılması istikâmetinde
kullanmak gerekir. Çünkü Cenâb-ı Hak bu nimetlerin hepsini bir hikmete bağlı
olarak ihsan buyurdu. İnsanlar, dünyada bunlarla imtihan olunacak, öldükten
sonra dirildiğinde bu imtihanın neticesine göre bir muameleye tabi
tutulacaktır. Bunun, hayat ırmağının akacağı mecburi bir mecrâ ve içine
döküleceği zaruri bir son olduğunda şüphe bulunmamakla beraber, akıl ve
iradelerini küfür katranıyla iyice kapatmış olanlar bu gerçeği kabul etmez ve
bunun, gerçekle alakası olmayan apaçık bir düzmece olduğunu söylerler. Bu
hakikatleri haber veren Kur’an’ın, cahil insanları aldatmak, onları dünya
zevklerinden ve nefsânî hürriyetlerden mahrum bırakmak suretiyle üzerlerinde
baskı kurmak için uydurulmuş bir hile, bir oyun ve düzmece bir söz olduğunu
iddia ederler. Çünkü onların anlayışına göre ölenin bir daha dirilmesi olacak
şey değildir. Bu sebeple müşrikler, zaman zaman Peygamberimiz (s.a.s.) ile alay
etme niyetiyle başlarına helak edici musibetler getirmesini istiyorlar;
bekledikleri musibet hemen gelmeyince de yine alayvârî bir şekilde: “Ne oluyor,
niçin azap gelmiyor? Onu alıkoyan, gelmesini engelleyen nedir?” diyorlardı.
Halbuki acele etmelerine gerek yoktur. Çünkü azap geldiğinde onları her yönden
çepeçevre kuşatacak ve kimsenin bunu onlardan geri çevirmeye gücü
yetmeyecektir.[1]
İnsana
gelince o, kendine güvendiği kadar çok güçlü ve dayanıklı bir varlık değildir.
Ölüm, toplu helak, kıyâmet gibi büyük felaketler şöyle dursun karınca ısırması
gibi en küçük bir sıkıntı bile onun dengesini bozmaya ve ümitsizliğe düşmesine
yeter:
[1] Âyette geçen اُمَّةٌ مَعْدُودَةٌ (ümmetün ma‘dûdetün) ifadesinde yer alan “ümmet” kelimesine pek çok müfessir “zaman, süre, vakit” mânaları vererek ibareyi “belli bir süre, belirlenmiş bir vakit” şeklinde anlamışlardır. Bu doğrudur. Bununla birlikte “ümmet” kelimesinde “nesil, cemaat; belli bir din ve gaye etrafında ve bir önderin liderliğinde bir araya gelmiş düzenli bir grup” mânaları vardır. Buna göre âyet-i kerîme bize şu mânaları hatırlatmaktadır: Bir neslin yaptığı kötülüklerin cezası hemen o kötülükleri yapanlara verilmeyip daha sonraya ertelenebilmektedir. Mesela âyeti ülkemizdeki gelişmeler ışığında ele almak gerekirse Cumhuriyet döneminde boy veren zehirler Tanzimat döneminin tohumlarıdır. Bir dönemde ekilen fitne fesat tohumlarının belâsını sonraki nesiller çekmişlerdir. Yine Cumhuriyetin başından beri atılan yanlış adımların belâsını bizler çekiyoruz. Aslında bu durum, âyetlerde yer alan: “Kimse bir başkasının suç ve günah yükünü çekmez ve onunla yargılanmaz” (Fâtır 35/18) ilkesine aykırı değildir. Örnek vermek gerekirse, sigara içen hamile annenin bebeğine zararı bulunmuyor mu?
9. Biz insana tarafımızdan bir nimet tattırır, sonra da bunu elinden çekip alıversek, bu takdirde o tamâmen ümitsizliğe kapılır, olabildiğine nankör kesilir.
10. Fakat başına gelen bir darlık, dert ve sıkıntıdan sonra kendisine bir nimet tattırsak, hiç şüphesiz bu defa: “Bütün kötülükler, dertler, belâlar bir daha gelmemek üzere beni bırakıp gitti” der. Böylesi, dengesiz bir sevinç içinde tam bir şımarıktır, böbürlenip duran mağrurun tekidir.
11. Ancak her iki halde de sabredip Allah’ın râzı olacağı doğru, yerinde ve güzel ameller işleyenler böyle davranmazlar. Onlar için bağışlanma ve pek büyük bir mükâfat vardır.
Allah
Teâlâ, gökleri ve yeri altı günde yani sürelerini aklımızla belirlememiz mümkün
olmayan altı kozmik devirde yarattı. (bk. A‘râf
7/54) Bunları yaratmaya başlamadan evvel
arşı ve suyu yaratmıştı. “Arşı ise daha önce su üzerinde idi” (Hûd 11/7)
ifadesi buna işaret eder. Ancak bu ikisinden hangisinin daha önce
yaratıldığına dair bir bilgi yoktur. Resûlullah (s.a.s.) yaratılışın başlangıcı
hakkında şöyle buyurur:
“Allah
vardı, O’ndan başka hiçbir şey yoktu. Arşı da su üstünde idi. Daha sonra
gökleri ve yeri yarattı ve Levh-i Mahfuz’da her şeyi yazdı.” (Buhârî,
Bedü’l-Halk 1)
“Allah’ın
arşınının su üzerinde olması” mes’elesi;
› Zaman
› Su
› Arş
kavramları açısından incelendiğinde, bundan farklı yorumlar
çıkarılabilmektedir.
Eğer
âyette kastedilen zaman kâinatın yaratılışından önce ise, o takdirde “su”
kelimesinin burada bir istiareden ibaret olduğunu ve arş gibi onun da gerçek
niteliğini bilemeyeceğimizi kabul etmemiz gerekir. Kâinatın ilk yaratılma
aşamalarında ise, bizim dünyamızın “su” kavramına oldukça yaklaşmış oluruz.
Çünkü bugün bilim dünyasının ortak kanaati haline gelmiş ve oldukça ciddi
kanıtlarla desteklenen teoriler, kâinatın sıfır hacim ve sonsuz yoğunlukta,
trilyonlarca derece sıcaklıkta bir kozmik çorbadan yaratılmış olduğu ve daha
sonra da adım adım atom parçacıklarının inşa edildiği yönündedir. Buna göre
kâinatın ilk dönemlerinde, madde bütünüyle hidrojen çekirdeklerinden ibaretti
ki, hâlen de kâinattaki maddenin dörtte üçünün hidrojenden ibaret olduğu
hesaplanmaktadır. Hidrojen ise suyun hammaddesidir; kelimenin kökü “su”dan
gelmekte ve hidrojen adı da “suyu doğuran” anlamını taşımaktadır. Bu açıdan
yaklaşıldığında, kâinatın uzun çağlar boyunca ağırlıklı olarak hidrojen
üzerinde tecelli eden ilâhî irade ile şekillendiğini ve suyun hammaddesi ile
göklerin ve yerin yaratılarak bugünkü hâlini aldığını söyleyebiliriz. Eğer
âyetteki ibâre “yerin yaratıldığı” zamana işaret ediyorsa, bu defa, bizim
bildiğimiz suya iyice yaklaşmış oluruz. Her üç halde de suyun yaratılış için
taşıdığı önem âşikârdır. “Arş” kelimesine gelince, Allah’ın kudret ve
hâkimiyetini ifade etmesi itibariyle bu kelimenin su ile ilişkisi de açıktır.
Çünkü Allah’ın ilim, irade, kudret ve rahmetinin eserleri, bütün ihtişamıyla,
hayat üzerinde kendilerini göstermektedir ve hayatta suya bağlıdır. Nitekim
Enbiyâ sûresi 30. âyette buna açıkça işarette bulunulmuştur. (Kandemir ve
diğerleri, s. 750-751)
Arşın,
suyun, göklerin, yerin ve bunlarda bulunan her şeyin yaratılma maksadı, akılla
donatılıp sorumlu kılınan insanı imtihan etmek ve bunlar içinde en güzel amel
işleyenleri seçip ortaya çıkarmaktır. Efendimiz (s.a.s.)’in beyânıyla: “Hangisinin
akılca en güzel, Allah’ın haram kıldığı şeylerden sakınmada en müttaki, O’nun
taatine koşmada en süratli olduğunu belirlemektir.” (Suyûti, ed-Dürrü’l-Mensûr,
IV, 404) Buna göre aklı, yenip içilecek rızkı değil, yaratılışın esas hikmeti
olan en güzel amelin hangisi olduğunu tespit ve onun yapılması istikâmetinde
kullanmak gerekir. Çünkü Cenâb-ı Hak bu nimetlerin hepsini bir hikmete bağlı
olarak ihsan buyurdu. İnsanlar, dünyada bunlarla imtihan olunacak, öldükten
sonra dirildiğinde bu imtihanın neticesine göre bir muameleye tabi
tutulacaktır. Bunun, hayat ırmağının akacağı mecburi bir mecrâ ve içine
döküleceği zaruri bir son olduğunda şüphe bulunmamakla beraber, akıl ve
iradelerini küfür katranıyla iyice kapatmış olanlar bu gerçeği kabul etmez ve
bunun, gerçekle alakası olmayan apaçık bir düzmece olduğunu söylerler. Bu
hakikatleri haber veren Kur’an’ın, cahil insanları aldatmak, onları dünya
zevklerinden ve nefsânî hürriyetlerden mahrum bırakmak suretiyle üzerlerinde
baskı kurmak için uydurulmuş bir hile, bir oyun ve düzmece bir söz olduğunu
iddia ederler. Çünkü onların anlayışına göre ölenin bir daha dirilmesi olacak
şey değildir. Bu sebeple müşrikler, zaman zaman Peygamberimiz (s.a.s.) ile alay
etme niyetiyle başlarına helak edici musibetler getirmesini istiyorlar;
bekledikleri musibet hemen gelmeyince de yine alayvârî bir şekilde: “Ne oluyor,
niçin azap gelmiyor? Onu alıkoyan, gelmesini engelleyen nedir?” diyorlardı.
Halbuki acele etmelerine gerek yoktur. Çünkü azap geldiğinde onları her yönden
çepeçevre kuşatacak ve kimsenin bunu onlardan geri çevirmeye gücü
yetmeyecektir.[1]
İnsana
gelince o, kendine güvendiği kadar çok güçlü ve dayanıklı bir varlık değildir.
Ölüm, toplu helak, kıyâmet gibi büyük felaketler şöyle dursun karınca ısırması
gibi en küçük bir sıkıntı bile onun dengesini bozmaya ve ümitsizliğe düşmesine
yeter:
وَلَئِنْ اَذَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنَّا
رَحْمَةً ثُمَّ نَزَعْنَاهَا مِنْهُ اِنَّهُ لَيَؤُۧسٌ كَفُورٌ ﴿9﴾ وَلَئِنْ
اَذَقْنَاهُ نَعْمَاۤءَ بَعْدَ ضَرَّاۤءَ مَسَّتْهُ لَيَقُولَنَّ ذَهَبَ
السَّيِّـَٔاتُ عَنّ۪ي اِنَّهُ لَفَرِحٌ فَخُورٌ ﴿10﴾ اِلَّا الَّذ۪ينَ صَبَرُوا وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ اُوۨلٰۤئِكَ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَاَجْرٌ كَب۪يرٌ ﴿11﴾
9.
Biz insana tarafımızdan bir nimet tattırır, sonra da bunu elinden çekip
alıversek, bu takdirde o tamâmen ümitsizliğe kapılır, olabildiğine nankör
kesilir.
10.
Fakat başına gelen bir darlık, dert ve sıkıntıdan sonra kendisine bir nimet
tattırsak, hiç şüphesiz bu defa: “Bütün kötülükler, dertler, belâlar bir daha
gelmemek üzere beni bırakıp gitti” der. Böylesi, dengesiz bir sevinç içinde tam
bir şımarıktır, böbürlenip duran mağrurun tekidir.
11.
Ancak her iki halde de sabredip Allah’ın razı olacağı doğru, yerinde ve güzel
ameller işleyenler böyle davranmazlar. Onlar için bağışlanma ve pek büyük bir
mükâfât vardır.
Bu
ayetler, hidâyeti bulamamış insanın, sahip olduğu nimetleri elinden kaybedince
içine düştüğü ruh halini resmetmektedir. Gerçekten insana bir nimet gelip,
sonra da geri alındığında ümitsizliğe düşer ve nankörlük eder. Gelecek hakkında
bütün ümidini kaybeder. Geçmişi de hemen unutur, şükretmez ve tamamen nankör
biri oluverir. Daha önce verilmiş olan nimetlerin hepsini inkâr etmeye
varıncaya kadar ileri gider. Halbuki elindeki o nimetler, yüce Allah’ın
kendisine karşılıksız bir bağışı idi. Bunu hatırına getirmez, günaha girer
fakat tevbe etmek de aklına gelmez. Dolayısıyla ayetlerin oluşturduğu tablo,
dar görüşlü ve aceleci insan yapısını tasvir etmekte ve bize onu gerçek yönüyle
tanıtmaktadır. Yine ona, bir sıkıntıdan sonra hoş bir nimet tattırılırsa,
mesela hasta iken iyileşir, fakir iken zenginleşiverir, zayıf iken güçlenir,
vazifeden azledilmiş iken yeniden önemli bir göreve atanırsa kesinlikle: “Bütün
kötülükler, dertler, belâlar bir daha gelmemek üzere beni bırakıp gitti” (Hûd
11/10) der. Bir daha başına hiç sıkıntı gelmeyecek zanneder. Sevinir ve
şımarır. Allah korkusu hatırına bile gelmez olur. Ferahlanır ve gururlanır.
Verilen nimetin hakkını eda edecek ve şükredecek yerde, onunla insanlara
üstünlük taslamaya çalışır.
Fakat
ayetlerde bir grup insan, tasvir edilen bu insan tiplemesinden istisna
edilmektedir. Onlar zor ve sıkıntılı günlerde sabredenlerdir. Bunlar sıkıntılı
günlerde sabrettikleri gibi, nimetli günlerde de nimetin şükrünü yerine getirme
hususunda sabretmişlerdir. Zira insanların çoğu sıkıntılara katlanabildiği
halde, nimetli günlerde sabırlı davranarak gurura kapılmayan ve şımarmayan
insanların oranı çok küçüktür. Dolayısıyla her iki durumda da iyi işler
yapanları, yani zor günlerde sıkıntılara gönül hoşnutluğuyla katlanıp sabırlı davrananlar ile buna
karşılık nimete eriştiklerinde şükredip başkalarına iyilik edenleri bağışlama
ve büyük mükâfat beklemektedir. Şu bir gerçektir ki, insan nefsini, kâfirliğin
göstergesi olan sıkıntılı günlerdeki umutsuzluktan ve fâsıklığın göstergesini
oluşturan rahat günlerdeki şımarıklıktan koruyan tek müessir güç, iyi amellerle
kendini gösteren ciddi bir imandır. Zira böyle bir iman, insan kalbini
sıkıntılı günlerde de nimetli günlerde de aynı doğrultuda tutar, onu her iki
durumda da yüce Allah’a bağlar; ne sıkıntıların darbeleri altında sarsılmasına
izin verir ve ne de nimetlerin oluk oluk aktığı günlerde böbürlenip
kibirlenmesine müsaade eder. (Seyyid Kutub, Fî Zılâl, IV, 1860) Her iki
durum da mü’min hesabına ayrı birer hayırdır. Böyle bir durum, yani darlıkta ve
bollukta çifte mutluluk sadece mü’minler için sözkonusudur. Bu gerçeği beyân
sadedinde Allah Rasulü (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Mü’minin durumu gıbta ve
hayranlık vericidir. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi
bir özellik Sadece mü’minde vardır. Sevinecek bir şeye nâil olsa şükreder, bu
onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa sabreder, bu da onun için
hayır olur.” (Müslim, Zühd 64)
Her
türlü şartlar altında böylesi bir sabır ve şükür halinin devamı hususunda Allah
Teâlâ, Peygamberimiz (s.a.s.) şahsında bütün mü’minleri şu şekilde uyarmaktadır:
[1] Âyette geçen اُمَّةٌ مَعْدُودَةٌ (ümmetün ma‘dûdetün) ifadesinde yer alan “ümmet” kelimesine pek çok müfessir “zaman, süre, vakit” mânaları vererek ibareyi “belli bir süre, belirlenmiş bir vakit” şeklinde anlamışlardır. Bu doğrudur. Bununla birlikte “ümmet” kelimesinde “nesil, cemaat; belli bir din ve gaye etrafında ve bir önderin liderliğinde bir araya gelmiş düzenli bir grup” mânaları vardır. Buna göre âyet-i kerîme bize şu mânaları hatırlatmaktadır: Bir neslin yaptığı kötülüklerin cezası hemen o kötülükleri yapanlara verilmeyip daha sonraya ertelenebilmektedir. Mesela âyeti ülkemizdeki gelişmeler ışığında ele almak gerekirse Cumhuriyet döneminde boy veren zehirler Tanzimat döneminin tohumlarıdır. Bir dönemde ekilen fitne fesat tohumlarının belâsını sonraki nesiller çekmişlerdir. Yine Cumhuriyetin başından beri atılan yanlış adımların belâsını bizler çekiyoruz. Aslında bu durum, âyetlerde yer alan: “Kimse bir başkasının suç ve günah yükünü çekmez ve onunla yargılanmaz” (Fâtır 35/18) ilkesine aykırı değildir. Örnek vermek gerekirse, sigara içen hamile annenin bebeğine zararı bulunmuyor mu?
12. İnanmayanların: “Ona bir hazine indirilmeli, yahut onunla beraber bir de bir melek gelmeli değil miydi?” demeleri yüzünden göğsün daralarak sana vahyedilen şeylerin bir kısmını onlara tebliğden geri duracak gibisin. Unutma ki sen ancak bir uyarıcısın. Her işi düzenleyen ve her hususta kendisine güvenilip dayanılacak olan ise Allah’tır.
Müşriklerin
ileri geri konuşmaları; inanmak gayesiyle değil, sırf eziyet ve saldırı
maksatlı Efendimiz (s.a.s.)’den bazı taleplerde bulunmaları şüphesiz Resûlullah
(s.a.s.)’i üzmekte ve göğsünün daralmasına sebep olmaktaydı. Bunlardan biri de
“Madem peygamberse, ona gökten bir hazine indirilmeli, yahut beraberinde, onun
peygamberliğine şâhitlik yapacak bir melek gelmeli değil miydi?” sözleriydi.
Dolayısıyla bu âyet, Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in, zaman zaman müşriklerin
sataşmalarından son derece bunaldığını gösterir. Buna göre Efendimiz’in,
müşriklerin dillerinden kurtulmak için özellikle putları yeren bazı ayetlerin
tebliğini belli bir süre ertelemeyi düşünme ihtimaline karşı, gelen vahiyler
onun metânetini takviye etmekte, kalbini kuvvetlendirmekte, müşriklerin
saldırılarına aldırış etmeksizin, aldığı emirleri duyurmaya devam etmesini
teşvik etmektedir. Çünkü Peygamber ancak bir uyarıcıdır; vazifesi tebliğdir.
Gelen vahiylerin tebliğinde şahsi bir tasarrufa yetkisi yoktur. Vazifesini
yerine getirdikten sonra işin neticesini Allah’a havâle edecek ve O’na güvenip
dayanacaktır. Çünkü bütün işleri düzenleyen, her şeyin dizginini elinde tutan
sadece Allah olduğu gibi, her hususta kendisine güvenilip dayanılacak da yine
yalnız O’dur.
Muhammed
İkbâl’e âit şu temsîlî sözler, tıpkı Rasûl-i Muhterem (s.a.s.) gibi zorluklara
sabır ve tahammül göstermenin faziletini ne güzel ifade eder:
“Bir
ceylan, diğer bir ceylana dert yanıyordu:
«–Bundan
sonra Kâbe’de, Harem’de yaşayacağım. Orada yatar kalkar, orada otlarım. Zira
ovalarda avcılar pusu kurmuşlar, gece gündüz biz âhûların izinde dolaşıyorlar.
Artık avcı derdinden selâmete ermek istiyorum. Gönlüm biraz da huzûra
kavuşsun!..»
Bunları
dinleyen diğer ceylan ise:
«–Ey
akıllı dostum! Yaşamak istiyorsan tehlike içinde yaşa. Kendini dâimâ bileği
taşına vur; cevheri temiz olan kılıçtan daha keskin yaşa! Tehlike; gücü,
kudreti imtihân eder. Cisim ve canın nelere kâdir olduğunu bize o bildirir.»
cevâbını verdi.”
Burada
dikkat edilmesi gereken nokta, kendini tehlikelere arzedecek ve her ihtimale
karşı zorluklarla mücadele edecek kişinin savunduğu davanın gerçek olması, bile
bile batılda ısrar etmemesidir. Sözkonusu Kur’an olunca bunun en büyük ve en
açık gerçek olduğunda şüphe yoktur:
13. Yoksa: “Kur’an’ı kendisi uydurup sonra da Allah’a mal ediyor” mu diyorlar. De ki: “Eğer iddianızda samimi iseniz, haydi onun benzeri uydurulmuş on sûre getirin de görelim. Hatta bunu yapmak için Allah’tan başka gücünüzün yettiği herkesi de yardıma çağırın!”
14. Eğer onlar âcizlik gösterip size cevap veremezlerse, bilin ki, Kur’an, Allah’ın ilmi ile indirilmiştir ve O’ndan başka ilâh yoktur. Artık teslim oluyorsunuz, değil mi?
Kur’ân-ı
Kerîm’in Allah kelâmı değil de, Peygamberimiz (s.a.s.)’in uydurduğu bir söz
olduğunu söyleyen müşriklere bu safhada, kendi zanlarınca uydurulmuş olan
Kur’an sûreleri gibi on sûre getirmeleri istenmekte; bunu başarabilmeleri için
de güçlerinin yettiği herkesi yardıma çağırmalarına müsaade edilmektedir. Yûnus
sûresi 38 ve Bakara sûresi 23. âyetlerde de bu miktar bir sûreye kadar
düşürülmektedir. Fakat Kur’an düşmanları ne onun on sûresine ne de bir sûresine
nazîre yapmaya muktedir olamamışlardır; Kur’an’ın açık beyânına göre bundan
böyle de asla olamayacaklardır. (bk. Bakara 2/24) O halde tek yol kalmaktadır.
O da, Kur’an’ın, iddia edildiği gibi insan sözü olmadığını, bilakis Allah’ın
ilmiyle indirilmiş hak kelam olduğunu kabul ederek Allah’tan başka ilâh
olmadığına inanmak, böylece Kur’an’ın tâlimatları doğrultusunda Allah’a teslim
olmuş hakiki bir müslüman haline gelebilmektir. Bunu başarabilmenin birinci
şartı da dünyaya ve dünyanın şatafatına aldanmamaktır:
15. Dünya hayatını, onun göz kamaştırıcı süsünü ve şatafatını arzulayanlara, bu gayeye yönelik yaptıkları çalışmaların karşılığını dünyada tastamam veririz. Onlar bu hayatta hiçbir haksızlığa uğratılmazlar.
16. Fakat onlar öyle kimselerdir ki, kendileri için âhirette ateşten başka bir şey yoktur. Dünyada yaptıkları şeyler orada tamâmen boşa gidecektir. Çünkü, iyilik nâmına yaptıkları işler, inanç ve iyi niyetten yoksun olduğu için, hiçbir değer taşımamaktadır.
Burada
Kur’ân-ı Kerîm’e inanmayanların ve onu reddedenlerin, daha ziyade gönüllerini
dünya muhabbeti saran, dünyaya ve dünya nimetlerine tapanlar olduğuna işaret
edilir. Kur’an’ın uyarıcı açık beyânlarını kabul etmemelerinin altında yatan
sebep ise, bu dünya hayatının, dünya zevk ve safâsının ötesinde hiçbir şeyin
bulunmadığını düşünmeleridir. Halbuki Kur’an âhirete iman merkezli bir hayat
anlayışı getirmekte, dünya hayatını da o istikamette ölçülü ve dikkatli
yaşamayı öğütlemektedir.
Âhireti
hesaba katmayarak bütün niyet, himmet ve gayretlerini dünyaya yönlendirenler
şunu bilmelidir ki; Allah, mü’min olsun, kâfir olsun kimsenin çalışmasını
karşılıksız bırakmaz; kabiliyet ve istidatları nispetinde yaptıkları işlerin
karşılığını tam olarak verir. Ancak sadece dünya için çalışanlar, her ne kadar
dünyanın servet ve refahına erseler de, bu gayretlerinin âhirette herhangi bir
faydasını göremezler. Yaptıkları tamâmen boşa gider ve bunlar, onların
cehennemden kurtulup cennete girmesine yardımcı olamaz. Şu âyet-i kerîmeler de
bu mâna daha da vuzûha kavuşmaktadır:
“Kim
sadece şu peşin ve geçici dünya zevkini isteyip onun ardına düşerse, biz
dilediğimiz kimseye takdir ettiğimiz miktarda o zevki tattırır, sonra da
cehennemi ona mekân kılarız. O da kınanmış ve Allah’ın rahmetinden kovulmuş
olarak cehenneme girer. Kim de âhiret hayatını ister ve bir mümin olarak bütün
gücüyle onu kazanmaya çalışırsa, işte bunların çalışmaları Hak katında kabul
görüp güzel karşılık bulur.” (İsrâ 17/18-19)
“Kim
âhiret kazancını isterse onun kazancını artırırız. Kim de âhireti bırakıp
sadece dünya kazancını isterse ona da ondan bir parça veririz; fakat onun
âhirette bir nasîbi olmaz.” (Şûrâ 42/20)
Mü’min,
Allah’a ve âhirete inanan bir kişi olarak, hem dünya hayatını mutlu ve müreffeh
bir şekilde yaşamak için gayret gösterir, hem de ebedî âhiret saadetini elde
etmeye çalışır. “Rabbimiz bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver
ve bizi cehennem azâbından koru” (Bakara 2/201) diye dua eder. “Allah’ın
sana verdiği serveti O’nun yolunda harcamak suretiyle âhiretini kazanmaya
çalış. Dünyadan da nasibini unutma” (Kasas 28/77) kaidesi istikâmetinde dünya-âhiret,
madde-mâna ahengini bozmadan dürüst bir hayat sürer.
Dünyayı
isteyenle Allah’ı ve âhireti isteyen kimseler arasındaki farkı anlayabilmek
için karşılıklı mukayese edilerek anlatılan şu iki grup insanın hâline dikkat
edin:
17. Sadece dünya hayatını isteyen kimse, şu kişi gibi olabilir mi ki o, Rabbinden açık bir delil üzerinde bulunmaktadır; Allah tarafından bir şâhit Kur’an’ı kendisine okumaktadır; ondan önce de peygamberliğini tasdik edip müjdeleyen bir rehber ve bir rahmet olarak Mûsâ’nın kitabı vardır. İşte bu ikisi arasındaki farkı kavrayanlar, Kur’an’a iman ederler. Hangi zümreden her kim onu inkâr ederse, şunu bilsin ki, kendisine va‘dedilen nihâî sonuç ateştir. Öyleyse sen bu kitabın doğruluğundan en küçük bir şüphe içinde olma! Elbette o Rabbinden gelen gerçeğin ta kendisidir; ne var ki, insanların çoğu ona iman etmezler.
Rabbinden
kesin bir delil üzere bulunan kişi Resûlullah (s.a.s.)’dir. Bu delil, Allah
Teâlâ’dan gelen ve gerçeğin ta kendisini bildiren Kur’ân-ı Kerîm’dir. O
Kur’an’ı Peygamberimiz (s.a.s.)’e, Allah tarafından bir şâhit kılınan Cibrîl
(a.s.) okumaktadır. Daha önce bir rehber ve rahmet olarak gönderilen Hz.
Mûsâ’nın kitabı Tevrat da, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in geleceğini müjdelemekte, ta
o zamandan onun peygamberliğini doğrulayıp haber vermektedir. Dolayısıyla bu
şekilde son derece sağlam üç delille kanıtlanan bu yakinî bilgi kuvvet, açıklık
ve netlik bakımından, artık kendisine hiçbir ilâve yapılamayacak bir doğruluk,
kesinlik ve güvenilirlik derecesine ulaşmış olmaktadır. Bu yakinî bilgi,
Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in tebliğ ettiği Kur’an âyetlerinin beyân buyurduğu
hakîkat bilgisidir. Hem Peygamberimiz (s.a.s.) hem de ona tabi olanlar, o
Kur’an’a iman ederler; hiçbir tahrif ve tebdile uğramadan Allah’tan geldiğini
kabul ve tasdikle beraber onun doğruluğuna güvenir ve ondan hiçbir şüphe
duymazlar. Peygamber karşısında düşmanlık yapmak üzere örgütlenmiş gruplardan,
Kur’an’ı inkâr edenleri bekleyen hazin âkıbet ise cehennemdir. Bu kadar açık ve
net olan bir hakikati kabul etmemenin cezası başka ne olabilir ki? Fakat yine
de insanların çoğu ona inanmazlar.
Âyet,
Peygamberimiz (s.a.s.)’i ve Kur’ân-ı Kerîm’i inkâr edenlerin kesinlikle
cehenneme gideceğini beyân eder. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) de bu hususa
şöyle açıklık getirmektedir:
“Muhammed’in
nefsi kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, Kur’an’ın davetine muhatap
olan bu ümmetten herhangi bir kimse; yahudi veya hıristiyan olsun,
peygamberliğimi işitip de sonra benimle gönderilen Kur’an’a iman etmeksizin
ölürse, hiç şüphesiz cehennemliklerden olur.” (Müslim, İman 240)
Çünkü
bunlar, apaçık bir gerçeği yalan saymak gibi en büyük bir zulme giriftar
olmaktadırlar:
18. Allah adına yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir? Onlar Rablerinin huzuruna çıkarılacak; şâhitler de: “Rableri adına yalan söyleyenler işte bunlardı” diyecekler. Haberiniz olsun ki, Allah’ın lâneti zâlimlerin üzerine olacaktır.
19. Onlar, insanları Allah yolundan alıkoymakta ve o yolun eğri tanınmasını ve istedikleri şekilde eğilip bükülebilmesini arzu etmektedirler. Onlar, âhireti inkâr edenlerin de ta kendileridir.
En
büyük zulüm, Allah hakkında yalan uydurmaktır. Kendisine vahiy gelmediği halde
“Allah bana vahyediyor” demek; her türlü ortaktan pak ve uzak olan Allah’a şirk
koşmak; O’na kız veya erkek çocuk isnat etmek Allah hakkında söylenen
yalanlardan bir kaçıdır. Allah’a karşı bu günahı işleyenler, sonunda Allah’ın
huzuruna çıkmaktan kendilerini kurtaramayacaklardır. İstemeseler de, hesap
vermek üzere, ilâhî bir sevkıyatla huzura getirileceklerdir. Günahlarını itiraf
etmeleri için kendi hallerine bırakılmayacaklardır. Bilakis orada meleklerden,
peygamberlerden, sâlih mü’minlerden şâhitler hazır olacak ve “Rableri adına
yalan söyleyenler işte bunlardı” (Hûd 11/18) diyerek aleyhlerinde şâhitlik
yapacaklar ve bunların Allah’ın lânetine uğramalarını isteyeceklerdir.
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.)’in haber verdiğine göre Allah Teâlâ kıyâmet gününde diğer
insanlara göstermeden mü’mine günahlarını bir bir hatırlatacak, o da suçlarını
itiraf edecek, artık mahvolduğunu düşündüğü sırada Cenâb-ı Mevlâ ona:
“Günahlarını dünyada başkalarından gizlediğim gibi, bugün de hepsini
bağışladım” buyuracak ve ona iyiliklerinin yazılı olduğu defter verilecek. Sıra
kâfirlere ve münafıklara gelince, bütün insanların huzurunda onlara bu
âyetlerde bahsedildiği üzere: “Rableri adına yalan söyleyenler işte
bunlardı. Allah’ın lâneti zâlimlerin üzerine olsun” (Hûd 11/18) denecektir.
(Buhârî, Tefsir 11/4; Müslim, Tevbe 52)
Kıyamet
günü yapılacak şâhitlikle alakalı olarak diğer âyet-i kerîmelerde şöyle
buyrulur:
“Kıyâmet günü her ümmetten bir şâhit getirip, Rasûlüm, seni de
bunlar üzerine şâhit kıldığımız vakit o kâfirlerin halleri nice olacak?” (Nisâ 4/41)
“Yeryüzü
Rabbinin nûruyla aydınlanır. Kitap ortaya konur. Peygamberler ve şâhitler
getirilir. İnsanların arasında hak ve adâletle hüküm verilir. Kimseye zerre
kadar haksızlık yapılmaz.” (Zümer 39/69)
Burada zâlimlerin üç büyük günahına daha
dikkat çekilir:
›
Onlar, kendileri Allah yolundan saptıkları gibi, diğer insanları
da ondan saptırmaya; Allah’a iman ve itaatten alıkoymaya çalışırlar.
›
Sahip oldukları malî, bedenî, ilmî, siyâsî her türlü imkânlarını
kullanarak Kur’an’ın inkâr edilmesini sağlamak için onunla alakalı şüpheler
uyandırmak, onu zaafa uğratmak ve zararlı göstermek isterler. Allah’ın dosdoğru
yolunu eğri büğrü göstermeyi, onun diledikleri şekilde eğilip bükülmesini arzu
ederler.
›
Onlar âhireti de inkâr ederler; öldükten sonra yeni bir hayatın
varlığını kabul etmezler.
Ama
onlar bu şekilde davranmakla kendi helaklerini hazırlamaktan başka bir şey
yapmamaktadırlar:
20. Onlar, yeryüzünde Allah’ın hüküm ve iradesini uygulamasına asla engel olamazlar. Allah’tan başka, kendilerini azaptan kurtarabilecek bir dostları da yoktur. Âhirette ise azapları katlanarak artacaktır. Çünkü onlar ne kendilerine okunan âyetleri işitiyorlardı, ne de o âyetlerin işaret ettiği gerçekleri basîret gözleriyle görebiliyorlardı.
22. Hiç şüphesiz, âhirette en çok zarara uğrayacak olanlar da kesinlikle bunlardır.
Allah
onlara Kur’an âyetlerini işitmeleri için kulaklar verdi; varlığının delillerini
görmeleri için de baş ve kalp gözleri verdi. Fakat onlar bu kuvvelerini hakkı
dinlemek ve onu görmek yolunda kullanmadılar. Buna göre insan, kulağını ve
gözünü nerede ve nasıl kullandığına; onlarla neyin izini sürdüğüne dikkat
etmelidir. Çünkü manevî âlemin kapılarının açılmaya başlaması için kulağı ve
gözü iyi kullanmanın ehemmiyeti büyük olduğu gibi, o kapıların kapanması ve
insanın manen zarar etmesi açısından da gözü ve kulağı kötü kullanmanın rolü
büyüktür. İşte âyetlerde bahsedilen bedbahtlar, bu ilâhî nimetleri yerli
yerince kullanmamanın cezası olarak imandan mahrum kalmışlar ve azabı hak etmişlerdir.
Onların, kaçıp bir yere sığınarak kendilerini Allah’ın azabından kurtarmaları
mümkün olmadığı gibi, bu hususta onlara yardım edecek hiçbir dost da
bulamayacaklardır. Herhangi bir haksızlığa uğratılmaksızın, sırf küfür ve
günahlarının, başkalarını Allah yolundan saptırmalarının âdilâne cezası olarak
kat kat azaba uğratılacaklardır. Bunlar, kendilerini zarara uğratan, ebedî
saadet ve mutluluklarını kendi elleriyle hebâ eden zavallılardır. Hayal ve
vehim mahsülü olarak uydurdukları şeyler yanlarından yok olup gidecek; değişmez
gerçekle yüz yüze geleceklerdir. Görüldüğü üzere âhirette en çok zarara
uğrayanlar, bu kimseler olacaktır.
Buna
karşılık:
21. İşte kendilerini helâke sürükleyip ziyana uğratanlar bunlardır. İlâh diye uydurdukları şeyler de kendilerini yüzüstü bırakıp görünmez oluverdi!
Allah
onlara Kur’an âyetlerini işitmeleri için kulaklar verdi; varlığının delillerini
görmeleri için de baş ve kalp gözleri verdi. Fakat onlar bu kuvvelerini hakkı
dinlemek ve onu görmek yolunda kullanmadılar. Buna göre insan, kulağını ve
gözünü nerede ve nasıl kullandığına; onlarla neyin izini sürdüğüne dikkat
etmelidir. Çünkü manevî âlemin kapılarının açılmaya başlaması için kulağı ve
gözü iyi kullanmanın ehemmiyeti büyük olduğu gibi, o kapıların kapanması ve
insanın manen zarar etmesi açısından da gözü ve kulağı kötü kullanmanın rolü
büyüktür. İşte âyetlerde bahsedilen bedbahtlar, bu ilâhî nimetleri yerli
yerince kullanmamanın cezası olarak imandan mahrum kalmışlar ve azabı hak etmişlerdir.
Onların, kaçıp bir yere sığınarak kendilerini Allah’ın azabından kurtarmaları
mümkün olmadığı gibi, bu hususta onlara yardım edecek hiçbir dost da
bulamayacaklardır. Herhangi bir haksızlığa uğratılmaksızın, sırf küfür ve
günahlarının, başkalarını Allah yolundan saptırmalarının âdilâne cezası olarak
kat kat azaba uğratılacaklardır. Bunlar, kendilerini zarara uğratan, ebedî
saadet ve mutluluklarını kendi elleriyle hebâ eden zavallılardır. Hayal ve
vehim mahsülü olarak uydurdukları şeyler yanlarından yok olup gidecek; değişmez
gerçekle yüz yüze geleceklerdir. Görüldüğü üzere âhirette en çok zarara
uğrayanlar, bu kimseler olacaktır.
Buna
karşılık:
23. İman edip sâlih amel işleyenler ve derin bir tevâzu ve huşûyla Rablerine gönülden boyun eğenlere gelince, onlar cennetin yârânı ve yoldaşlarıdırlar. Hem orada ebedî kalacaklardır.
İnkâr
edenlerin cehenneme gitmesi mukabilinde, iman edip sâlih ameller işleyen ve
Rablerine gönüllü kulluk yapan mü’minler de cennete gideceklerdir.
Âyette geçen اِخْبَاتٌ
(ihbât) kelimesine şu mânalar verilir:
Taat ve tevâzu ile bağlanmak, dönmek ve yönelmek,
Alçak gönüllülükle boyun eğmek,
İhlasla itaatte bulunmak,
Kalpte sebat bulan korku ve huşu sebebiyle tevâzuyla boyun eğmek.
Hâsılı
“ihbât”ın, Allah Teâlâ’ya derin bir huşu, saygı, tevâzu, itminan ve gönül
huzuruyla, istikâmet üzere ihlasla kulluk yapmak olduğu anlaşılmaktadır.
Netice olarak:
24. Bu iki zümre insanın misâli, görmeyen ve duymayan biriyle gören ve duyan kişiye benzer. Hiç bunlar birbirine eşit olabilir mi? Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?
Bu
âyet konuyu hülâsa
etmekte, kâfirlerin durumunu işitme ve görme duyularını kaybetmiş kimsenin
durumuna; mü’minlerin hâlini de işitme ve görme duyuları çalışan kimsenin
hâline benzetmektedir. Yani kâfirler, gerçeği işitmeme ve görmeme bakımından
hem kör hem de sağır olan kişi gibidir. Mü’minler ise bu bakımdan hem gören hem
de işiten kişi gibidir. Dolayısıyla bunların eşit olması mümkün değildir.
Aklını çalıştırıp azıcık düşünen biri, bu misallerden hareketle, iki grup
arasındaki mukayese kabul etmeyecek kadar açık olan farkı hemen anlayabilir ve
kolaylıkla gerçeği bulabilir.
Nitekim buradan itibaren anlatılmaya başlanan
peygamber kıssaları, bu iki zıt grup arasındaki farkı tüm ayrıntılarıyla gözler
önüne serecektir. Sıra Hz. Nûh ve kavminin ibret dolu kıssasında:
25. Yemin olsun ki biz, Nûh’u kavmine peygamber gönderdik de onlara şöyle dedi: “Şüphesiz ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım.”
26. “Allah’tan başkasına kulluk etmeyin. Doğrusu ben, sizin hakkınızda can yakıcı bir günün azabından korkuyorum.”
Allah
Teâlâ, tebliğ ile vazifelendirdiği Rasûlü’nü, bu yolda karşılaşacağı sıkıntı ve
belalara karşı hazırlamak, tesellî etmek ve sabra alıştırmak için önceki
peygamberlerin kıssalarından câlib-i dikkat kesitler sunar. Bu kıssalarda,
sonradan gelenlere ibret olması için, peygamberlerin tevhid uğrunda verdikleri
mücâdeleleri, toplumlarının kendilerine karşı sergiledikleri tutum ve
davranışları, bu arada meydana gelen hadiseleri ve bunların menfi veya müspet
neticelerini haber verir. Buna da Hz. Nûh’un kıssası ile başlar.
Nûh
(a.s.)’ın asıl isminin şükredici anlamında Şâkir olduğu rivayet edilir. Çok âh
vâh ettiği için ona “Nûh” adı verildiği nakledilir. Niçin çok âh vâh ettiği
hususunda ise şunlar söylenir:
›
Kavminin küfür ve isyandaki inâdı sebebiyle Hz. Nûh Cenâb-ı Hakk’a
“Rabbim! Yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma!” (Nûh 71/26)
diye beddua eder. Fakat Allah Teâlâ onun bu duasından hoşnut kalmaz. O da bu
zellesi için ağlar, âh vâh eder.
› Hz. Nûh tufan
sırasında, oğluna karşı olan aşırı meyli ve muhabbeti sebebiyle “Rabbim!
Şüphesiz ki oğlum benim ailemdendir” (Hûd 11/45) diyerek Rabbine yalvarır.
Ancak Cenâb-ı Hak: “Ey Nûh! O kesinlikle senin ailenden değildir” (Hûd
11/46) buyurur. Bunun üzerine Hz. Nûh ya oğluna karşı şefkatinden veya kendi
akıbetinden endişelendiği için âh vah etmeye başlar. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân,
IV, 153-154)
Hz. Nûh, kavmine gönderilmiş apaçık bir uyarıcıdır.
Onları yalnızca Allah’a kulluğa davet eder ve onları can yakıcı bir günün
azabından korkutur. Bu azap, dünya açısından inanmayanların boğulup helak
olduğu tufan, âhiret açısından ise cehennem ateşidir. Ancak inkarda taşlaşmış
kişilere bu uyarının hiçbir etkisi olmadı:
27. Buna karşılık kavminin ileri gelen inkârcıları şöyle dediler: “Biz senin de tıpkı bizim gibi bir insan olduğunu görüyoruz. Yine ilk bakışta, sana inanıp peşinden gelenlerin ancak bizim bayağı görüşlü ayak takımımızdan ibaret olduğunu görüyoruz. Sizin bizden üstün bir tarafınızı da görmüyoruz. Hatta sizin yalancı olduğunuzu düşünüyoruz.”
›
Peygamber olduğunu iddia eden Nûh kendileri gibi yaşayan, yiyip
içen, evlenip uyuyan bir insandır. Halbuki onların akıllarına göre peygamber
böyle olmamalıdır. Ya bir melek veya başka bir yaratık olmalıdır. Nitekim
müşrikler de Peygamber Efendimiz’e aynı tarzda itirazda bulunuyorlardı.
›
Hz. Nûh’a tâbi olanlar toplumun ayak takımı sayılabilecek fakir,
çaresiz ve gariban kimseleriydi. Halbuki onlara göre, madem peygamberse, ona
ilk olarak zengin, soylu soplu kimseler tâbi olmalıydı.
Âlimlerimizin
beyânına göre gerçekten aşağılık ve ayak takımı olanlar, dinlerini fedâ ederek
dünyalık peşinde koşan kimselerdir. Bunlardan daha aşağılık olanlar ise kendi
dinlerini bozarak başkalarının dünyalarını düzeltmeye çalışanlardır.
›
Hz. Nûh’un, kendisine tabi olmalarını gerektirecek mal, mülk ve
şeref itibariyle üstün bir tarafı da yoktu.
›
Onlar, Hz. Nûh’un ve ona inananların aslında yalancı olduklarını
düşünüyorlardı.
Demek
ki onlar zenginliğin ve ileri gelmişliğin gururuna kapılarak, bunu terk etmekte
zorlanmışlar ve böylece bir başkasına boyun eğmeyi nefsâniyetlerine kabul
ettirememişlerdir. Ancak fakir kimseler için bu engeller söz konusu değildir.
Bu sebeple peygamberlerin daveti karşısında daha çok fakir kimseler hemen
teslim olmuş, davete icâbet etmiş ve beklemeden itaate koşmuşlardır. İnsanlık
tarihi boyunca her zaman ve zeminde çoğunlukla görülen manzara bu şekildedir.
Nitekim
Resûl-i Ekrem (s.a.s.) Bizans kralı Herakliyus’u İslâm’a davet etmek üzere bir
mektup gönderdiğinde, kral o günlerde Suriye’de bulunan Arap tüccarları
huzuruna getirtmiş, içlerinden Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e soyca yakın olan
Ebu Süfyan’ı karşısına alarak ona Allah Resûlü (s.a.s.) hakkında sorular
sormaya başlamıştı. Bu arada: “Ona inananlar toplumun ileri gelenleri mi, yoksa
zayıf ve güçsüzleri mi?” diye sormuştu. Zayıf ve güçsüzlerin inandığını
öğrenince de: “Zâten bütün peygamberlerin davetini önce zayıf ve güçsüz olanlar
kabul etmiştir” demiştir. (Buhârî, Bed’u’l-vahy 6; Müslim, Cihad 74)
Bu
gerçeğin çok iyi farkında olan Hz. Nûh, kavminin alay ve hakaret dolu sözlerine
gayet itidalli ve vakur bir şekilde şöyle cevap vermeye başlar:
28. Nûh dedi ki: “Ey kavmim! Düşünün bir kere; ya ben Rabbimden gelen açık bir delil üzere bulunuyorsam; ya O bana bizzat kendi katından husûsî bir rahmet vermiş de bu da sizin kör gözlerinize gizli kaldıysa? Ne yapalım, hiç hoşlanmadığınız halde şimdi biz o gerçeği size zorla mı kabul ettireceğiz?”
Peygamberler,
Rablerinden gelen bir delil üzere bulunur ve bu delile dayanarak peygamber
olduklarını söylerler. Bu delil, gönüllerinde karar kılan kesin, yakînî bir
bilgi olabileceği gibi, gösterdikleri mûcizeler de olabilir. Nitekim Hz. Nûh da
böyle bir delile sahipti. Ona verilen “rahmet” ise peygamberlik, hidâyet, iman
ve İslâm nimetleridir. Ancak bu büyük nimetler, inkâr edenlerin gözlerine gizli
kalmış, manevî körlükleri sebebiyle onu görememişlerdir. Bu noktada peygamberin
vazifesi, sadece açık bir tebliğde bulunmaktır. Yoksa istemediği halde zorla
kimseye ilâhî hidâyet ve rahmeti kabul ettirmeye çalışmak değildir. Ancak
burada yapılmayacağı ifade edilen zorlama, öldürme tehdidi ve benzeri yollarla
söylenen şeyi kabule icbar etme şeklindeki zorlamadır. Gerçekleri kabul
etmelerini sağlamaya yönelik sözlü tebliğ ve zorlama ise zaten yapılmaktadır.
Nûh
(a.s.)’ın fakir mü’minlerle beraber bulunup onları yanından kovmamasının
gerekçelerine gelince:
29. “Ey kavmim! Kaldı ki, ben tebliğime karşılık sizden herhangi bir mal da istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan Allah’tır. Sonra ben o iman edenleri yanımdan kovacak da değilim. Çünkü onlar elbette Rablerine kavuşacaklardır. Fakat bir gerçek var ki ben, sizin cehâlet içinde ve hep bilgisizce davranan bir gürûh olduğunuzu görüyorum.”
30. “Ey kavmim! Eğer o mü’minleri yanımdan kovacak olursam Allah’a karşı kim bana yardım edebilir? Hiç düşünmüyor musunuz?”
Peygamberler,
tebliğ vazifesini yerine getirirken yalnız Allah rızâsını kazanmak isterler ve
herhangi bir şahsi çıkar peşinde koşmazlar. Tebliğlerine karşılık dünyevî
anlamda hiçbir talep, istek ve beklenti içinde olmazlar. Mükâfâtlarını sadece
Allah Teâlâ’dan beklerler. İster fakir, ister zengin iman ederek yanlarına kim
gelirse onları korurlar. Birilerinin isteğine göre onları yanlarından
uzaklaştırmazlar.
Kavminden
ileri gelenler, Hz. Nûh’un meclisine devam etmek için ondan, yanındaki fakir ve
zayıf mü’minleri kovmasını istemişlerdi. Aynı şekilde Kureyş müşriklerinin
elebaşıları da Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’den sohbetine devam eden fakir
müslümanları yanından uzaklaştırmasını talep etmişlerdi. (bk. En‘âm 6/52) Çünkü
onlar, fakirlerle aynı yerde bulunmayı gurur ve enâniyetlerine
yediremiyorlardı. Bu, onların, içinde bulundukları cehâletin bir neticesiydi.
Hz. Nûh, kavminin bu isteklerine: “Sonra ben o iman edenleri yanımdan
kovacak da değilim. Çünkü onlar elbette Rablerine kavuşacaklardır. Fakat bir
gerçek var ki ben, sizin cehâlet içinde ve hep bilgisizce davranan bir gürûh
olduğunuzu görüyorum” (Hûd 11/29) diye cevap vermiştir. Çünkü Yüce Allah’ın
huzuruna çıkmak çok büyük ve azametli bir iştir. Eğer onlar Allah huzurunda
davacı olursa bunun hesabını vermek gerçekten zordur. Zira Allah, kullarını
hesaba çekecek, imanlarına mukâbil fakirleri mükâfâtlandıracak, onları hakir
görüp kovanları da cezalandıracaktır. Allah’tan en çok korkan kimseler olarak
peygamberlerin böyle ağır bir mesuliyet altına girmeleri mümkün müdür? Bu
sebeple Nûh (a.s.): “Eğer o mü’minleri yanımdan kovacak olursam Allah’a
karşı kim bana yardım edebilir? Hiç düşünmüyor musunuz?” (Hûd 11/30)
diyerek bu korkusunu dile getirmiştir.
Rivayet
edilir ki:
Birgün
İsâ (a.s.), İsrâiloğulların’dan sâlih zannedilen bir kimseyle şehir dışına
çıkmıştı. Halk arasında fâsıklıkla meşhur günahkâr bir adam da büyük
bir eziklikle peşlerine takılmıştı. İstirahat için mola verildiğinde
bu günahkâr kul, samîmî bir nedâmet ve mahcûbiyet içinde, gönlü kırık
olarak onlardan ayrı bir yere oturdu ve merhametlilerin en merhametlisi
olan Hak Teâlâ’nın yüce affına sığınarak:
“–Rabbim!
Şu yüce peygamberinin hürmetine beni affet!” diye dua eyledi.
Sâlih zannedilen kişi ise, onu fark edince küçümsedi, hakîr gördü ve
ellerini göğe kaldırıp:
“–Allahım!
Yarın kıyâmet günü beni bu adamla birlikte haşreyleme!” dedi.
Bunun
üzerine Cenâb-ı Hak, Hz. İsa’ya şöyle vahyetti:
“–Yâ
İsa, kullarıma söyle; ikisinin de duasını kabul ettim. Boynu bükük
mücrim kulumu affedip kendisini cennetlik kıldım. Halkın sâlih zannettiği
kişiye gelince, onu da, benim affettiğim kulumla beraber olmak istemediği
için cennetliklerden kılmadım!”
İlâhî
lânet ve gazaba uğrayanların dışında her ne sebeple olursa olsun
Allah’ın kullarını hor görmek, Cenâb-ı Hakk’ın gazabını celbeden büyük bir
kalbî hatâdır. Kimin ne olacağını ve kalplerde gizli olanı ancak Allah bilir.
Bize düşen, kendi hatâlarımızla meşgul olarak tevbe ve istiğfâra sarılmaktır.
Kul olarak haddimizi ve aczimizi bilip o çerçevenin dışına çıkmamaktır. Nitekim
Nûh (a.s.) o çerçeveyi şöyle hülasa eder:
31. “Ben size «Allah’ın hazîneleri benim yanımda» demiyorum, gaybı da bilmiyorum, «şüphesiz ben bir meleğim» de demiyorum. Sizin hor gördüğünüz kimseler için: «Allah onlara asla hiçbir iyilik nasip etmeyecek» de diyemem. Onların kalplerinde olan şeyleri Allah daha iyi bilir. Şâyet bunların aksini yaparsam, elbette o zaman ben de zâlimlerden biri olurum.”
İnkarcılara
göre bir kişinin peygamber olması için hazinelere sahip olması, gaybı bilmesi,
hatta insanlıktan çıkıp melek olması gerekir. Ancak bu şekilde o, sıradan
insanların yapamadıklarını yapabilir ve bilemediklerini bilebilir. Nitekim
Resûlullah (s.a.s.) zamanındaki müşrikler de ondan dağları altın haline
getirmesini, yerden ırmaklar akıtmasını, şifasız dertlere derman olmasını,
gökten melek indirerek kendileriyle konuşturmasını istemişlerdi. (bk. İsrâ
17/90-93; Hûd 11/12; En‘âm 6/50)
Münkirlerin
bu tür talepleri karşısında Hz. Nûh’un verdiği cevap, peygamberin kimliği ve
vazifesinin ne olduğu hakkında net bir çerçeve çizmektedir:
›
“Allah’ın hazineleri benim yanımda değildir.
›
Gaybı da bilmem,
›
Ben bir melek de değilim.
›
Ben sizin gibi bir insanım.
Fakat
Allah bana vahyetmekte; ilim, iman ve amel bakımından doğru yolun ne olduğunu
bana öğretmekte ve bunları size de öğretmem için bana vazife vermektedir. Şimdi
benim davetimi kabul edenlerle etmeyenler aynı değildir. Siz hem benim davetimi
kabul etmiyor, hem de kabul edenlerde bir hayır olmadığını söylüyorsunuz. Fakat
şu bir gerçek ki, sizin onları hakir görmenizden ötürü onların ecirleri boşa
çıkmaz ve sevapları eksilmez. Çünkü Allah, onların içlerinde taşıdıkları iman
ve niyetlerini bilmektedir ve ona göre onlara mükâfat verecektir. Onları
yanımdan kovarsam veya onlara Allah’ın iyilik vermeyeceğini söylersem zalimlerden
olurum. Eğer siz yanlış yolda ve haksız bir tutum ve davranış içindeyseniz, o
zaman zalim olanlar sizlersiniz.”
Bunun üzerine Hz. Nûh’la kavmi arasındaki tartışma
ve mücadele daha da şiddetlendi:
32. İnkârcılar şöyle çıkıştılar: “Ey Nûh! Bizimle mücâdele edip durdun; hatta bu mücâdelende de çok fazla ileri gittin. Eğer doğru söylüyorsan, haydi bizi tehdit edip durduğun şu azabı başımıza getir de görelim!”
33. Nûh şöyle cevap verdi: “Onu size, dilerse, ancak Allah getirir. Eğer getirecek olursa, siz de O’nun elinden asla kurtulamazsınız.”
34. “Eğer taşkınlığınız yüzünden Allah sizi helâk etmeyi dilemişse, ben iyiliğinizi isteyip size ne kadar öğüt de versem, bunun size hiçbir faydası olmayacaktır. O sizin Rabbinizdir ve siz O’na dönmektesiniz.”
اَلْمَجَادَلَةُ (mücâdele), iki hasmın birbirini
susturmaya, savundukları görüşten şiddetle vazgeçirmeye çalışması demektir.
Dinî hususlarda mücâdele etmek teşvik edilmektedir. Bu sebeple Hz. Nûh ve diğer
peygamberler, hakkın üstün gelmesi için kavimleriyle mücâdele etmişlerdir.
Neticede hakkı kabul edenler başarılı olup kurtuluşa ermişler; reddedenler ise
zarara uğrayanlardan olmuşlardır. Buna mukâbil bâtıl uğruna yapılan mücâdeleler
ise zemmedilmiştir.
İlâhî
azap, kulların talebine göre değil, Allah’ın dilemesine göre gerçekleşir. Allah
dileyip azap gelince kimsenin ona mâni olması ve helâki murat edilenlerden
kimsenin ondan kurtulması mümkün değildir.
اَلنُّصْحُ (nush), hayır ve iyilikle alakalı bütün
söz ve davranışları ihtiva eden bir kelimedir. Gerçek mânası ise iyilik istemek
ve iyi olana kılavuzluk etmektir. Ayrıca bu kelimede, insanları sakındırmak
için azgınlık yollarını, izinden gidilmesi için de iyilik ve ahlâkî güzellik
yollarını bildirmek mânası da vardır. Peygamberler, toplumlarına nasihat veren
insanlardır. Ancak Allah, içine düştükleri günahlar sebebiyle bir fert veya
toplumun azgınlığını ve helâkini dilemişse, peygamberlerin nasihatinin onlara bir
fayda sağlamayacağı beyân edilmektedir. Çünkü nihâi planda hidâyet de dalâlet
de Allah’ın kudret elindedir.
Kıssasının
bu noktasında sözü Kur’an’ın indiği ortamla irtibatlandırıp inkar bakımından
müşriklerin de Nûh kavbminden farksız olduğunu belşrtmek üzere bir ara cümle
olarak buyruluyor ki:
35. Yoksa, “Kur’an’ı Muhammed kendisi uyduruyor” mu diyorlar? De ki: “Eğer onu ben uyduruyorsam günahı banadır. Ancak ben, sizin işlemekte olduğunuz günahlardan da uzağım.”
Bu
âyetin muhatabı Peygamberimiz (s.a.s.)’dir. Resûlullah (s.a.s.), Hz. Nûh
kıssasını insanlara okurken müşrikler: “Bu kıssayı sen uydurdun” diyerek sözünü
kesmişler, Allah Teâlâ da, âyette geçen ifadelerle onlara cevap vermesini
istemiştir.
Hz. Nûh kıssası şöyle devam ediyor:
36. Nûh’a şöyle vahyedildi: “Kavminden şu ana kadar iman etmiş olanlar dışında artık daha fazla inanan olmayacak. Şu halde, onların yapageldikleri kötülüklerden dolayı kederlenme!”
37. “Bizim gözetimimiz altında ve vahyettiğimiz şekilde gemiyi yap. Sakın zulmedenler hakkında, onları kurtarmam için bana bir ricâda bulunma. Çünkü onlar mutlaka boğulacaklardır!”
Hz.
Nûh, uzun seneler sabırla ve metânetle tebliğe devam ettiyse de kavminden fazla
iman eden olmadı. Hatta kavmi onu delilikle suçladılar (Mü’minûn 23/25), onu
taşlayarak öldürmekle tehdit ettiler. (Şuarâ 26/116) Nihayetinde Hz. Nûh
çaresizlik içinde: “Ben mağlup düştüm. Artık dinine yardım et, intikâmımı
sen al!” (Kamer 54/10) diye yalvarmaya başladı ve: “Rabbim! Yeryüzünde
dolaşan bir tek kâfir bile bırakma!” (Nûh 71/26) diyerek beddua etmek
mecburiyetinde kaldı.
Şeyh-i
Ekber Muhyiddin İbn Arabî (k.s.) şöyle der: “Ahlâk sahibinin elde edeceği güzel
ahlâkın başlangıcı, yaratılanlardan gelecek eziyetlere sabırla katlanarak
bundan herhangi bir eziyet duymamasıdır. Bu güzel ahlâkın orta derecesi, o
eziyet eden kişileri eziyet edici olarak görmemesidir. Çünkü o gerçek tevhid
ehli bir kimse olup, onun yanında kendisine kötülük yapan da iyilik yapan da
müsâvîdir. Bu güzel ahlâkın zirvesi ise, kötülük yapanı bile kendisine iyilik
ediyormuş gibi görmesidir. Çünkü o artık her şeyin gerçek mâhiyetini
bilebilmekte ve ilâhî tecellilerin ne mânaya geldiğini idrak edebilmektedir. İşte
bu makam, hakikat ehli olmanın başlangıcıdır.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân,
IV, 162)
Rivayete göre Nûh (a.s.)’ın kavminden biri çocuğunu
omzunda taşıyıp giderken, çocuk Hz. Nûh’u görünce babasına: “Bana bir taş ver”
der. Babasının eline tutuşturduğu taşı Hz. Nûh’a atar ve onun bir tarafını
kanatır. Bunun üzerine Yüce Allah, kavminden şu ana kadar iman edenler
haricinde kimsenin inanmayacağını, artık helak edilme vakitlerinin geldiğini,
dolayısıyla helak edildikleri takdirde kederlenmesine gerek olmadığını haber
verir. (Kurtubî, el-Câmi‘, IX, 29-30) Tufanın başlangıç işaretlerinden
biri olarak da Hz. Nûh’a, ilâhî tâlimatlara uygun tarzda bir gemi yapmasını
emreder. Tufan olacağını, kâfirlerin bu tufanda boğulacağını bildirir. Hz.
Nûh’a da, helak esnasında merhamete gelip zalimlerin kurtuluşu için kendisine
müracaatta bulunmamasını sıkı sıkıya tembih eder. Bunun üzerine geminin
yapılması başlar:
38. Nûh gemiyi yapıyor, kavminden ileri gelenler de yanına her uğradıkça onunla alay ediyorlardı. Nûh da şöyle karşılık veriyordu: “Madem bizimle alay ediyorsunuz, şunu unutmayın ki, bizimle alay ettiğiniz gibi bir gün gelecek biz de sizinle alay edeceğiz.”
39. “Artık dünyada rezil ve perişan edecek bir azaba kimin uğratılacağını, âhirette devamlı bir azabın da kimin başına geleceğini yakında görüp öğreneceksiniz!”
Hz.
Nûh, Allah’ın emrine uygun olarak gemiyi yapmaya başladı. Oradan geçen ileri
gelenler onunla alay ediyorlardı. Öncelikle onlar geminin ne olduğunu
bilmiyorlardı. Hz. Nûh’a “Böyle ne yapıyorsun?” diye soruyorlar, o da “Su
üstünde yüzecek bir ev yapıyorum” diye cevap veriyor, onlar da bu cevaba şaşıp
gülüyorlardı. İkinci olarak Hz. Nûh gemiyi sudan uzak bir yerde ve suyun çok az
olduğu bir vakitte yapıyordu. Dolayısıyla ileri gelenler onun zahiren münâsebetsiz
gibi görünen bu davranışı karşısında gülüşüyor ve: “Bakıyoruz, peygamber
olduktan sonra maşallah bir de marangoz oldun” diye alay ediyorlardı. Fakat Hz.
Nûh’un Allah’ın emriyle gerçekten çok mühim ve hikmetli bir iş yaptığını,
kendilerinin ise işin iç yüzünden habersiz olduklarını bilmiyorlardı. Hz. Nûh,
büyük bir felaketin gelmekte olduğunu haber vererek onları ikaz etse de, derin
bir gaflet çukuruna gömülmüş kavmin uyanıp gerçeği duyabilecek halleri
yoktu:
40. Nihâyet emrimiz gelip geminin kazanı kaynamaya başlayınca Nûh’a dedik ki: “Her canlıdan erkekli-dişili birer çifti, haklarında suda boğulacağına karar verilenler dışında aileni ve iman edenleri gemiye bindir.” Zâten onunla beraber iman eden çok az kimse vardı.
Nihâyet
Allah’ın helak emri geldi, sular coşup yükseldi ve yeryüzünün her tarafını
kapladı. Nitekim Kamer sûresinde hâdisenin bu kesitiyle alakalı olarak şöyle
buyrulur: “Biz de nehirler gibi devamlı akan bir su ile göğün kapılarını
açtık. Yeri de coşkun kaynaklar halinde fışkırttık. Nihâyet gökten boşalan ve
yerden fışkıran sular, takdir edilmiş bir işin gerçekleşmesi için
birleşiverdi.” (Kamer 54/11-12)
Âyette
geçen فَارَ التَّنُّورُ (fâre’t-tennûr) ifadesine yukarıda
arzettiğimiz gibi “suların coşup taşması” yanında “azabın şiddetlenmesi” ve
azabın sabahleyin geldiğini göstermek üzere “şafak atıp sabahın gelmesi” gibi
mânalar da verilir. Elmalılı, bu ifadeye “geminin kazanının kaynaması” mânasını
vererek, Hz. Nûh’un yaptığı geminin, dağlar gibi dalgalar arasında o kadar yükü
taşıyabilecek büyüklükte ve güçte buharlı bir gemi olduğunu söyler. (Elmalılı, Hak
Dini, IV, 2780-2783)
Hz.
Nûh gemiye yine Allah Teâlâ’nın emriyle her canlı varlıktan bir erkek ve bir
dişi olmak üzere birer çift bindirir. Ailesinden iman edenleri ve bunların
dışında kavminden iman edenleri de yanına alır. Ancak ailesinden iman
etmeyenlerle kavminden kâfir olanlar gemiye binemez, dışarıda kalırlar. Âyet-i
kerîme zaten iman edenlerin oldukça azınlık bir grup olduğunu haber
vermektedir.
Hazırlıklar
tamamlanır. Tufanın ilk işaretleri görülmeye başlar. Geminin hareket saati
gelip çatar:
41. Nûh dedi ki: “Gemiye binin! Onun akıp gitmesi de durması da Allah’ın ismiyledir. Şüphesiz ki Rabbim çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.”
42. Sular her tarafı kapladığında, gemi yolcularıyla birlikte dağlar gibi dalgalar arasında süzülmeye başladı. Nûh, geminin dışında bir kenarda bulunan oğluna: “Evlâdım, bizimle birlikte gemiye bin de kâfirlerle beraber olma!” diye seslendi.
43. Fakat oğlu: “Ben şöyle büyük bir dağa sığınırım, o da beni sulardan korur” diye karşılık verdi. Nûh: “Bugün, merhamet edip korudukları dışında, hiçbir kimse bir başkasını Allah’ın helâk emrinden kurtaramaz” dedi. Birden aralarına dalga giriverdi de o âsi oğul boğulanlardan oldu.
Hz.
Nûh, gemiye yüklenmesi emredilen yükleri ve canlıları yükledikten sonra
beraberindeki mü’minlere “bismillâh”
diyerek gemiye binmelerini söyledi. Geminin akıp gidişinin de, demirleyip
duruşunun da Allah’ın ismiyle olduğunu haber verdi. Yani onun gitmesi de
durması da ancak Allah’ın gücü, kuvveti ve izniyledir. Onu “bismillâh” diyerek
çalıştırmak ve “bismillâh” diyerek durdurmak mümkün olabilir. Gemi ancak
Allah’ın lutuf ve yardımı ile kurtulabilecektir. Allah’ın yardımı olmadan
hiçbir geminin böylesi dağlar gibi dalgalara dayanması mümkün değildir. Nitekim
rivayete göre Hz. Nûh geminin hareket etmesini istediği zaman “bismillâh”
demiş, gemi hareket etmiştir. Geminin durmasını istediği zaman da yine
“bismillâh” demiş ve gemi durmuştur. Cenâb-ı Hak Hz. Nûh ve ona iman edenleri,
rahmet ve mağfiret edici sıfatlarının bir tecellisi olarak kurtarmıştır. Burada
Allah Teâlâ’nın bu iki sıfatının zikredilmesi, mü’minlerin kurtulmayı hak
ettiklerinden dolayı değil de, sırf Cenâb-ı Hakk’ın lutfu, bağışlaması ve
rahmeti sebebiyle kurtulduklarına bir delâlet vardır.
Gökten
ve yerden sular coşup taştı ve Allah’ın takdir buyurduğu bir seviyeye ulaştı.
(Kamer 54/12) Gemi hareket etti, dağlar gibi dalgalar arasında, içindekilerle
beraber akıp gitmeye başladı. Hz. Nûh’un bir oğlu iman etmemiş ve gemiye
binmemişti. Geminin dışında ayrı ve uzak bir yerde duruyordu. Nûh (a.s.)
babalık şefkatiyle ona seslenerek gelip gemiye binmesini ve kurtulmasını
istedi. Kâfirlerden olmamasını öğütledi. Allah’tan başka bugün kimsenin kimseyi
kurtarmaya gücü yetmeyeceğini, ancak Allah’ın merhamet ettiği talihli kulların
helakten kurtulabileceğini söyledi. Fakat oğlu bu şefkatli seslenişe
kulaklarını kapadı, olan bitenin sıradan bir hâdise olduğunu, dolayısıyla dağa
tırmanarak tufandan kurtulacağını sandı. Fakat iş sandığı gibi olmadı, bir
dalga gelerek onu suların içine gömdü; boğularak helak olup gitti.
Geminin
ve içindekilerinin akıbetine gelince:
44. Nihâyet Allah’tan: “Ey yer suyunu yut! Ey gök suyunu tut” emri geldi. Sular çekildi, iş bitirildi, gemi Cûdî dağının üzerine oturdu ve “Kahrolsun o zâlimler topluluğu” denildi.
Gemi
içindekilerle birlikte tufan bitinceye kadar suyun üzerinde yüzdü. Daha sonra
Yüce Allah, yeryüzüne suyunu tutmasını, göğe de suyunu kesmesini emretti. Bunun
üzerine sular kesildi, iş olup bitti. Yani Hz. Nûh’un kâfir olan kavmi
bütünüyle ve kesin bir şekilde helak edildi. Hz. Nûh’un: “Rabbim! Yeryüzünde
dolaşan bir tek kâfir bile bırakma!”
(Nûh 71/26) duasına icâbetin bir gereği olarak yeryüzünde yürüyen bir
kâfir bile kalmadı. Gemi Cûdî dağı üzerine indi. Bu dağ, yapılan araştırmalara
göre Türkiye’de Güneydoğu Anadolu bölgesinde, Türkiye-Irak sınırına
Tufanla
kâfirlerin hepsi helak oldu olmasına ama aralarında oğlunun da bulunması Hz.
Nûh’un ciğerine hançer gibi saplandı. Yüreği yandı. Allah’ın: “Zulmedenler
hakkında onların kurtuluşu için bana bir ricada bulunma” (Hûd 11/37) emrini
unuttu. Gönlündeki yangın diline vurdu:
45. Nûh Rabbine seslenip: “Rabbim! Şüphesiz ki oğlum benim ailemdendir. Senin va‘din de elbette gerçektir. Ve sen hüküm verenlerin en hayırlısısın!” dedi.
46. Allah şöyle buyurdu: “Ey Nûh! O kesinlikle senin ailenden değildir. Çünkü onun bütün hayatı yanlış bir inanç ve amel üzere kuruluydu. O halde hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi sakın benden isteme. Şüphesiz ben, câhillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum.”
47. Nûh şöyle yalvardı: “Rabbim! Doğrusu ben, hakkında bilgim olmayan bir şeyi senden istemekten yine sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen elbette ziyana uğrayanlardan olurum.”
Hz.
Nûh, ailesinden olmakla beraber oğlunun boğulma hikmetini ilk anda kavrayamadı.
Çünkü babalık şefkatinin verdiği heyecanla Cenâb-ı Hakk’ın 40. âyette geçtiği
üzere “haklarında suda boğulacağına karar verilenler dışında aileni… gemiye
bindir” sözündeki “ailen” kısmı aklında kalmış, fakat “boğulacağına karar
verilenler” kısmını unutmuştu. Bu sebeple Allah’ın kendisine bütün ailesini
kurtaracağı va’dinde bulunduğunu sanmış ve Allah’ın va’dinin kesinlikle
gerçekleşeceğini, oğlunun da kendi ailesinden olduğunu söylemişti. Bununla
beraber, Allah’ın hüküm verenlerin en iyisi olduğunu belirtmeyi de ihmal
etmemişti. Yani ortada anlaşılamayan bir durum söz konusu ise, bunun -hâşâ- Allah’a ait değil, kendine ait
bir eksiklik olduğunu bildirmişti. Nitekim Yüce Allah: “Ey Nûh! O kesinlikle
senin ailenden değildir. Çünkü onun bütün hayatı yanlış bir inanç ve amel üzere
kuruluydu” (Hûd 11/46) buyurarak,
Hz. Nûh’un kalbini tırmalayan pürüzü gidermişti. Çünkü aileden olmadaki temel
sebep dini yakınlıktır. Mü’min ile kâfir arasında bu bakımdan bir alâka yoktur.
Hikmet
ehlinden biri şöyle der: “Bir oğul babasının yaptıklarını yapmıyorsa, onunla
alâkası kesilmiş demektir. Bir ümmet de peygamberinin yaptığını yapmıyorsa,
korkarım ki aralarındaki alâka kopmak üzeredir.” Buna göre ilim, irfan ve amel
sahibi olmaksızın, sırf kıymetli birinin nesebinden olmanın ve ataların
faziletli davranışlarıyla övünmenin hiçbir faydası yoktur.
Büyük
velîlerden İbrâhim Düsûkî (k.s.) şöyle der:
“Her
kim Allah ve Rasûlü’nün emirlerini tatbik eden, hatta inceliklerine de riâyet
eden olmazsa; dahasını diyelim: Şerefli, temiz, iffetli bir kimse olmazsa, o
bana bağlı evlâdım arasında olamaz. İsterse sulbümden gelen çocuğum olsun. Kim
dinî emirlere devam eden, hakikat ve tarikat adabını bilen; dîne, diyânete
bağlı, yanlış işlere dalmayan, nefsini koruyan zâhid bir kimse olur ve şüpheli
işlere yaklaşmazsa işte benim evlâdım odur. İsterse bu ülkeler ötesi bir yerde
bulunsun…” (Velîler Ansiklopedisi, II, 597)
46.
âyet-i kerîmede bildirildiği gibi Cenâb-ı Hak Nûh (a.s.)’a, hakkında bilgi
sahibi olmadığı bir hususta kendisinden bir istekte bulunmamasını emretmiş ve
câhillerden olmaması için ona öğüt verdiğini bildirmiştir. Bunun üzerine Hz.
Nûh, peygamberlik gibi yüce bir makamda bulunmanın gerektirdiği bir kulluk
hassasiyeti içerisinde hatasını fark ederek hemen Allah’a sığınmış; O’nun
rahmet ve mağfiretini talep etmiştir.
Gerçekten
de peygamberlerin ve sâlih insanların ahlâkları hep böyledir. Kendilerine bir
iyilik yapmaları söylendiği zaman ona göre davranırlar; bir hatalarına dikkat
çekildiği zaman da derhal istiğfar edip Allah’a sığınırlar. İşte Allah Teâlâ,
peygamberlerin başından geçen bu tür hâdiseleri haber vermektedir ki, gerek
istiğfar konusunda gerekse kendi rahmetinden ümit kesmemek konusunda herkes
peygamberleri örnek alabilsin ve ona göre davranabilsin.
Sular
çekilip gemi dağa oturunca:
48. Ona şöyle buyruldu: “Ey Nûh! Sana ve seninle beraber bulunanların neslinden gelecek mü’min ümmetlere vereceğimiz selâmet ve bereketlerle gemiden in. Onların neslinden öyle topluluklar da gelecek ki, biz onları dünyada bir müddet faydalandıracağız, sonra da tarafımızdan kendilerine çok acı bir azap dokunacaktır.”
49. Rasûlüm! İşte bunlar sana vahyetmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. Daha önce bunları ne sen biliyordun, ne de kavmin. O halde sabret; çünkü dünya ve âhirette hayırlı son takvâ sahiplerinindir.
48.
âyetten anlaşıldığına göre yeryüzü bir kez bütün kâfirlerden temizlendikten
sonra, o temiz haliyle ebediyen devam etmeyecek, yeniden küfre bulanacaktır.
Hz. Nûh ile beraber gemiye binenlerin neslinden mü’min ümmetler geleceği gibi,
kâfir topluluklar da gelecektir.
Nûh
(a.s.)’ın kıssasıyla ilgili verilen bu bilgiler, Peygamberimiz (s.a.s.) ve
kavminin daha önce bilmediği gaybî haberlerdendir. Kavminden gördüğü zulüm,
işkence ve haksızlıklar yüzünden fevkalade mahzun olan Efendimiz ve ashâbını,
bu ibretli tarihî hâdiseler tesellî etmekte ve yollarını aydınlatmaktadır.
Âyet-i kerîmede ifade edildiği üzere, Hz. Nûh sabredip başarıya ulaştığı gibi,
Allah Resûlü (s.a.s.)’e de sabırlı olması tavsiye buyrulmaktadır. Çünkü mücâdeleye
sabırla devam edenler, başlangıçta başarısız gibi gözükseler bile, sonunda
mutlaka başarılı olacaklardır. Nitekim Yüce Allah: “Ben ve peygamberlerim
mutlaka ve mutlaka galip geleceğiz” diye hükmetmiştir. (Mucâdile 58/21) Bu gerçek
dünya hayatı için bile geçerlidir. Zaten âhirette hayırlı âkıbet ve mutlu sonun
müttakîlerin olacağında şüphe yoktur.
Tufandan
sonra aradan yıllar geçti, yeni nesiller geldi. İsimler ve şekiller değişti;
fakat hakla bâtılın mücâdelesi hiç değişmedi:
50. Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u peygamber gönderdik. Onlara şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin için O’ndan başka hiçbir tanrı yoktur. Siz ise Allah’tan başkasını tanrı sayarak O’na iftira edip duruyorsunuz.”
51. “Ey kavmim! Tebliğime karşı sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak, beni bana has özelliklerle yoktan yaratana aittir. Hiç mi aklınızı çalıştırmıyorsunuz?”
Peygamberlerin
birinci vazifesi, insanları tek Allah’a kulluğa çağırmak ve Allah’tan başka
tapacakları başka bir tanrının olmadığını onlara öğretmektir. Dinin temel
maksadı da budur. Buna göre Allah’tan başka tanrı edinip onlara tapınmak apaçık
bir yalan ve iftiradır.
Peygamberler
samimi ve ihlaslı kullardır. Allah’ın dinini sadece O’nun rızâsını gözeterek
tebliğ etmişlerdir. Bu sebeple tebliğ hizmetlerine karşılık halktan hiçbir
maddî ve fânî karşılık beklememişlerdir. “Tebliğime karşılık sizden herhangi
bir ücret istemiyorum” sözünü söylemeyen hiçbir peygamber yoktur. Hz. Hûd’un da aynı hususa dikkat çektiği
görülür. O âdeta şöyle demektedir: “Bu işi yaparken benim hiçbir şahsî çıkarım
söz konusu değildir. Aksine bu vazîfeyi ifâ ederken çok büyük sıkıntılara maruz
kalmaktayım. Dünya zevklerinden ve rahatından yüz çevirmiş; asırlarca kökleşmiş
bulunan cahiliye anlayışlarına, hayat tarzına, örf ve adetlerine savaş açmışım
ve tüm dünyanın hışmını üzerime çekmişim. Bütün bunlar, imanımın, bana bu
kuvveti veren çok sağlam temellere dayandığını açıkça ispat etmektedir.
Aklınızı çalıştırıp bunlar üzerinde biraz düşünecek olsanız, gerçeği anlamakta
zorluk çekmezsiniz.” Peygamberlerin bu muhtevada konuşmalarının gayesi,
kendilerinin töhmet altında kalma ihtimalini ortadan kaldırıp, sadece tebliğ
ettiği insanların iyiliğini istediklerini göstermektir. Çünkü nasihatin, ancak
içine hiçbir fânî arzu karışmadığı, hâlis ve içten olduğu zaman fayda vereceği
bir hakikattir. Dinin gerçek tebliğcileri ve mürşitleri olan peygamberlerin ve
onların izinde yürüyen velilerin kalpleri, davet ve irşat esnâsında Allah’tan
başka varlıkları düşünüp onlara bağlanmak gibi mezmûm hissiyatlardan son derece
temiz ve uzaktır. Dolayısıyla Efendimiz (s.a.s.)’in ümmetinin irşatla vazifeli
olanları, mallarını ve dünyevî menfaatlerini artırmayı değil, sadece Allah
Resûlü (s.a.s.)’in peşinden gidenleri çoğaltarak onun manevî mertebesini
yükseltmeyi isterler. Çünkü o hakiki iman sahibi erlerin indinde, “âhiret
hayatının hem çok daha hayırlı, hem de devamlı” (A‘lâ 87/17) olduğunda
şüphe yoktur.
Bu
sebeple Hûd (a.s.) kavmini tevbe ve istiğfara çağırarak şöyle der:
52. “Ey kavmim! Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O’na tevbe edin ki üzerinize bol bol yağmur göndersin ve kuvvetinize kuvvet katsın. Sakın siz, günah işlemekte ısrar ederek dâvetimden yüz çevirmeyin!”
Âyetin
ifadesine göre tevbe istiğfar bol bol yağmur yağmasına, feyiz ve bereketlere
nail olmaya, maddî olarak bolluk ve berekete, manevî olarak da izzet ve şerefe
ermeye en büyük sebeplerden biridir.
Rivayete
göre, Âd kavmi günah ve isyana devam ettikleri için Cenâb-ı Hak onlara yağmur
yağdırmadı ve kadınlarını kısırlaştırdı; üç yıl süreyle çocukları dünyaya
gelmedi. Hûd (a.s.) onlara, iman ettikleri takdirde Allah Teâlâ’nın tekrar
yurtlarını canlandıracağını, onlara mal ve evlat ihsan edeceğini söylemişti.
İşte âyette sözü edilen kuvvetten maksat budur. (Kurtubî, el-Câmi‘, IX,
51)
Anlatılır
ki Hz. Ali’nin oğlu Hasan (r.a.) Muaviye’nin yanına elçi olarak varmıştı.
Dışarı çıktığında Muâviye’nin hizmetçilerinden biri de onunla beraber çıktı.
Hz. Hasan’a: “Ben çok malı olan biriyim, ama çocuğum olmuyor. Bana bir şey
öğret, belki Allah bana bir çocuk ihsan eder” dedi. Hz. Hasan ona: “İstiğfara devam
et” tavsiyesinde bulundu. Hizmetçi çokça istiğfar etmeye başladı. O kadar ki
günde yedi yüz kere istiğfar ettiği bile oluyordu. Sonunda adamın on çocuğu
oldu. Bu olay Muâviye’nin kulağına gidince adama: “Bunu nereden öğrenip
söylediğini sorsaydın ya!” dedi. Başka bir ziyareti esnasında adam Hz. Hasan’a
bunu nereden öğrendiğini sorunca: “Hûd (a.s.)’ın: «Rabbinizden bağışlanma
dileyin, sonra O’na tevbe edin ki üzerinize bol bol yağmur göndersin ve
kuvvetinize kuvvet katsın» (Hûd 11/52) sözü ile Nûh (a.s.)’ın:
«Rabbinizden bağışlanma dileyin ki üzerinize bol bol yağmur yağdırsın.
Mallarınızı, evlatlarınızı çoğaltsın, size bağlar, bahçeler versin, sizin için
ırmaklar akıtsın» (Nûh 71/11-12) şeklindeki sözlerini duymadınız mı?” diye
cevap verdi. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, IV, 194)
Rivayete
göre Hz. Ömer, gece yarısı namaz kılmayı çok severdi. İnsanlara ait bir sıkıntı
zuhur edince üzerindeki elbisesini çıkarır, diz kapağını örtecek kadar kısa
elbise giyer, sonra yüksek sesle ağlamaya başlardı. İstiğfara devam ederdi.
Öyle olurdu ki gözleri kızarır, bayılır düşerdi. Dul kadınlara, yetimlere
sırtında un taşırdı. Bu hâlini gören biri:
“-
Bırakın biz taşıyalım” deyince:
“-
Ya, kıyâmet günü günahımı kim taşıyacak?” derdi. (Veliler Ansiklopedisi,
I, 58)
Böyle
hassas bir gönle ve ince dinî duygulara sahip olmayı bir tarafa bırakalım,
inkâr ve azgınlığın zirvesinde olan Âd kavmi peygamberlerinin öğütlerine şöyle
karşı çıktılar:
53. Kavmi şöyle dedi: “Ey Hûd! Sen bize iddianı ispat edecek açık bir mûcize göstermedin. Biz de, sadece senin sözüne bakarak kalkıp tanrılarımızı terk edecek değiliz; sana inanacak da değiliz.”
54. “Ancak şu kadarını söyleyelim ki, tanrılarımızdan biri seni fena halde çarpmış!” Hûd şöyle cevap verdi: “Allah şâhidimdir, siz de şâhit olun ki sizin Allah’a ortak koştuklarınızla hiçbir ilgim yoktur.”
55. “Allah’ı bırakıp da taptığınız o putlarla. Buna bir diyeceğiniz varsa, hepiniz elele verip bana istediğiniz tuzağı kurun ve yapabiliyorsanız bana hiç göz açtırmayın!”
56. “Şüphesiz ki ben benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah’a güvenip dayandım. Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki Allah, perçeminden tutmuş da onu mutlak hâkimiyet ve tasarrufu altında bulunduruyor olmasın. Muhakkak ki, her türlü hüküm ve tasarrufunda Rabbimin tuttuğu yol, dosdoğru ve mutlak âdil bir yoldur.”
57. “Eğer yine de yüz çevirirseniz, ne diyeyim? Artık ben, size ulaştırmakla görevli olduğum emir ve yasakları bütünüyle tebliğ etmiş bulunuyorum. Rabbim isterse, sizden başka bir kavmi sizin yerinize getirir de O’na hiçbir zarar veremezsiniz. Şüphesiz ki Rabbim, her şeyi görüp gözetmekte ve bütün yapılanları kaydetmektedir.”
Âd
kavmi, Hz. Hûd’un, Allah tarafından gönderildiğini ve anlattığı bilgilerin
gerçek olduğunu kesin olarak ispatlayacak apaçık bir delil, bir mûcize
getirmediğini ileri sürerek onu yalanladılar. Onun sözüne güvenerek putlarını
terk etmeyeceklerini söylediler. Hatta “tanrılarımızdan biri seni fena halde
çarpmış” diyerek onunla alay ettiler; onu delilik ve çılgınlıkla suçladılar.
Kavminin bu inkâr ve hezeyanına Hz. Hûd, peygambere yakışan bir vakar, cesâret,
yüreklilik ve korkusuzlukla cevap verdi. Allah’ı ve kendini delilikle suçlayan
kavmini şâhit tutarak Allah’tan başka taptıkları bütün putlardan kesinlikle
uzak olduğunu ilan etti. Yalnızca kendisine fenâlık yaptığını iddia ettikleri
bazı tanrıları değil, bütün ortakları ve topyekün hepsi toplanarak ona fenâlık
yapmak için diledikleri planı yapıp uygulamaları, istedikleri oyunu oynamaları
için meydan okudu. Ellerinden geleni geri koymamalarını, ne kötülük
biliyorlarsa hemen yapmalarını, bu hususta bir an bile beklememelerini istedi.
Ne onlardan ne de tanrı diye taptıkları putlardan asla korkmadığını haykırdı.
Dayandığı nokta şuydu: O tevekkül edilecek yegâne varlığa güvenmiş, sırtını
Âlemlerin Rabbi Allah’a dayamış ve sığınılacak en emin yere sığınmıştı. O Allah
ki, yeryüzünde kımıldayan en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün canlıların
yaratılması, yaşaması ve yönetilmesi O’nun kudret elindedir. Her şey O’nun
mülkiyet ve tasarrufundadır. O’nun izni olmadan bir karınca bile hareket
edemez, en küçük bir sinek bile kanadını çırpamaz, milyarlarca ağacın bir
yaprağı bile kımıldayamaz. İşte O Allah doğruluğun hâmisi, doğruların
yardımcısıdır. O’nun hâkimiyetini icrâsında, her türlü hüküm ve tasarrufunda
tuttuğu yol mutlak doğru ve mutlak âdil bir yoldur. Dolayısıyla O’nun rızâsı,
hak, doğruluk ve adâlet ölçülerine göre iş yapanlarla beraberdir.
Bu
nasihatlerden sonra Hz. Hûd, davetini kabul etmedikleri takdirde Allah
Teâlâ’nın onları helak edip yerlerine başka bir kavim getireceğini söylemekle,
artık helakin yaklaştığı ikazında bulundu. Fakat mücrim ve isyankâr kavmin asla
intibâha gelecek hali yoktu:
58. Nihâyet helâk emrimiz gelince Hûd’u ve beraberindeki mü’minleri tarafımızdan bir rahmet ile kurtardık; onları çok şiddetli bir azaptan selâmete çıkardık.
Nihâyet
Allah’ın azabı geldi. Önce Cenâb-ı Hak yağmurlarını kesti, kuraklık ortalığı
kasıp kavurdu. Meşhur İrem bağları yok olup gitti, canlılar susuzluktan telef
oldu. Âd kavmi bir gün vâdilerine doğru gelmekte olan büyük kara bir bulut
görünce yağmur yağacak diye sevindiler. Halbuki Allah Teâlâ bu bulutla onların
üzerine kasıp kavurucu bir kasırga göndermişti. Bu kasırga Âd kavminin yaşadığı
bölgede yedi gün sekiz gece uğultulu bir şekilde esip durdu. Sonunda insanları
sökülmüş hurma kütükleri gibi helak edip yere serdi. (bk. Ahkâf 45/24-25; Kamer
54/19-20; Hâkka 69/6-7) Böylece Âd kavmi helak edildi; yok olup gitti. Cenâb-ı
Hak rahmetiyle muamele ederek Hz. Hûd ve ona iman edenleri bu şiddetli azaptan
kurtardı. Âyet-i kerîmede “kurtardık” fiilinin iki kez kullanıldığına bakılacak
olursa, bunun birincisinin Âd kavmini helak eden azaptan, diğerinin ise
âhiretteki cehennem azabından kurtarmak olduğu anlaşılabilir.
Gelen
âyetler Âd kavminin helâk ediliş sebeplerini ve başlarına gelen hazin âkıbeti
şöyle hülâsa etmektedir:
59. İşte şu Âd kavmi, Rablerinin âyetlerini bile bile inkâr ettiler, O’nun peygamberlerine âsi oldular ve hakka karşı çıkan her inatçı zorbanın emrine uydular.
60. Onlar bu dünyada da, kıyâmet gününde de lânete uğradılar. Haberiniz olsun ki, Âd kavmi Rablerini tanımayıp inkâr yolunu tuttu. Neticede, Hûd’un kavmi Âd böyle yok olup gitti.
Buna
göre;
›
Onlar Rablerinin âyetlerini bile bile yalanladılar; O’nun varlığını
ve birliğini gösteren, haber veren delilleri ve işaretleri hiçe saydılar.
›
Allah’ın peygamberlerine isyan ettiler. Aslında onları peygamberi
yalnız Hz. Hûd idi. Bir peygambere isyan etmek bütün peygamberlere isyan
sayıldığından âyette رُسُلَهُ (rusüleh)
“peygamberler” diye çoğul gelmiştir. Çünkü bütün peygamberlerin tebliğ ettiği
dinin temel esasları arasında bir fark yoktur.
›
Peygamberin kurtarıcı davetine değil, aksine ona düşmanlık yapan,
gerçeği kabule yanaşmayan her inatçı zorbanın emrine tâbi oldular.
Bahsedilen
bu günahları sebebiyle de hem dünyada hem de âhirette lânete uğradılar.
Allah’ın rahmet, nimet, lutuf ve bereketinden uzak kaldılar.
Yine
aradan yıllar geçti. Zamanla inkârcılık yeniden ortaya çıktı. Şimdi, insanlık
tarihinin bir başka ibretli sayfası olarak Semûd kıssası dikkatlere
sunulmaktadır:
61. Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih’i peygamber gönderdik. Onlara şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin için O’ndan başka hiçbir tanrı yoktur. O, sizi topraktan yarattı ve sizin yeryüzünde ömür sürüp, orayı îmâr etmenizi istedi. O halde O’ndan bağışlanma dileyin; sonra O’na tevbe edin. Çünkü Rabbim kullarına çok yakındır; onların istek ve dualarına muhakkak cevap verir.”
Hz.
Sâlih, peygamber olarak gönderildiği Semûd kavmini Allah’a kulluğa davet etti. Allah’tan
başka kulluğa layık hiçbir tanrının bulunmadığını bildirdi. Bunun delili olarak
da, onları topraktan yaratanın ve onlara yeryüzünde yaşama imkânı verenin Allah
olmasını beyân etti. Madem ki sizi topraktan Allah yarattı; yeryüzünü imar edip
orada yaşama imkân, kuvvet ve iradesini size Allah verdi, bunun da
farkındasınız, o halde O’ndan başka ulûhiyet ve ubûdiyete lâyık başka biri
nasıl olabilir?
İlk
insan olan Âdem topraktan yaratıldığı gibi, diğer insanların da ilk yaratılış
maddesi topraktır. Şöyle ki: İnsan yaratılışının ilk safhasını oluşturan menî
kandan, kan ise gıdalardan meydana gelir. Gıdalar ya hayvânî, ya da nebâtî
olur. Nebâtî gıdalar topraktan geldiği açıktır. Hayvânî gıdalar ise yine
neticede topraktan oluşan nebâtî gıdalardan meydana gelir. Böylece Allah
Teâlâ’nın tüm canlıları topraktan yarattığı anlaşılmış olmaktadır.
Kulun,
Allah Teâlâ’nın اَلْمُج۪يبُ (Mücîb) “dua ve
isteklere cevap veren” isminden alması gereken hisse şudur: Rabbinin emrettiği
ve yasakladığı hususlarda O’nun buyruklarına uyması, Allah’ın kullarına nâzik
bir şekilde mukabelede bulunması, onların isteklerini karşılamaya çalışarak
yardımcı olmasıdır. Kul Rabbinin emirlerine müspet cevap verdiği zaman, Allah
da onun dualarına icâbet eder. Nitekim âyet-i kerîmede: “Beni anın, ben de
sizi anayım” (Bakara 2/152) buyrulur.
Allah’ı
tanımayan ve O’nun buyruklarına icabet etmeyen Semûd kavmi, Hz. Sâlih’in manevî
hayat bahşedici öğütlerine inkarla karşılık verdiler:
62. Şöyle dediler: “Ey Sâlih! Sen bundan önce aramızda kendisine umut bağladığımız biriydin. Şimdi ne oldu da bizi atalarımızın taptığı putlara tapmaktan vazgeçirmeye çalışıyorsun? Şunu bil ki biz, bizi inanmaya çağırdığın bu yeni din hususunda çok ciddi bir şüphe içindeyiz.”
İnkarcı
kavim: “Ey Sâlih! Sen bundan önce
aramızda kendisine umut bağladığımız biriydin” (Hûd 11/62) sözüyle
şunu kastediyorlardı: “Biz senin aklına, ilmine, irfanına, firâsetine,
ciddiyetine ve muteber kişiliğine bakarak büyük bir insan olacağını
bekliyorduk. Büyük başarılar elde edeceğini ve bu sayede bizim de diğer
kabileler üzerine hâkim olmamızı sağlayacak imkânlara kavuşacağımız günleri
bekliyorduk. Fakat sen bizleri mahvedecek bir akideyi, tevhid ve âhiret inancı
üzere kurulmuş bir inancı getirerek bütün hayallerimizi yıktın.”
Burada
dikkat çeken bir husus şudur: Peygamberimiz (s.a.s.) de, peygamberliğinden önce
toplumu arasında “el-Emîn; kendisine güvenilir”, “es-Sâdık; doğru sözlü ve
dürüst” sıfatlarıyla vasıflanmış, sevilen, güvenilen bir insandı. Fakat onları
sahte ilâhları, putları bırakıp yalnız Allah’a kulluğa çağırınca: “O kadar
çok ilâhımızı bir tek ilâh mı yapacakmış? Ne tuhaf şey bu böyle!” (Sād
38/5) ve “Biz, bu tek ilâh iddiasını zamanımızdaki inanç sistemlerinin
hiçbirinde duymadık. Bu uydurmadan başka bir şey değil!” (Sād 38/ 7)
dediler. Yalnız ona bağladıkları umutlarını yitirmekle kalmadılar, müdahale
etmeye ve ona karşı gelmeye kalkıştılar. Hâsılı, Âd ve Semûd kavimleri
peygamberlerine ne söyledilerse, onlar da Peygamberimiz (s.a.s.)’e aynı şeyleri
söylediler.
Sâlih
(a.s.), kavmini şu sözlerle ikaz etmeye çalıştı:
63. Sâlih şöyle cevap verdi: “Ey kavmim! Söyleyin bakalım, ya ben Rabbimden gelen açık bir delile dayanıyorsam ve O bana bizzat katından husûsî bir rahmet vermişse ne olacak? Eğer bu durumda O’na isyân edersem Allah’a karşı bana kim yardım edebilir? O takdirde sizin bana, zararımı artırmaktan başka bir faydanız olmaz ki!”
64. “Ey kavmim! İşte bu, sizin için bir mûcize olmak üzere Allah’ın gönderdiği dişi devedir. Onu kendi hâline bırakın, Allah’ın arzında yesin içsin. Sakın ha, ona bir kötülük yapmayın; yoksa çok geçmez, sizi bir azap yakalayıverir.”
65. Fakat azgın kavim daha fazla tahammül edemeyerek deveyi hunharca öldürdüler. Bunun üzerine Sâlih şöyle dedi: “Yurdunuzda üç gün daha eyleşip durun, sonra helâk edileceksiniz. İşte bu, yalan çıkması mümkün olmayan kesin bir tehdittir.”
Sâlih
(a.s.) kavmine, kendisinin Allah tarafından verilen apaçık bir delille hareket
ettiğini, davasının gerçekliğinden asla şüphesi olmadığını, Allah’ın lütfettiği
bu rahmeti bırakıp ataların bâtıl yoluna dönmek suretiyle Allah’a karşı geldiği
takdirde kendisini Allah’ın gazabından kimsenin kurtaramayacağını söyler.
Allah’ın mûcize olarak verdiği deveye dokunmamalarını, aksi takdirde derhal
cezaya çarptırılacaklarını tembih eder. Fakat azgın kavim onun sözünü
dinlemezler; deveyi ayaklarından keserek, yere devirip öldürürler. Sâlih (a.s.)
onlara üç gün sonra kesinlikle helak edileceklerini, bu sözünde asla yalan
bulunmadığını haber verir.
Acaba
sonunda ne oldu:
66. Nihâyet azâbımız gelince Sâlih’i ve beraberindeki mü’minleri tarafımızdan bir rahmet ile hem o azaptan kurtardık; hem de o günün rüsvalığından. Şüphesiz ki senin Rabbin, işte O, pek kuvvetlidir, kudreti her şeye gâlip gelendir.
67. Zulmedenleri o korkunç çığlık yakalayıverdi de, hiçbir kurtuluş zaman ve imkânı bulamadan oldukları yerde yüzüstü yığılıp kaldılar.
68. Sanki bir zaman bolluk içinde orada hiç yaşamamışlardı. Haberiniz olsun ki, Semûd kavmi Rablerini tanımayıp inkâr yolunu tuttu. Neticede Semûd kavmi yok olup gitti.
Verilen
üç günlük süre tamamlanınca gelen korkunç bir çığlık ve peşinden gelen zelzele
(bk. A‘râf 7/78) onları yakalayıverdi ve
hepsini helak etti. Sanki yurtlarında daha önce öyle bolluk içinde hiç
yaşamamış gibi oldular. “Yurtlarında yüzüstü yığılıp kaldılar” ifadesinden
maksat, başlarına azabın ilk geldiği sırada tıpkı normal ölümde olduğu gibi
hareketsiz ve debelenmeden öylece kalakaldıklarını bildirmektir. Bu, onların ne
kadar şiddetli ve hızlı bir şekilde azaba yakalandıklarını göstermektedir.
Allah Teâlâ Hz. Sâlih’i ve ona iman edenleri ise hem o azaptan, hem de o günün
zillet ve perişanlığından kurtarmıştır.
Bu
helâkin üzerinden yıllar geçti. Zamanla inkâr ve sapıklığa dayalı din dışı
anlayış yeniden hortladı. İnsanlık tarihi Lut kavminde ortaya çıkan bir başka
ibret sahnesini seyretmeye başladı:
69. Bir zaman da elçilerimiz, İbrâhim’e müjde ile geldiler, “Selâm olsun sana!” dediler. O da “Size de selâm olsun” diye mukabele etti ve zaman kaybetmeden gidip önlerine güzelce kızartılmış bir buzağı getirdi.
70. Fakat yemeğe el uzatmadıklarını görünce, onların bu hâlini yadırgadı ve içine bir korku düştü. Onlar da: “Korkma! Biz Lût kavmini helâk için gönderildik” dediler.
Lût
kavmini helâk ile vazifelendirilen melekler, öncelikle kimliklerini gizleyerek
muhtemelen genç delikanlılar şeklinde Hz. İbrâhim’e geldiler. Geliş sebepleri,
İbrâhim’i, Sâre’den doğacak bir erkek çocukla müjdelemek ve Lût kavminin helak
edileceğini haber vermekti. Melekler İbrâhim (a.s.)’a selam verdiler, o da,
daha üstün bir selâmla onlara mukabelede bulundu. İnsan şeklinde oldukları için
İbrâhim (a.s.) ilk anda onların melek olduğunu anlayamadı. Son derece cömert
olan Hz. İbrâhim, hiç beklemeksizin gitti, güzel bir buzağıyı kesip kızarttı,
hemen getirip misafirlerin önüne koydu. Fakat onların buzağıya el uzatmadıklarını
görünce durumlarından hoşlanmadı, içinde bir korku belirdi. Çünkü, artık
onların melek olduğunu anlamıştı. Meleklerin de insan şeklinde gelmelerinin
hayra alamet olmadığını biliyordu. Ya ailesinden veya hemşehrilerinden birinin
yahut da bizzat kendisinin işlediği bir kusurun hesabını sormaya gelmiş
olabilirlerdi. Bu sebeple melekler, korkmasına gerek olmadığını; çünkü başka
bir şeyle değil, sadece Lût kavmini helakle vazifelendirildiklerini söyleyerek
onu teskin ettiler.
Sırada
müjdeli haberi vermek vardı:
71. Bu sırada İbrâhim’in karısı ayakta durmuş, onları dinliyordu. Meleklerin sözünü duyunca güldü; biz de ona İshâk’ı, İshâk’ın ardından da torunu Yâkub’u müjdeledik.
72. Bunun üzerine kadın hayretler içinde: “Vay başıma gelene! Ben ihtiyar bir kadın, şu kocam da ihtiyar bir adamken, bu hâlimle çocuk mu doğuracağım? Doğrusu bu, gerçekten şaşılacak bir şey!” dedi.
73. Melekler: “Sen Allah’ın işine mi şaşıyorsun?” dediler, sonra da: “Ey hâne halkı, Allah’ın rahmeti ve bereketi üzerinize olsun! Şüphesiz Allah, çok övülmeye lâyıktır, şan ve şerefi pek yücedir” diye dua ettiler.
Meleklerin
insan kılığındaki ziyaretini haber alan ev halkı tedirgin olmuş, bu sebeple Hz.
İbrâhim’in hanımı Sâre de, meselenin ne olduğunu öğrenmek üzere oraya gelmişti.
Meleklerin kendi kavmini değil de Lût kavmini helâke geldiklerini duyunca
rahatlayarak gülümsedi. Melekler İbrâhim (a.s.) yerine Sâre’yi bir erkek
çocukla müjdelediler. Çünkü Hz. İbrâhim’in, eşi Hacer’den dünyaya gelen İsmâil
diye bir oğlu vardı. Fakat Sâre’nin çocuğu olmamıştı. Hüznünü dağıtmak için ona oğlu İshâk’ı ve ondan meydana gelecek torunu Yakub’u
müjdelemişlerdir. Fakat bu müjde karşısında Hz. Sâre, sevinecek yerde şaşırıp
kaldı; böyle son derece yaşlı bir karı-kocadan çocuk olmasını aklına
sığdıramadı: “Doğrusu bu, gerçekten şaşılacak şey” demekten kendini alamadı.
Çünkü rivayete göre o zaman Hz. İbrâhim 100, Hz. Sâre 90 yaşlarında idi.
Melekler ise, bunun Allah’ın emri olduğunu, Allah’ın ise istediği her şeyi
yapmaya gücü yeteceğini, dolayısıyla bunda şaşılacak bir şey bulunmadığını
belirterek Sâre’yi çocuğu olacağına inandırdılar. Çünkü Allah Teâlâ’nın bir
sünneti, bir de kudreti vardır. Kâinatta çoğu işler sünnetullâha göre akıp
gittiği gibi, bazı işler de kudretullahın tecellisi olarak zuhur eder. İşte
ihtiyar halinde Hz. Sâre’nin çocuğunun olması da ilâhî bir kudret tecellisidir.
Allah
Teâlâ’nın güzel isimlerinden biri اَلْحَم۪يدُ
“Hamîd”dir. Hamîd, sahip olduğu güzel vasıflar ve kullarına olan sayısız
nimetleri sebebiyle son derece hamde ve övülmeye lâyık olan demektir. Bir diğer
güzel ismi de Mecîd’dir. Mecîd; zâtı şerefli, fiilleri güzel, nimet ve
ikramları bol olan anlamındadır.
Bakalım bu sırada Hz. İbrâhim ne yapıyor:
74. Nihâyet İbrâhim’den korku gidip müjdeyi de alınca, hemen Lût kavmi hakkında elçilerimizle tartışmaya başladı.
75. Gerçekten de İbrâhim olabildiğince yumuşak huylu ve sabırlı, çokça âh edip inleyen ve kendisini tamâmen Allah’a vermiş birisi idi.
76. Melekler ona şöyle dediler: “Ey İbrâhim! Sen bu tartışmadan vazgeç! Çünkü Rabbinin hükmü verilmiş ve hatta icrâya konmuş bulunuyor. Artık onların başına geri çevrilmez bir azap mutlaka gelecektir.”
Meleklerin
geliş maksadını öğrendiğinden korkusu zail olan Hz. İbrâhim, belki iman ederler
ümidiyle Lût kavmine mühlet verilmesi için meleklerle tartışmaya başlar. Bu
tartışma zayıf olanın kuvvetliyle, hatta muhtaç ve fakir olanın zengin ve
cömert biriyle yaptığı tartışma kabilindendir. Hz. İbrâhim bu tartışmayı,
günahkâr da olsalar insanların kurtulmasını istediğinden, onlara acıyıp şefkat
gösterdiğinden dolayı yapmıştır. Çünkü o şu mümeyyiz hasletlere sahip seçkin
bir peygamberdir:
› Halîmdir;
olabildiğince yumuşak huylu, sabırlı, ağır başlı, cezalandırmakta acele
etmeyen, teennî ile hareket eden bir insandır.
› Evvâhtır; son
derece yufka yürekli, başkalarına acıdığından dolayı çokça âh çeken, içi yanan,
yalvaran, içli bir kişidir.
› Münîbdir;
bütün varlığıyla Allah’a yönelen, O’na teslim olan ve tevbe eden biridir.
Böyle
olduğu için işledikleri günahlar sebebiyle artık helak edilmeleri kaçınılmaz
olan Lût kavminin bile helâkine gönlü razı olmamıştır. Fakat melekler, artık
tartışmanın bir faydası olmayacağını ve o kavmin kesinlikle helak edileceğini
bildirerek Hz. İbrâhim’e boşuna uğraşmamasını ve bu tartışmadan vazgeçmesini
söylemişlerdir.
Bu
sûrede peş peşe kavimlerin helakinden bahsedilirken arada Hz. İbrâhim’in
hayatından içinde birtakım müjdelerinde de bulunduğu sözkonusu kesitin sunulması,
bütün yıkımların ortasında dünyanın geleceği adına toprağa düşmüş bir muştu
tohumunun bulunduğunu hatırlatmak için olsa gerektir. Bir yanda bazı
topluluklar korkunç yıkımlarla tarihe karışırken, beri yanda Hz. İbrâhim’in iki
oğlu dünyayı teşrif buyuruyordu. Bu iki oğulla birlikte insanlık tarihi
bambaşka bir safhaya girecek ve onların nesillerinden büyük peygamberler
gelecekti. Bunu haber vermekle Kur’ân-ı Kerîm, Mekke’de çok zor şartlar altında
bulunan Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’i ve beraberindeki mü’minleri, ayrıca her
dönemde aynı şartlar altında bulunan mü’minleri teselli etmekte, onların
sabrını ve şevkini artırmakta ve her zaman aynı hâdiselerin yaşanabileceğini,
zorlukların altında büyük muştuların bulunduğunu dikkatlere sunmaktadır.
Meleklerin
yüzde yüz kesinlik bildiren bu sözleri üzerine İbrâhim (a.s.) gerçeği anladı ve
Rabbinin hükmüne boyun eğdi. Daha sonra melekler inkârcıları helak etmek üzere
Lût kavmine gittiler:
77. Elçilerimiz Lût’a gelince, onlara sapık kavminin musallat olabileceğinden dolayı endişeye kapıldı, bu yüzden göğsü daraldı ve: “Bugün, gerçekten pek çetin bir gün olacak!” dedi.
78. Daha önceden de o çirkin işleri yapmaya alışık olan kavmi koşarak, itişe kakışa Lût’un yanına geldiler. Lût onlara: “Ey kavmim! İşte şunlar benim kızlarım; sizin için en temiz olanı onlarla evlenmenizdir. Allah’tan korkun ve misafirlerime karşı beni rezil etmeyin. İçinizde aklı başında bir adam yok mu!” dedi.
79. Dediler ki: “Sen de gâyet iyi biliyorsun ki, bizim senin kızlarında gözümüz yok. Sen, aslında bizim ne istediğimizi de pekâlâ biliyorsun.”
80. Lût da: “Keşke size karşı koyabileceğim bir kuvvetim olsaydı yahut sağlam bir kaleye sığınabilseydim!” dedi.
Melekler,
Hz. İbrâhim’den ayrıldıktan sonra yine genç delikanlılar kılığında Hz. Lût’a
geldiler. Lût (a.s.) bunları insan sandığı için endişeye kapıldı, oğlanlara
düşkün olan kavminin bu genç misafirlere Musallat olacağından korktu, içi iyice
daraldı. Korktuğu gibi de oldu. Lût’un evine genç, güzel delikanlıların
geldiğini haber alan kavim, hemen itişe kakışa koşarak Hz. Lût’a geldiler,
delikanlıları kendilerine teslim etmesini istediler. Çünkü onlar daha önce
böyle kötülükleri yapmaya alışmışlar; iffet ve haya duygularını tamamen
yitirmişlerdi. Hz. Lût, misâfirlerini korumak için onlara kendi kızlarıyla veya
peygamber olması hasebiyle kızları mevkiinde sayılan kavminin diğer
kadınlarıyla meşrû yollarla evlenmelerini teklif etti. Misafirlerine karşı
kendini mahcup etmemelerini, utandırmamalarını âdeta yalvarırcasına istedi:
“İçinizde hiç aklı başında bir adam yok mu?” serzenişinde bulundu. Fakat kavmi
taleplerinde direndiler. Bu durum karşısında Hz. Lût, o kadar daraldı ki: “Keşke
size karşı koyabileceğim bir kuvvetim olsaydı yahut sağlam bir kaleye
sığınabilseydim!” (Hûd 11/80) demek mecburiyetinde kaldı. Derken:
81. Melekler ona şöyle dediler: “Ey Lût! Şüphesiz ki biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar senin kılına bile dokunamayacaklar. Gecenin bir vaktinde senden olanlarla beraber yola çık. İçinizden hiçbiriniz geri dönüp bakmasın. Ancak karın hâriç. Azgın topluma gelen azap onu da vuracaktır. Onlar için belirlenen azap zamanı, sabah vaktidir. Zâten sabah da yakın değil mi?”
82. Nihâyet azab emrimiz gelince, günahlarla kirlenmiş o memleketin üstünü altına getirdik; üzerlerine de ateşte pişirilmiş taşları peş peşe yağdırdık.
83. O taşlar, Rabbin tarafından işaretlenmiş, her birinin kimi vuracağı belirlenmişti. Böyle bir taş yağmuru, her dönemde ve her yerdeki zâlimlerden uzak değildir.
Melekler,
Hz. Lût’un kendileri için ne kadar zor durumda kaldığını ve nasıl çırpındığını
görünce hemen gerçeği açıkladılar: Kendilerinin azgın kavmi helak etmek üzere
Allah tarafından gönderilen melekler olduklarını, dolayısıyla kavmin onlara bir
kötülük yapmasının mümkün olmadığını söylediler. Fakat artık o bedbaht
kimselerin helak edilme vakitleri gelmişti. Melekler Lût (a.s.)’a bunu haber
verdiler. Gecenin bir vaktinde inananlarla birlikte bölgeyi terk etmelerini,
geride hiç kimsenin kalmamasını istediler. Ancak Hz. Lût’un karısı istisnâ
edildi; o geride kalacak ve kavmin başına gelen azapla o da helak edilecekti.
Azabın gelme vakti de sabah vakti olacaktı. Nihâyet zaman doldu, Allah’ın azap
emri geldi. Lût kavminin yaşadığı bölgenin üstü altına getirildi. Allah katında
özel işaretlenmiş, kimin başına ineceği belirlenerek istif edilmiş, ateşte
pişmiş taşlar, üzerlerine yağmur gibi peş peşe yağdırıldı. Böylece helak
edildiler.
“Ateşte
pişirilmiş taş” tanımıyla ilk akla gelen şey bir yanardağ patlamasıdır. Yer
kabuğunun altında “kaynayan kayalar” şeklinde tarif edebileceğimiz erimiş
madenler, yanardağ patlamasıyla fırlatıldığında, şiddetli yer sarsıntılarının
eşliğinde, çevreye küller ve dumanlarla beraber, irili ufaklı taşlar ile
aralarından şimşekler çakan volkanik püskürtüler ve lav parçaları halinde âdeta
gülleler yağar. Allah’ın bu nevi azapları zalimlerden uzak değildir. Hangi zamanda
ve her nerede olurlarsa olsunlar zulmedenler, böyle ilâhî azaplara uğramaktan
korkarak, yaptıkları günah ve haksızlıklardan vazgeçsinler!
İnsanlık
tarihinin bir başka ibret verici sayfası da şudur:
84. Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı peygamber gönderdik. Onlara şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin için O’ndan başka hiçbir tanrı yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın. Ben sizin helâl yoldan kazanmadığınız bol nimetler içinde yaşadığınızı görüyorum. Böyle giderse, hepinizi azabıyla çepeçevre kuşatacak bir günün gelivermesinden sizin adınıza korkuyorum.”
85. “Ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı büyük bir titizlik ve tam bir doğrulukla yerine getirin; kendilerine ait mallarda haklarını eksiltmek suretiyle insanlara zulmetmeyin ve bozguncular kesilerek yeryüzünde karışıklık çıkarmayın.”
86. “Eğer mü’minseniz Allah’ın helâlinden kazandırdığı kârlar sizin için daha hayırlıdır. Bununla beraber ben sizin başınızda bir bekçi de değilim.”
Hz.
Şuayb da diğer peygamberler gibi kavmini öncelikle tevhide davet etti. Medyen
halkı daha çok ticaretle meşgul olur, ölçü ve tartıda haksızlık yaparlardı.
Rivayete göre bunların biri diğerinden daha büyük olmak üzere iki ölçü, iki de
tartı birimi vardı. Başkalarından bir şey alırken büyük ölçekle tam olarak
tartmalarını isterler, kendileri başkalarına bir şey tarttıkların da ise küçük
ölçeği kullanarak eksik tartarlardı. Şuayb (a.s.) onları bu günahtan
sakındırdı. Ölçü ve tartıda noksanlık yapmamalarını istedi. Aslında buna
ihtiyaçları da yoktu. Çünkü nimet ve bolluk içinde yaşıyorlardı. Bolluk içinde
olmanın gereği haksızlık yapmak değil, insanların haklarını gözetmek, halkın
yararına hizmet etmek ve Allah’a şükretmekti. Böyle davranmayıp, aksine ölçü ve
tartıda noksanlık yapmak, hem elde olan nimetlerin hebâ olmasına sebep olacak,
hem de herkesi kuşatacak büyük bir azabın gelmesini hızlandıracaktı. İşte Hz.
Şuayb, kavminin böyle topyekün helâke uğramasından korktuğu için onlara nasihat
etti; ölçü ve tartıyı adâletle, tam olarak yerine getirmelerini, insanlara
haksızlık yapmamalarını, onların mallarının değerini düşürmemelerini ve
yeryüzünde fesat çıkararak kötülük yapmamalarını öğütledi. Eğer gerçekten
mü’min iseler Allah’ın bakiyyesinin; yani Allah’ın helâlinden onlara nasip
edeceği o temiz ve helâl kazancın kendileri için daha hayırlı olduğunu bildirdi.
Eğer nasihatlerini dinleyip günahtan vazgeçmezlerse, üzerlerine bir bekçi
olmadığını, vazifesinin sadece tebliğ olduğunu hatırlattı.
Alış-veriş
yaparken hile ve laf kalabalığı ile malı câzip göstermek yanlış bir
davranıştır. Çünkü böyle yapmakla Allah’ın o kimse için takdir ettiği rızık
artmayacağı gibi, aksine rızkın bereketi de gider. Bu şekilde haksız yollarla
mal biriktirenlerin malını Allah bir anda tamamen yok eder ve sahibine de malın
her bir zerresinin mesuliyeti kalır. Şu hâdise buna ne güzel misaldir: Fazla
gözüksün diye süte su katan bir adamın bütün inekleri bir sel felâketine maruz
kalarak telef olup gider. Firâset sahibi küçük kızı, gaflet içindeki babasına:
“Babacığım süte kattığın sular birikti birikti, sonunda inekleri telef etti”
der.
Azgın kavmin Hz. Şuayb’ın nasihatlerine kulak
verecek halleri yoktu:
87. Dediler ki: “Ey Şuayb! Atalarımızın tapageldiği putlarımızı bir yana bırakmamızı veya bizzat kendi mallarımızı dilediğimiz gibi kullanmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor? Bunu senden beklemezdik. Çünkü sen yumuşak huylu, vakur, aklı başında bir adamsın.”
Medyen
halkı Şuayb (a.s.)’ın nasihatlerini tutmadıkları gibi, onun namazıyla,
ibâdetiyle ve getirdiği mesajla alay etmeye başladılar. “Namazın mı bize
şunları şunları terk etmemizi emrediyor” diye onunla dalga geçtiler. Rivayete
göre Hz. Şuayb çokça namaz kılar, farzı ve nâfilesiyle ibâdetlerine dikkatle
devam eder; namazın insanı hayâsızlıktan ve kötü işlerden koruduğunu söylerdi.
Bu sebeple daha çok onun namazını dillerine dolayarak ona hakaret etmek
istemişlerdir. Şuayb (a.s.)’ın gerek Allah’a ibâdet, gerekse ticârî ahlâk
konusunda söyledikleri insan fıtratına uygun ve hürriyeti geliştirici
davranışlar olduğu halde, onlar bunun hürriyeti engelleyici bir budalalık
olduğunu düşünerek onu küçümseyip alay etmişlerdir. Halbuki can ve mal
güvenliğinin olmadığı bir yerde insan hak ve hürriyetlerinden bahsetmek mümkün
değildir. İşte Şuayb (a.s.) bu hürriyet ortamını oluşturmaya çalışıyor, gayr-i
meşrû yollarla toplumu sömürmeye alışmış olanlar ise buna karşı çıkıyorlardı.
Üstelik, “sen akıllı başlı adamsın; böyle işin olmayan şeylere karışmak senin
ne haddine” diyerek Hz. Şuayb’ı uyarıyorlar veya “Sofu, sen ne akıllı adamsın
be!” edâsında onunla eğleniyorlardı:
88. Şuayb onlara şunları söyledi: “Ey kavmim! Söyleyin bakalım, ben Rabbimden gelen apaçık bir delile dayanıyorsam ve O beni lutuf ve kerem hazinesinden güzel bir şekilde rızıklandırmışsa, O’na nasıl karşı gelebilirim? Ayrıca ben, «Yapmayın!” diye sizi sakındırdığım şeyleri yapmak suretiyle çelişkiye düşmek istemem. Tek gâyem, gücümün yettiği kadar yanlışlarınızı düzeltmektir. Bu hususta başarılı olup olmamam da tamâmen Allah’ın elindedir. Ben yalnız O’na dayanıp güvendim ve yalnızca O’na yöneliyorum.”
Bu
âyet-i kerîmede peygamberlerin ve onların izini takip ederek insanları Allah
yoluna davet edecek gerçek mürşid-i kâmillerin sahip olmaları gereken vasıflar
hülasa edilmiştir. Şöyle ki:
Her şeyden önce sağlam bir delile, Allah’tan gelen bir kitaba
dayanmaları,
İnsanlara söylediklerini öncelikle kendi nefislerinde tatbik
etmeleri,
Başkalarına yaptıkları nasihatlere aykırı bir tutum ve davranış
içinde olmamaları,
Sözleriyle özlerinin, kalpleri ile amellerinin birbirine uygunluk
arzetmesi,
Islahatçı, yapıcı ve düzeltici olmaları; iyiliğin hâkim olması
için bütün güçleriyle çalışıp gayret göstermeleri,
Başarının sadece Allah’tan geldiğine inanmaları, yalnızca ona
güvenip dayanmaları ve O’na yönelmeleridir.
Şuayb (a.s.)’ın kavmine olan ikazları şöyle devam
ediyor:
89. “Ey kavmim! Bana olan düşmanlığınız sakın sizin Nûh kavminin veya Hûd kavminin yahut Sâlih’in kavminin başına gelen felâketlere benzer bir felâkete uğramanıza sebep olmasın! Zâten helâk edilen Lût kavmi de sizden pek uzak değildir.”
90. “Rabbinizden günahlarınızı bağışlamasını isteyin, sonra da bütün kalbinizle O’na yönelin. Hiç şüphesiz Rabbim çok merhamet eden, çok seven ve sevilendir.”
Medyen
halkının Hz. Şuayb’a karşı gelmeleri onları imansızlığa götürecek, böylece
adları zikredilen önceki kâfir toplumların başlarına gelen musibetlerin bir
benzeri onların başına da gelecekti. Bu sebeple Şuayb (a.s.), kavmini kendine
muhalefet ve düşmanlıktan sakındırmaktadır. Hususiyle de Lût kavmine gelen
musibetten ibret almalarını öğütlemektedir. Çünkü Şuayb kavminin yaşadığı
dönemle Lût kavminin helâki arasında az bir zaman geçmişti. Ayrıca coğrafî
olarak da Lût kavminin yaşadığı bölge onlardan uzak bir yerde değildi.
Hz.
Şuayb, sözünün devamında kavmini Allah’a istiğfara ve tevbeye davet etti.
Allah’ın çok merhametli ve kullarını çok seven bir rab olduğunu bildirdi. Böylece
günahları ne kadar çok olursa olsun, bunlardan vazgeçip bağışlanma diledikleri
ve tevbe ettikleri takdirde O’nun affına, rahmetine ve muhabbetine ereceklerini
müjdeledi.
Allah’ın
güzel isimlerinden biri olan Vedûd, bütün mahlukât için hayırlı olanı seven ve
tüm hallerinde onlara iyilik eden demektir. Bu ismin “dostlarını seven”
mânasında olduğu da söylenir. Ayrıca ismin “çok sevilen” anlamı da vardır.
Kulun, Allah Teâlâ’nın Vedûd isminden alacağı nasip; kendisi için istediklerini
başkaları için de istemek, gücü nispetinde başkalarına iyilik etmek ve Allah’ın
sâlih kullarını sevmektir.
Kavminin Şuayb (a.s.)’a olan itiraz ve
düşmanlıkları şöyle devam ediyor:
91. Onlar şöyle dediler: “Ey Şuayb! Söylediklerinin pek çoğunu anlamıyoruz ve gerçekten biz seni aramızda zayıf biri olarak görüyoruz. Eğer şu beş on kişilik akraba grubunun hatırı olmasaydı seni elbette taşa tutup linç ederdik. Hem senin bizim nazarımızda bir değerin de yoktur.”
Şuayb
(a.s.) onlara kendi dilleriyle hitap ediyor, onların anladığı dilden konuşuyor,
ifade buyurduğu hususları açık ve basit bir şekilde beyân ediyor, onlar da onun
ne demek istediğini anlıyorlardı. Fakat Hz. Şuayb onları, gerek kendilerinin
gerekse atalarının içinde bulundukları hayat tarzına ters şeylere çağırdığı
için “biz söylediklerinden bir şey anlamıyoruz” diyorlardı. İşin aslı, vahiy ve
nübüvvete ehemmiyet vermiyorlar, ilâhî tâlimatlara kulak tıkıyorlar, anlamak
istemedikleri için anlamıyorlardı. Şuayb (a.s.)’ı zayıf, güçsüz ve değersiz
biri olarak görüyorlar; ona istediklerini yapabileceklerini, buna mâni olacak
bir kuvvetinin bulunmadığını düşünüyorlardı. Hatta Hz. Şuayb’ın akrabalarından
saygı duydukları, hatırını saydıkları beş on kişi olmasa onu taşlayarak
öldüreceklerini söylüyorlardı. Yani bizzat kendisine duydukları saygıdan dolayı
değil, bir kısım akrabalarına duydukları saygıdan dolayı ona dokunmadıklarını
ifade ediyorlardı.
Bu
kıssanın Allah Resûlü (s.a.s.)’e vahyedildiği dönemde Mekke’de Kureyş
müşrikleri de, tıpkı Hz. Şuayb’ın hayatına kastetmek isteyen Medyen halkı gibi,
Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’i öldürmek istiyorlardı. Yine Medyen halkının sırf
ailesinden korktuğu için Hz. Şuayb’ı öldürmekten çekindiği gibi, Kureyş de
Haşimoğulları’ndan çekiniyor ve o cürmü işlemekten doğacak riski göze
alamıyordu. Dolayısıyla bu kıssa, Hz. Şuayb’ın cevabından bir ders çıkarmaları
için müşriklere yöneltilmiş ciddi bir ikaz mevkiinde idi.
Şuayb
(a.s.)’ın kavmine cevabı şöyle oldu:
92. Şuayb şöyle karşılık verdi: “Ey kavmim! Benim beş on kişilik akraba grubum sizin yanınızda Allah’tan daha hatırlı, daha mı itibarlı ki, hiçbir değeri yokmuşçasına O’na sırt dönüyor ve O’nu hiç hesaba katmıyorsunuz? Şunu iyi bilin ki Rabbim, sizin bütün yaptıklarınızı kuşatmış; hepsini tam olarak bilmekte, görmekte ve işitmektedir.”
93. “Ey kavmim! Siz elinizden ne geliyorsa yapın, şüphesiz ben de vazîfemi yapacağım. Rezil rüsvâ edecek dehşetli bir azabın kimin tepesine ineceğini ve kimin yalancı olduğunu yakında bileceksiniz. Olacak olanı gözleyin bakalım; ben de sizinle beraber onu gözlemekteyim.”
Hz.
Şuayb, tebliğini yaparken kabilesinin gücüne değil, yalnızca Allah’a dayanıyor,
O’na güveniyor, başarıyı O’ndan bekliyordu. Bu sebeple nihayetsiz güç ve kuvvet
sahibi olan Allah Teâlâ’yı unutup arkaya atarak, sadece kabilesinin hatırına
kendisine dokunmadıklarını söyleyen kavmini kınamıştır. Çünkü asıl korkulması
ve saygı duyulması gereken fânî varlıklar değil, ilmi ve kudreti her şeyi
kuşatmış olan Allah Teâlâ’dır. O’ndan hiçbir şey gizli kalmaz, hiçbir şey O’nun
kudreti dışına çıkamaz ve hiçbir kuvvet O’nun izzet ve şânına, kıymet ve
ehemmiyetine gölge düşüremez. O, kulların yaptıklarına göre karşılık
verecektir. Nitekim O, günahları sebebiyle nice toplumları helak etmiştir;
böyle giderlerse onları da helak edecektir. Bu yüzden Hz. Şuayb, onlara
dilediklerini yapmakta serbest olduklarını söyledi; “bildiğinizi yapın” dedi.
Kendisinin de, Allah’a dayanarak tebliğ vazifesine devam edeceğini bildirdi.
Fakat azabın gelmesinin artık yaklaştığının işaretlerini de verdi:
94. Nihâyet helâk emrimiz gelince, Şuayb’ı ve beraberindeki mü’minleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. Zulmedenleri ise o korkunç ses yakaladı da, hiçbir kurtuluş zaman ve imkânı bulamadan oldukları yerde yüzüstü yığılıp kaldılar.
95. Sanki bir zaman bolluk içinde orada hiç yaşamamışlardı. Haberiniz olsun ki, Semûd kavmi helâk olup gittiği gibi, Medyen halkı da öyle helâk olup gittiler.
Nihâyet
ilâhî azap gelip çattı. Medyen halkı müthiş bir çığlık ile zelzeleye
yakalandılar. Çünkü A‘râf sûresi 91.
âyette “onları zelzele yakaladı” buyrulmaktadır. Demek ki Medyen halkı da,
Semûd kavmi gibi korkunç bir ses ve zelzele ile helak edilmişlerdir. Cenâb-ı
Hak, Hz. Şuayb ve ona iman edenleri ise rahmetiyle kurtarmıştır.
Şuayb
(a.s.), kavmiyle güzel konuştuğu, onlara son derece güzel cevaplar verdiği için
“Hatîbü’l-Enbiyâ: Peygamberlerin Hatîbi” ünvanıyla meşhur olmuştur. Çok
ağlardı. O derecede ki nihâyet gözlerini kaybetti. Fakat Allah daha sonra
gözlerini geri verip şöyle buyurdu:
“-
Bu ağlama cennete duyduğun şevkten mi yoksa cehennemden korktuğundan mı ileri
geliyor?”
Şuayb
şöyle dedi:
“-
Rabbim, sen biliyorsun ki ne cennet arzusuyla ne de cehennem korkusuyla
ağlıyorum. Seni sevdiğime tüm kalbimle inanıyorum. Sana nazar ettiğim zaman
bana ne yapıp yapmayacağına hiç aldırmam.”
Bunun
üzerine Allah Teâlâ ona şöyle vahyetti:
“-
Ey Şuayb! O halde, bana kavuşmak sana helâl olsun. Ey Şuayb, bu hâlin sebebiyle
kelimim Mûsâ b. İmrân’ı sana hizmetçi kılıyorum.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân,
IV, 235)
Medyen
halkının helâkinden sonra aradan yıllar geçti. Zamanla inkârcılık yeniden
ortaya çıktı. İşte insanlık tarihinin bir başka ibret verici sayfası:
96. Elbette biz Mûsâ’yı da mûcizelerimizle ve apaçık bir delille gönderdik;
97. Firavun’a ve onun önde gelen yakın çevresine. Fakat onlar Firavun’un idaresine uydular. Oysa Firavun’un idaresi hiç de âdil, doğru ve hakka dayalı değildi.
98. O, kıyâmet günü kavminin önüne düşecek ve hayvanların suya götürüldüğü gibi onları ateşe götürecektir. Gerçekten ne kötü bir yerdir varılan o ateş!
99. Onlar dünyada da, kıyâmet günü de rahmetten uzaklaştırılıp lânete uğradılar. Ne kötü bir bahşiş, ne kötü bir ikramdır bu lânet!
Allah
Teâlâ Hz. Mûsâ’yı Tevrat’ın âyetleriyle; asâ, beyaz el, tufan, çekirge,
haşerât, kan ve benzeri mûcizelerle (bk. A‘râf
7/133; İsrâ 17/101) ve Firavun karşısında apaçık bir gâlibiyet ve
üstünlükle (bk. Kasas 28/35) gönderdiği halde Firavun’un kavmi Hz. Mûsâ’ya
değil, Firavun’un idaresine tâbi oldular. Halbuki Firavun’un idaresi hiç de
doğru ve âdil değildi. Onun emirleri, talepleri, kararları, hükümet işlerini
yürütüş şekli sonu hayra çıkacak ve hayra götürecek isabetli bir emir ve karar
değildi. Bütün işi, azgınlık ve sapkınlık idi. Halkına “Sizin en yüce
Rabbiniz benim!” (Naziât 79/24) diyor ve kendinden üstün bir rabbin
varlığını kabul etmiyordu. (bk. Kasas 28/38) Bu sebeple verdiği emirlerin,
Allah’ın emrine uygun olup olmadığını hiç düşünmüyor, yalnızca kendi arzu ve
isteklerine göre emir veriyor, verdiği her emrin en doğru emir olduğunu
zannediyordu. İşte bunlara “Firavun emri” denmekte ve Firavun ile aynı
özellikleri taşıyan bütün idareler ve idareciler de bu ifadenin kapsamına
girmektedir. Allah’ın buyruklarına uygunluğu dikkate alınmadan verilen
emirlerin ise doğru olmayacağı âşikârdır.
İşte
bu Firavun, dünyada kavminin önüne düşerek, hayra götürmeyen yanlış
kararlarıyla onları Hz. Mûsâ’nın peşinde Kızıldeniz’de kendisiyle beraber
boğduğu gibi (bk. Tâhâ 20/78-79), kıyamet günü de onların önüne geçecek,
yangınlarını dindirip ciğerlerini serinletecek su yerine, tıpkı bir davar
sürüsünün suya götürülmesi gibi, onları yakıp kavuracak cehennem ateşine
götürecektir. Nitekim bir âyet-i kerîmede: “Kıyâmet gününde her insan topluluğunu önderleriyle birlikte
çağıracağız” (İsrâ 17/71) buyrulur. İşte Firavun emrinin âkıbeti böyle
ciğer yakan hazin bir âkıbet, ona uyanlar da böyle bedbaht kimseler olacaktır.
Firavun ve ona uyanlar, sonradan da aynı yolu takip edenler hem dünyada hem de
âhirette lânete uğratılacaklar, Allah’ın rahmetinden uzak kalacaklardır.
Dünyada kendilerinden sonra gelen ümmetler onları lânetleyecekleri gibi,
kıyamet günü de bütün mahşer halkı onları lânetleyecektir. Nereye giderlerse
gitsinler lânet peşlerini bırakmayacaktır. Onlar dünyada Firavun emrinin peşinden
koştukları gibi, yaptıklarına tam bir karşılık olarak lânet de onların peşinden
hiç ayrılmayacaktır.
Anlatılan
bu ibret dolu kıssalardan çıkarılacak sonuçlara gelince:
100. Rasûlüm! İşte sana anlattığımız bu şeyler, o helâk olmuş memleketlerin ibret dolu bir kısım haberleridir. Onlardan kiminin izleri hâlâ ayakta dururken, kimisi de biçilmiş ekin gibi yok olup gitmiştir.
101. Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendi kendilerine zulmettiler. Rabbinin azab emri geldiğinde, Allah’ı bırakıp da yalvardıkları tanrıları onlara hiçbir fayda sağlamadı. Faydaları dokunmak şöyle dursun, zararlarını artırmaktan başka bir şeye yaramadı.
102. Rabbin, halkı zâlim memleketleri yakalayıp cezalandırdığı zaman işte böyle cezalandırır. O’nun cezası, gerçekten çok acı verici ve pek şiddetlidir.
İbret
olsun diye kıssaları anlatılan önceki peygamberlerin kavimlerini Cenâb-ı Hak,
isyan ve azgınlıkta ileri gitmeleri sebebiyle çeşitli musibetlerle helak
etmiştir. Bunlardan bazılarının iz ve kalıntıları zamanımıza kadar ulaşmıştır.
Âd ve Semûd kavminin yurtlarındaki kalıntılar; Mısır’daki piramit ve heykeller
gibi. Bugün bile insanlar oraları ziyaret edip ibret almaktadırlar. Bazılarının
ise izleri bile silinmiş, hasat edilmiş ekin gibi yok olup gitmişlerdir. Hz.
Lût ve Hz. Nûh kavimlerinin beldeleri gibi. Onların bu şekilde helak
edilmeleri, tamâmen kendi yaptıkları zulümler sebebiyledir. Yoksa Allah onlara
herhangi bir haksızlık yapmış değildir. Başlarına Allah’ın azabı çöktüğü zaman,
Allah’tan başka taptıkları putlar onlara hiçbir fayda sağlayamamış; gelen
azaptan hiçbir şeyi engelleyememişlerdir. Hatta onların zararını daha da
artırmışlardır. Çünkü dünyada helak edildikleri gibi, o putlara tapmaları
kendilerine âhiret mükâfâtını da kaybettirmiş, böylece en büyük zarara
uğramalarına sebep olmuştur. Allah Teâlâ, sonradan gelenlere mühim bir ders ve
günahlardan sakınmaya vesile olacak dehşetli bir ibret olması için, zulmeden o
belde halklarını azabıyla yakalamıştır. Gerçekten de Allah Teâlâ’nın
yakalaması, çok acı verici ve çok çetindir. Resûlullah (s.av): “Şüphesiz ki
Allah, zâlime mühlet verir, fakat sonunda onu yakaladı mı bir daha da bırakmaz”
buyurmuş, sonra da “Rabbin, halkı zâlim memleketleri yakalayıp
cezalandırdığı zaman işte böyle cezalandırır. O’nun cezası, gerçekten çok acı
verici ve pek şiddetlidir” (Hûd 11/102) âyetini okumuştur. (Buhârî, Tefsir
11/5; Müslim, Birr 61)
Kula
düşen, bu olup bitenlerden gereken ders ve ibreti almaktır:
103. Bütün bu olup bitenlerde âhiret azabından korkanlar için elbette bir ders, bir ibret vardır. Kıyâmet günü, bütün insanların bir araya toplanacağı bir gündür. O gün, herkes tarafından görülecek ve her şeye şâhitlik yapılacak bir gündür.
104. Biz o günü sadece belli bir süreye kadar erteliyoruz.
Anlatılan
bu kıssalarda âhiret azabından korkanlar için elbette ibret alacak, ders
çıkaracak hususlar vardır. Âhirete iman edenler, anlatılan bu olaylarda
âhiretin varlığına dair bir delil bulurlar ve bu dünyada yapılan zulüm ve haksızlıkların
oradaki âkıbetinin korkunç olduğunu anlarlar. Ayrıca peygamberlerin, dünyada
vuku bulacak azap ve helaklere dair verdikleri haberlerin gerçekleşmesinden
hareketle, peygamberliğin Allah’ın emriyle gerçekleşen bir durum olduğunu daha
iyi idrak ederek onların âhiretle alakalı verdikleri haberlerin de mutlaka
tahakkuk edeceğine yakînen inanırlar.
Burada
kıyâmet gününün iki mühim vasfına dikkat çekilir:
›
O gün, bütün insanların toplanıp bir araya geleceği bir gündür.
Öncekiler ve sonrakiler, yaptıklarının karşılığını görmek için orada
toplanacaklardır.
›
O gün mutlaka vuku bulacak ve herkes o günün vuku bulduğunu
gözleriyle görecektir. Yahut o günde her şeye şâhitlik yapılacaktır. Çünkü
bütün canlılar, bütün varlıklar, göklerde ve yerde bulunan her şey orada
şâhitlik yapacaktır. Hatta bütün diller, eller, ayaklar ve deriler kendi
yaptıklarına şâhitlik edecektir.
Şu
an kıyâmet kopmamış olsa da, onun hiç kopmayacağı zannedilmemelidir. O gün
elbette gelecektir. Ancak Allah Teâlâ onu belli bir süreye kadar ertelemektedir.
Sayılı günler gelip geçtikten, dünyanın fâni ömrü sona erdikten sonra âhiret
gelip çatacaktır:
105. O gün gelince, Allah’ın izni olmadan hiç kimse konuşamaz. Onlardan kimileri bedbaht olacak, kimileri bahtiyâr.
106. Bedbaht olanlar ateştedirler. O ateş kabarıp indikçe, onlar da her nefes alıp verişte hırıltılar, feryatlar ve hıçkırıklar içinde âdeta boğulurlar.
107. Âhiret âlemindeki gökler ve yer ayakta durdukça onlar da ebediyen o ateşin içinde kalacaklardır. Ancak Rabbinin dilemesi hâriç. Çünkü Rabbin ne dilerse onu eksiksiz yapar.
108. Bahtiyâr olanlar ise cennettedirler. Âhiret âlemindeki gökler ve yer ayakta durdukça onlar da orada ebediyen kalacaklardır. Ancak Rabbinin dilemesi hâriç. Bu mükâfat, ardı arkası kesilmeyip devam edecek ilâhî bir lutuftur.
Kıyamet
gününün farklı yerleri ve merhaleleri vardır. Orada öyle yerler var ki herkesin
nutku tutulur, hiç kimse konuşamaz. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Bugün,
onların tek bir kelime bile edemeyecekleri bir gündür. Kendilerine izin
verilmez ki, özür dileyebilsinler.” (Mürselât 77/35-36) Öyle yerler var ki,
orada ancak Allah Teâlâ’nın izin verdiği kimseler konuşacak, konuştuğunda da
ancak doğruyu söyleyecektir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur: “O gün
Rahmân’ın izin verdiklerinden başkası konuşamaz. Konuşan da ancak doğru ve
uygun olanı söyler” (Nebe’ 78/38); “İzni olmadan O’nun huzurunda kim
kalkıp da şefaat edebilir?” (Bakara 2/255) Orada öyle devreler olacak ki,
orada herkes kendini savunabilmek için mücadele edecektir: “Mahşer günü
herkes gelip sadece kendisini kurtarmaya çalışacaktır” (Nahl 16/111); “Derken
birbirlerine dönüp, karşılıklı söz düellosuna başlarlar.” (Sâffât 37/27) Bu
devrelerin bazısında da insanların ağızlarına mühür vurulacak; onların elleri
konuşacak ve ayakları şâhitlik edecektir. (bk. Yâsîn 36/65)
Mahşer
halkının bir kısmı bedbaht olacak, bir kısmı da bahtiyar olacaktır. Bedbaht
olanlar cehenneme atılacaktır. Cehennemde duydukları ıstırap ve çektikleri acı
sebebiyle çok fecî bir nefes alış verişleri olacaktır. Solurken göğüs geçirip
hıçkıracaklar; görülmemiş bir şekilde nefes alıp vereceklerdir. Acıdan inleyip
feryat edeceklerdir. Aslında اَلزَّف۪يرُ
(zefir) “nefesi güçlükle ve sıkıntılı bir şekilde vermek”, اَلشَّه۪يقُ (şehîk) ise aynı tarzda geri almak
demektir. Bu iki kelime Arapçada esasen merkeplerin ilk anırma anları ile
anırmalarını bitirirken çıkardıkları sesi anlatmak için kullanılır. Dolayısıyla
maksat bedbahtların bağırmalarını merkep anırmasına benzetmektir. Bunların
cehennemde çıkardıkları sesler, merkeplerin çıkardığı çirkin sesler gibi
olacaktır. Nitekim bu durum dünyada bile özellikle boğulma, asılma, başının
vurulması gibi belâlara maruz kalan kimselerde görülür. Bu esnâda bazı
suçluların sığır böğürtüsü gibi böğürdükleri ve seslerinin çok tuhaflaştığı
müşâhede edilir. Âhiretin ise dünyadan kat be kat daha sıkıntılı olduğu bir
hakikattir.
Gökler
ve yer ayakta durdukça o bedbahtlar cehennemde ebedi duracaklardır. “Göklerle
yerin ayakta durması” sözü, diğer Kur’an âyetlerinin açıkça haber verdiği gibi
(bk. Cin 72/23) ebediliği beyân eder. Çünkü burada bahsedilen “gökler ve yer”,
şu an mevcut olan gökler ve yer değil, “Kıyamet günü yer başka bir yerle,
gökler de başka göklerle değiştirilir” (İbrâhim 14/48) âyetinde
belirtildiği üzere, âhiret âlemine mahsus yaratılacak olan “gökler ve yer”
olacaktır. Âhiret âlemi ebedi olduğu gibi, o âlemin gökleri ve yeri de ebedi
olacaktır. Dolayısıyla bu ifade, hakiki mânada bir ebedilikten bahseder.
Nitekim, cennetliklerle alakalı gelen “kesintisi olmayan bir ihsan” kaydı da
bunu destekler. “Rabbinin dilediği müstesnâ” kaydına gelince, Allah Teâlâ’yı
bağlayan, O’nu bazı şeyleri yapmaya mecbur eden hiçbir güç, hiçbir kanun
yoktur. Her şey O’nun dilemesine bağlıdır. Cehennemin ve cehennemliklerin
durumu da öyledir. Cenâb-ı Hak dilediğini ebedi olarak ateşte bırakır;
dilediğini affedip oradan çıkarabilir. Dilediğini başka azaplara düçar
kılabilir. Ancak Kur’ân-ı Kerîm, Allah Teâlâ’nın cehennemin ebediliğini ve
oraya kâfir olarak girenlerin de orada ebedî kalacağını dilediğini haber
vermektedir. Bununla birlikte günahkâr mü’minler cehennemde ebedi olarak
kalmayacak, oradan çıkarılacaklardır.
Bahtiyarlar
ise cennette olacaklar ve âhiret gökleri ve yerleri ayakta durdukça orada ebedi
kalacaklardır. Manevî derecelerine göre nimetlere nâil olacaklar, ilâhî rızâ ve
cemâlullah lutuflarına erişeceklerdir. Onlar için bitmeyen nimetler, kesintisiz
ihsanlar, sonsuz bir Allah vergisi olarak ikram edilecektir. “Cennetin
yiyecekleri de, gölgesi de devamlıdır.” (Ra‘d 13/35) İlâhî rızâ nimeti de
ebedîdir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ cennetliklere:
«- Ey cennet
sâkinleri! diye seslenir.» Onlar da:
«- Buyur Rabbimiz!
Emret! Bütün hayır ve iyilikler senin elindedir» derler. Allah Teâlâ:
«- Halinizden
memnun musunuz?» diye sorar. Onlar:
«- Nasıl memnun
olmayalım, Rabbimiz. Sen bize, hiç kimseye vermediğin bunca nimetler ihsan
ettin» derler. Allah Teâlâ:
«- Size bunlardan
daha değerlisini vereyim mi?» buyurur. Cennetlikler:
«- Bunlardan daha
değerlisi ne olabilir, Rabbimiz!»
derler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak:
«- Üzerinize rızâmı
indiriyorum; bundan sonra size hiç gazap etmeyeceğim» buyurur.” (Buhârî, Rikak 5; Müslim, Cennet 9)
Zaten
pek çok âyette de cennetin ebedî olduğu kaydı açıkça yer almaktadır. (bk. Nisâ
4/122; Beyine 98/8)
O
halde:
109. Rasûlüm! Müşriklerin taptıklarının boş şeyler olduğu ve kendilerini korkunç bir âkibete sürükleyeceği konusunda asla şüphen olmasın. Daha önce ataları neye nasıl tapıyor idiyse, onlar da aynı şeylere aynı şekilde tapmaktadırlar. Biz onların hak ettiklerini elbette kendilerine eksiksiz ödeyeceğiz.
Putperestlerin
âkıbeti çok hazin olacak ve büyük bir zarara uğrayacaklardır. Bunların ataları,
putlara tapmaları sebebiyle nasıl zarardan başka bir şey görmedilerse, bunlar
da tıpkı öyle olacaklardır. Bundan şüpheniz olmasın. Onlar dünyadaki
nasiplerini alacaklardır. Çünkü âyet-i kerîmede buyrulur:
“Dünya
hayatını, onun göz kamaştırıcı süsünü ve şatafatını arzulayanlara, bu gayeye
yönelik yaptıkları çalışmaların karşılığını dünyada tastamam veririz. Onlar bu
hayatta hiçbir haksızlığa uğratılmazlar.” (Hûd 11/15)
Fakat
âhiretteki tek nasipleri ateş olacaktır. Yine âyet-i kerîmede:
“Fakat
onlar öyle kimselerdir ki, kendileri için âhirette ateşten başka bir şey
yoktur. Dünyada yaptıkları şeyler orada tamamen boşa gidecektir. Çünkü, iyilik
nâmına yaptıkları işler, inanç ve iyi niyetten yoksun olduğu için, hiçbir değer
taşımamaktadır” (Hûd 11/16) buyrulmaktadır.
İnanıp
inanmama bakımından Allah Teâlâ’nın gönderdiği kitaplar hakkında anlaşmazlığa
düşmek, ilk defa müşriklerde görülen bir durum değil, aynı şey daha önce Hz.
Mûsâ’ya verilen Tevrat hakkında da vuku bulmuştu:
110. Andolsun ki biz Mûsâ’ya kitabı verdik; fakat onun hakkında da anlaşmazlığa düşüldü. Eğer Rabbin tarafından azabın ertelenmesine dair önce verilmiş bir karar olmasaydı, elbette aralarında hüküm çoktan verilmiş ve iş bitirilmiş olurdu. Gerçekten onlar, Kur’an’dan yana ciddi bir şüphe ve tereddüt içindedirler.
111. Hiç şüphesiz Rabbin, yaptıkları her işin karşılığını onlara tam olarak verecektir. Çünkü O, onların neler yaptığını gâyet iyi bilmektedir.
Hz.
Mûsâ, zor ve meşakkatli bir mücâdelenin sonunda İsrâiloğullarını Firavun’un
zulmünden kurtarıp Tîh sahrasına getirmeyi başardı. Allah Teâlâ onunla Tûr
dağında konuştu ve ona Tevrat’ı verdi. Fakat İsrâiloğulları, Hz. Mûsâ’nın
peygamber olduğunu belgeleyen onca mûcizeye şâhit olmalarına rağmen yine de Tevrat
hakkında anlaşmazlığa düştüler. Bir kısmı ona inanırken bir kısmı inanmadı.
Kitabın bazı hükümlerini gizleyenler, onu kendi istekleri istikâmetinde te’vil
edenler, hatta şahsi fikirlerini Tevrat’ın içine katarak bunların da Allah
katından geldiğini iddia edenler oldu. (bk. Bakara 2/79; Âl-i İmran 3/78)
Dolayısıyla müşriklerin Kur’ân-ı Kerîm’i inkâr etmelerine, onun hakkında şüphe
içinde olmalarına; ona şiir, sihir, kehanet yakıştırmalarda bulunmalarına fazla
üzülmemek, bu nevi durumlar karşısında sabır ve teenniyle hareket etmek
gerekir. Şu bir hakikat ki, eğer Allah günahkârları hemen cezalandırmayacağına
dair bir hüküm vermemiş olsaydı, hemen gerekeni yapar; mü’mini
mükâfâtlandırmak, kâfiri de cezalandırmak suretiyle aralarında lazım gelen
hükmü verir ve mutlaka işi bitirirdi. Halbuki Allah, her birine hak ettikleri
karşılığı tam olarak vermek için onları kıyamet gününe kadar erteleyeceğini
haber vermektedir. (bk. İbrâhim 14/42)
Kıyâmet günü geldiğinde Allah Teâlâ, mü’minlere imanlarının ve diğer
sâlih amellerinin, kâfirlere de küfürlerinin ve diğer günahlarının karşılığını
tam tamına verecektir. Çünkü Allah, onların yaptıkları her şeyi çok iyi
bilmektedir.
O
halde yapılacak iş, Cenâb-ı Mevlâ’nın istediği şekilde dosdoğru bir kulluk
yapabilmektir:
112. Öyleyse sana emredildiği gibi dosdoğru ol. Daha önce gittikleri yanlış yolları bırakarak Allah’a yönelen ve senin maiyetine girenler de dosdoğru olsunlar! İstikâmeti terk edip doğru yoldan dışa taşmayın. Hiç şüphesiz Allah, ne yapıyorsanız hepsini hakkıyla görmektedir.
İstikâmet,
sağa ve sola sapmaksızın tek bir yön üzere devam etmektir. Esas mânası, Allah
Teâlâ’nın emirlerini yerine getirmek, yasaklarından kaçmak üzere dosdoğru
yürümektir. Tuğyân ise haddi aşmaktır. Âyetin emri hem Peygamber Efendimiz
(s.a.s.)’e, hem de ona iman eden, kıyâmete kadar da iman edecek olan
mü’minleredir.
Süfyan b. Abdullah es-Sakafî, Allah Resûlü
(s.a.s.)’e gelerek:
“-
Ey Allah’ın Rasûlü! İslâm’a dair bana öyle bir söz söyle ki, onun hakkında
senden sonra hiç kimseye soru sormayayım” dedi. Efendimiz (s.a.s.):
“-
Allah’a iman ettim, de, sonra da istikamet üzre
ol!”
buyurdu. (Müslim, İman 62)
İbn
Abbâs (r.a.), huzuruna gelip nasihat isteyen Osman b. Hâdır el-Ezdî’ye şöyle
der:
“Allah’a
karşı takvâ sahibi olmaya ve dâimâ istikâmet üzere bulunmaya dikkat et. Kur’an
ve sünnete uy, bid’atçi olma!” (Dârimî, Mukaddime 19)
Diyarbakırlı
Saîd Paşa şu öğütte bulunur:
“Sen
usandırma eli, el de usandırmaz seni
Hîlekârlık
eyleme, kimse dolandırmaz seni.
Dest-i
a’dâdan soğuk su içme kandırmaz seni,
Müstekîm
ol, Hazret-i Allah utandırmaz seni.”[1]
Hakiki
bir mü’min şahsiyeti kazanıp Allah’ın rızâ ve muhabbetine erebilmek için
istikametten başka yol yoktur. Bu bakımdan her hususta istikamet kadar yüksek
bir makam ve onun kadar zor başarılacak hiçbir emir yoktur. Hangi iş veya hedef
olursa olsun ona ulaşmanın en kısa yolu doğruluktur. Fakat bu noktada doğru
olanı tespit edip o istikamette yürümenin iç içe zorlukları vardır. Şöyle ki:
Her şeyden önce bir işte doğrunun hangi çizgide olduğunu tayin ve
tespit etmek çok zordur.
Dosdoğru olan o çizgi üzerinde sarsılmadan yürüyebilmek daha
zordur.
İstenilen hedefe ulaştıktan sonra aynı şekilde o doğruluk üzere,
hiç eğilmeden devam ve sebat edebilmek büsbütün zordur.
Aziz
Mahmud Hüdâyî Hazretleri istikâmetin zorluğu ile alakalı şu açıklamayı yapar:
“İstikamet ancak şeriat, tarikat, mârifet ve hakikat mertebelerinin hakkını tam
olarak vermekle mümkün olur. Hükümlerde âdil olmak şeriatın hakkına riâyete
dâhildir. Tabîat mertebesinde istikâmet, şeriata riâyet iledir. Nefis
mertebesinde istikâmet, tarikata riâyet iledir. Rûh mertebesinde istikâmet,
mârifete riâyet iledir. Sır mertebesinde istikâmet ise mârifet ve hakikate
riâyet ederek mümkün olur. Bütün bunlara riâyet edebilmek, son derece zordur.”
(Bursevî, Rûhu’l-Beyân, IV, 254-255)
Bu
sebeple Efendimiz (s.a.s.):
“Hûd
sûresi ve kardeşleri olan Vâkıa, Hâkka, Mürselât, Nebe’ ve Tekvîr gibi sûreler
beni ihtiyarlattı” (Tirmizî, Tefsir 57/3297) buyurmuştur.
İnsanın
kemale ermesi, harikulade şeyler göstererek değil, bu mertebeleri kemale
erdirmek suretiyledir. Nitekim Şeyh Ebû Saîd’e: “Falanca su üzerinde yürüyor”
denince, “Balıklarla kurbağalar da öyle” der. “Falanca havada uçuyor” denince,
“Kuşlar da öyle” der. “Falanca bir anda doğuya ve batıya ulaşıyor” denince
“İblîs de öyle” der. “Peki öyleyse sana göre kemale ermenin ölçüsü nedir?”
dediklerinde ise Ebû Saîd: “Zâhirî olarak yaratılanlarla, bâtınî olarak da Hak
ile birlikte olabilmektir” diye cevap verir. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, IV,
255)
İstikametin
en mühi şartı zâlimlerden uzak tutmaktır:
[1] Dest-i a’dâ: Düşman
eli. Müstekîm ol: Her işinde doğru ve dürüst ol.
113. Sakın zâlimlere meyletmeyin; yoksa onları saracak ateş size de dokunur. Aslında sizin Allah’tan başka hiçbir dostunuz, yardımcınız ve sizi sahiplenecek hiçbir güç yoktur. Öyleyse O’ndan başka bir dost aramayın; aksi halde O’nun yardımından da mahrum kalırsınız.
Âyette
yasaklanan اَلرُّكُونُ (rukûn), dayanmak,
sırtını verip güvenmek, herhangi bir şeye yanaşıp durmak, muhabbetle meyletmek
ve ona râzı olmak mânalarına gelir. Bu kelimede “azıcık meyletmek” mânası da
vardır. Dolaysıyla âyet-i kerîme, zulüm ve haksızlık yapanlara herhangi bir
şekilde destek vermek, yakınlık gösterip yaltaklanmak şöyle dursun, onlara
meyil bile etmeyi, yüz vermeyi ve alaka göstermeyi yasaklamaktadır. Âyet-i
kerîme şu mânalara işaret etmektedir:
› “Onların amellerini
işlemeyin,
› Onların
yaptıklarına rızâ göstermeyin,
› Amelleri
sebebiyle onları övmeyin,
› Onlara
iyilikleri emri terk etmeyin,
› Onların haram
mallarından herhangi bir şey almayın,
› Kalpleriniz
onlarla birlikte sukûnete ermesin,
› Onlara
karışmayın; onlarla birlikte yiyip içip beraber bulunmayın.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât,
II, 61)
Çünkü
bunun cezası ateştir; meyledildiği nispette meyledenlere ateş dokunacaktır. Bu
gibi kimseler, kendilerini ateşten kurtaracak bir dost ve bir yardımcı
bulamayacaklar, Allah’ın yardımından da mahrum kalacaklardır. Nitekim Ömer b.
Abdülaziz (k.s.) şöyle der:
“Zâhidlik
helâle karşı olur. Harama gelince o bir ateştir. Ona ancak ölüler uzanır. Eğer
harama el uzatanlar diri olsalardı, o ateşin acısını duyarlardı.” (Velîler
Ansiklopedisi, I, 106)
Bir
diğer âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Âyetlerimiz
hakkında alaylı tavırlarla münâsebetsizliğe dalanları gördüğünde, onlar başka
bir konuya geçinceye kadar kendilerinden uzak dur. Şayet şeytan sana bir an
için unutturur da yanlarında kalacak olursan, hatırlar hatırlamaz derhal kalk
ve o zâlimler gürûhuyla bir arada oturma!” (En‘âm 6/68)
Bu
âyet-i kerîme de yine kâfirleri, müşrikleri ve bunlar dışında türlü türlü günah
işleyen kimseleri terk edip, onlardan uzaklaşmayı emreder. Çünkü, sohbet ve
arkadaşlık ancak muhabbet alakasıyla meydana geleceğinden, bu gibi kimselerle
sohbet ve arkadaşlık küfür veya masiyettir. Fakat arkadaşlık bir zaruret veya
takıyye sebebiyle yapılmışsa bunun hükmü başkadır. (bk Âl-i İmran 3/28)
İstikametin
önemli şartlarından biri de şartlarına uygun tarzda namaza devamdır:
114. Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın saatlerinde namazı dosdoğru kıl. Şüphesiz ki iyilikler kötülükleri giderir. Bu buyruklar, ibret ve öğüt almasını bilenlere bir hatırlatmadır.
115. Sabret; çünkü Allah iyi davranan ve işini güzel yapanların ecrini zâyi etmez.
Burada
bir günde edâ edilmesi farz olan beş vakit namaza işaret edilmektedir. “Gündüzün
iki tarafı”ndan maksat, öğle ve ikindi namazları; “gecenin gündüze yakın
saatleri”nden maksat ise akşam, yatsı ve sabah namazlarıdır. Çünkü اَلزُّلَفُ (zülef) kelimesi, vakit ve yakınlık
mânasına gelen “zülfe” kelimesinin çoğuludur. Arapça da çoğul ise en az üçtür.
Buna göre sabah namazı gün doğmasına yakın, akşam ve yatsı namazları ise
güneşin batmasına yakın saatlerde kılınmakla bu üçlüyü ifade ederler.
Namazların bildiğimiz beş vakitte kılınması, bunun gibi başka âyetlerle (bk.
İsrâ 17/78; Tâhâ 20/130), hadis-i şeriflerle ve ümmetin icmaıyla sabittir.
Âyetin
“Şüphesiz ki iyilikler kötülükleri giderir” (Hûd 11/114) kısmında
bahsedilen “iyilikler”den maksat, sözün geliminden de anlaşılacağı üzere
öncelikle beş vakit namazdır. Yani her namaz bir “hasene: iyilik”, beş vakit
namaz ise “hasenât: iyilikler”dir. İyiliklere devam edildikçe kötülükler
silinir gider. Buna göre beş vakit namaza devam ettikçe, arada beşeriyet icabı
işlenen bazı kötülükler de kaybolur. Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Büyük
günahlardan uzak durulduğu takdirde, bir namaz diğer namaza kadar olan
günahlara kefarettir.” (Müslim, Tahâret 16) Şu âyet-i kerîme ise hakîkati
daha açık bir şekilde beyân eder: “Bütün şartlarına riâyet edilerek hakkiyle
kılınan namaz, insanı her türlü hayasızlıktan, dînin ve aklın kabul etmediği
şeylerden alıkoyar.” (Ankebût 29/45)
Fakat
iyiliklerin kötülükleri silip götürmesi sadece namaza mahsus bir durum
değildir. Namaz sadece misal olarak verilmiştir. Aynı durum diğer iyilikler
için de geçerlidir. İnsanın imanla birlikte yaptığı her türlü iyilik onu
kötülüklerden uzaklaştırır, yaptığı kötülüklerin affedilmesine, hatta onları
iyiliğe dönüşmesine vesile olur. Bu mânada şu âyet-i kerîme ne kadar ümit
bahşedicidir: “Ancak tevbe edip inanan ve sâlih ameller işleyenler müstesnâ.
Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirecektir. Allah çok bağışlayıcıdır,
engin merhamet sahibidir.” (Furkan 25/70)
Rabbimizin
öğütlerine kulağını ve kalbini verenler, sabırla iyilik yapmaya devam edenler
bu güzel müjdelerden bol bol istifade edeceklerdir. Çünkü Yüce Allah, iyilik
yapanların emeklerini boşa çıkarmayacak, mükâfâtlarını asla zayi etmeyecek,
bilakis onlara lutuf ve kerem hazinelerinden kat kat ihsanda bulunacaktır.
Mü’minler
ancak böyle bir İslâmî anlayış ve kulluk şuuru ile hem kendilerini
haksızlıklardan uzak tutabilir, hem de dünyada yapılan zulüm ve haksızlıkların
önüne geçebilirler. Nitekim insanlık tarihine bir göz atıldığında, zulme karşı
seslerini yükseltmedikleri için zâlimlerle birlikte helak olan nice toplumların
bulunduğu görülecektir:
116. Ne olurdu, sizden önce helâk edilen nesiller içinde iman, sâlih amel ve güzel ahlâk gibi faziletler sahibi ve Allah yanında kalıcılığı olan değerleri gâye edinmiş bazı insanlar bulunsaydı da, yeryüzünde bozgunculuk çıkmaması için çalışsalardı! Ne yazık ki, onların içinde bu vazîfelerini gereği gibi yaptıkları için kurtardığımız pek az kimse oldu. Zâlimlere gelince, onlar sadece içine dalıp gittikleri dünyevî zevk u safânın peşine düşüp şımardılar ve hep günah işlemekle meşgul oldular.
117. Yoksa senin Rabbin, halkı hem kendi nefislerini hem de toplumu ıslahla meşgul bulunan ve hakka hukuka riâyet eden memleketleri haksız yere helâk etmez.
116.
âyette geçen اَلْبَقِيَّةُ (bakıyye) kelimesi,
esasında “kalıntı” anlamına gelirse de burada “fazilet, akıl ve hayır”
mânasındadır. “Bakıyye sahipleri” de dindar, faziletli, akıllı ve hayırlı
kimselerdir. Bunlar iman, ilim, ibâdet ve ahlâk gibi Allah yanında kalıcı olan
değerlere önem veren ve onlara ulaşmayı gaye edinen gerçek akıl ve idrak sahibi
bahtiyarlardır. İnsan, genelde, kazandığı şeylerin en güzelini ve en üstününü
geriye bırakmak istediğinden, “bakıyye” kelimesi cömertlik ve fazilet mânasında
darb-ı mesel olmuştur.
Burada,
daha önce helak olan kavimlerin helaklerine sebep olan iki husus üzerinde
durulmaktadır:
Aralarında fesat ve bozgunculuğa mâni olacak yeter sayıda
faziletli bir cemaatin bulunmayışı,
Dünyalık bakımdan durumu iyi olan kimselerin zevk u safâ
düşkünlüğü ve halkın azgınlaşmasına sebep olmaları.
Dolayısıyla
burada, toplumların içerisinde faziletli insanların çoğalmasının ve bunların
kötülükleri engellemeye çalışmasının lüzûmuna işaret edilmektedir. Eğer böyle
faziletli gruplar olmaz, toplumun halini ıslaha çalışmaz ve insanlar da nefsânî
arzularının peşine düşüp azgınlaşırlarsa ilâhî kahır tecellilerine maruz kalır,
helak olup giderler. Nitekim Kur’an’da kıssaları anlatılan önceki nesiller
bunun apaçık misalleridir. Yoksa Allah Teâlâ, hiçbir toplumu hak etmedikleri
halde zulüm ile helak etmez. Çünkü Cenâb-ı Hak her türlü zulümden pak ve
uzaktır. Kulların başına gelenler, ancak kendi yaptıklarının affedilmeyen
kısımlarından gelir.
Nitekim
Resûlullah (s.a.s.)’e: “İçimizde sâlihler varken yine de helak edilir miyiz?”
diye sorulduğunda: “Evet, eğer kötülükler çoğalırsa” cevabını vermiştir.
(Buhârî, Fiten 4, 28; Müslim, Fiten 1-2)
Efendimiz
bir diğer hadis-i şerifte de şöyle buyurur: “Allah Teâlâ, bir grubun
davranışı yüzünden çoğunluğa azap etmez. Ancak gözlerinin önünde kötülükleri
gördükleri ve onları engellemeye güçleri olduğu halde engellemedikleri zaman
hem çoğunluğa hem de o azınlığa azab eder. Aralarında iyiliği emreden ve
kötülüğü yasaklayan doğru kimseler bulunmayan ve herkesin bozgunculukta
birleştiği ya da iyilik emredildiğinde yerine getirmeyen ve kötülük
yasaklandığında yasağa uymayan her kavim helak olacaktır.” (Ahmed b.
Hanbel, Müsned, IV, 192; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid,
VII, 267-268)
Bütün
güç ve kuvvet Yüce Allah’ın kudret elindedir; her türlü emir ve yetki de O’na
aittir:
118. Eğer Rabbin dileseydi bütün insanları İslâm üzere tek bir ümmet yapardı. Fakat onlar, kendilerine irade hürriyeti verildiği için haktan ayrılıp farklı farklı yollara gitmekten hiçbir zaman kurtulamazlar.
119. Ancak Rabbinin merhamet ettikleri haktan ayrılmaz ve anlaşmazlığa düşmezler. Zâten Allah onları asıl bunun için yaratmıştır. Böylece Rabbinin: “Cehennemi mutlaka cinler ve insanlarla dolduracağım” sözü yerine gelmiş olacaktır.
“İnsanlar
başlangıçta tevhid dinine inanan tek bir ümmetti. Sonradan ayrılık ve
anlaşmazlığa düştüler” (Yûnus 10/19) âyeti gereğince insanlık başlangıçta bir tek ümmet,
bir tek aile idi. Eğer Allah dileseydi hepsini hidâyete erdirir, İslâm üzerinde
birlik ve beraberlik halinde tutardı. İman ve küfür bakımından farklı yollara
düşmelerine, bölünüp parçalanmalarına izin vermezdi. Fakat Allah Teâlâ böyle
dilemediğinden insanlar arasında anlaşmazlıklar hep olagelmiştir; böyle de
devam edecektir. Tevhidi kabul edenler olacağı gibi, ona karşı çıkanlar da
olacaktır. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın rahmetiyle muamele ettiği kimseler
anlaşmazlığa düşmeyecek, Hakk’a karşı gelmeyecek, tevhid ve istikâmetten
ayrılmayacak, birlik ve beraberlik içinde bir ümmet olacaklardır. Zaten Hak
Teâlâ, insanları asıl bu maksatla yaratmıştır. Dünya hayatını da bir imtihan
yeri olarak tayin buyurmuştur. En güzel amel işleyenleri ortaya çıkarmak için
hayat ve ölümü var etmiştir. (bk. Mülk 67/2) Neticede iyiler cennet yurdunda
ağırlanacak; cehennem de insanlar ve cinlerin bedbahtlarıyla tamâmen
doldurulacaktır. Bu Allah Teâlâ’nın kesinleşmiş bir sözü, bir hükmü ve bir
vaadidir. Hatta o gün cehenneme “doldun mu?” denilir; o da “daha var mı?” der.
(bk. Kaf 50/30)
Kur’ân-ı
Kerîm’de sık sık anlatılan ibretli peygamber kıssalarının hikmetine gelince:
120. Peygamberlerin mühim haberlerinden kalbini kuvvetlendireceğimiz kıssaların hepsini sana anlatıyoruz. İnen bu âyetlerde sana doğru bilgiler, mü’minler için de bir öğüt ve bir hatırlatma gelmiştir.
121. O halde, iman etmeyenlere şöyle de: “Elinizden ne geliyorsa yapın. Elbette biz de vazîfemizi yapacağız.”
122. “Olacak olanları bekleyin bakalım; biz de onu bekliyoruz.”
Âyetler: Kur’ân-ı
Kerîm’de önceki peygamberlerin ve onların gönderildiği toplumların kıssaları
tekrar tekrar anlatılır. Bundaki hikmet öncelikle Resûlullah (s.a.s.)’in
kalbini kuvvetlendirmek, tatmin ve teskin etmek, yakinini artırmak, gönlünü
rahatlatmak ve ona yapılan eziyetlerin önceki peygamberlere de yapıldığını
bilmesini sağlayarak teselli etmektir. Çünkü insanlar, “Elle gelen düğün
bayram” hikmetli sözünde ifade edildiği üzere, bir mihnet ve belaya maruz
kaldıklarında, bu belâlara başkalarının da maruz kaldıklarını görünce,
sıkıntıları hafifler.
Cenâb-ı
Hak, Peygamberimiz (s.a.s.)’e, aynen Hz. Hud ve Hz. Şuayb’ın yaptıkları gibi,
müşriklere kendisi hakkında ellerinden ne geliyor, güçleri neye yetiyorsa onu
yapmalarını söylemesini, onlara meydan okumasını emretmektedir. Çünkü bu ifade,
peygamberin davasında ne kadar haklı ve ne kadar samimi olduğunu; gönlünü
bütünüyle Rabbine bağladığından kendine güvenini ve korkusuzluğunu açıkça
ortaya koymaktadır. Buna göre kâfirler imansızlığın gereğini yapacaklar;
peygamber ve mü’minler de Allah’a iman, ilâhî hakikatlerden öğüt ve ibret alma
gibi güzel hal ve davranışlarının gereğini yapacaklardır. Kâfirler, şeytanın
vesveselerine kanarak müslümanların başına gelmesini sandıkları musibetleri
bekleyip duracaklar; müslümanlar ise Allah Teâlâ’nın kesin bir şekilde
va‘dettiği dünyevî musibet ve uhrevî azapların kâfirlerin başına inmesini
bekleyeceklerdir. Neticede iki bekleyiş arasında ne kadar büyük bir farkın
olduğu; kimin kârlı kimin zararlı çıkacağı belli olacaktır:
123. Gökler ve yer neyi barındırıyor, gelecek adına ne saklıyorsa hepsini bilen ve hâkimiyeti altında tutan ancak Allah’tır. Bütün işler neticede O’na varır ve O neye hükmederse o olur. Öyleyse yalnız O’na kulluk et ve yalnız O’na güvenip dayan. Unutma ki Rabbin, işleyip durduklarınızdan asla habersiz değildir.
Göklerde
ve yerde bulunan bütün gizlilikler, geleceğe ait bütün sırlar Allah’a aittir.
Onların hepsini en iyi şekilde sadece Allah Teâlâ bilir. Çünkü bu gizlilikleri
yaratan, bilen, bildiren, zamanı geldiğinde açığa çıkaran O’dur. Dolayısıyla
O’na herhangi bir şeyin gizli kalması mümkün değildir. O halde kulluk edilmeye
ve güvenilip dayanılmaya lâyık tek ilâh da yalnız O’dur. Bu sebeple yalnız O’na
kulluk etmek ve sadece O’na güvenip dayanmak lâzımdır.
Âyette
önce “kulluk” sonra “tevekkül” emredilmiştir. Bunda iki hususa işaret edildiği
söylenebilir:
›
Kulluk etmeden yapılacak tevekkülün kayda değer bir faydası olmaz.
›
Kulluk ancak tevekkül ile yani Allah’a güvenip dayanmakla kemâle
erer.
Buna
göre kul başarıya erebilmek için elinden geleni yapacak, bütün gücüyle
çalışacak; fakat bunu yaparken Allah’a sığınıp, yardım dilenip başarıyı
yalnızca O’ndan bekleyecektir. İşte bu hal, nihâyetsiz kuvvet ve kudret sahibi,
her şeyi hakkiyle bilen ve kullarının yaptıklarından bir an bile gâfil olmayan
Cenâb-ı Hakk’a kâmil mânada imanın açık bir tezâhürüdür.
Hûd
sûresi Allah’a kulluk ve tevekkül tâlimatıyla nihâyete ermekte, bundan sonra
gelen Yûsuf sûresi ise, Allah’a tevekkül eden bir kulun, ne kadar çok
haksızlığa uğrarsa uğrasın, Allah’ın inâyetiyle hepsinden kurtulup selâmete
çıkacağını göstermektedir:
İsrâ Sûresi 78-84.Ayetler 78. Güneşin öğleyin batıya doğru kaydığı andan gece karanlığı bastırıncaya kadar belli vakitlerde namazı dosdo ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: وَجَٓاؤُ۫ عَلٰى قَم۪يصِه۪ بِدَمٍ كَذِبٍۜ قَالَ بَلْ سَوَّلَتْ لَكُمْ اَنْفُسُكُمْ اَمْرًاۜ فَصَبْرٌ جَم۪يلٌۜ وَاللّٰهُ الْ ...
Âyetler “Sana uyan mü’minlere alçak gönüllü davran!” Şuarâ sûresi (26), 215 Allah Teâlâ İslâmiyet’e gönül veren kullarını Resûlullah Efendi ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: لَقَدْ كَانَ ف۪ي يُوسُفَ وَاِخْوَتِه۪ٓ اٰيَاتٌ لِلسَّٓائِل۪ينَ Andolsun ki Yûsuf ve kardeşlerinde, almak isteyenler için ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: وَلِلّٰهِ غَيْبُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاِلَيْهِ يُرْجَعُ الْاَمْرُ كُلُّهُ فَاعْبُدْهُ وَتَوَكَّلْ عَلَيْهِۜ وَمَا رَ ...
İslâm dininde rüya tabirine önem verilir. Allah Teâlâ’nın Hz. Yusuf’a (as.) bahşettiği mucizelerden biri rüyâ tabiri idi. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Yûsuf ...