Yûsuf sûresi Mekke’de inmiştir. 111 âyettir. İsmini, içinde kıssası tafsilatlı bir şekilde anlatılan Yûsuf (a.s.)’dan alır. Mushaf tertibine göre 12, iniş sırasına göre 53. sûredir.
Sûrenin ilk üç âyetinde gerçekleri açıklayan ve apaçık bir kitap olan Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerine, mânaları üzerinde aklımızı çalıştırıp anlayabilmemiz için Kur’an’ın Arapça olarak indirildiğine ve bu sûrede kıssaların en güzelinin anlatılacağına dikkat çekildikten sonra, 4. âyetten başlayarak 101. âyete kadar Yûsuf (a.s.)’ın kıssası anlatılır. Sûre, kıssadan alınması gereken ders, ibret ve öğütlerle nihâyete erer.
Sa‘d b. Ebî Vakkâs (r.a.) der ki: Kur’ân-ı Kerîm Resûlullah (s.a.s.)’e indirilmeye başladı. Efendimiz (s.a.s.) bir müddet ashâbına inen âyetleri okudu. Onların, “Bize, biraz da kıssa anlatsanız” demeleri üzerine “Biz sana vahyettiğimiz bu Kur’an ile kıssaların en güzelini anlatıyoruz” (Yûsuf 12/3) diye başlayan Yûsuf (a.s.)’ın kıssası nâzil oldu. Yine Peygamberimiz onlara bir müddet Kur’ân-ı Kerîm’i okuyunca, bu sefer de: “Bize bazı şeyler anlatsanız” demeleri üzerine: “Allah, sözün en güzeli olan Kur’an’ı, âyetleri birbiriyle âhenkdâr, uyumlu, tıklım büklüm hakîkat dolu bir kitâb hâlinde indirdi” (Zümer 39/23) âyeti nâzil oldu. (Hâkim, el-Müstedrek, III, 345).
Başka bir rivayete göre de yahudiler Mekke müşriklerine akıl vererek “Muhammed’e sorun bakalım bilecek mi: İsrâiloğulları Mısır’a ne sebeple gidip oraya yerleşmişlerdi?” dediler. Mekke müşrikleri gelip Allah Resûlü (s.a.s.)’e bunu sorduklarında, cevap olarak Yûsuf sûresi nâzil olmuştur. (Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, XII, 170) Nitekim “Yûsuf ve kardeşlerinin yaşadıklarında, gerçeği arayanlar ve sorup öğrenmek isteyenler için nice dersler ve ibretler vardır” (Yûsuf 12/7) âyetindeki “soranlar” ifadesinde buna işaret edildiği görülmektedir.
Muhammed b. İshâk’a göre sûrenin iniş sebebi, kavmi tarafından zulme uğramış olan Resûlullah (s.a.s.)’i teselli etmektir. Çünkü müşriklerin baskı, eziyet ve işkenceleri karşısında Resûl-i Ekrem (s.a.s.) ve ashâbı zor durumda kalmışlardı. Bu zor durumdan bir çıkış yolu arıyorlardı. İşte böyle çile ve meşakkatlerin zirveye tırmandığı bir zamanda bu sûrenin inmesi, müslümanlar için mühim bir teselli ve ferahlama vesilesi olmuştur. Zira bu sûrede tafsilatlı olarak kıssası anlatılan Yûsuf (a.s.) da Filistin’de kardeşleri tarafından bazı kötülüklere mâruz kalmış; fakat sonunda Mısır’ın devlet idâresinde söz sahibi olmuş, kendisine düşmanlık eden kardeşlerine de her bakımdan yardımcı olmuştu. (Elmalılı, Hak Dini, IV, 2841) Dolayısıyla Yûsuf (a.s.)’ın kıssası Peygamber Efendimiz ve ashâbına, sabrettikleri takdirde Hz. Yûsuf'a verilmiş olan mükâfatın bir benzerinin verileceğini ve Kureyşliler’in neticede mağlup olup kendilerine boyun eğeceğini müjdelemektedir. Gerçekten de Allah Resûlü (s.a.s.), müşriklerin baskısı karşısında Medine’ye hicret etmiş, sekiz sene sonra Mekke’yi fethetmiş ve Kureyşliler ona boyun eğmiştir. İşin câlib-i dikkat yanı, Efendimiz (s.a.s.) Kureyşliler’e, Hz. Yûsuf’un Mısır’da kardeşlerine söylediği sözün aynısını söyleyerek: “Bugün sizi perişan etmek yok, Allah sizi bağışlasın! O, merhametlilerin en merhametlisidir. (bk. Yûsuf 12/92) Gidiniz hepiniz serbestsiniz!” buyurmuştur. (Vâkıdî, el-Meğâzî, II, 835; İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 142-143)
1. Elif. Lâm. Râ. Bunlar, gerçeği açıklayan ve Allah’tan geldiği apaçık ortada olan kitâbın âyetleridir.
2. Hiç şüphesiz biz o kitâbı, düşünüp anlamanız için Arapça bir Kur’an olarak indirdik.
Kur’ân-ı
Kerîm “mübîn”dir. Mübîn kelimesinin üç mânası
vardır:
› Kendi özünde
açık, seçik ve aydınlık; kendisinin ne olduğunu tanıtmaya kendisi yeterli olan.
› Beyân edici,
açıklayıcı, açığa çıkarıcı, ayırt edici. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm helâlleri,
haramları, cezaları, hükümleri, hidâyet ve kurtuluş yollarını, rahmet ve
berekete nâil olabilme usullerini açıklamaktadır.
› Dili ve
ifadesi gayet güzel; maksat ve muradını gereğine göre dilediği gibi anlatan
fasîh ve belîğ bir kelâm.
Kur’ân-ı
Kerîm Arapça olarak indirilmiştir. Bunun hikmeti, onu vahiy yoluyla alan
Peygamber’in ve ona ilk muhatap olanların Arap olmasıdır. İlk muhatapların onu
kolaylıkla anlayabilmeleri için Kur’an’ın Arapça inmesinden daha tabii bir
durum olamaz. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Biz
her bir peygamberi, dinî emir ve yasakları onlara en güzel şekilde anlatmaları
için kendi kavminin diliyle gönderdik.” (İbrâhim 14/4)
“Biz o Kur’an’ı yabancı bir dilde
indirseydik, onlar elbette: «Onun âyetleri anlayacağımız bir dille iyice
açıklanmalı değil miydi? Arap olmayana yabancı dilde bir kitap olur mu?»
diyeceklerdi.” (Fussılet 41/44)
Ancak
bu açıklamalar, Kur’ân-ı Kerîm’in yalnız Araplara indiği şeklinde yanlış bir
anlaşılmaya sebebiyet vermemelidir. Nitekim pek çok âyet-i kerîme Kur’an’ın
bütün insanlara gönderildiğini yani cihânşümûl olduğunu açıkça beyân eder. (bk.
Bakara 2/185; Âl-i İmrân 3/138; A‘râf 7/158; Sebe 34/28) Onu önce Araplar öğrenecek,
sonra da başka milletlere öğreteceklerdir. Böylece Kur’an elden ele, dilden
dile bütün dünyaya yayılacak, hidâyet nasip olan herkes ona inanma, onu okuyup
anlama ve yaşama bahtiyarlığına erecektir. Nitekim vakıa da böyle
gerçekleşmiştir. Ayrıca burada Arap olmayanların Kur’ân-ı Kerîm’i
anlayabilmeleri için onun başka dillere tercüme ve tefsir edilmesinin
zaruretine de bir işaret bulunmaktadır.
O Kur’an ki:
3. Biz, sana vahyettiğimiz bu Kur’an ile kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Oysa sen daha önce bunları hiç bilmezdin.
Kur’ân-ı
Kerîm mûcize bir kelamdır. Onun mûcize oluş yönlerinden biri de gaypten haber
vermesidir. Nitekim bu âyet-i kerîmede, kendisine vahyedilen bu Kur’an
sayesinde Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e, daha önce hiç haberi olmadığı
hususların en güzel bir ifade ile anlatılacağı müjdelenmektedir.
Âyette
yer alan اَحْسَنَ الْقَصَصِ “ahsene’l-kasas” ibaresi iki mânaya gelir:
›
En güzel şekilde anlatma
›
En güzel kıssa
Buna
göre burada en güzel şekilde anlatılacak olan Yûsuf (a.s.)’ın kıssası, aynı
zamanda kıssaların da en güzelidir. Bunun sebep ve hikmetleri hakkında şu
izahlar yapılabilir:
›
Buna “en güzel kıssa” adının veriliş sebebi, Hz. Yûsuf’un
kardeşlerini güzel bir şekilde affedip bağışlaması, eziyetlerine sabredip
katlanması, onlarla karşılaştıktan sonra da yapmış olduklarını hatırlatmayarak
onları affetmesi, onları af edişindeki keremidir. Hatta Hz. Yûsuf kardeşlerine
: “Bugün size bir ayıplama, bir kınama yok” (Yûsuf 12/92) demişti.
›
Bu sûrede peygamberlerin, sâlihlerin, meleklerin, şeytanların,
cinlerin, insanların, hayvanların, kuşların, hükümdarların ve onların idâre
ettikleri kimselerin davranışlarının, tüccarların, âlimlerin ve cahillerin,
erkeklerin, kadınların, kadınların hile ve tuzaklarının söz konusu edilmesidir.
Yine bu sûrede tevhid, fıkıh, siyer, rüya tabiri, siyaset, muaşeret, iktisadi
hayat, hem dine hem de dünyaya yarayacak pek çok faydalı hususların
bulunmasıdır.
›
Bu sûrede sevenin, sevilenin ve bunların izledikleri yolların söz
konusu edilmesidir.
›
Kur’ân-ı Kerîm’de bu kıssanın ihtiva ettiği ibret ve hükümleri
ihtiva eden bir başka kıssa bulunmamasıdır. Nitekim bu sûrenin sonunda yer
alan “Yemin olsun ki, önceki peygamberlerin, özellikle Yûsuf ve
kardeşlerinin kıssalarında selîm akıl sahiplerinin çıkaracağı nice dersler ve
ibretler vardır” (Yûsuf 12/111) buyruğu bu hususa işaret eder.
›
Bu sûrede sözü edilen herkesin sonunda mutluluğu elde etmesidir.
Bunun için Yûsuf’un, babasının, kardeşlerinin ve azizin hanımının akıbetlerini
hatırlamak yetecektir. Ayrıca hükümdarın da Hz. Yûsuf’a iman edip İslâm’a
girdiği de söylenmiştir. Rüyasının tabir edilmesini isteyen ve rüyasında efendisine
şarap sunduğunu gören kişi ve yine denildiğine göre şâhitlikte bulunan kişi de
böyledir. Kısaca hepsinin sonuçta hayra ulaştığı görülmektedir.
› Bu isim,
Yûsuf’un yaptığı şu duanın en güzel dua, olmasından ileri gelmiştir: “Allahım!
müslüman olarak canımı al ve beni sâlih kullarının arasına kat!” (Yûsuf
12/101) Yûsuf (a.s.) müslüman bir halde ölerek Allah’a ulaşmayı temenni eden
ilk kişidir.
›
Bu kıssa, lafızları itibariyle çok veciz fakat mânaları açısından
çok muhtevalıdır. Aslında bu kıssa, verâset, hilâfet, kalp, ruh, çeşitli
kuvveler ile nefs-i emmârenin tasfiyesini ortaya koymaktadır. Bu nefs-i emmâre
ilk olarak Züleyha sûretinde ortaya çıkmış, emmâreliği yüzünden Yûsuf’u arzuladıktan
sonra müslüman olup rızâ ve imtinan makamına ulaşıncaya kadar kendini tezkiye
etmiş ve teslim olmuş; nefsânî kuvvetlerinin, kardeşleri suretinde boyun
eğişinden sonra da Yûsufî ruhla bir araya gelmiştir.
›
Bu kıssa, insanın çeşitli halleriyle ve Allah’a dönüp O’na vâsıl
olmasıyla benzerlik ve uygunluk arzettiği için en güzel kıssa adını almıştır.
Şöyle ki, bu kıssa, insanın ruh, kalp, sır ve nefsten mürekkep olduğuna,
insanın beş duyusuna, altı adet batıni gücüne, bedene ve bedenin dünyaya
müptelâ oluşuna; ayrıca insanın en yüce mertebeye ulaşana kadarki çeşitli hallerine
işaret etmektedir. Mesela Yûsuf kalbe, Yâkub ruha, Râhil nefse, Yûsuf’un
kardeşleri de çeşitli kuvve ve duyulara işaret eder.
İşte Hz. Yâkub’un oğlu Hz. Yûsuf’un ibretlerle dolu
kıssası:
4. Bir zamanlar Yûsuf babasına: “Babacığım! Ben rüyâmda on bir yıldızı, güneşi ve ayı gördüm; onların bana secde ettiğini gördüm” dedi.
Hz.
Yûsuf, Yâkub (a.s.)’ın on iki oğlundan biridir. Hz. İbrâhim’in torununun
oğludur. Resûlullah (s.a.s.) Hz. Yûsuf’un fazileti hakkında şöyle buyurur: “İnsanların
en şereflisi kerîm oğlu kerîm oğlu kerîm oğlu kerîm yani hepsi Allah’ın
peygamberi olan İbrâhim oğlu İshâk oğlu Yâkub oğlu Yûsuf’tur.” (Buhârî,
Tefsir 12/1)
Yûsuf
(a.s.), çocuk yaşlarında iken bir gece rüyasında on bir yıldız, güneş ve ayın
kendisine secde ettiğini görmüş ve bunu babası Yâkub (a.s.)’a anlatmıştır. Bu
rüyada yıldızlar Hz. Yûsuf’un on bir kardeşine, güneş annesine, ay ise babasına
işaret eder. Hz. Yûsuf’un ileride yüksek bir mevkiye çıkacağını; kardeşlerinin,
anne ve babasının kendisine tâbi olacaklarını gösterir. Çünkü “secde”, ister
tâzim ve değer verme mânasında olsun, ister ibâdet maksadıyla olsun “alnı yere
koymak” demektir. Bu kelimede ayrıca daha güçlü birinin huzurunda tevâzu
gösterme, itaat etme ve boyun eğme mânası da vardır.
Hz. Yâkub, oğlunun gördüğü rüyâyı tevil ederek şu
neticeleri çıkarır:
5. Yâkub şöyle cevap verdi: “Yavrucuğum! Sakın rüyânı kardeşlerine anlatma! Olur ki kıskançlıkları yüzünden sana bir tuzak kurmaya kalkarlar. Çünkü şeytan insanın apaçık bir düşmanıdır.”
6. “Böylece Rabbin seni seçecek, sana rüyâların tâbirini, eşyâ ve hâdiselerin yorumunu öğretecek ve daha önce ataların İbrâhim ve İshâk’a nimetini tamamladığı gibi, sana ve Yâkub ailesine de nimetini tamamlayacaktır. Şüphesiz ki Rabbin, her şeyi hakkıyla bilen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır.”
Buna
göre:
› Allah Teâlâ
Yûsuf’u seçecek, büyük ve şerefli bir makâma ulaştıracaktır. Ona peygamberlik
verecek ve nice yüksek mevkili insanları onun emrine boyun eğdirecektir.
› Ona
hâdiselerin tevilini ve rüyâların tâbirini öğretecektir. اَلْاَحَاد۪يثُ (ehâdîs) kelimesinin iki mânası vardır.
Birincisi “olaylar ve haberler”dir. Buna göre, Allah ona meydana gelecek
olaylarda sebep-netice ilişkisini ve olayların yorumunu öğretecek; hayatın
problemlerini anlama ve onlara çözüm getirme kabiliyetini verecek; her şeyin
hakikatine ulaştırıcı keskin bir ferâset nasip edecektir. İkincisi “rüyâlar”
demektir. Buna göre de Allah ona rüyâların tâbirini, rüyâda sembol olarak
gösterilen işaretlerin ne mânaya geldiğini öğretecektir.
› Dedeleri Hz.
İbrâhim ve Hz. İshâk’a nimetini tamamladığı gibi ona olan nimetini
tamamlayacak; yani onlara yaptığı gibi peygamberlikle beraber ona devlet
yönetimini de nasip edecektir. Böylece ona hem dinî hem de dünyevî nimetler
lutfedecek, onu iki cihan şerefiyle şereflendirecektir. Aynı şekilde Yakub’un
soyundan birçok peygamber ve hükümdar göndermek suretiyle bu soyu, başka
kavimlerin ulaşamayacağı bir şerefe ulaştıracaktır. (bk. Mâide 5/20)
Bu
sebeple Hz. Yâkub, rüyadan haberleri olduğu takdirde kardeşlerinin kıskançlık
edip ona bir kötülük yapacaklarından korkmuş ve ona “Sakın rüyânı kardeşlerine
anlatma” tavsiyesinde bulunmuştur. Fakat yine de, babalık şefkatiyle hareket
ederek, meydana gelecek olaylarda suçu oğullarına değil şeytana yüklemeyi ihmal
etmemiştir.
Yûsuf
kıssası, sıradan bir hayat hikayesi veya roman değil, gerçekten büyük dersler
ve ibretlerle doludur:
7. Yemin olsun ki, Yûsuf ve kardeşlerinin yaşadıklarında, gerçeği arayanlar ve sorup öğrenmek isteyenler için nice dersler ve ibretler vardır.
Hz.
Yûsuf ve kardeşlerinin kıssası gerçekten ibretlerle doludur. Bunda sorup
ilgilenenler, ihtiyaç duyanlar, hâdiselerin gerçek yüzünü öğrenmeye çalışanlar
için çıkarılacak çok mühim dersler vardır. Mihnet ve zorluk içinde olanlar
nasıl sabredeceklerini, nimet içinde olanlar da nasıl şükredeceklerini buradan
öğrenebilirler. Onların kıssalarında hataları bağışlamanın keyfiyeti beyân
edildiği gibi, cefâ ehlinin buluşma anında nasıl mahcup, rezil rüsvâ olduğu da
haber verilir. Yine burada Allah Teâlâ’nın dostlarını nasıl koruduğuna dair
işaretler olduğu gibi, muhabbetin mihnet ve belâları nasıl celbettiğine dair de
ipuçları yer almaktadır.
Hz.
Yâkub gibi büyük bir peygamberin öz oğullarının, kardeşleri Yûsuf hakkında
planladıkları şu tezgaha bakın:
8. Yûsuf’un kardeşleri kendi aralarında şöyle konuşuyorlardı: “Doğrusu Yûsuf ve öz kardeşi, babamızın yanında bizden daha sevgili. Oysa biz, birbirimizi destekleyen güçlü kuvvetli bir ekibiz. Gerçekten babamız apaçık bir yanılgı içinde.”
Hz.
Yâkub’un on iki oğlundan onu birinci hanımından; Yûsuf ve Bünyamin ise ikinci
hanımından olmuştu. Dolayısıyla on kardeş bunların yalnızca baba bir, anaları
ayrı kardeşleri idi. Bu sebeple sıkıntılarını dile getirirken “Yûsuf ve öz
kardeşi” demişler de “kardeşimiz” dememişlerdi. Üvey kardeş olduklarından ve
biraz da kıskançlıkları yüzünden onlara böyle davranmışlar; husûsiyle de
Yûsuf’a ciddi bir tuzak kurma planı hazırlamaya başlamışlardı.
Anlaşılan
o ki; Hz. Yâkub, yıldızların, güneş ve ayın kendisine secdesiyle alakalı
gördüğü rüyâ sebebiyle oğlu Yûsuf’un büyük bir manevî istidâda sahip olduğunu
anladı. Onun hem babasının hem de dedesinin mirâsına vâris olacağını farketti
ve gönlü ona meyletti. Öyle ki daima onu sinesine basar; bir an olsun onu
görememeğe dayanamazdı. Bu yüzden kardeşlerinin kıskançlığı had safhaya varmış
ve sonunda ona tuzak kurmaya karar vermişlerdi.
Diğer
bir açıdan bakıldığında, Allah Teâlâ’nın Hz. Yâkub’u Yûsuf’a karşı duyduğu
fart-ı muhabbetle[1]
imtihan ederek bu imtihanı daha da şiddetlendirmek için Yûsuf’u ondan
uzaklaştırdığı söylenebilir. Çünkü ilâhî sevgi çok kıskançtır ve sevgi sultanı
kendi mülkünde ortak istememektedir. Mutlak güzellik ve kemâl Allah’a ait
olduğundan, mü’min en çok Allah’ı sevmeli ve mâsivâ ile kalbini
perdelememelidir. İlâhî sevgiye perde olması açısından, evlât tuzağından daha
güçlü bir tuzak yoktur. Nitekim Hz. Nûh’un hâli bunun bir misâlidir. Bilindiği
gibi o, kâfirler için beddua etmiş ve duası kabul olunmuştu. Allah Teâlâ
kâfirleri boğarken belki hiç kalbi yanmamıştı; fakat boğulma sırası oğluna
gelince, sabredemeyerek “Rabbim! Şüphesiz ki oğlum benim ailemdendir”
(Hûd 11/45) diyerek nidâ etme durumunda kalmıştı.
Kardeşlerinin
kıskançlığı, Yûsuf’u öldürmeye azmedecek bir dereceye varmıştı. Bu sebeple “Yûsuf’u
öldürün, ya da onu asla geri dönemeyeceği ıssız ve uzak bir yere atın”
(Yûsuf 12/9) dediler. Issız ve uzak bir yere atma teklifinde de yine öldürme
niyeti vardı. “Arz” kelimesinin nekre gelmesi bu mânayı ihsas ettirmektedir.
Çünkü böyle bir yerde ya yırtıcı hayvanlar onu parçalayabilir veya orada
kimsenin haberi olmadan ölür giderdi. Bu acımasız kararı alırken de,
kendilerini teselli edecek şeytânî bir bahaneye sığınmadan edemediler. Bunu iş
olsun diye yapmadıklarını; sırf babalarının teveccühünü, sevgi ve ilgisini
kendilerine çekmek niyetiyle böyle bir şeye teşebbüs ettiklerini söyleyerek
içlerini rahatlatmak istediler. Yaptıklarının bir günahı varsa da, tevbe
kapısının daima açık olduğunu; tevbe edip iyilerden olma imkânının bulunduğunu
belirttiler. Halbuki bu bahâne, azılı nefsin tuzağından ve şeytanın insanı
Allah ile aldatmasından başka bir şey değildi.
Neyse
ki aralarında güya insaflı biri çıktı:
[1] Fart-ı muhabbet:
Normalin ötesinde bir sevgi, aşırı sevmek.
9. “Yûsuf’u öldürün, ya da onu asla geri dönemeyeceği ıssız ve uzak bir yere atın. Böylece babanızın bütün sevgi ve alakası yalnız size kalsın. Endişe etmeyin; sonra da tevbe eder, iyi birer insan olursunuz!”
Hz. Yâkub’un on iki oğlundan onu birinci hanımından; Yûsuf ve Bünyamin ise ikinci hanımından olmuştu. Dolayısıyla on kardeş bunların yalnızca baba bir, anaları ayrı kardeşleri idi. Bu sebeple sıkıntılarını dile getirirken “Yûsuf ve öz kardeşi” demişler de “kardeşimiz” dememişlerdi. Üvey kardeş olduklarından ve biraz da kıskançlıkları yüzünden onlara böyle davranmışlar; husûsiyle de Yûsuf’a ciddi bir tuzak kurma planı hazırlamaya başlamışlardı.
Anlaşılan o ki; Hz. Yâkub, yıldızların, güneş ve ayın kendisine secdesiyle alakalı gördüğü rüyâ sebebiyle oğlu Yûsuf’un büyük bir manevî istidâda sahip olduğunu anladı. Onun hem babasının hem de dedesinin mirâsına vâris olacağını farketti ve gönlü ona meyletti. Öyle ki daima onu sinesine basar; bir an olsun onu görememeğe dayanamazdı. Bu yüzden kardeşlerinin kıskançlığı had safhaya varmış ve sonunda ona tuzak kurmaya karar vermişlerdi.
Diğer bir açıdan bakıldığında, Allah Teâlâ’nın Hz. Yâkub’u Yûsuf’a karşı duyduğu fart-ı muhabbetle[1] imtihan ederek bu imtihanı daha da şiddetlendirmek için Yûsuf’u ondan uzaklaştırdığı söylenebilir. Çünkü ilâhî sevgi çok kıskançtır ve sevgi sultanı kendi mülkünde ortak istememektedir. Mutlak güzellik ve kemâl Allah’a ait olduğundan, mü’min en çok Allah’ı sevmeli ve mâsivâ ile kalbini perdelememelidir. İlâhî sevgiye perde olması açısından, evlât tuzağından daha güçlü bir tuzak yoktur. Nitekim Hz. Nûh’un hâli bunun bir misâlidir. Bilindiği gibi o, kâfirler için beddua etmiş ve duası kabul olunmuştu. Allah Teâlâ kâfirleri boğarken belki hiç kalbi yanmamıştı; fakat boğulma sırası oğluna gelince, sabredemeyerek “Rabbim! Şüphesiz ki oğlum benim ailemdendir” (Hûd 11/45) diyerek nidâ etme durumunda kalmıştı.
Kardeşlerinin kıskançlığı, Yûsuf’u öldürmeye azmedecek bir dereceye varmıştı. Bu sebeple “Yûsuf’u öldürün, ya da onu asla geri dönemeyeceği ıssız ve uzak bir yere atın” (Yûsuf 12/9) dediler. Issız ve uzak bir yere atma teklifinde de yine öldürme niyeti vardı. “Arz” kelimesinin nekre gelmesi bu mânayı ihsas ettirmektedir. Çünkü böyle bir yerde ya yırtıcı hayvanlar onu parçalayabilir veya orada kimsenin haberi olmadan ölür giderdi. Bu acımasız kararı alırken de, kendilerini teselli edecek şeytânî bir bahaneye sığınmadan edemediler. Bunu iş olsun diye yapmadıklarını; sırf babalarının teveccühünü, sevgi ve ilgisini kendilerine çekmek niyetiyle böyle bir şeye teşebbüs ettiklerini söyleyerek içlerini rahatlatmak istediler. Yaptıklarının bir günahı varsa da, tevbe kapısının daima açık olduğunu; tevbe edip iyilerden olma imkânının bulunduğunu belirttiler. Halbuki bu bahâne, azılı nefsin tuzağından ve şeytanın insanı Allah ile aldatmasından başka bir şey değildi.
Neyse ki aralarında güya insaflı biri çıktı:
[1] Fart-ı muhabbet: Normalin ötesinde bir sevgi, aşırı sevmek.
10. İçlerinden biri ise şu teklifte bulundu: “Yûsuf’u öldürmeyin; eğer mutlaka bir şey yapacaksanız bâri onu bir kuyunun dibine atın da gelip geçen kervanlardan biri onu bulup alsın.”
Kardeşlerden
birinin, Yûsuf’un öldürülmesine veya uzak bir yere sürülmesine gönlü razı
olmadı. Hatta bu işten vazgeçmelerini istedi. Hayır vazgeçmeyip, eğer mutlaka
bir şey yapacaklarsa da, en azından ölmeyeceği, belki oradan geçen bir kervanın
alıp götüreceği bir şekilde bir kuyunun dibine atmalarını öğütledi. Rivayete
göre bu görüşü belirten Hz. Yâkub’un en büyük oğlu Yehûda’dır.
Bu
âyet-i kerîmede şöyle işârî bir mâna sezilmektedir: Nefsânî his ve kuvveler
hevâ bıçağıyla kalp Yûsuf’unu öldürmeğe çalışırlar. Zira kalbin ölümü nefsânî
hevâ ve heveslerden kaynaklanır. Kalbi öldüren zehir işte budur. Yahut bu his
ve kuvveler kalbi beşeriyet yurduna atmağa çalışırlar. Çünkü kalbin ölümünden
sonra ruh, şehvet ve arzularını elde edebilmek için yüzünü his ve kuvvelere
çevirir. Böylece kalbin ölümünden sonra bütün bu his ve kuvveler,
hayvânî-nefsânî nimetlerden kâm almak için uygun bir topluluk hâline gelirler.
İçlerinden bir sözcü -ki bu Yehûda yerinde olan düşünme gücüdür- şöyle der:
Yûsuf’u öldürmeyip beden kuyusunun dibine ve beşeriyetin derinliğine atın. Eğer
bunu yapar, bu uğurda çalışırsanız nefsânî hâdiseler kervanı onu alıp götürür.”
(Bursevî, Rûhu’l-Beyân, IV, 286)
Kardeşler,
Yehûda’nın görüşünü uygun bularak, aralarında kararlaştırdıkları sinsi planı
tatbik etmek üzere babalarına geldiler:
11. Babalarına şöyle dediler: “Sevgili babamız! Niçin bize güvenip Yûsuf’u emânet etmiyorsun? Halbuki biz elbette onun iyiliğini istiyoruz.”
12. “Onu yarın bizimle gönder de bol bol yiyip içsin, gezip oynasın. Sen hiç merak etme; ona mutlaka göz kulak oluruz.”
13. Babaları şöyle dedi: “Onu alıp götürmeniz beni gerçekten üzer; çünkü siz onu unutup kendinizle meşgul olduğunuz bir sırada kurdun biri onu kapıverir diye korkuyorum.”
14. Onlar da şöyle dediler: “Biz, böyle birbirine bağlı güçlü kuvvetli bir ekip iken eğer bir kurt gelip onu kapacaksa, o zaman vallahi yazıklar olsun bize!”
Anlaşılan
o ki, kardeşleri Yûsuf’u daha önce de götürmek istemişler, fakat Hz. Yâkub
onlara güvenmediği için buna müsaade etmemişti. Ancak onlar, planlarını tatbik
için bu konuda ısrar ettiler. Yûsuf’un iyiliğini istediklerini, ona bir zarar
gelmesine gönüllerinin aslâ râzı olmayacağını söylediler. Çocuk olduğu için
onun da yiyip içmeye, gezip eğlenmeye ihtiyacı olduğunu belirttiler. Böylece
Yûsuf’un da eğlenme arzusunu kamçılamak istediler. Muhtemel tehlikelere karşı
onu gözleri gibi koruyacaklarına söz verdiler. Yakup (a.s.), onlara
güvenmediğini açıkça söylemediyse de, gönlünü kavuran endişesini dile
getirmekten de kendini alamadı. Onu, farkında olmadıkları bir sırada kurdun
yemesinden korktuğunu söyledi. Onlar ise, korkmasına ve endişe etmesine gerek
olmadığını; çünkü birbirine bağlı güçlü kuvvetli bir ekip olduklarına göre böyle
bir tehlike ihtimalinin bulunmadığını ifade ettiler.
Rivayete
göre Hz. Yâkub rüyada kendisini bir dağın tepesinde, Yûsuf’u da vadinin iç
taraflarında görür. Bu halde iken on tane kurdun onun etrafını sardığını ve onu
yemek istediklerini, bir kişinin ise onu korumaya çalıştığını müşâhede eder.
Sonra yer yarılır ve Yûsuf üç gün süreyle orada kalır. Buradaki on kurt, onu
öldürmeyi planlayan on kardeşidir. Onu savunan kişi ise büyük kardeşi
Yahuda’dır. Yerin içinde üç gün saklı kalması ise, üç gün süreyle kuyuda
kalması demektir. (Kurtubî, el-Câmi‘, IX, 140)
Şu
bir hakikat ki, kişinin, hasmına kendi aleyhine kullanacağı bir delil telkin
etmesi doğru değildir. Mesela, belki de Yûsuf’un kardeşleri, babaları söyleyene
kadar kurtların insan yediğini bilmiyorlardı. Bu sözüyle Yâkub, âdeta onlara,
Yûsuf için planladıkları tuzağın nasıl olacağını bir nevi telkin etmiş oldu.
Allah
Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Belâ,
ağızdan çıkan söze bağlıdır. «Vallahi şu şeyi yapmayacağım» diyen bir kul, her
şeyi şeytana bırakmış olur. Böylece şeytan bütün maharetini kulun
«yapmayacağım» dediği şeye teksif eder ve sonunda istediğini ona yaptırır.” (Aclûnî, Keşfu’l-hafâ,
I, 343)
Diğer
bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulur:
“Bazan
olur ki nefsim bana bir şey fısıldar. Onu söylemekten beni alıkoyan sadece
onunla imtihan edilme endişesidir.” (Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, I, 344)
Oğullarının
ısrarı Yâkub (a.s.)’ın zor bela da olsa ikna olmasını sağladı:
15. Nihâyet babalarını râzı edip Yûsuf’u yanlarında götürdüler ve onu kuyunun derinliklerine atmaya el birlik karar verdiler. Biz de Yûsuf’a: “Elbette bir gün gelecek, sen onlara, hiç beklemedikleri bir sırada bu yaptıklarını haber vereceksin” diye vahyettik.
Kardeşler,
babalarını iknâ ederek Yûsuf’u kıra götürdüler. Sonra el birliğiyle onu kuyunun
dibine attılar. Bu sırada Allah Teâlâ Yûsuf’a vahyederek, kardeşlerinin
kendisine yaptığı bu işleri, bir gün farkında olmadıkları bir sırada onlara
haber vereceğini bildirdi. Böylece ona, burada helak olup gitmeyeceğini ve
selâmete kavuşacağını müjdelemiş oldu. Nitekim Allah Teâlâ’nın bu va‘di
gerçekleşmiş ve Yûsuf, kardeşlerinin kendisine neler yaptıklarını onlara haber
vermiştir. (bk. Yûsuf 12/89)
Yûsuf’a,
kuyuya atıldığında vahyedilmesi, ona ta o zaman peygamberlik verildiği şeklinde
anlaşılmıştır. Ancak buradaki vahiyden maksadın ilham olduğu söylenebilir.
Uygulamaya
konan sinsi planın devamı şöyle:
16. Akşam karanlığı çökünce ağlaya ağlaya babalarının yanına geldiler.
17. Şöyle dediler: “Muhterem babamız! Biz gittik, yarış yapıyorduk; Yûsuf’u da eşyalarımızın yanında bırakmıştık. Geri döndüğümüzde bir de ne görelim, onu kurt yemiş! Şimdi biz ne kadar doğruyu söylüyor olsak da, biliyoruz ki sen bize inanmayacaksın.”
18. Yûsuf’un gömleğini de üzerine yalandan bir kan sürüp getirmişlerdi. Babaları şöyle dedi: “Hayır! Belli ki, nefisleriniz sizi aldatıp, böyle kötü bir işe sürüklemiş. Artık bana düşen, en güzel şekilde sabretmektir. Ne diyeyim, sizin bu anlattıklarınız karşısında yardımına sığınacağım tek merci yalnız Allah’tır!”
Onlar,
bir mazeretleri bulunduğunu en güzel şekilde anlatabilmek için akşamleyin
geldiler. Hepsi koro halinde ağlaşmakta idiler. Yûsuf’u kuyuya atmışlar ve güya
ondan kurtulmuşlardı. Fakat Yûsuf’un beraberlerinde dönmeme sebebini babalarına
bir şekilde anlatmaları gerekiyordu. Bunun da bir yolunu buldular; babalarının
kendilerine daha önce verdiği ipucunu kullanarak, kendileri yarış yaparlarken
eşyalarının yanında bıraktıkları Yûsuf’u kurdun kapıp yediğini söylediler.
Söylediklerinin doğruluğuna delil olarak da Yûsuf’un, üzerine sahte kan
sürdükleri gömleğini gösterdiler. Fakat Yâkub (a.s.) onlara inanmadı ve
Yûsuf’la alakalı olarak büyük bir plan çevirdiklerini yüzlerine söyledi. Ancak
Yâkub (a.s.)’ın sabırdan başka yapacak bir şeyi kalmamıştı. “Bana düşen en
güzel şekilde sabretmektir” diyerek, yüceler yücesi Allah’ın yardımına sığındı.
Rivayete
göre kardeşleri, Yûsuf’un gömleğini kana bulayıp babalarına getirdiklerinde,
acı haberi alan Hz. Yâkub feryada başladı. Gömleği kendisine göstermelerini istedi.
Onu yüzüne gözüne sürdü, koklayıp öptü. Daha sonra gömleği evirip çevirmeye
başladı. Gömlekte herhangi bir yırtık veya parçalanma izi yoktu. Bunun üzerine
Hz. Yâkub şöyle dedi: “Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a yemin ederim ki,
bu güne kadar bunun gibi hikmetli hareket eden, böyle yumuşak huylu bir kurt
görmedim. Oğlumu yiyip parçaladığı, onu gömleğinin içinden çekip çıkardığı
halde üzerindeki gömleği parçalamamış!” Buna göre Yâkub (a.s.)’ın, onların
hilesini pekâlâ sezdiği anlaşılmaktadır. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
XII, 213; Kurtubî, el-Câmi‘, IX, 149) Zaten âyette yer alan “Hayır!
Belli ki, nefisleriniz sizi aldatıp, böyle kötü bir işe sürüklemiş” (Yûsuf
12/18) ifadesi de bu gerçeği açıkça beyân etmektedir.
“Sabr-ı
cemîl”, güzel bir sabır demektir. Bu, beraberinde hiçbir feryadın, şikâyetin ve
tahammülsüzlüğün bulunmadığı bir sabırdır. Bu keyfiyetteki bir sabır insana,
tüm felâket ve meşakkatleri sukûnetle, kendine hâkim olarak, ağlayıp
sızlamadan, yüce ruhlu kişilere yaraşır bir şekilde göğüsleme kuvveti verir.
Bir başka izaha göre ise: “Sabr-ı cemîl; Allah Teâlâ’nın kadîm ve küllî
iradesiyle istediği şeylerin ortaya çıkışına sabretmek, teslim olmak ve rızâ
göstermek”tir. Böyle bir sabrın peşinden ilâhî yardımın yetişeceğinde şüphe
yoktur. Nitekim âyette sabr-ı cemîl’in hemen peşinden yegâne yardım istenecek
varlığın Allah olduğunun beyân edilmesinde bu gerçeğe bir işaret vardır.
Abdülkadir
Geylânî (k.s.), bir musibet karşısında kulun takınacağı hâli ve bu hâle göre
gelen musîbetin nasıl bir netice hâsıl edeceğini şöyle izah eder:
“Musîbetin
bir ceza olarak, ya da yapılan hatalara mukâbil geldiğine alâmet odur ki; o
anda insan sabırsız ola… Bağıra, çağıra… Sızlana… Ve hâlinden halka Hakk’ı
şikâyet ede… Musîbetin hatalara kefaret oluşuna alâmet odur ki, geldiği zaman
bağrılıp çağrılmaya. Bir sızlanma olmaya. Sîne daralmaya. Bilakis ferahlık ola…
Hele o musîbet hâlinde ilâhî emirlerin edâsı, taata koşmak insana hiç ağır
gelmeye. Manevî derecenin yükselmesine alâmet olan musîbet ise, insanı rızâ hâline
dalgın kılar. Muvafakat yolunu tutturur. Nefis itminan halindedir ve kadere karşı bir sükûn içindedir. Tâ o
musîbet hâli geçinceye kadar…” (Velîler Ansiklopedisi, II, 472)
Tekrar
kıssaya dönecek olursak, kardeşleri böyle plan çevirirken peki Yûsuf ne
durumdaydı:
19. Derken Mısır’a giden bir kervan çıkageldi; sucularını suya gönderdiler; o da hemen kovasını kuyuya sarkıttı. Kovaya tutunup yukarı çıkmaya çalışan Yûsuf’u görünce: “Hey, müjde! İşte bir oğlan çocuğu!” diye seslendi. Onu bir ticâret malı olarak sakladılar. Oysa Allah, onların ne yaptıklarını da, ne yapacaklarını da çok iyi biliyordu.
20. Mısır’da onu düşük bir fiyata, birkaç gümüş paraya sattılar. Zâten, çalıntı olduğu için, ona pek değer vermemişlerdi.
Sözün
geliminden anlaşılan o ki, Yûsuf’un atıldığı kuyu, kervanların geçtiği
güzergâhta, yol üzerinde bulunan bir kuyudur. Oradan geçen bir kâfile,
sucularını kuyuya gönderirler. Gelen kişi kuyuda Yûsuf’la karşılaşınca: “Müjde!
Burada bir erkek çocuk var” der. Bunlar kimseye söylemeden çocuğu alıp satmaya
götürürler. Buluntu olduğundan fazla değer vermedikleri ve bir an önce
ellerinden çıkarmak istedikleri Yûsuf’u Mısır’da ucuz bir fiyata satarlar.
Böylece
Hz. Yûsuf’un sabır, mihnet ve ibretlerle dolu hayatının Mısır dönemi başlar:
21. Onu satın alan Mısırlı hanımına: “Ona güzel bak; belki bize bir faydası dokunur yahut onu evlat ediniriz” dedi. Böylece Yûsuf’a o ülkede ayağını basacağı sağlam bir zemin ve büyük bir imkân verdik. Ona rüyâların tâbirini, eşya ve hâdiselerin yorumunu öğretmek istiyorduk. Allah, neyi diler ve neye hükmederse onu mutlaka yerine getirir. Ne var ki, insanların çoğu bunu bilmez.
22. Yûsuf olgunluk çağına erişince ona hüküm ve ilim verdik. İşte biz, iyilik eden ve işini güzel yapanları böyle mükâfatlandırırız.
Kur’ân-ı
Kerîm, Yûsuf’u satın alan Mısır’lıyı sonraki âyetlerde “azîz” olarak zikreder.
(bk. Yûsuf 12/30, 51) İleride devlet idaresinde yüksek bir makâma getirilecek
olan Yûsuf da bu ünvanla anılacaktır. (bk. Yûsuf 12/78) Bu durum “azîz”
sıfatının Mısır’da yüksek bir resmî makam olduğunu gösterir. Zaten bu kelime
Arapça olarak da “gücüne karşı koyulamayan kimse” mânasına gelmektedir. Aziz,
hanımına Yûsuf’a değer vermesini ve ona iyi bakmasını söyler. Ona bir köle gibi
davranmamasını, bilakis bir evlat muamelesi yapmasını öğütler. Demek ki Allah
Teâlâ Yûsuf’u Mısır’da imkânları bol, görgülü, devlet idaresinde tecrübeli bir
ailenin yanına yerleştirmiş ve onu, kendini geliştirebilecek imkânlara
kavuşturmuştur. Yûsuf bu ailenin yanında kalacak, bilgi ve görgüsü artacak ve
burada devletin nasıl idare edildiğini öğrenecektir. İnsan, toplum ve devlet
hayatıyla alakalı olayların nasıl cereyan ettiğini, bunlardaki sebep-sonuç
ilişkisini ve işlerin neticede nereye varacağını bizzat tecrübe ile
kavrayacaktır. Nitekim Hz. Yûsuf olgunluk yaşına gelince Allah Teâlâ ona hüküm
ve ilim vermiş; onu devlet idaresinde maliye bakanlığı gibi çok önemli bir
makama getirmiştir. Hz. Yûsuf’a verilen “hüküm”den maksat yönetme ve
hükmetmedir. “İlim”den maksat da peygamberliğe ilâveten ona verilen hadiseleri
yorumlama ve rüyâları tâbir etme bilgisidir. Nitekim Hz. Yûsuf’un: “Rabbim!
Bana iktidar ve saltanattan büyük bir nasip verdin; bana rüyaların tâbirini,
eşya ve hâdiselerin yorumunu öğrettin” (Yûsuf 12/101) duasında bu mânaya
işaret vardır. Böylece onda iktidar ile bilgi birleştirilmiş ve ilmin, devleti
yönetebilmenin ayrılmaz bir parçası olduğu beyân buyrulmuştur.
Kıssa
anlatılmaya devam ederken gelinen bu noktada, işin içine bir kısım gönül
ilişkilerinin girmesiyle birlikte, olaylar farklı bir boyut kazanmaktadır:
23. Olacak bu ya, evinde bulunduğu kadın onun nefsinden murat almak istedi, kapıları iyice kilitledi ve: “Haydi, gelsene!” dedi. Yûsuf hiç tereddüt etmeden: “Böyle bir şey yapmaktan Allah’a sığınırım. O, benim efendimdir. O bana güzel bir mevki verdi ve bana çok iyi davrandı. Doğrusu bunu kötüye kullananlar asla kurtuluşa eremezler” dedi.
24. Kadın ona sahip olmayı kesinlikle kafaya koymuştu ve zihni hep onunla meşguldü. Eğer Rabbinin kesin delilini görmeseydi Yûsuf da onu arzulamıştı. Ancak biz, kötülüğü ve her türlü hayâsızlığı Yûsuf’tan uzak tutalım diye ona delilimizi gösterip kalbine sebât verdik. Çünkü o, bütün gönlüyle Allah’a bağlanmış samimi ve tertemiz kullarımızdan biriydi.
Evinde
Yûsuf’un köle olarak bulunduğu ve onun bakımını üstlenmiş olan kadın, kocasının
evde olmadığı bir zamanı fırsat bilerek tüm kapıları sıkıca kapamış ve Yûsuf’la
beraber olma arzusunu bütün içtenliğiyle ortaya koymuştu. Böyle son derece
çirkin bir talep karşısında Hz. Yûsuf, derhal مَعَاذَ
اللّٰهِ (ma‘âzallah!) diyerek Allah’a sığınmıştır. Çünkü nefsin bu nevi
amansız istek ve arzularına karşı insanı koruyabilecek olan, ancak yegâne
kuvvet ve kudret sahibi Allah Teâlâ’dır. İkinci olarak Hz. Yûsuf, bir taraftan
Cenâb-ı Hakk’ın kendisine olan her türlü lutuf, ikram ve ihsanlarını; bir
taraftan da kendisini satın alıp bakımını iyi yapmasını hanımına öğütleyen
beyefendinin iyiliklerini dile getirerek böyle bir hıyânet içinde asla
olamayacağını beyân etmiştir. Zira o, ya peygamber veya peygamber namzedi olarak,
ister bizzat Rabbinin, ister O’nun kullarının iyiliklerine karşı hıyânetle
mukabele eden; nefsânî arzuları helâl yoldan tatmin imkânı varken, bile bile
harama yeltenen zâlimlerin asla kurtuluşa eremeyeceklerini çok iyi bilmekteydi.
Bahsi
geçen kadının, Hz. Yûsuf’un nefsinden kâm almaya iyiden iyiye niyet ettiğinde
şüphe yoktur. Çünkü o, arzusunu tatmin için Yûsuf’a olan meylini fiiliyâta
dökerek kâh teşvik, kâh korkutma çareleriyle ciddi bir şekilde teşebbüste
bulunmuştu. Hz. Yûsuf ise böyle bir halde iken dahî, helâli helâl, haramı haram
olarak görmüş ve bütün fıtrî husûsiyetleriyle olgunluğa ermiş bir insan olarak
yaratılışının gereği olan meyline rağmen, akıl ve iradesiyle onda tam bir
tasarrufta bulunarak hissiyatına hâkim olmuştu. Onun, bütün samimiyetiyle dile
getirdiği “Ma‘âzallah!” niyazına Allah Teâlâ’nın yardım ve inâyeti yetişmiş ve
bu ilâhî yardım onu her türlü kötülükten ve hayâsızlıktan menetmişti. Çünkü Hz.
Yûsuf, Allah’ın risâlet emânetini yüklenmek için seçilmiş, ihlasa erdirilmiş,
dindâr, sadece Allah’ın rızâsını arayan mümtâz bir kul idi.
Bu
sebeple:
25. Derken Yûsuf hızla oradan uzaklaşmaya başladı. O önde kadın arkada kapıya doğru koşuştular. Yûsuf’u yakalamaya çalışan kadın, onun gömleğini arkadan çekerek boydan boya yırttı. İşte o anda kapının hemen yanında kadının kocasıyla burun buruna geldiler. Kadın kocasına: “Senin ailene kötülük yapmak isteyen birinin cezası, zindana atılmaktan veya can yakıcı bir azaptan başka ne olabilir ki?” dedi.
26. Yûsuf: “Asıl o benim nefsimden murat almak istedi” diyerek kendini savundu. Kadının yakınlarından o anda orada bulunan biri şöyle şâhitlik etti: “Eğer Yûsuf’un gömleği önden yırtılmışsa kadın doğru, o yalan söylüyor, demektir.”
27. “Yok, eğer gömleği arkadan yırtılmışsa, bu durumda kadın yalan, o doğru söylüyor, demektir.”
Sözün
geliminden şâhitlik yapanın, Aziz’le beraber eve gelmekte olan, hanımın
akrabalarından akıllı, tecrübeli, adâlet ve hukuka dikkat eden bir kişi olduğu
anlaşılmaktadır. Çünkü hanımın yakını olmasına rağmen tarafgirlik yapmamış,
adâletle hüküm vermeye çalışmıştır. Meslek itibariyle hâkim olma ihtimali de vardır.
O, gömleğin yırtılış durumundan hareketle şöyle bir karar vermiştir: “Eğer
Yûsuf’un gömleği önden yırtılmışsa, kötülüğü isteyen Yûsuf’tur ve hanım
namusunu korumak için mücadele vermiştir. Yok eğer gömlek arkadan yırtılmışsa,
çok açıktır ki, Yûsuf hanımdan kaçmaya çalışmış ve hanım onun arkasından
kuvvetlice çekmiştir.” Burada fark edilmesi gereken mühim bir husus daha
vardır: Şâhit, Aziz’in dikkatini yalnızca Yûsuf’un gömleğine çekerken hanımının
bedeninde ve elbisesinde şiddet kullanıldığına dair herhangi bir emarenin
bulunmadığını da göstermek istemiştir. Çünkü, eğer kötülük yapmak isteyen Yûsuf
olsaydı elbette hanımın bedeninde de, elbisesinde de bir takım işaretler
bulunması lazım gelirdi.
Netîcede:
28. Evin efendisi gömleğin arkadan yırtılmış olduğunu görünce hanımına şunları söyledi: “Anlaşılan, bu da sizin tuzaklarınızdan biri. Doğrusu siz kadınların tuzağı pek yaman olur.”
29. Yûsuf’a da: “Yûsuf! Sen bu olaydan kimseye bahsetme!” tavsiyesinde bulundu. Tekrar eşine dönüp: “Ey kadın sen de günahın için af dile. Çünkü sen gerçekten büyük bir hata yapmışsın” dedi.
Gerçeği
anlayan Aziz, hadisenin toplum içinde yayılmaması için, Yûsuf’a bu işi
gizlemesini, bundan kimseye bahsetmemesini söyler; hanımına da, günahı için
bağışlanma dilemesini öğütler.
Âyet-i
kerîmede, Aziz’in diliyle de olsa, kadınların hilelerinin büyüklüğüne dikkat
çekilir. Gerçekten de, erkeklerin gönüllerine nüfûz edip onları esir almakta
kadınların hile ve tuzaklarının fevkalade tesirli olduğu bir gerçektir. Nitekim
âlimlerden birinin şöyle dediği nakledilir:
Ben
şeytandan korkmadığım kadar kadınlardan korkarım. Çünkü Allah Teâlâ şeytan
hakkında: “Bilin ki, şeytanın
hîlesi cidden zayıftır”
(Nisâ 4/76) buyururken, kadınların hilesi hakkında: “Doğrusu siz kadınların
tuzağı pek yaman olur” (Yûsuf 12/28) buyurmuştur.
Aziz bir taraftan Yûsuf’a, diğer taraftan da
hanımına öğüt vererek olup bitenlerin gizli kalması için gayret gösterdiyse de,
olayın insanların diline düşmesini engelleyemedi:
30. Olayı duyan şehirdeki bir takım kadınlar: “Â! Duydunuz mu? Aziz’in hanımı yanında bulunan gencin nefsinden murat almak istiyormuş. Onun aşkıyla yanıp tutuşuyormuş. Görüyoruz ki, bu kadın iyice azıtmış!” dediler.
31. Aziz’in hanımı, kadınların dedikodularını duyunca onları konağına dâvet etti. Onlar için şöyle koltuklara yaslanıp oturacakları bir ortamda mükellef bir sofra hazırladı. Ayrıca her birinin önüne, sunulan meyveleri soymak için birer bıçak koydu. Kadınlar meyvelerini soyarken Yûsuf’a, “Karşılarına çık” diye emretti. Kadınlar onu âniden karşılarında görünce güzelliği karşısında şaşırıp kaldılar, farkına varmadan, meyve yerine ellerini doğradılar ve şaşkınlıkla: “Allah’ı tenzih ederiz! Bu bir insan değil; bu olsa olsa ancak değerli bir melektir” dediler.
32. Bu anı bekleyen Aziz’in hanımı şunları söyledi: “Kendisine gönlümü kaptırdım diye beni kınadığınız genç işte bu! Gerçekten de ben onun nefsinden murat almak istedim, fakat o namuskârlık gösterip reddetti. Eğer kendisine emrettiğim şeyi yine yapmazsa, başka yolu yok, kesinlikle zindana atılacak; elbette zelil ve perişan olacaktır!”
Anlaşılan
o ki, Aziz’in hanımı gibi, tutulduğu aşk sebebiyle onu kınayan diğer hanımlar
da toplumun sosyete kesimine mensup kimselerdi. Aralarında yaptıkları
konuşmalar ve Aziz’in hanımının, giriftar olduğu gayr-i ahlâkî teşebbüsünde
kendini haklı göstermek için tertiplediği plan, o dönemde Mısır yüksek sosyete
sınıfının ahlâken ne kadar süflîleştiğini gözler önüne serer. Hele Aziz’in
hanımının: “Gerçekten de ben onun nefsinden murat almak istedim, fakat o
namuskârlık gösterip reddetti. Eğer kendisine emrettiğim şeyi yine yapmazsa,
başka yolu yok, kesinlikle zindana atılacak; elbette zelil ve perişan
olacaktır!” (Yûsuf 12/32) sözü ve diğer hanımların da buna tepkisiz
kalması, orada büyük bir hayâsızlığın varlığına işaret eder. Âyet-i kerîmelerin
resmettiği tabloya göre, adına “ilerleme” denilen bu câhiliye rezâletinin yeni
bir hadise olmadığı anlaşılır. Çünkü bu modanın, bundan binlerce yıl önce Mısır’da
tüm haşmetiyle yürürlükte olduğu açıkça görülür.
Saray
sosyetesinin böylesine süflî tutum ve davranışlarına karşı Yûsuf (a.s.)’ın
sergilediği yüksek seviyedeki şu iffet ve hayâ hâli ne kadar takdire şayandır:
33. Yûsuf Allah’a yönelip şöyle yalvardı: “Rabbim! Zindan bana, onların benden yapmamı istedikleri şeyden daha sevimlidir. Eğer sen onların tuzaklarını benden uzaklaştırmazsan, belki onlara meyleder ve câhillerden olurum.”
34. Rabbi onun duasını kabul etti ve kadınların tuzağını ondan uzaklaştırdı. Çünkü O, her şeyi hakkıyla işiten, kemâliyle bilendir.
Fıtrî
olarak Cenâb-ı Hakk’ın kendisine müstesnâ güzellik verdiği, yüzü güneş gibi
parlayan ve ayın on dördünden daha güzel olan Hz. Yûsuf, hanımların fitnesi
karşısında Allah’tan son derece korkarak ellerini açar, Rabbine ilticâ ederek
kendisini muhâfaza etmesi için niyazda bulunur. Çünkü nefsinin zebûnu olmuş
kadınların hîleleri, şeytanların tuzaklarından daha tehlikelidir.
Şu
bir hakikat ki, nefse tâviz vererek, yâni nefsin arzularını yerine getirerek onun
şerrinden kurtulmak mümkün değildir. Çünkü Allah Teâlâ muhâfaza etmedikten
sonra hiçbir kalb, beşeriyet îcâbı, dünyanın tuzaklarından, birtakım arzulara
meyletmekten, nefsin fısıltılarından ve şeytanın vesveselerinden emîn olamaz,
kendi kendini koruyamaz. Bundan kurtulmanın çâresi Cenâb-ı Hakk’a sığınıp,
O’nun emirlerine sarılmaktır. Görüldüğü üzere Yûsuf (a.s.) da ancak Rabbine
sığınarak kurtuluşa ermiştir. Nitekim daha önce geçen “Rabbinin kesin
delili” (Yûsuf 12/24) ifadesi de bu gerçeği izah etmektedir.
Hikmet
ehli olan bir kişi şöyle der: “Şayet Yûsuf, zindan yerine: «Rabbim, âfiyet ve
selâmet bana, o kötü şeylerden daha iyidir» demiş olsaydı, Allah Teâlâ
kendisine âfiyet ve selâmet bahşederdi. Ne var ki o dinini kurtarınca, Allah
için başına gelen musibetlere aldırış etmedi. Yine de, “Bela, ağızdan çıkan
söze bağlıdır” gerçeğine kulak vererek, dilin telaffuz ettiği kelimelerin mâna
ve muhtevasına dikkat etmekte sayısız faydalar vardır. Nitekim Resûlullah
(s.a.s.) birinin: “Allahım, bana sabretme gücü ver” şeklinde dua ettiğini
işitince: “Bu sözünle Allah’tan sana bela vermesini istemiş oluyorsun;
halbuki O’ndan âfiyet ve iyilik vermesini dilemen daha uygun olur”
buyurmuştur. (Tirmizî, Deavât 93)
İşte
belki de Yûsuf’un “Rabbim! Zindan bana, onların benden yapmamı istedikleri
şeyden daha sevimlidir” (Yûsuf 12/33) sözünün bir tecellisi olarak, suçsuz
olduğu halde ona zindan yolu göründü:
35. Sonra saray idaresi, Yûsuf’un suçsuz olduğunu ortaya koyan bütün o delilleri görmelerine rağmen, dedikoduları kesmek maksadıyla onu bir süre zindana atmayı uygun buldular.
Hz.
Yûsuf’un suçsuzluğu ve günahsızlığı hakkında saray idaresinin gördüğü kesin
deliller şunlardır:
›
Gömleğinin arkadan boydan boya yırtılması,
›
Kadının yakınlarından birinin şâhitlik ederek Yûsuf’un doğru
söyleyenlerden olduğuna karar vermesi,
›
Onu gören kadınların ellerini kesmeleri,
›
Yine kadınların Hz. Yûsuf’un oldukça büyük bir güzelliğe sahip
olduğunu görünce hayranlık ve şaşkınlıklarını gizleyememeleri.
Bahsedilen
bu kesin deliller ortadayken, dedikoduların kesilmesi, hadisenin gizlenmesi ve
bunun toplum içinde yaygınlık kazanmaması için yine de Hz. Yûsuf’un bir zamana
kadar zindana atılması görüşü kabul edilerek tatbike konuldu.
İşin
aslına bakılacak olursa, Allah Teâlâ’nın, kadınların hile, tuzak ve
tahriklerinden korumak için Hz. Yûsuf’a, bir çıkış yolu olarak zindan
kapılarını açtığı söylenebilir.
Böylece
Hz. Yûsuf’un hayatında, insanlık tarihi boyunca “Medrese-i Yûsufiye” diye
anılacak yepyeni bir dönem başlamış oldu:
36. Onunla beraber hapse iki genç daha girmişti. Bunlardan biri: “Ben rüyâda kendimi şarap yapmak için üzüm sıkarken görüyorum” dedi. Diğeri de: “Ben de rüyâda başımın üstünde ekmek taşıdığımı ve kuşların bunu gagalayıp yediğini görüyorum” dedi. Sonra ikisi birlikte: “Ne olur! Bize bunun tâbirini haber ver; doğrusu biz senin bu işi iyi bilen kimselerden olduğunu görüyoruz” dediler.
Bu
iki gencin zindana atılmaları husûsunda şöyle bir rivayet vardır:
Mısır’ın
ileri gelenlerinden bir kısım insanlar, Melik Reyyân b. Velid’i zehirleterek
öldürmek ve yerine aralarından belirledikleri bir kimseyi getirmek
istiyorlardı. Bunun için Melik’in sofrasını hazırlayan biri aşçı biri şerbetçi
olan iki kişiyi çeşitli vaatlerle kandırdılar. Onları, Melik’in yemeğine ve
içeceğine zehir katmaları hususunda iknâ ettiler.
Şerbetçi
bu işin kötülüğünü anladı, zehir katmaktan vazgeçti. Aşçı ise bu kötü fiili
irtikâb etti. Vaktâki sofra konup Melik elini uzatınca şerbetçi:
“−Ey
Melik! Sakın yeme, çünkü o yemek zehirlidir” dedi. Aşçı da:
“−Ey
Melik! Sakın içme, çünkü o içecek zehirlidir” dedi.
Bunun
üzerine Melik şerbetçiye sofradaki içeceği içmesini emretti. O da tereddüt
etmeden içti. Sonra aşçıya dönüp yemekten yemesini emretti. Fakat aşçı yemedi.
Yemeği bir hayvana yedirdiklerinde hayvan hemen orada ölüverdi. Bunun üzerine
ikisi de hapse atıldılar. (Kurtubî, el-Câmi‘, IX, 189)
Hapisteyken
bunlardan biri rüyasında şarap yapmak için üzüm sıktığını; diğeri ise başında
ekmek taşıdığını ve kuşların gelip o ekmekten yediğini gördü. Kendileriyle
birlikte hapiste bulunan Hz. Yûsuf’un iyilik sever, herkese iyilik yapmaya
çalışan güzel bir insan olduğunu görünce, ona kanları ısındı ve rüyalarının
tâbir etmesini ondan istediler.
Rivayete
göre Hz. Yûsuf hapishanede hastaları ziyaret eder, onları tedaviye çalışır,
bakımlarını yapar; üzüntü ve kederli olanları teselli eder; darlığa düşenlerin
sıkıntısını giderir; muhtaç olanlara yardım ederdi. (Kurtubî, el-Câmi‘,
IX, 190)
Hz.
Yûsuf, aynı hapishaneyi paylaştığı bu iki gence öncelikle tevhîd akîdesini
tebliğ etmek istedi:
37. Yûsuf şöyle dedi: “Yiyeceğiniz yemek daha önünüze gelmeden önce ben o gördüğünüz rüyâların tâbirini size haber vereceğim. Bunlar, bana Rabbimin öğrettiği ilimlerdendir. Ancak tâbire başlamadan önce şunları söylemek istiyorum: Şu bir gerçek ki benim, Allah’a inanmayan ve âhireti de inkâr eden bir kavmin diniyle ve yoluyla hiçbir ilgim olmadı.”
38. “Ben dâimâ atalarım İbrâhim, İshâk ve Yâkub’un dînine uydum. Bizim asla hiçbir şeyi Allah’a ortak koşma hakkımız yoktur. Bu dupduru tevhid inancı, bize ve bütün insanlara Allah’ın bir lutfudur. Ne var ki, insanların çoğu şükretmez.”
Yûsuf
(a.s.) dini tebliğ için o iki gencin, şahsıyla alakalı hüsnü kabullerini ve
rüyalarının tâbirini kendinden istemelerini fırsat olarak değerlendirdi.
Taleplerine hemen müspet karşılık verip, rüyalarını mutlaka tâbir edeceğini
söyledi. Ancak onların rüyâlarını tâbir etmeden önce, kendisinin hak din üzere
bulunduğunu, sahip olduğu ilmin, kendi maharetiyle elde ettiği bir ilim
olmayıp, ona Cenâb-ı Hak tarafından bahşedildiğini bildirdi. Böylece kendi
hiçliğini ve acziyetini ifade ederek onların dikkatlerini Cenâb-ı Hakk’a
çevirdi. Sonra onları tevhîde hazırlayarak hak dîni kendilerine tebliğ etmeği
arzu etti. Hz. Yûsuf’un bu hali, bir mü’minin en zor şartlar altında dahî her
türlü iyilik ve güzellikleri emir ve tavsiye etmek ve her türlü kötülüğü
yasaklayıp engellemeye çalışmak vazifesini ihmâl etmemenin lüzûmunu gösteren ne
güzel bir numûnedir.
Hz.
Yûsuf, arkadaşlarına tevhidi anlatırken, onlar için fiili kıstas olması
düşüncesiyle öncelikle kendi hayatından bir misal vererek söze başlar.
Kendisinin, Allah’a ve âhiret gününe inanmayan putperest Mısırlıların dinlerine
asla iltifat göstermediğini, bundan şuurlu bir şekilde yüz çevirdiğini söyler.
Böylece, Mısır’daki putperest dini anlayışa sahip olan arkadaşlarının mevcut
hallerinin doğru olmadığını belirtir. Onları, “mevcut halimiz doğru değil, o
halde ne yapmamızı, kimin yoluna uymamızı istiyorsun?” suali üzerinde
düşündürerek, sonra da hem kendi kimliğini açıklar, hem de uyulacak doğru yolu
gösterir. O yol, Hz. Yûsuf’un da tâbi olduğu ataları Hz. İbrâhim, Hz. İshâk ve
Hz. Yâkub gibi peygamberlerin getirdiği İslâm yoludur. Şimdi o yolun ne
olduğunu tebliğ edecek liyakatli biri varken buna kulak vermeyip hala Allah’a
şirk koşmak akl-i selîm sahibi kimselerin kabul edeceği bir durum değildir. Tam
aksine bunu bir ganimet, Allah’ın büyük bir lütfu bilmeli, hemen gereğini
yapmaya gayret etmelidir.
Bu
sebeple Hz. Yûsuf tebliğine şöyle devam etmektedir:
39. “Ey benim hapishane arkadaşlarım! Çeşit çeşit düzme tanrılara inanmak mı daha iyi, yoksa tek olan ve bütün varlığı kudretine boyun eğdiren Allah’a inanmak mı?”
40. “Allah’ı bırakıp da kendilerine taptığınız şeyler, sizin ve atalarınızın uydurduğu içi boş birtakım isimlerden ibarettir. Allah onların tanrı ve mabud olabileceklerine dair hiçbir delil indirmemiştir. Hüküm verme yetkisi yalnız Allah’a aittir. O da, kendisinden başka hiçbir varlığa kulluk yapmamanızı emretmiştir. İşte doğru olan tek din budur; fakat insanların çoğu bunu bilmez.”
Hz.
Yûsuf, tebliği esnasında gönüllere tesir edecek yumuşak bir üslup kullanır. Her
defasında bir samimiyet ve muhabbet ifadesi olarak “Ey benim hapishane
arkadaşlarım” hitabında bulunur. Dinleyenlere böyle gönül alıcı hitapta
bulunmak sözün tesirli olması bakımından son derece mühimdir. Nitekim Lokmân
(a.s.) oğluna nasihatte bulunurken hep “Evlâdım!” diyerek babalık şefkatini
gösteren tatlı bir ifade ile söze başlar. (bk. Lokmân 31/13, 16, 17) Hz. Nûh,
boğulmasını istemediği oğluna: “Evladım, oğulcuğum gel bizimle beraber gemiye
bin” (Hud 11/42) diye yalvarır. Bu üslup aslında Rabbimizin bize öğrettiği bir
şefkat ve merhamet üslubudur. Çünkü Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de hususiyle
mü’min kullarına en yüce bir şeref ifadesi olarak “Ey iman edenler! Ey
mü’minler!” diye hitap eder.
İslâm’ı
tebliğde en mühim husus, tevhidi yani Allah’ın var ve bir olduğunu bir iman
şuuru halinde kalplere yerleştirebilmektir. Bu sebeple Yûsuf (a.s.) da bu husus
üzerinde durmaktadır. Rivayete göre Mısır’da insanların taptığı altın, gümüş,
demir, ağaç veya taştan yapılmış; büyük, orta ve küçük çeşitli ebatlarda putlar
vardı. Hapishanede de yine oradaki mahkumların taptıkları putlar vardı. Hz.
Yûsuf hiçbir fayda ve zarar veremeyen, hiçbir şeye güçleri yetmeyen bu putların
mı, yoksa tek olan ve sonsuz kudretiyle her şeyi hâkimiyet ve iradesi altında
tutan Allah’ın mı hayırlı olduğunu sorarak, hakikati bulabilmeleri için onları
tefekküre davet eder. İşin gerçeğini söylemek gerekirse, bu putlar tapılmaya
değer birer tanrı değil, hiçbir anlamları olmayan, insanların kendiliklerinden
uydurup taktıkları bir takım isim sahibi varlıklardan ibarettir. Bunların
isimden başka hiçbir mâna ve muhtevaları yoktur. Hem bunların ma’bud
olduklarına dair, hüküm vermeye yetkili tek merci olan Allah Teâlâ, herhangi
bir delil de indirmiş değildir. Yani o putlara tapılacağını kanıtlayacak
elinizde hiçbir sağlam delil yoktur. Halbuki akıllı bir insanın delili
olmaksızın bir şeyin gerçekliğini kabullenmesi ve onun peşinden gitmesi
insanlık şerefine yakışmaz. O halde ne olduğu belirsiz putları terk edip gerçek
ilâh olan Allah’a kulluk etmekten başka yol yoktur. Zaten gerçek din de budur.
Hz. Yûsuf, iki hapis arkadaşıyla beraber, onları
vesile kılarak, hapiste bulunan herkese İslâm’ı apaçık bir dille tebliğ
ettikten sonra sıra rüyaların tâbirine gelir:
41. “Ey benim hapishane arkadaşlarım! Rüyâlarınızın tâbirine gelince; biriniz eskiden olduğu gibi efendisine şarap sunmaya devam edecek; diğeriniz ise asılacak ve kuşlar başından gagalayıp yiyecek. Açıklanmasını istediğiniz konu, böylece cevaplandırılıp kesin sonuca bağlanmıştır.”
Rüyasında
şarap yapmak için üzüm sıktığını gören arkadaşının hapisten kurtulup tekrar
krala şarap sunmaya devam edeceğini; başında ekmek taşıdığını ve kuşların
bundan yediğini gören arkadaşına da, asılacağını ve o vaziyetteyken kuşların
gelip başını gagalayacağını haber verir. Bu tâbirin zandan ibaret olmayıp, bu
konuda kesin olarak vuku bulacak bir karar olduğunu da teyid eder.
Yine
bu kesin bilgiye dayalı olarak:
42. Yûsuf, o iki arkadaştan kurtulacağına inandığı kişiye: “Efendinin yanında benden söz et” dedi. Fakat şeytan ona, efendisinin yanında Yûsuf’tan söz etmeyi unutturdu. Bu yüzden Yûsuf birkaç yıl daha hapiste kaldı.
Yûsuf
(a.s.) kurtulacağını bildiği kişiye, hapisten çıktıktan sonra efendisine
kendisinden söz etmesini tembihler. Hapishanede gördüklerini, Yûsuf’un rüyaları
en güzel şekilde tâbir edebildiğini ve aslında onun suçsuz yere hapse atılmış
bir mazlum olduğunu söylemesini ister. Fakat o kişi hapisten çıkınca bunları
efendisine söylemeyi unutur. Yûsuf da hapiste daha nice yıllar kalır. Âyette
geçen اَلْبِضْعُ (bid‘) kelimesinin
Arap dilindeki taşıdığı mânaların farklı oluşundan hareketle Hz. Yûsuf’un
zindanda beş, yedi, on iki veya on dört sene kaldığı söylenmiştir. Bunlar
içinde toplam on iki sene kaldığı görüşü meşhur olmuştur.
Âyet-i
kerîme Hz. Yûsuf’un sadece Allah Teâlâ’dan değil de, bir mânada Rabbini
unutarak bir mahluktan yardım istemesi sebebiyle, buna mukabil bir ceza olarak,
fakat aynı zamanda manevî tekâmülüne vesile olması için daha uzun seneler
hapiste kaldığına da işaret etmektedir. Buna göre Hz. Yûsuf o arkadaşına
“Efendinin yanında benden söz et, belki buradan kurtulmama yardımcı olur”
diyerek bir kuldan medet ummayacaktı. Eğer o yalnız Allah’a yönelip: “Ya Rabbi!
Beni buradan bir an evvel kurtar” diye dua etseydi, o zaman araya şeytan
girmeyecek ve Yûsuf da hapisten daha önce kurtulmuş olacaktı. Demek ki Hz.
Yûsuf gibi “yakınlık ehli”ne yakışan şey, bütün istek ve arzularını yalnız
Allah Teâlâ’ya havale etmektir.
Rivayete
göre Cebrâil (a.s.) Hz. Yûsuf’un yanına gelerek, bu hususta yüce Allah’ın ona
sitem ettiğini ve hapiste kalacağı süreyi uzattığını haber verdi. Aralarında
şöyle bir konuşma geçti:
Cebrâil:
“-
Ey Yûsuf, kardeşlerinin elinden öldürülmekten seni kurtaran kimdir?” O:
“-
Yüce Allah” dedi.
“-
Seni kuyudan çıkaran kimdir?”
“-
Yüce Allah.”
“-
Peki seni o hayâsızlığı işlemekten kim muhafaza etti?”
“-
Yüce Allah.”
“-
Nefsine bende olmuş o kadınların tuzaklarından seni koruyan kimdi?”
“-
Yüce Allah.”
“-
Peki nasıl olur da bir mahlûka güvendin ve Rabbini unutup bizzat O’ndan
dilekte bulunmadın” deyince, Hz. Yûsuf:
“-
Rabbim, bu, yanılarak söylediğim bir sözdü. Ey İbrâhim’in, İshâk’ın ve yaşlı
Ya’kub’un ilâhı! Bana merhamet buyurmanı dilerim” dedi. Bunun üzerine Hz.
Cebrâil ona bundan dolayı ceza olarak bir kaç yıl daha hapiste kalacağını
söyledi. (Kurtubî, el-Câmi‘, IX, 196)
Kıssanın
şimdi anlatılacak kesitinde ise Hz. Yûsuf’un hapisten kurtuluş kapısını
aralayacak ilâhî takdir peyderpey devreye giriyor:
43. Bir gün Mısır kralı önde gelen bilgin ve kâhinleri toplayıp onlara: “Ben rüyâmda yedi zayıf ineğin yedi besili ineği yediğini görüyorum. Bir de yedi yeşil başak ile bir o kadar da kuru başak görüyorum. Efendiler! Eğer rüyâ tâbirinden anlıyorsanız, bu rüyâmın ne mânaya geldiğini lutfen bana anlatın” dedi.
44. Onlar da: “Bunlar karmakarışık düşlerdir. Biz böyle karışık düşlerin tâbirini bilemeyiz” diye cevap verdiler.
45. Tam o sırada, o iki mahkûmdan kurtulmuş olanı, nice zaman sonra Yûsuf’u hatırladı da: “Ben size o rüyânın mânasını söyleyebilirim. Hele siz beni bir hapishaneye gönderiverin” dedi.
Burada
bahsedilen melik, Mısır kralıdır. Hz. Yûsuf’u satın alan Aziz başka, bu kral
başkadır. Kur’an’ın birine Aziz, diğerine ise Melik ismini vermesi, onların iki
farklı kişi olduğunu açıkça göstermektedir. Buna göre Melik, Mısır kralı; Aziz
ise krala yakın en büyük yetkiye sahip bir vezirdir. Bahsedilen rüyayı gören
Mısır kralıdır.
Rüyalar
üç kısımdır:
› Doğrudan
Allah tarafından veya bir melek vasıtasıyla meydana gelen ilâhî bir telkindir
ki asıl ve gerçek olan rüya budur.
› İnsan
benliğinden kaynaklanan bir telkin veya meydana gelen görüntüdür ki, geçmişten
gelen hatıra ve birikimlerin yeni baştan hayal edilmesinden başka bir kıymeti
yoktur.
› Şeytanî bir
telkin ile meydana gelen zihnî görüntülerdir ki, bilinmeyen bir dış tesirden
etkilenerek meydana gelir. Bu, aslı olmayan bir çağrışım ve hayal kurmaktan
ibarettir.
İşte
son iki şıkta yer alan rüyalar “ahlâm” veya “adğâsü ahlâm” olarak
isimlendirilir.
“Karmakarışık
düşler” diye tercüme edilen اَضْغَاثُ اَحْلَامٍ (edğâsu ahlâm) ifadesindeki “edğâs” kelimesi
sözlükte “yaşı kurusu birbirine karışmış çeşitli bitkilerden meydana gelen ot
demetleri” mânasına gelir. “Ahlâm” ise uyku halinde görülen, fakat dış dünyada
herhangi bir hakikate işaret etmeyen düşlerdir. Buna göre “edğâsü ahlâm”
karışık ot demetine benzeyen karmakarışık rüyalar, demet demet evham ve hayal
yığını düşler demektir. Sadece dış dünyada olup biten hâdiselerin tesiriyle
görülmüş bu rüyaların doğru bir tâbirini yapmak mümkün olamaz. Bu sebeple
kralın gördüğü rüyayı tâbir etmekten âciz kalan kâhinler, onu karmakarışık ot
demetine benzetmek suretiyle kendi acziyet ve cehâletlerini gizlemek
istemişlerdir.
Tam
bu sırada, zindandan kurtulup kralın hizmetine devam etmekte olan kişinin
aklına, aradan uzun bir zaman geçmesine rağmen, birden Hz. Yûsuf geldi. Onun
rüyaları doğru bir şekilde tâbir ettiğine bizzat kendisi şâhit olmuştu. Bu
sebeple hemen zindana gidip Yûsuf’la görüşmesi için kendisine müsaade
etmelerini istedi:
46. Hemen Yûsuf’un yanına koşarak: “Yûsuf, ey özü sözü doğru aziz dost! Bize, rüyâda görülen yedi zayıf ineğin yemekte olduğu yedi besili inek ve yedi yeşil başak ile bir o kadar da kuru başak hakkında bilgi ver. Ümit ederim ki, verdiğin doğru bilgiyle o insanlara dönerim; böylece onlar da hem gerçeği hem de senin kadr ü kıymetini öğrenmiş olurlar” dedi.
47. Yûsuf şöyle dedi: “Âdetiniz üzere, hiç ara vermeden yedi sene ekin ekecek, bol ürün alacaksınız. Fakat yemek için ayıracağınız az bir miktar dışında bütün ekinleri öylece başağında bırakın!”
48. “Çünkü, bu yedi bolluk senenin ardından yedi kıtlık senesi gelecek ve bu kıtlık, tohumluk için ayırdığınız az bir miktar dışında o zamana kadar biriktirdiğiniz bütün ürünleri yiyip bitirecek.”
49. “Sonra bu yedi kıtlık senenin ardından bir sene daha gelecek; o zaman insanlar bol yağmura kavuşturulup sıkıntıdan kurtulacaklar ve o zaman bol bol meyveleri sıkıp, hayvanları sağacaklar.”
Bahsedilen
kişi koşarak zindana geldi ve Hz. Yûsuf’tan kralın gördüğü rüyayı tâbir
etmesini istedi. Burada Hz. Yûsuf’a hitap ederken kullandığı “Ey Sıddîk” hitabı
dikkat çekicidir. “Sıddîk”, doğruluk, dürüstlük ve samimiyetin kendisinde
tecessüm ettiği, hiç yalan söylemeyen kişi demektir. Demek ki o kişi, Hz.
Yûsuf’un saf ve temiz mü’min şahsiyetinden öylesine derin bir şekilde etkilenmişti
ki, aradan geçen uzun seneler, onun izini kalbinden silememişti.
Hz.
Yûsuf besili ineklerle yeşil başakları verimli seneler şeklinde; zayıf
ineklerle kuru başakları kıtlık seneleri şeklinde; zayıf ineklerin besili
inekleri yemesini de bu bolluk senelerinde biriktirilen ürünlerin kıtlık
senelerinde yenilmesi şeklinde tâbir etmiştir. Çünkü hayvan cinsleri arasında
zayıflık vasfı taşıyan, acı-tatlı bütün otlardan yiyebilen, temiz-kirli tüm
sulardan içebilen yegâne hayvan sığırdır. اَلسَّنَةُ
(sene) kelimesi de hem hoşa giden hem de gitmeyen bütün olayları içine alır.
Hz.
Yûsuf, yalnız kralın rüyasını tâbir etmekle kalmamış aynı zamanda yedi bolluk
senesi ardından gelecek olan yedi kıtlık senesi için tahıl depolamak
gerektiğini söyleyerek onlara yol da göstermiştir. Çünkü Mısır halkı, o zamana
kadar tahıl depolama işini hiç bilmiyorlardı. Üstelik, rüyada buna bir işaret
olmamakla beraber, Yûsuf (a.s.) yedi kıtlık senesi ardından yine bolluk
döneminin başlayacağını müjdelemiştir. Bu dönem geldiğinde ülke toprakları
yağmurlarla sulanacak; yağ sıkmak için bol tohumlar, meyve sıkmak için bol bol
meyveler, davarlardan süt sağmak için de bol bol otlar, yemler ve bitkiler
yetişecektir. Bu, Allah Teâlâ’nın Hz. Yûsuf’a vahiyle haber verdiği gaybî
bilgilerdendi.
Yûsuf
(a.s.)’ın yaptığı tâbiri dikkatlice dinleyen kralın hizmetçisi, hemen saraya
döndü. Yûsuf’un söylediklerini olduğu gibi krala aktardı. Bundan son derece
etkilenen kral bakalım ne yaptı:
50. Bunu duyan kral: “Yûsuf’u bana getirin” diye emretti. Kralın elçisi yanına gelince Yûsuf ona: “Hayır, önce efendine dön de, şaşkınlıkla ellerini kesen o kadınlarla ilgili gerçeğin ne olduğunu ona bir soruver. Doğrusu benim Rabbim, onların sinsi tuzaklarını çok iyi bilir” dedi.
Yûsuf’un,
rüyasına yaptığı tâbiri çok beğenen kral, onun çok bilgili ve faziletli biri
olduğunu anlayarak ona ikramda bulunmak, yanına getirtip söz konusu tabiri
bizzat kendi ağzından duymak istedi. Fakat Yûsuf (a.s.), kendisinin zindana
atılmasına sebep olan hadisenin kral tarafından araştırılıp aydınlatılmasını,
kendi iffet ve nezâhetinin, suçsuzluğunun kesin bir şekilde ortaya çıkmasını
istediğinden kralın davetine hemen olumlu cevap vermedi. Hz. Yûsuf’un bu
tavrına bakıldığında onun akıl, sabır ve vakar bakımından kemal noktasında
olduğu görülür. Çünkü on iki sene zindanda kaldığı ve bizzat kral tarafından
zindandan çıkarılmak istendiği halde, suçsuzluğu iyice ortaya çıkana kadar
sabrederek zindandan çıkmaya yanaşmaması, Hz. Yûsuf’un her türlü töhmetten beri
olduğuna; hakkında yapılan dedikoduların yalan ve iftiradan ibaret olduğuna
açıkça delalet eder.
Nitekim
Rasülullah (s.a.s.), Hz. Yûsuf’un şerefi, keremi ve sabrı hakkında şöyle
buyurmuştur: “O, kerîm oğlu, kerîm oğlu, kerîm oğlu, kerîm yani İbrâhim
oğlu, İshâk oğlu, Yâkub oğlu, Yûsuf’tur. Eğer ben onun kaldığı süre kadar
hapiste kalsaydım, sonra da beni oradan çıkarmak üzere elçi yanıma gelseydi,
hiç beklemez, onun isteğini hemen kabul ederdim.” (Tirmizî, Tefsir 12/1.
bk. Buhârî, Tefsir 12/5)
Burada
dikkat çeken bir husus da şudur: Hz. Yûsuf, hadisenin iç yüzünün
araştırılmasını isterken, asıl suçlu olan Aziz’in hanımının ismini vermemiş,
“ellerini kesen o kadınlar” diyerek ortaya konuşmuştur. Bu kadar sene
hapishanede kalan Yûsuf, psikolojik olarak zerre kadar sarsılmadığı gibi,
böylece büyüklük üstüne büyüklük göstererek, yine de nezaketten ayrılmamıştır.
İnsanların
birbirinin iffetini muhafaza için gösterecekleri gayretin ne kadar faziletli
bir davranış olduğunu izah bakımından şu kıssa pek mânidârdır: Bir hanım
mehrini vermesini isteyerek kocasını hâkime şikâyet eder ve birlikte mahkemeye
gelirler. Hâkim, şâhitler hanımın yüzünü görsünler de şâhitlik edebilsinler
diye hanıma yüzünü açmasını emreder. Fakat bu duruma gönlü razı olmayan kocası:
“Buna gerek yok, ben onun iddiasında doğru olduğunu kabul ediyorum” der.
Kocasının bu iffet timsali davranışı üzerine çok duygulanan hanım da: “Sen bana
böylesine değer verdiğine göre, herkes şâhit olsun ki, sende ne kadar hakkım
varsa, hepsinden vazgeçiyorum!” diyerek mesele hallolunur.
Hz.
Yûsuf’un talebini ve bunu dile getirirken gösterdiği vakur tavrı takdir eden
kral, bizzat olayı tahkikata girişmiş, mezkur kadınları huzura çağırıp sorguya
çekmiştir:
51. Kral, kadınları toplayıp: “Ne idi Yûsuf’la aranızda geçen? O’nun nefsinden murat almak istediğinizde Yûsuf size nasıl davranmıştı?” diye sordu. Onlar da: “Hâşâ! Allah için söylemek gerekirse, ondan herhangi bir kötülük görmüş değiliz” dediler. Bunun üzerine Aziz’in hanımı: “Artık gerçek açık seçik ortaya çıktı: Ben onun nefsinden murat almak istemiştim; o ise şeksiz şüphesiz sadık ve dürüst insanlardandır” itirafında bulundu.
Kadınlar,
“Hâşâ! Allah için söylemek gerekirse, ondan herhangi bir kötülük görmüş
değiliz” (Yûsuf 12/51) diyerek Hz. Yûsuf’un iffetli, namuslu ve
tertemiz olduğuna şâhitlik yapınca, Aziz’in hanımı artık gerçeği gizlemenin
mümkün olmadığını anladı. Suçunu itiraf etti; günahın tamamen kendinden
kaynaklandığını ve Hz. Yûsuf’un son derece doğru ve dürüst bir insan olduğunu
söyledi. Gerçekten de bundan daha yüce bir nezâhet mertebesi düşünülemez. Çünkü
hasımlar bile bu nezahetin varlığına şâhitlik etmekten başka çare
bulamamışlardır. O halde gerçek üstünlük ve fazilet, varlığını hasımların bile
kabul ettiği üstünlük ve fazilettir.
Hz.
Yûsuf’un, kralın zindandan çıkarma teklifini hemen kabul etmeyip teeniyle
hareket etmesinin hikmetine gelince:
52. Yûsuf şunu söyledi: “Benim böyle davranmam, efendimin, evde bulunmadığı sırada kendisine asla ihânette bulunmadığımı bilmesi içindir. Çünkü Allah, hâinlerin tuzağını hiçbir zaman başarılı kılmaz.”
53. “Buna rağmen yine de kendimi büsbütün temize çıkarmıyorum. Çünkü Rabbimin merhamet edip koruduğu kimseler dışında, nefis insana sürekli kötülüğü emreder. Rabbim, elbette çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.”
Müfessirlerin
çoğuna göre bu âyetlerde yer alan ifadeler, Yûsuf peygamberin kralın elçisine
söylediği sözlerden ibarettir. O bu sözlerle, kralın davetini kabul ederek
zindandan neden bir an önce çıkmadığını, kadınların hesaba çekilmesini neden
istediğini açıklamaktadır.
Bazı
müfessirler ise bu sözleri Aziz’in hanımına nispet etmektedir. Buna göre o
hanım sözüne devamla, kendisinin Yûsuf’un gıyâbında ona hıyânet etmediğini,
doğruyu söylediğini Yûsuf bilsin diye hakikati itiraf ettiğini, çünkü Allah’ın,
hâinlerin hile ve tuzaklarını asla başarıya ulaştırmayacağını artık anladığını
belirtmek istemiştir. Bununla beraber kendisini temize çıkarmadığını, her zaman
kötülük yapmayı emreden nefse bir kere uymuş olduğunu; ancak çok bağışlayıcı ve
çok merhamet edici olan Allah’ın koruduğu kimselerin nefsin şerrinden
kurtulacaklarını; doğruyu söylediği için de Rabbinin mağfiret ve rahmetini ümit
ettiğini söylemiştir.
Her
iki ihtimale göre de 53. âyette zikredilen “Rabbimin merhamet edip koruduğu
kimseler dışında, nefis insana sürekli kötülüğü emreder” beyânı,
dikkatleri, terbiye ve tezkiye olmamış nefsin kötülüğü emredici olmakla
münâsebeti üzerine çekmektedir. Gerçekten de insan nefsinin, fıtrat olarak
daima şehvete, günaha ve fenalık tarafına meyletme; bütün gücüyle kötülüğü
telkin etme özelliği vardır. Nefis kendi kuvvetini ve emrindeki vasıtaları hep
o cihette kullanmak ister. Bu sebeple insan sırf kendi nefsine kalırsa fenalığa
sürüklenir. Dolayısıyla nefsin bu zarar verici yapısını iyi tanımak ve onun
fırsat bulduğunda rûhânî melekeleri dumura uğratacağından emin olmamak gerekir.
Resûlullah
(s.a.s.), ilâhî bir tezkiye ve terbiye ile en temiz nefse sahip olmakla
birlikte, ümmetini nefsin şerrine karşı uyanık olmaya çağırmak üzere şöyle dua
ederdi:
اللَّهُمَّ
رَحْمَتَكَ أَرْجُو، فَلَا تَكِلْنِي إِلَى نَفْسِي طَرْفَةَ عَيْنٍ، وَأَصْلِحْ
لِي شَأْنِي كُلَّهُ، لَا إِلَهَ إِلَّا أَنْتَ
“Allahım!
Senin rahmetini umuyorum, beni göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa nefsime
bırakma. Halimi tümüyle düzelt senden başka ilâh yoktur.” (Ebû Dâvûd,
Edeb 100-101/5090)
Şâir
Hâmî, nefs-i emmârenin kötülüğünden sakındırmak üzere der ki:
“Bana
hiç nefs-i emmârem gibi sû-i karîn olmaz
Bu
düzd-î hânegînin kimse şerrinden emîn olmaz.”
“Bana,
dünyevî zevklere meyletmek arzusu veren nefsim kadar kötü bir arkadaş yoktur.
«Ev hırsızına kilit olmaz» dedikleri gibi, hakîkaten bu sinsi hırsızın
şerrinden kimse emîn olmaz.”
Ahmed
Harraz (k.s.) nefsi şöyle tarif eder:
“Nefis,
durgun duran bir suya benzer. Dıştan bakılınca pâk ve temiz… Ama biraz
karıştırılınca, dibinde saklanmış olan hastalık mikropları meydana çıkar. İşte
nefis de böyledir. Ulaştığı mertebeyi anlamak için onu denemelidir. Hem de
mihnet ve meşakkatle… Boş arzularına karşı çıkmakla… Nefsin içinde saklı
hallere vâkıf olmayan, ne cesaretle Rabbine karşı irfan duygusuna sahip
olduğunu iddia etmeye kalkar!...” (Velîler Ansiklopedisi, I, 309)
Mevlânâ
Hazretlerinin verdiği şu misal ise nefsin mâhiyetini izah bakımından gerçekten
pek ibretlidir:
“Bir
gün bir akrep ırmağın kenarında dolaşıyordu. Birdenbire bir kaplumbağa akrebin
yanına gelip ona:
«-
Burada ne yapıyorsun?» dedi. Akrep:
«-
Irmağın öte yanına geçmek için bir çare arıyorum; çünkü benim bütün kavim ve
çocuklarım ırmağın öte yanındadır» diye cevap verdi. Kaplumbağa da şefkati ve
yabancıya iyi davranması sebebiyle onu en yakın bir akrabası imiş gibi sırtına
alıp su üzerinde yüzmeye başladı. Irmağın ortasına gelince akrebin sokmak
arzusu uyandı. Kaplumbağanın sırtına iğnesini dokundurdu. Kaplumbağa:
«-
Ne yapıyorsun?» diye sordu. Akrep:
«-
Hünerimi gösteriyorum. Sen bana iyilik edip yarama merhem oldun. Ben de sana
iğnemi sokuyorum. Benim göstereceğim şefkat de ancak budur» dedi. Bunun üzerine
kaplumbağa hemen suya daldı ve akrep boğuldu.”
Mevlânâ
bu hikayeyi anlattıktan sonra şu beyitleri okudu:
“Haydi!
Kötü nefsi öldürün! Bu hususta ihmal göstermeyin. Onu diri bırakmayın, çünkü o
akreptir.”
“Câhil
yakınlık gösterse de sonunda câhilliğinden ötürü seni incitir.” (Ahmet
Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, I, 497)
Unutmamak
gerekir ki, Hz. Yûsuf ile Aziz’in hanımı hadisesinde, netice itibariyle ilâhî
aşk, nefsanî aşka üstün gelerek onu mağlup etmiştir. Hz. Yûsuf’un kin, öfke ve
ihtirasla dolmuş düşmanları bile, nefsâniyeti bir yana bırakarak, gerçeği
söylemek ve hakikatin şâhitliğini yapmaktan kendilerini alamamışlardır. Burada
dikkat çeken husus, Hz. Yûsuf’un sahip olduğu pek yüce temizlik, iffet ve
fazilet mertebesidir. İşte böyle bir iffet, fazilet ve bunun celbettiği ilâhî
rahmet ve mağfiret tecellisiyle ihtiraslar sönmekte, gayzlar, öfkeler, intikam
duyguları silinmekte, bencillikler ortadan kalkmakta ve neticede hak ve hakikat
aşkından başka hiçbir şey ayakta kalmamaktadır.
Yûsuf (a.s.)’ın söylediği bu hikmetli sözlerden ve
sergilediği akıl, iffet ve fazilet dolu davranışlardan haberdar olan kral, onun
ne kadar üstün bir kişiliğe sahip olduğunu fark etti:
54. Kral: “Onu bana getirin, onu kendime özel danışman yapayım” diye emretti. Yûsuf’la konuşunca da: “Sen bundan böyle yanımızda önemli bir yere sahip güvenilir biri olacaksın” dedi.
55. Yûsuf da: “Beni bu ülkenin hazinelerinden sorumlu yap. Çünkü ben onları iyi muhafaza eder, maliye yönetimini de çok iyi bilirim” teklifinde bulundu.
Hz.
Yûsuf, fırsat doğduğu halde zindandan kurtulmak için acele etmemiş, suçsuzluğu
kesin olarak ortaya çıkıncaya kadar sabretmişti. Onun bu temkinli ve metanetli
hali kralın dikkatini çekti. Yaptığı tahkikat neticesinde Yûsuf’un günahtan
uzak, güvenilir, sabırlı, metanetli ve faziletli bir insan olduğu güneş gibi
ortaya çıkmıştı. Nezdinde onun değeri daha da büyüdü. Daha önce rüyasını tâbir
etmesi üzerine onu sadece görmek için çağırmışken, şimdi onu kendisine yakın
özel bir danışman yapmak, devlet idaresinde kendisine mühim bir makam vermek üzere
davet etti. Hz. Yûsuf bu kez daveti kabul edip kralın yanına geldi. Kral onunla
bazı meseleler üzerine konuştu. Böylece o, hem Yûsuf’u hem de onun konuşmasını
görmüş oldu. Hz. Yûsuf’un ne kadar olgun, ileri görüşlü, mümtaz bir şahsiyet
olduğu hususunda gıyabında yaptığı tespitler ve edindiği intibalar doğruydu.
Hemen ona, bu günden itibaren katında büyük bir mevki sahibi, yetkili, her
hususta güvenilir, itimat ve itibar edilir bir kişi olduğunu söyledi.
Kralın
bu derece iltifat, itimat ve güvenini kazanan Hz. Yûsuf, devletin idaresinde
kendisine olan zaruri ihtiyacı dikkate alarak: “Beni ülkenin hazinelerinden
sorumlu yap. Bütün Mısır ülkesinin hazinelerinin idaresini, gelir giderini
takip etme vazifesini bana ver. Çünkü ben onları iyi muhafaza eder, hakkı
hukuku gözetir, onları hak etmeyenlerin çarçur etmesinden korurum. Maliye
idaresini de çok iyi bilirim” dedi. Hz. Yûsuf’un bu davranışından, herhangi bir
alanda mütehassıs olan kimsenin, umumun menfaati için, devlet yönetiminden
vazife istemesinin yerinde bir hareket olduğu anlaşılır.
Ancak
Allah Resûlü (s.a.s.), liyakatli olmayanların idârî bir vazife talep etmelerini
muvafık görmediği gibi, liyakatli olsa bile, mecburiyet olmadığı sürece, böyle
bir talepte bulunmamayı tavsiye etmektedir. Nitekim kendisinden idârî vazife
isteyenlere: “Vallahi biz bu işe ne onu isteyen birini ne de ona hırs
gösteren birini tayin ederiz” buyurarak onların isteklerini reddetmiştir.
(Buhârî, İcâre 1; Müslim, İmare 15) Yine idârî vazife istememesini tavsiye
ettiği bir sahâbîye de: “İstediğin için vazife sana verilirse onunla baş
başa kalırsın; istemeden sana verilirse onun uğrunda yardım görürsün!”
buyurmuştur. (Buhârî, Eyman 1; Müslim, İmare 13)
İşte
Yûsuf (a.s.) ilâhî yardıma nailiyetle uzun yıllar gösterdiği sabır ve sebatın
aydınlık neticesine yaklaşıyor:
56. Böylece Yûsuf’u Mısır’a yerleştirdik ve kendisine imkân ve iktidar verdik. Öyle ki, ülkenin her tarafında onun sözü geçiyordu. Biz rahmetimizi dilediğimize eriştirir, iyilik eden ve işini güzel yapanların mükâfatını asla zâyi etmeyiz.
57. Bununla birlikte, iman edip Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için âhiret mükâfatı elbette daha hayırlıdır.
Allah
Teâlâ Hz. Yûsuf’u hapisten kurtardığı gibi, bir de ona Mısır ülkesinde yüksek
bir nüfuz ve iktidar lütfetti. Ülke tamamıyla onun idare ve kontrolü altına
verildi. İstediği yerde dilediği gibi tasarruf edebiliyordu. Ülkenin her
yerinde sözü geçiyor, her dediği yapılıyordu. Sağladığı emniyet ve asayiş,
kazandığı sevgi ve itibar, ulaştığı o büyük nüfuz ve iktidar ile bütün ülkeyi
tasarrufu altına almıştı. Bir kimse kendi evini nasıl tanır ve nasıl kimseye
sormadan istediği gibi kullanabilirse, Yûsuf (a.s.) da Mısır ülkesinin her bir
tarafını öyle avucu içi gibi biliyor ve orada istediğini yapabiliyor,
yaptırabiliyordu. Bu ifadeler, onun Mısır ülkesi ve devleti üzerindeki tasarruf
gücünün kemâlini en güzel şekilde ortaya koymaktadır.
Hz.
Yûsuf’a verilen ilim, hikmet, nübüvvet, akıl, sabır, metanet ve dünya saltanatı
gibi bahsi geçen nimetler, Allah Teâlâ’nın ona olan rahmetinin bir tezâhürü
idi. Allah dilediği kullarına istediği kadar merhamet etmede serbesttir. Kimse
O’nun irade ve ihtiyarına karşı gelemez. Bir taraftan da Allah, iyi ve güzel
davrananların, ihsan şuuruyla hayırlı ameller peşinde koşanların mükâfatını
zayi etmeyeceğini müjdelemektedir. Yani O, herhangi bir kayd ü şart olmaksızın
dilediğine rahmet ettiği gibi, iyi olan, iyilik yapan kullarının ecrini ise
asla zayi etmez, emeklerini boşa çıkarmaz, tamı tamına öder, hatta fazlasını
verir. İşte Hz. Yûsuf’un hali bunun en güzel bir numûnesidir. Yalnız Allah
Teâlâ’nın vereceği mükâfatlar dünya hayatıyla sınırlı değildir. O, iman edip
takvâ üzere bir hayat süren kullarına âhirette de bol bol mükâfatlar
verecektir. Ebedî olan âhiret mükâfatının, pek çok elemlerle karışık ve fani
olan dünya mükâfatından daha hayırlı olacağında şüphe yoktur.
Mısır’da
devletin idaresini eline alan Hz. Yûsuf, kralın rüyasını tâbir ettiği
istikamette hareket etti. Lâzım gelen tedbirleri alarak bolluk senelerinde
ziraata ehemmiyet verdi. Mümkün olduğu nispette üretimi artırıp ihtiyaç fazlası
ürünleri depoladı. Nihayet rüyanın işaret ettiği kıtlık seneleri gelip çattı.
Bu sefer Mısır halkı bir taraftan depolanmış olan ürünlerle kendi ihtiyaçlarını
karşılamaya, bir taraftan da bundan çevre ülkelere ihraç etmeye başladılar.
Çünkü kıtlık sadece Mısır’da değil, Kuzey Arabistan, Ürdün, Filistin ve
Suriye’de de etkisini göstermiş, bu bölgelerin halkı da yiyecek sıkıntısı
çekmeye başlamıştı. Her taraftan insanlar Mısır’dan erzak satın almak için
geliyorlardı. Bu sırada Hz. Ya’kub da Yûsuf’un öz kardeşi Bünyâmin hariç,
diğer oğullarını erzak almak için Mısır’a gönderdi:
58. Derken Yûsuf’un kardeşleri Mısır’a varıp onun huzuruna çıktılar. Yûsuf onları görür görmez tanımış, fakat onlar Yûsuf’u tanımamışlardı.
Hz.
Yûsuf, huzuruna gelen kardeşlerini görür görmez hemen tanıdı. Çünkü yanına
girmeden önce bunların kimlikleri tespit edilip ona haber verilmişti. Üstelik
şekil ve kıyafetlerinde de tanınmayacak fazla bir değişiklik yoktu. Aslında o,
kendisine daha önce vahyedilen. “Elbette bir gün gelecek, sen onlara, hiç
beklemedikleri bir sırada bu yaptıklarını haber vereceksin” (Yûsuf 12/15)
bilgisine dayanarak, kardeşlerinin kesin olarak yanına geleceklerini biliyor ve
bu sebeple onların gelecekleri zamanı bekliyordu. Fakat kardeşleri onu
tanımıyorlardı. Çünkü onu henüz çocuk yaştayken terk etmişlerdi ve artık onun
ölüp gittiğini sanıyorlardı. Allah Teâlâ’nın onu koruyup büyüterek Mısır kralı yapacağını
akıllarına bile getirmiyorlardı. Fakat şimdi hiç farkında olmadıkları bir anda,
akıllarının ucundan bile geçmeyen o gerçekle karşı karşıya gelmişlerdi:
59. Yûsuf onların erzak yüklerini hazırlatınca şöyle dedi: “İkinci gelişinizde bana baba bir kardeşinizi de getirin. Görmez misiniz ki, ben ölçeği adam başına tam olarak veriyor ve misafirlerimi mümkün olan en iyi şekilde ağırlıyorum.”
60. “Eğer onu bana getirmezseniz, artık benden bir ölçek bile olsa erzak beklemeyin, sakın yanıma da yaklaşmayın.”
61. Kardeşleri de: “Onu bizimle göndermesi için babasını iknâ etmeye çalışacağız; evet, bir yolunu bulup bunu mutlaka başaracağız” dediler.
62. Yûsuf, hizmetçilerine şöyle dedi: “Onların ödedikleri erzak bedellerini de yüklerinin içine koyun; umulur ki evlerine varıp yüklerini açtıklarında bunun farkına varırlar da belki daha istekli ve güven içinde bize tekrar gelirler.”
Yûsuf
(a.s.), muhtemel ki, erzak yükleri hazırlanıncaya kadar kardeşlerini kendi
hânesinde ağırladı, ziyafetler verdi, ikram ve ihsanda bulundu. Bu sırada
onlarla konuştu. Konuşma esnasında durumları, aileleri, baba ve diğer
kardeşleri hakkında daha teferruatlı bilgi aldı. Geride yaşlı bir babaları ve
ona yardımcı olan bir kardeşleri olduğunu söylediler. Bu sebeple onu
getiremediklerini, fakat onun adına da erzak almak için bir deve getirdiklerini
belirtip, yiyecek verirken onu da hesaba katmasını talep ettiler. Hz. Yûsuf
onların istedikleri şekilde yüklerini hazırlattı. Ancak, çok sevdiği öz kardeşi
Bünyamin’i yanına getirtmek için bunu fırsat olarak değerlendirdi. İkinci
gelişlerinde babalarıyla birlikte kalan o kardeşlerini de yanlarında mutlaka
getirmelerini istedi. Getirmedikleri takdirde, “geride bir kardeşimiz daha var”
sözlerinde yalancı sayılacakları için, Mısır ülkesinin herhangi bir yerinden
bir daha erzak almalarının asla mümkün olamayacağını ve bu konuda kendisinin de
yapacağı bir şey bulunmadığını kesin bir dille ifade etti. Hedefi, Bünyamin’i
getirmeye onları mecbur bırakmaktı. Onlar da mesajı tam olarak aldılar, işin
ciddiyetini kavradılar ve bir yolunu bulup babalarını ikna ederek Bünyamin’i
mutlaka getirmeye çalışacaklarını söylediler. Bu arada Hz. Yûsuf, hem
kerîmliğinin ve cömertliğinin bir tezahürü olarak, hem de kardeşlerinin bir
daha ki sefere daha kolay ve istekli gelmelerine yardımcı olacağını hesaba
katarak, aldıkları erzak karşılığında ödedikleri sermayelerini de geri
yüklerinin içine koydurdu.
Yûsuf
(a.s.) bütün bunları, Rabbinin kendisine verdiği talimatlar doğrultusunda
yapıyordu. Ona kalsa babasına derhal müjdeyi ulaştırır ve ailesini yanına
alırdı. Fakat ilâhî hikmet daha bir takım imtihanların olmasını ve bir kısım
sırların çözülmesini gerektiriyordu:
63. Yûsuf’un kardeşleri babalarının yanına döner dönmez: “Sevgili babamız! Bir daha erzak almamız bize yasaklandı. Ne olur, kardeşimizi bizimle beraber gönder ki tekrar erzak alabilelim. Merak etme, biz onu elbette gözümüz gibi koruruz” dediler.
64. Yâkub dedi ki: “Daha önce kardeşi Yûsuf’u size güvenip nasıl emânet ettiysem, şimdi onu da aynı şekilde size emânet edeyim, öyle mi?! Şunu bilin ki, ben onu size değil, Allah’a emânet ediyorum. Çünkü Allah, koruyup gözetenlerin en hayırlısı ve merhamet edenlerin en yücesidir!”
Yûsuf’un
kardeşleri, babalarının yanına döner dönmez, henüz yüklerini açmadan, Mısır’da
gördükleri alaka, ihsan ve ikramlardan bahsetmeden, “Bir daha erzak almamız
bize yasaklandı” (Yûsuf 12/63) tarzında acı bir haberle söze başladılar.
Sanki bütün zahmetleri boşa gitmiş ve elleri boş geri dönmüşlerdi. Böyle
davranmaları, şüphesiz, babalarını acındırarak kardeşleri Bünyamin’i
kendileriyle beraber göndermesini sağlamaktı. Çünkü daha önce Yûsuf’la ilgili
çevirdikleri işler sebebiyle babalarının kendilerine olan güvenini
sarstıklarını, dolayısıyla Bünyamin için izin vermeme ihtimalinin yüksek
olduğunu düşünüyorlardı. Düşündükleri gibi de oldu. Nitekim Bünyamin’le alakalı
taleplerine Hz. Yakup, sitemkâr bir ifadeyle menfi karşılık verdi:
“Biliyorsunuz ya, daha önce Yûsuf’u size emanet ettim de ne oldu? Onun hakkında
da böyle bastıra bastıra, «Biz onu koruruz» (Yûsuf 12/12) demiştiniz de ne
yaptınız? Koruyabildiniz mi? Şimdi Bünyamin’le alakalı olarak «biz onu elbette
gözümüz gibi koruyacağız» demenize nasıl güvenebilirim? Size değil, ancak Allah’a güveniyorum; çünkü
muhafaza edeceklerin en hayırlısı O’dur. Merhametlilerin en merhametlisi de
O’dur” dedi. Yalnız son cümleleriyle, az da olsa Bünyamin’i gönderebileceğine
dair müspet işaret vermiş oldu.
Yûsuf’un
kardeşlerini sevindiren bir diğer gelişme de şu oldu:
65. Yüklerini açınca ödedikleri erzak bedellerinin kendilerine geri verildiğini gördüler. Çok sevindiler ve: “Baba, baba!” dediler, “başka ne isteyebiliriz ki? Bak, ödediğimiz erzak bedeli bize geri verilmiş. Bununla yine ailemize erzak getirir, eğer bizimle gönderirsen kardeşimizi korur, hem de bir deve yükü fazla erzak alırız. Öyle cömert bir insandan pek kolay bir alım olacak bu!”
66. Bunun üzerine babaları: “Kuşatılıp tamâmen çâresiz kalmadıkça, mutlaka onu bana geri getireceğinize dair Allah’a yemin edip kesin söz vermediğiniz takdirde onu sizinle asla göndermem.” Yemin edip söz vermeleri üzerine de: “Bakın, bu söylediklerimize Allah şâhittir ve her şey ancak O’nun izniyle olur” dedi.
Hz.
Yâkub’un oğulları Mısır’dan getirdikleri yükleri açıp, ödedikleri erzak
bedellerinin geri verildiğini görünce sevindiler. Burada, Hz. Yûsuf’un aldığı
bu ikinci tedbirin, beklediği gibi ikinci bir teşvik unsuru olduğu görülür. Bu
vesileyle oğulları, erzak almak için tekrar gitme ve bunun için de Bünyamin’i
yanlarında götürme taleplerini daha bir iştiyakla babalarına yeniden
arzettiler. Fakat Yâkub (a.s.), bununla kifâyet etmeyip, her birinden
Bünyamin’i kendisine geri getireceklerine dair Allah adına kesin bir söz aldı.
Konuştuklarına da Allah’ı şâhit kıldı. Ancak çepeçevre kuşatılmaları, elleri
kolları bağlanıp çaresiz kalmaları ve helak edilip yok olmaları durumunu
istisnâ etti. Belki bununla da, farkında olarak veya olmayarak, evlatlarının bu
gidişte başlarına gelecek sıkıntılara da işaret etmiş oldu. Bütün bu
ihtimalleri dikkate alarak yola koyulacakları sırada oğullarına şu öğütte
bulundu:
67. Onlara şunu söyledi: “Oğullarım! Mısır’a hepiniz aynı kapıdan girmeyin; ayrı ayrı kapılardan girin. Gerçi, ne yapsam da, Allah’tan başınıza gelecek hiçbir şeyi sizden savamam. Çünkü mutlak mânada hüküm ve takdir Allah’ındır. Ben yalnızca O’na dayanıp güvenirim. Kendisine dayanıp güvenecek bir güç arayan herkes de sadece O’na dayanıp güvensinler.”
68. Onlar babalarının emrettiği şekilde Mısır’a girdiler. Fakat bu tedbir, Allah’ın onlar için yazdığı hiçbir şeyi kendilerinden uzaklaştıramadı. Ancak Yâkub, evlatlarını korumak maksadıyla içindeki bir dileği yerine getirmiş oldu. Şüphesiz o, kendisine öğrettiğimiz husûsî bir ilim sahibiydi; fakat insanların çoğu bunu bilmez.
Hz.
Yâkub’un, oğullarına Mısır’a bir kapı yerine birkaç kapıdan girmelerini tavsiye
etmesinin sebep ve hikmetleri hususunda şu izahlar yapılabilir:
›
O, evlatlarını kem gözlerin kin ve kıskançlık dolu bakışlarından
korumak için böyle yapmıştır.
›
Bunun güvenlik açısından bir tavsiye ve tedbir olma ihtimali
kuvvetlidir. Çünkü Yâkub (a.s.), şehre toplu halde girecek olan çocuklarının
başına bir suikastın gelebileceğinden endişe duyuyordu. Böyle bir ihtimal
karşısında hepsinin birlikte zarar görmemesi gerekirdi. Nitekim askerî
tatbikatlarda da, muhtemel bir pusu ile düşmana ansızın yakalanmamak için
erlerin tek sıra düzeninde hareket etmeleri tavsiye edilir.
›
Hepsinin aynı kapıdan birlikte girmeleri şehir halkı üzerinde bir
şüphe uyandırabilirdi. Hele oraya girişleri, ülkenin emniyet ve asayişi
itibariyle kritik bir zamana denk geldiyse şüphe uyandırma ihtimali daha da
kuvvetlenmiş olurdu.
Hz.
Yâkub, çocuklarına böyle bir tavsiyede bulunmasına rağmen, bir peygamber
olarak, işi Allah’a havale etmeyi ihmal etmedi. Hükmün sadece Allah’a ait
olduğunu, O ne murat ederse ancak onun vuku bulacağını ve onu engellemenin
mümkün olmadığını; dolayısıyla imkânlar dâhilinde tedbir aldıktan sonra,
takdiri Allah’a bırakıp O’na dayanmak gerektiğini bildirdi.
Nitekim
çocukların, babalarının tavsiyesini tutarak farklı kapıdan girmeleri, Allah’ın
onlar hakkında takdir buyurduğu şeylerin olmasını engelleyemedi. Devam eden
âyet-i kerîmelerde haber verildiği üzere olanlar oldu:
69. Kardeşleri, Yûsuf’un huzuruna çıktıklarında o öz kardeşi Bünyamin’i yanına aldı, onunla bir süre baş başa kaldı ve ona: “Ben, senin kardeşin Yûsuf’um; onların daha önce yaptıklarına üzülme!” dedi.
Rivayete
göre kardeşleri Yûsuf’un huzuruna girdiklerinde: “İşte getirmemizi istediğin
kardeşimiz budur, onu getirdik” diye takdim ettiler. O da: “İyi ettiniz, isabet
eylediniz” dedi. Hepsine bir ziyafet verdi ve onları ikişer ikişer sofraya
oturttu. Bünyamin tek kaldı, kendi kendine: “Şimdi kardeşim Yûsuf sağ olsaydı,
o da benimle birlikte otururdu” dedi ve gözlerinden yaş damladı. Yûsuf da:
“Kardeşiniz tek kaldı” diyerek onu kendi yanına aldı. Sonra her iki kişiye
birer yatak odası hazırlattı ve: “Bunun ikincisi yok, bu da benim yanımda
olsun” diyerek kendi odasına götürdü. Yûsuf onun, ölen kardeşi için çok
üzüldüğünü görünce: “O ölen kardeşinin yerine ben senin kardeşin olsam ister
misin?” dedi. O da: “Senin gibi kardeşi kim bulabilir? Fakat ne çare ki, seni
Yâkub ile Râhil doğurmuş değil” diyerek içini çekti. İşte o vakit Yûsuf ağladı;
kalkıp boynuna sarıldı. Kendini tanıtıp: “Ben gerçekten senin kardeşinim. Bunun
için onların daha önce yaptıklarına aldırma. Bu sefer de benim adamlarımın sana
yapacakları oyundan dolayı sakın telaşlanıp üzülme. Sana anlattığım bu şeyleri
kimseye sezdirme, hiç duymamış gibi serinkanlı ol” dedi. (bk. Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XVIII, 41-142)
Hz. Yûsuf, kardeşi Bünyamin’i yanında tutabilmesi
için, Allah Teâlâ’nın kendine öğrettiği bir planı, en hassas noktalarına dikkat
ederek tatbik etti:
70. Yûsuf onların yüklerini hazırlattığı sırada, su kabını öz kardeşinin yükü içine koydu. Sonra bir dellal onların arkasından: “Ey kâfile! Durun! Siz kesinlikle hırsızsınız” diye bağırdı.
71. Yâkub’un oğulları hemen geriye, gelenlere dönüp: “Neyi kaybettiniz, ne arıyorsunuz?” diye sordular.
72. Dediler ki: “Kralın su kabını kaybettik, onu arıyoruz. Onu bulup getirene bir deve yükü erzak var. Ben buna kefîlim.”
73. Yâkub’un oğulları: “Vallahi, siz de kesinlikle biliyorsunuz ki, biz buraya bozgunculuk çıkarmak için gelmedik. Biz hırsız da değiliz” dediler.
74. Kralın adamları: “Peki, yalan söylüyorsanız, bu yaptığınızın cezası nedir?” diye sordular.
75. Onlar da: “Bizim kanunlarımıza göre bunun cezası, çalınan su kabı kimin yükünde bulunursa, o kişinin köle olarak alıkonmasıdır. İşte hırsızlık yapan zâlimleri biz böyle cezalandırırız” diye cevap verdiler.
Yûsuf
(a.s.), kardeşlerinin yüklerini hazırlattığı sırada kimse farkında olmadan su
kabını Bünyamin’in yükü içine koydu. Yükler tamamlandı ve kafile yola koyulma
hazırlıklarına başladı. Fakat su kabı ortalıkta yoktu. Bunu fark eden bir
dellal, muhtemelen Yûsuf’un görevlendirmesiyle, yüksek sesle: “Ey kâfile!
Durun, gitmeyin! Sizler hırsızsınız!”diye bağırmaya başladı. Hadisenin iç
yüzünden habersiz olan kardeşler, böyle bir ağır itham karşısında şaşkınlıklarını
gizleyemediler. Gördükleri bu kadar izzet ve ikramın arkasından, hırsızlık gibi
insan onurunu ayaklar altına seren bir suçla teşhir ve itham edilmeleri olacak
şey değildi. Dolayısıyla suçu kabullenmediler ve kendilerinden gayet emin bir
vaziyette âdeta: “Siz neyinizi kaybettiniz, ne arıyorsunuz? Durun bakalım,
telaşa kapılarak her önünüze çıkanı hemen hırsızlıkla suçlamayın. Bize
hırsızlık yakışmadığı gibi, size de böyle konuşmak yakışmaz. Biz hırsız
olmadığımız gibi, belki sizin de bir şeyiniz çalınmamıştır. Belki de
çalındığını düşündüğünüz şeyi bir yerde unutmuş da olabilirsiniz” dediler. Bu
kez dellâl ve arkadaşları sözlerine biraz daha çekidüzen vererek, kralın su
kabını kaybettiklerini, onu aradıklarını ve onu getirene bir deve yükü erzak vereceklerini
söylediler. Yûsuf’un kardeşleri ise yeminlerle, tekitlerle kendilerinin asla
hırsız olmadıklarını, bu yere bozgunculuk yapma gibi bir niyetle
gelmediklerini, bu gerçeği onların da bildiğini ifade ettiler. Fakat önceden
kurulmuş bir plan tatbik edilmekteydi ve mutlaka bir neticeye ulaşmak
gerekiyordu. Bu sebeple görevliler, onların gayet samimi ve doğru
konuştuklarını bilmekle beraber, olaya son noktayı koymak üzere, “biz çalmadık,
hırsız değiliz” diyorsunuz ama, “diyelim ki, düşük ihtimalde olsa, aradığımız
şey sizin yanınızda çıkarsa bu suçun cezası nedir, bunu söyler misiniz?” diye
sordular. Onlar da babaları Yâkub’un şeriatine göre lazım gelen cezayı
söylediler. O da: “Malı çalan kişinin, çaldığı o mal karşılığında tutuklanması;
hizmetçi veya köle edilmesi” idi. Böylece işe yarayacak cevabı bizzat onların
ağızlarından almış oldular:
76. Bunun üzerine Yûsuf, öz kardeşinin yükünden önce diğerlerinin yüklerini aramaya başladı; sonunda su kabını kardeşinin yükünde bulup çıkardı. Öz kardeşini yanında alıkoyması için biz Yûsuf’a böyle bir çâre öğrettik. Allah dilemeseydi, kralın kanunlarına göre kardeşini yanında alıkoyması mümkün değildi. Biz, kimi dilersek onun ilim ve irfan seviyesini böyle derece derece yükseltiriz. Ama her bilgi sahibinin üzerinde daha iyi bilen biri vardır.
Yukarıdaki
karşılıklı konuşmalardan sonra kafile bütün yükleriyle beraber Yûsuf (a.s.)’ın
huzuruna getirildi. İfadeleri alınıp, yükleri ve eşyaları aranacağı söylendi.
Bu aramayı da bizzat Hz. Yûsuf yapacaktı. O, dikkat çekmemek için aramaya önce
üvey kardeşlerinin yüklerinden başladı. En sonunda su tasını Bünyamin’in
yükünden bulup çıkardı. Ceza olarak da onu yanında alıkoydu. Halbuki Mısır ceza
kanununa göre hırsıza sopa vurulmakta ve çaldığı malın iki misli ödettirilmekte
idi. Bu kanuna göre ise Bünyamin’in alıkonması mümkün değildi.
Bunun
üzerine kardeşleri, “Bu işte bir yanlışlık olmalı, o hırsızlık yapmış olamaz”
diyerek Bünyamin’i savunacakları yerde, hem onun hem de Yûsuf hakkında
besledikleri kötü hisleri ortaya sermekten geri durmadılar:
77. Yâkub’un oğulları şöyle dediler: “Eğer o hırsızlık yaptıysa, mesele değil, zâten daha önce kardeşi Yûsuf da hırsızlık yapmıştı.” Yûsuf, bu iftiralarından dolayı duyduğu üzüntüyü içine attı. Bunu onlara belli etmemekle beraber içinden de: “Siz çok daha kötü ve acınacak durumdasınız. Doğrusu Allah, iddia ettiğiniz şeyin içyüzünü çok iyi biliyor” dedi.
Kardeşlerinin
Hz. Yûsuf’u hırsızlıkla itham etmeleri hakkında birkaç rivayet vardır.
Bunlardan birine göre Hz. Yûsuf’un halası onu çok severdi. Bu sebeple onu
yanında tutmak istiyordu. Halasının evinde, dedesi Hz. İshâk’dan kalma bir
kuşak vardı ve onu teberrüken muhafaza ediyorlardı. Halası o kuşağı Hz.
Yûsuf’un beline bağladı ve onun, o kuşağı çaldığını söyledi. Onların
kanunlarına göre de, hırsızlık yapanın köle edinilmesi gerekiyordu. Halası,
böyle bir yola baş vurarak Yûsuf’u yanında alıkoyabilmişti. (Fahreddin er-Râzî,
Mefâtîhu’l-gayb, XVIII, 147) İşte kardeşleri bu olaya işaret etmek
istemişlerdir. Hz. Yûsuf’un, onların bu sözlerinden dolayı içi burkuldu, acı
duydu; fakat bunu gizli tuttu, bekledi, sabretti, açığa vurup da onlara belli
etmedi. Öfkeye kapılıp açıklamada bulunmadı, kusurlarını affetti. Fakat içinden
de, onların çok fenâ vaziyette olduklarını geçirmeden de edemedi. Ancak, nasıl
olsa işin hakikatini Allah bildiğinden dolayı, bu sözlerini fazla ciddiye alıp,
alınmaya gerek olmadığını düşündü.
Esaslı
bir planın hedefi olduklarını fark etmeyen ve Bünyamin’i kurtarmanın başka bir
yolu kalmadığını anlayan kardeşler, çareyi, boyunlarını büküp kendilerini
acındırarak Hz. Yûsuf’a yalvarmakta buldular:
78. Onlar: “Ey Azîz! Gerçekten onun çok yaşlı bir babası var, onu bizden çok sever, ayrılığına dayanamaz. Ne olur, onun yerine bizden birini alıkoy. Doğrusu biz seni, anlayışlı, iyiliksever biri olarak görüyoruz” dediler.
79. Yûsuf: “Allah korusun! Biz malımızı kimin yanında bulmuşsak ancak onu alıkoyabiliriz. Aksi takdirde, kesinlikle haksızlık etmiş oluruz” dedi.
Korktukları
başlarına gelen ekip, alıkonan kardeşlerinin ihtiyar, çok yaşlı bir babasının
olduğunu, onu çok sevdiğini ve onsuz yapamayacağını anlatmaya çalıştılar. Onun
yerine, kendilerinden istediğini ister rehin, ister köle olarak alıkoymasını
istediler. “Doğrusu biz seni, anlayışlı, iyiliksever biri olarak görüyoruz”
(Yûsuf 12/78) diyerek de, onu bu iyiliği yapmaya, hatırlarını kırmamaya ve
kendilerine olan ihsanını tamamlamaya teşvik etmek istediler. Fakat Yûsuf
(a.s.) bu konuda kararlıydı. Çünkü bütün plan Bünyamin’in alıkonması üzerine
kuruluydu. Bu sebeple cezanın şahsiliği kaidesinden hareketle, suçlunun yerine
bir başkasının cezalandırılmasının haksızlık olacağını ve böyle bir şey
yapmaktan Allah’a sığındığını söyledi.
Böylece
Yûsuf (a.s.), kesin hükmünü belirterek tartışmaya son noktayı koyunca
kardeşleri kendi aralarında şöyle bir müzakerede bulundular:
80. Kardeşleri Bünyamin’i geri almaktan ümitlerini kesince, aralarında konuyu görüşmek üzere bir kenara çekildiler. Büyükleri şöyle dedi: “Babanızın sizden Allah adına kesin bir söz aldığını, ayrıca bundan önce de Yûsuf hakkında işlediğiniz suçu bilmiyor musunuz? Artık ben, babam gelebilirsin diye bana izin verinceye yahut Allah hakkımda bir hüküm bildirinceye kadar buradan bir yere gitmem. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.”
81. “Şimdi siz babanızın yanına dönün ve ona deyin ki: «Sevgili babamız! İnan ki, senin oğlun hırsızlık yaptı. Biz de sadece bildiğimiz, gördüğümüz şeylere şâhitlik ediyoruz. Sana söz verirken biz gelecekte ne olacağını bilemezdik. Zira biz gaybın bekçileri değiliz ki!»”
82. “«Bize inanmıyorsan, aralarında bulunduğumuz o şehrin halkına veya birlikte geldiğimiz kervandakilere sor! Emin ol, biz kesinlikle doğru söylüyoruz.»”
Yâkub
(a.s.)’ın oğulları, Bünyamin’in alıkonması üzerine büyük bir çıkmazın içine
düştüler. Ne yapacaklarını kendi aralarında gizlice müzakereye başladılar.
Çünkü onlar Bünyamin’i babasından ancak Allah adına yemin edip kuvvetli bir söz
verdikten sonra alabilmişlerdi. Üstelik daha önce de Yûsuf hakkında babalarının
güvenini sarsacak bir davranışta bulunmuşlardı. Şimdi eğer Bünyamin’i
babalarına geri götüremez iseler son derece utanacaklar, mahcup olacaklardı.
Çünkü bu durum zahiren, onların Yûsuf’a hâinlik ettikleri gibi, buna da hainlik
ettikleri anlamına gelecekti. Bu sebeple aralarında durumu istişare ettiler ve
büyükleri onlara bir yol göstermeye çalıştı. Kendisinin bu utancı kaldıracak ve
babasının yüzüne bakacak hali olmadığını ifade etti. Halini Allah’a arzederek
ve O’na yalvararak bir çıkış yolu beklemeye koyuldu. Kardeşlerini de, ne
söyleyeceklerini öğreterek babalarının yanına gönderdi.
“Büyükleri”nden
maksat, yaşça büyükleri olabileceği gibi, akılca büyükleri de olabilir. Bu
kişinin, daha önce de Yûsuf’u öldürülmekten kurtaran Yahûda olduğu söylenir.
Kardeşler
gelip, ağabeylerinin dediklerini babalarına aynen naklettiler, fakat bakalım
Hz. Yâkub bunlara nasıl mukabelede bulundu:
83. Yâkub: “Hayır! Belli ki, nefisleriniz sizi aldatıp, böyle kötü bir işe sürüklemiş. Artık bana düşen, en güzel şekilde sabretmektir. Öyle umuyorum ki Allah, onların hepsini bana geri getirecektir. Çünkü O, her şeyi hakkıyla bilen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır” dedi.
Yâkub
(a.s.)’ın oğulları, daha önce Yûsuf’la ilgili kurdukları tuzak sebebiyle
babalarının kendilerine olan güvenini iyiden iyiye sarsmışlardı. Bünyamin’i
yanlarında götürmek için izin vermesini istediklerinde Hz. Yâkub’un onlara
söylediği sözler ve onlardan ısrarla kesin söz alma teşebbüsleri, bunun açık
bir ifadesiydi. Sa‘di’nin dediği gibi: “Yalan söylemek kalıcı darbeye benzer.
Yarası iyileşse de izi kalır. Baksana, Yûsuf’un kardeşleri yalanla meşhur
olduklarından, doğru söylediklerinde bile onlara itimat kalmamıştır.” Bu
sebeple, onlar, bu kez gerçekten doğru söylemelerine rağmen, yine de babaları
onlara inanmamış, daha önce dediği gibi “Hayır! Belli ki, nefisleriniz sizi
aldatıp, böyle kötü bir işe sürüklemiş” (Yûsuf 12/83) serzenişinde
bulunmuştu. Fakat gönlünde, bir gün Allah Teâlâ’nın hepsini; Yûsuf’u,
Bünyamin’i ve babasından utancından Mısır’da kalan büyük ağabeylerini kendisine
geri ulaştıracağına olan ümidi kaybolmamıştı. O günü hasretle bekliyordu. Fakat
içindeki yangın tüm haşmetiyle gönlünü yakıp kavurarak derinlere doğru
ilerliyordu:
84. Onlardan yüzünü çevirmiş, “Âh Yûsufum! Neredesin Yûsuf?” diye ağlıyor, sızlanıyordu. Hüzün ve kederinden iki gözüne ak düştü, görmez oldu. Buna rağmen o, oğullarına duyduğu kızgınlığı belli etmiyor, bir diken yutar gibi acısını içine gömüyordu.
85. Oğulları: “Aradan bunca zaman geçti, hâlâ Yûsuf’u dilinden düşürmüyorsun. Vallahi bu gidişle ya kederinden hastalanıp eriyecek veya helâk olup gideceksin” dediler.
86. Yâkub şöyle cevap verdi: “Ben bütün dertlerimi, keder ve hüznümü Allah’a arz ediyorum ve ben, Allah’tan gelen vahiyle sizin bilmediğiniz nice şeyleri biliyorum.”
87. “Evlatlarım! Haydi gidin! Yûsuf ve kardeşini arayıp bulmaya çalışın. Sakın Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirlerden başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez” dedi.
Bünyamin’in
de kaybıyla kederi doruk noktasına çıkan Yakup (a.s.)’ın, birden Yûsuf’a olan
hasreti depreşti. “Âh, Yûsufum, âh” demeye başladı. “Yûsuf’a olan hasretim
neredesin, gel, şimdi tam gelme vaktindir” diye sızlandı. İçini saran hüzünden
gözlerine ak düştü; görmez oldu. Fakat çocuklarına kızmıyor, kimseyi
suçlamıyor; öfkesini, kederini ve hüznünü kalbine gömüyordu. Acısını
yutkundukça yutkunuyordu. Çocukları onun bu haline çok üzüldüler. Onu teselli
etmeye çalıştılar. Böyle giderse çok ıstırap çekeceğini, kederinden hastalanıp
eriyeceğini, hatta ölüp gideceğini söylediler. Bu sözler onu teselli etmeye
yetmedi. Kederini ve hüznünü Allah’a arzetti. Bunun Allah Teâlâ’dan böyle bir
iptila ve imtihan olduğunun farkındaydı. Belalara sabrın büyük mükafatlara
vesile olacağını çok iyi biliyordu. Bu
açıdan bakıldığında üç çeşit bela olduğu görülür:
›
Kula verilecek cezayı hemen acele olarak vermektir. Bu, Yûsuf’un
hanımlar tarafından vâki olan arzu ve istek yüzünden hapse atılması ve
hapishane arkadaşına “Efendinin yanında benden söz et!” (Yûsuf 12/42)
demesi yüzünden zindanda bir süre daha kalması hadisesinde görülür. Hz.
Yakub’un başına gelenler de bu belâ çeşidine misaldir.
›
Rabbinin katında sahip olduğu derece herkes tarafından
anlaşılsın, içinde olanlar ortaya çıksın diye mihnete ve sıkıntıya tabi
tutulmaktır. Eyyûb (a.s.)’ın başına gelenler, bu kısma misaldir. Allah Teâlâ
buyurur ki: “Gerçekten biz onu sıkıntılara karşı sabırlı bulduk. O ne güzel
bir kuldu. Doğrusu o, tam bir teslimiyet ve samimiyetle sürekli Allah’a yönelir
dururdu.” (Sād 38/44)
›
Allah katındaki yakınlık ve şerefi daha da artsın diye ihsân
edilen belâlardır. Buna misal de Hz. Yahyâ’nın başına gelenlerdir. Bu yüce
peygamber hiçbir hata işlememiş ve işlemeğe de tevessül etmemiş olduğu halde,
kuzu gibi boğazlanmıştı. Bütün bu belâ çeşitlerinin karşılığında sabredip
ıstırabını belli etmeyenlere büyük ecir ve sevaplar verilecektir.
Ebu’l-Kasım
el-Kuşeyrî (k.s.) der ki: Ebû Ali ed-Dekkak (r.h.)’in hastalığının iyice
arttığı âhir ömründe şöyle dediğini duymuştum: “Hakkınızda verilen ve
uygulandığında nefsinizin hoşuna gitmeyecek hüküm vakitlerinde tevhidi
koruyabilmek ilâhî yardım ve desteğe nâil olduğunuzu gösteren alametlerdendir.”
Sonra da içinde bulunduğu hâli ve böyle durumlarda kendisinin nasıl hareket
ettiğini açıklıyormuşçasına şöyle dedi: “Bu ise, hükümlerin yürürlüğe konulduğu
zamanlarda kudret makaslarıyla lime lime doğranmanız, fakat bu sırada ölü gibi
sessiz ve sâkin durabilmeniz demektir.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, IV, 391)
Rivayete
göre Resûlullah (s.a.s.) Cebrâil (a.s.)’a: “Yâkub’un Yûsuf'a duyduğu ayrılık
acısı ne dereceye varmıştı?” diye sormuş, Cebrâil de: “Evladını kaybeden
yetmiş ananın toplam acısına” demiştir. “O halde onun sevabı ne
kadardır?” diye sual edince de: “Yüz şehîd sevabıdır. Çünkü o, Allah’a
bir an bile kötü zanda bulunmadı” buyurmuştur. (ed-Dürrü’l-Mensûr,
IV, 570)
Şu
beyt Hz. Yâkub’un gönlünü kavuran hasret ateşini ne güzel dile getirir:
“Enîsim
hemm, celîsim ğam, işim subh u mesâ mâtem,
Gözüm
pür-nem, dilim pür-âh-ı âteşbârdır sensiz.” (Nevres)
“Ey
sevgili! Sensiz yoldaşım üzüntü, arkadaşım gam ve keder, işim sabah ve akşam
mâtemdir. Gözüm yaş dolu, dilim de durmadan âh edip ateş saçmaktadır.”
Peygamberler
de, bir yönleriyle bizim gibi insan olmaları hasebiyle kederlenip üzülürler.
Bunda bir sakınca yoktur. Nitekim Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.) oğlu İbrâhim’in
ölümüne ağlayınca, bunu hayretle karşılayanlara göz yaşlarının rahmet ve şefkat
eseri olduğunu hatırlatarak şöyle buyurmuştur: “Göz yaşarır, kalp hüzünlenir.
Biz ancak Rabbimizin râzı olacağı sözleri söyleriz.” (Buhârî, Cenâiz 43;
Müslim, Fezâil 62)
Bütün
bunlara rağmen Yâkub (a.s.): “Ben, Allah’tan gelen vahiyle sizin
bilmediğiniz nice şeyleri biliyorum” (Yûsuf 12/86) diyerek de, hadisenin
perde arkasındaki bir kısım hikmetlerinden haberdar olduğuna işaret etti. Yûsuf
ve Bünyamin’i araştırıp bulma ümidiyle evlatlarını tekrar Mısır’a doğru yola
uğurlarken, mü’minin Allah’ın rahmetinden asla ümit kesmemesi gerektiği, ancak
kâfir olanların O’ndan ümit keseceği gerçeğini hatırlattı.
Yakub’un
oğulları, babalarının verdiği hikmet dolu nasihatleri ve dile getirdiği
talebinin ardından hem kardeşlerinin durumunu araştırma, hem de erzak temin
etme maksadıyla tekrar Mısır’a geldiler:
88. Varıp yine Yûsuf’un huzuruna çıktılar: “Ey Azîz!” dediler. “Kıtlık yüzünden biz de, çoluk çocuğumuz da perişan olduk. Bu defa çok az bir erzak bedeli getirebildik. Ne olur, sen bize yine erzakımızı tam ölçek ver; ayrıca bize bir miktar da bağışta bulun. Şüphesiz Allah, fazladan iyilikte bulunanları bol bol mükâfatlandırır.”
Rivayete
göre, Yâkub (a.s.) oğullarından birine şunları yazmasını emretti:
“Rahmân
ve Rahîm Allah’ın ismiyle…
Allah’ın
dostu İbrâhim’in oğlu İshâk’ın oğlu Yâkub İsrâilullah’tan Mısır Azîz’ine!
Biz, başlarına devamlı olarak belâlar inen bir
aileden geliyoruz. Dedem İbrâhim, Nemrud tarafından yakılmak istendi, fakat
buna sabretti. Bu sebeple Allah ateşi ona serin ve selâmet kıldı. Amcam
İsmâil’e gelince, o da boğazlanma tehlikesiyle karşı karşıya geldi. Fakat sabrı
sayesinde Allah Teâlâ büyük bir kurbanlık ile kendisini kurtardı. Ben de oğlum
Yûsuf’u kaybetmekle müptelâ oldum, gözlerim kör olup belim bükülünceye kadar
ağladım. Hırsız sanarak yanınızda alıkoyduğunuz oğlumla teselli buluyordum.
Şunu bil ki biz, ne hırsızlık yapan ne de böyle bir suçu işleyecek olanları
dünyaya getiren bir aileyiz! Oğlumu bana iade ederseniz ne âlâ! Aksi takdirde,
size öyle bir beddua ederim ki yedi kuşak sonraki çocuklarınıza bile sirâyet
eder... Vesselâm!”
Yûsuf,
babasının mektubunu okuyunca ağladı ve ona şöyle bir cevap yazdı:
“
Rahmân Rahîm Allah’ın ismiyle...
Yâkub
İsrâilullâh’a Mısır Azîzinden!
İmdi
ey yaşlı zat! Mektubun elime ulaştı. Onu okudum ve oradaki bilgileri tüm
yönleriyle öğrendim. Mektubunda sâlih atalarından ve bunların bir takım
belâlara uğradıklarından bahsediyorsun. Madem ki onlar böyle belâlara
uğradıkları ve bunlara sabrettikleri için zafere eriştiler, öyleyse sen de
onlar gibi sabret... Vesselam!”
Bu
mektubu alıp okuyan Yâkub (a.s.): “Vallahi” dedi, “Bu, bir hükümdar mektubu
değil, bir peygamber mektubudur! Bu mektubun sahibi belki de Yûsuf’tur!”
(Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XVIII, 161-162; Kurtubî, el-Câmi‘,
IX, 256)
Kıtlık
zamanında Yûsuf (a.s.)’a:
“–Sen,
hazinelerin sorumlusu ve tasarrufçusu olduğun hâlde niçin kendini aç bırakıyor,
doyasıya yemiyorsun?” diye sorulmuştu. Şu cevâbı verdi:
“–Ben
doyarsam, aç olanları unutup hâllerini anlayamamaktan korkarım!” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân,
İstanbul 1969, IV, 284)
Artık
Hz. Yûsuf’un, kendini tanıtma ve bu sûrenin 15. âyetinde müjdelendiği üzere,
onlara daha önce yaptıklarını hiç beklemedikleri bir anda haber verme vakti
gelmişti:
89. Yûsuf onlara: “Siz câhilliğiniz zamanında Yûsuf’a ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?” diye sordu.
90. Onlar: “Aman Allahım! Yoksa sen, gerçekten sen Yûsuf musun?” diye şaşırıp kaldılar. O da: “Evet, ben Yûsuf’um, bu da kardeşim. Allah bize lutufta bulundu. Gerçek şu ki, kim Allah’a karşı gelmekten sakınır ve sabrederse, elbette Allah iyilik eden ve yaptığı işi güzel yapanların emeklerini boşa çıkarmaz” dedi.
91. Onlar da: “Allah’a yemin olsun ki, gerçekten Allah seni seçip bize üstün kıldı. Biz ise gerçekten büyük bir suç işlemişiz” itirafında bulundular.
Yûsuf
(a.s.), kardeşlerinin, uğradıkları fakr u zarûret sebebiyle büyük bir tevâzu,
kalp kırıklığı ve boyun büküklüğü içinde huzurunda eğilmeleri, ona
ihtiyaçlarını arzetmeleri, hatta getirdikleri bedelin değersizliğinden dolayı
bir miktar da karşılıksız bağışta bulunmasını istemeleri karşısında daha fazla
dayanamadı. Kendine revâ gördükleri tuzakları câhilliklerine atfedip, şu anki
durumlarının mânen daha iyi bir seviyede olduğunu ihsâs ettirerek, kendisinin
Yûsuf olduğunu söyledi. Beklemedikleri bir durumla karşılaşan kardeşleri, tabii
olarak şaşkınlıklarını gizleyemediler. Hayret ve şaşkınlıktan dilleri
düğümlenerek: “Ne! Yoksa sen, gerçekten sen Yûsuf musun?” dediler. Yûsuf’a
yaptıkları şeyler, âdetâ bir film şeridi gibi gözlerinin önünde canlandı. Çok
utandılar, mahcup oldular. Ne diyeceklerini, ne yapacaklarını bilemediler.
Nihâyetinde Allah Teâlâ’nın Yûsuf’u seçtiğini, kendilerine gerçekten üstün
kıldığını söylediler. Ona karşı gerçekten büyük bir suç işlediklerini itiraf
ettiler. Kıskançlığın ve düzenbazlığın, Allah’ın muradının vuku bulmasına;
lütfunu ve ihsanını dilediği kullarına eriştirmesine asla mâni olmadığını çok
iyi anladılar.
Onların
mahcubiyet ve pişmanlık içinde
olduklarını gören Yûsuf (a.s.) affın zirve örneklerini tatbik bakımından
fazilet üzere fazilet sergilemeye başladı:
92. Yûsuf şöyle dedi: “Bugün size bir ayıplama, bir kınama yok. Ben hakkımı çoktan helâl ettim. Allah da sizi bağışlasın. Çünkü O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.”
Şerefli
insan Yûsuf (a.s.), onlara acıdı, merhamet etti; onların böyle mahcubiyet
içinde ezilmelerine gönlü razı olmadı. Onların karmaşık duygularla allak bullak
olan kalplerini teskin etmek, utançtan kızaran ve kendine doğru bakmaya cesaret
edemeyen yüzlerini rahatlatmak üzere büyük bir af ve kerem örneği sergileyerek:
“Bugün size bir ayıplama, bir kınama yok. Ben hakkımı çoktan helâl ettim.
Allah da sizi bağışlasın. Çünkü O, merhamet edenlerin en merhametlisidir”
dedi.
Rivayete
göre kardeşleri, Hz. Yûsuf’a:
“-
Bizleri sabah-akşam yemeğe davet ediyorsun Fakat biz sana yaptıklarımızdan
dolayı utanıyoruz, utancımızdan yüzüne bile bakamıyoruz” diye haber
gönderdiler. Onlara şöyle cevap verdi:
“-
Mısır ahâlisi, ben her ne kadar içlerinde vezir makamında bulunuyorsam da, ilk
zamanlardaki gibi, bana köle gözüyle bakarlar, «Sübhânellâh! Yirmi dirheme
satılmış olan bir köle ne kadar yüksek makamlara erişti» derlerdi. Şimdi ise
sizinle şeref kazandım, halkın gözünde değer buldum. Zira onlar anladılar ki,
siz benim kardeşlerimsiniz ve ben İbrâhim (a.s.)’ın torunlarındanım!” (Bursevî,
Rûhu’l-Beyân, IV, 402)
Hz.
Yûsuf’taki bu af ve kerem, şüphesiz Allah Resûlü (s.a.s.)’de fazlasıyla
mevcuttu.
Merhamet
ummanı Efendimiz, Mekke’yi fethettikten sonra Kâbe’de toplanmış olan halka:
“–Ey
Kureyş topluluğu! Şimdi benim, sizin hakkınızda ne yapacağımı sanıyorsunuz?” diye sordu.
Kureyşliler:
“–Biz
senin hayır ve iyilik yapacağını umarak; «İyilik yapacaksın!» deriz. Sen, kerem
ve iyilik sahibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sahibi bir kardeş oğlusun!..”
dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s.):
“–Ben
de Hz. Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi: «…Bugün size bir ayıplama, bir
kınama yok. Ben hakkımı çoktan helâl ettim. Allah da sizi bağışlasın. Çünkü O,
merhamet edenlerin en merhametlisidir» (Yûsuf 12/92) diyorum. Haydi gidiniz, artık serbestsiniz!”
buyurdu.
Bir
diğer hitâbında da:
“–Bugün
merhamet günüdür. Bugün Allah’ın, Kureyşlileri İslâm ile güçlendirip üstün
kılacağı bir gündür” buyurdu.
Bunun
netîcesinde, fetihten önce birçok müslümanın malına ve cânına kıymış olan
kimseler bile, hidâyet şerefine erdiler. Allah Teâlâ, Kureyş müşriklerini
Rasûlü’nün eline düşürdüğü ve O’na boyun eğdirdiği hâlde Resûlullah (s.a.s.)
onları affetti ve serbest bıraktı. Bu sebeple Mekkelilere “Tulekâ”, yâni “Âzâd
edilenler” adı verildi (Bk. İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 32;
Vâkıdî, el-Meğâzî, II, 835; İbn Sa‘d, et-Tabakât, II, 142-143)
Bununla
alakalı bir diğer misal de şöyledir:
Allah
Resûlü’nün amcaoğlu Ebû Süfyân bin Hâris, nübüvvetten önce Peygamber
Efendimiz’in dostu idi. Nübüvvetten sonra ise, azılı bir düşman kesilerek ona
hicviyeler yazdı. Peygamber şâiri Hassan bin Sâbit (r.a.) da, bu hicviyelere
cevap verirdi. Sonradan Ebû Süfyân, bu yaptıklarına pişmân oldu. Medine-i
Münevvere’ye doğru yola çıktı. Yolda Mekke fethine gelen Allah Resûlü’ne
rastladı. Peygamberimiz (s.a.s.), Ebû Süfyân’ın yüzüne bakmadı. Ebû Süfyân, çok
müteessir oldu. Hz. Ali’nin öğrettiği:
“Allah’a
yemin olsun ki, gerçekten Allah seni seçip bize üstün kıldı. Biz ise gerçekten
büyük bir suç işlemişiz” (Yûsuf 12/91) âyeti ile özür diledi.
Allah
Resûlü (s.a.s.) de:
“Bugün
size bir ayıplama, bir kınama yok. Ben hakkımı çoktan helâl ettim. Allah da
sizi bağışlasın. Çünkü O, merhamet edenlerin en merhametlisidir” (Yûsuf 12/92)
âyet-i kerîmesini okuyarak, onun ve diğerlerinin eski ayıplarını affetti. Ebû
Süfyân, müslüman olduktan sonra utancından başını kaldırıp Fahr-i Kâinat
Efendimiz’in yüzüne bakamazdı (Vâkıdî, el-Meğâzî, II, 810-811; İbn Hişâm,
es-Sîre, IV, 20-24; İbn Abdülber, el-İstî‘âb,
IV, 1674)
Şefkat
ve merhamet dolu, gönül alıcı ifadelerle kardeşlerini içinde kıvrandıkları
mahcubiyet ve eziklik duygularından kurtarmaya çalışan Yûsuf (a.s.), hastalara
şifa ve darda kalanlara çıkış yolu gösteren müjde yüklü sözlerine şöyle devam
ediyor:
93. Yûsuf: “Şimdi şu gömleğimi götürün ve onu babamın yüzüne sürün de gözleri yeniden açılsın. Sonra da bütün ailenizi toplayıp birlikte bana gelin” dedi.
Yûsuf
(a.s.)’ın, gömleğini göndererek, bunun babasının yüzüne sürüldüğünde gözlerinin
açılacağını kesin olarak ifade etmesinin iki türlü izahı yapılabilir:
Birincisi;
Hz. Yûsuf bunu Allah Teâlâ’dan aldığı vahye dayanarak yapmıştır. Buna göre
hâdise Yûsuf (a.s.)’ın bir mûcizesidir.
İkincisi; hâdisenin aklî izahı ise şöyledir: Hz.
Yâkub’un gözlerine ak düşmesi, Yûsuf’un ayrılığından dolayı tutulduğu derin
hüzün ve kederden kaynaklanmıştır. Bunu fark eden Yûsuf (a.s.), babasının
kederini gidermek üzere gömleğini göndermiştir. Gerçekten de gömlek getirilip
yüzüne sürülünce o, Yûsuf’unun hayatta olduğunu öğrenmiş, buna çok sevinmiş ve
kalbine büyük bir sevinç dolmuştur. Bu vesileyle ruhu kuvvetlenerek gözüne fer gelmiştir.
Nitekim Hz. Yâkub’un, Yûsuf’un kokusunu ta uzaktan duyması da gönlünde coşan
sevincin bir göstergesi gibidir:
94. Kervan Mısır’dan henüz ayrılmıştı ki babaları: “Eğer beni bunaklıkla suçlamazsanız, gerçekten ben Yûsuf’un kokusunu duyuyorum” dedi.
Hz.
Yâkub, Yûsuf (a.s.)’ın kokusunu o kadar uzak mesafeden bir anda duyabilmiştir.
Bununla ilgilia şu izahlar yapılabilir:
› Allah Teâlâ
bu kokuyu, bir mûcize olmak üzere o kadar uzak mesafeden Hz. Yakub’un koku alma
duyusuna ulaştırmıştır.
› Allah Teâlâ,
o anda o kokuyu Yâkub (a.s.)’ın vicdanında var etmiştir. Veya Cenâb-ı Hak,
Yâkub’un hafızasını yeniden harekete geçirmiş, daha önceden bildiği Yûsuf’un
kokusunu ona yeniden duyurmuştur.
Buna
göre hâdise, bizzat Allah’ın iradesiyle gerçekleşen bir mûcizedir ki, bunun
böyle olduğunda şüphe yoktur. Üstelik bunun gerek Mısır’dan gönderilmesi,
gerekse böyle bir hızlı titreşimin Yâkub tarafından algılanabilmesi ve o
kokunun Yûsuf’a ait olduğunu kestirebilmesi doğrudan doğruya ilâhî tasarrufu
gösteren harikalardır ve olayın mûcizevi yönü açıktır.
Fakat
ayetin ifadesinden açıkça ortaya çıkan mâna, bu kokunun rüzgâr içinde duyulması
ve gömleği taşıyan müjde kafilesinin Mısır’dan ayrıldığı sırada iletilmiş
olmasıdır. Bu ise ses ve görüntüde olduğu gibi, kokunun da havadan bir telsizle
şimşek gibi naklinin ve iletilmesinin mümkün olabileceğini, yaratılışta bunun
da gizli bir kanunu olabileceğini düşündürmektedir.[1]
Yâkub
(a.s.)’ın gözleri açılıp Hz. Yûsuf’la ilgili sır perdesi yavaş yavaş ortadan
kalkmaya başlayınca kardeşleri Yûsuf’a karşı işledikleri cürümler güneş gibi
aydınlanmaya başladı. Dolayısıyla onlar, babalarının ayaklarına kapanıp özür
dileme durumunda kaldılar:
[1] Bugün bu hususta bilimsel ve teknolojik çalışmalar hızla ilerlemektedir. Bununla ilgili özel araştırmalar yapan Paul Keller ve ekibi, Hz. Yâkub’un mûcizesi olan koku naklini hayata geçirecek olan elektronik bir sistemi geliştirmeye çalıştı. Prof. Keller’in tarifiyle bir “Elektronik burun” ve uzaktaki bir “Koku üretici”den müteşekkil olan sistem, bilim dünyasında büyük bir hayret uyandırdı. Geliştirilen bu elektronik araçla, önce girilen koku, kimyevi alıcılara verilir. Kimyevi alıcılar, kokuyu alarak yapay sinir ağına iletir. Yapay sinir ağına gelen koku burada belirli işlemlerden ve döngülerden geçirilir. İşlemler sonunda kokunun, hangi kokuların (bileşenlerin) hangi oranlarda birleşmesiyle oluştuğu tesbit edilir. Sinir ağında sayılaştırılan koku bileşen bilgileri, elektrik akımı vasıtasıyla uzaktaki koku birleştiricisine iletilir. Her koku bileşen kanalına gelen bilgiler değerlendirilerek doğru oranlarda bileşenler üretilir. Bileşenler bir araya getirilerek koku yeniden elde edilir. (Arsay, Zafer, “Koku Nakli Mûcizesi”, Zafer, 1998, sy. 257, s. 4-5)
95. Onlar da: “Allah’a yemin olsun ki, sen hâlâ o eski şaşkınlığında devam etmektesin” dediler.
Hz. Yâkub, Yûsuf (a.s.)’ın kokusunu o kadar uzak mesafeden bir anda duyabilmiştir. Bununla ilgilia şu izahlar yapılabilir:
› Allah Teâlâ bu kokuyu, bir mûcize olmak üzere o kadar uzak mesafeden Hz. Yakub’un koku alma duyusuna ulaştırmıştır.
› Allah Teâlâ, o anda o kokuyu Yâkub (a.s.)’ın vicdanında var etmiştir. Veya Cenâb-ı Hak, Yâkub’un hafızasını yeniden harekete geçirmiş, daha önceden bildiği Yûsuf’un kokusunu ona yeniden duyurmuştur.
Buna göre hâdise, bizzat Allah’ın iradesiyle gerçekleşen bir mûcizedir ki, bunun böyle olduğunda şüphe yoktur. Üstelik bunun gerek Mısır’dan gönderilmesi, gerekse böyle bir hızlı titreşimin Yâkub tarafından algılanabilmesi ve o kokunun Yûsuf’a ait olduğunu kestirebilmesi doğrudan doğruya ilâhî tasarrufu gösteren harikalardır ve olayın mûcizevi yönü açıktır.
Fakat ayetin ifadesinden açıkça ortaya çıkan mâna, bu kokunun rüzgâr içinde duyulması ve gömleği taşıyan müjde kafilesinin Mısır’dan ayrıldığı sırada iletilmiş olmasıdır. Bu ise ses ve görüntüde olduğu gibi, kokunun da havadan bir telsizle şimşek gibi naklinin ve iletilmesinin mümkün olabileceğini, yaratılışta bunun da gizli bir kanunu olabileceğini düşündürmektedir.[1]
Yâkub (a.s.)’ın gözleri açılıp Hz. Yûsuf’la ilgili sır perdesi yavaş yavaş ortadan kalkmaya başlayınca kardeşleri Yûsuf’a karşı işledikleri cürümler güneş gibi aydınlanmaya başladı. Dolayısıyla onlar, babalarının ayaklarına kapanıp özür dileme durumunda kaldılar:
[1] Bugün bu hususta bilimsel ve teknolojik çalışmalar hızla ilerlemektedir. Bununla ilgili özel araştırmalar yapan Paul Keller ve ekibi, Hz. Yâkub’un mûcizesi olan koku naklini hayata geçirecek olan elektronik bir sistemi geliştirmeye çalıştı. Prof. Keller’in tarifiyle bir “Elektronik burun” ve uzaktaki bir “Koku üretici”den müteşekkil olan sistem, bilim dünyasında büyük bir hayret uyandırdı. Geliştirilen bu elektronik araçla, önce girilen koku, kimyevi alıcılara verilir. Kimyevi alıcılar, kokuyu alarak yapay sinir ağına iletir. Yapay sinir ağına gelen koku burada belirli işlemlerden ve döngülerden geçirilir. İşlemler sonunda kokunun, hangi kokuların (bileşenlerin) hangi oranlarda birleşmesiyle oluştuğu tesbit edilir. Sinir ağında sayılaştırılan koku bileşen bilgileri, elektrik akımı vasıtasıyla uzaktaki koku birleştiricisine iletilir. Her koku bileşen kanalına gelen bilgiler değerlendirilerek doğru oranlarda bileşenler üretilir. Bileşenler bir araya getirilerek koku yeniden elde edilir. (Arsay, Zafer, “Koku Nakli Mûcizesi”, Zafer, 1998, sy. 257, s. 4-5)
96. Nihâyet müjdeci gelip gömleği Yâkub’un yüzüne sürünce o derhal görmeye başladı. Büyük bir heyecanla: “Ben size, Allah’tan gelen vahiy ile sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum, dememiş miydim?” diye haykırdı.
97. Oğulları: “Sevgili babamız! Günahlarımızın affı için Allah’tan bağışlanma dile. Çünkü biz gerçekten büyük bir suç işledik” itirafında bulundular.
98. Babaları da: “Sizin için ileride Rabbimden bağışlanma dileyeceğim. Hiç şüphesiz O, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir” dedi.
Yâkub
(a.s.), çocuklarının, işledikleri hata sebebiyle kendileri için bağışlanma
dilemesi taleplerine hemen icâbet etmemiş, bunu bir müddet ertelemiştir. Çünkü
yaptıkları hata çok büyük bir hata idi ve onlara gönlü kırıktı. Üstelik bu
hatayı Yûsuf’a karşı yaptıklarından dolayı araya kul hakkı girmişti. İlâhî
mağfiretin talep edilmesi ve onun gerçekleşmesi için Yûsuf’un da hakkını helâl
etmesi gerekmekteydi. Bu sebeple Yakup (a.s.), onları Yûsuf’la
helâlleştirinceye kadar istiğfarı tehir etmiştir.
Nitekim
kul hakkının ehemmiyeti ve ölmeden önce mutlaka helâlleşmek gerektiği hususunda
Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Her
kimin kardeşine ırzında, şeref ve haysiyetinde yahut herhangi bir hususta
yaptığı bir haksızlığı varsa, dinar ve dirhemin bulunmadığı bir gün gelmeden
önce o haksızlıktan dolayı ondan helâllik dilesin. Çünkü helâllik dilemese eğer
sâlih bir ameli varsa, yaptığı haksızlığı kadar o sâlih amelinden alınır. Eğer
iyilikleri yoksa bu sefer haksızlık yaptığı arkadaşının günahlarından alınır
ona yükletilir.” (Buhârî, Mezâlim 10)
Yûsuf
(a.s.)’ın daveti üzerine tüm aile fertleri toplanıp Mısır’a doğru yola
çıktılar. Kervanın yaklaştığını haber alan Yûsuf (a.s.), onları karşılamak
üzere şehir dışında bir karargâh kurdu. Nihâyet kervan sevinç gösterileri
içinde oraya vardı:
99. Hep birlikte Yûsuf’un huzuruna çıkınca, Yûsuf annesiyle babasını yanına alıp bağrına bastı ve: “Buyurun! Allah’ın izniyle emniyet ve huzur içinde Mısır’a yerleşin” dedi.
100. Annesiyle babasını tahtına oturttu. Hepsi birlikte onun önünde saygıyla eğildiler. Yûsuf dedi ki: “Babacığım, daha önce gördüğüm rüyânın tâbiri işte budur. Rabbim o rüyâyı gerçekleştirdi. Ayrıca şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni hapisten kurtararak ve sizi çölden buraya getirerek Rabbim bana büyük ihsânlarda bulundu. Doğrusu Rabbim, her ne dilerse onu pek güzel bir şekilde ve insanların göremeyeceği bir incelik içinde yerine getirir. Şüphesiz O, evet O, her şeyi hakkıyla bilen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır.”
Hz.
Yûsuf, Mısır’a gelen ana-babası ve diğer aile fertlerini büyük bir memnuniyet
ve sevinç içerisinde karşıladı. Daha önce erzak almak için gelen kardeşlerini
üç kez görmüştü. Fakat ana-babasını uzun seneler hiç görememişti. Bu sebeple
onlara duyduğu hasret daha fazlaydı. Onları görür görmez yanına aldı, bağrına
bastı, hasret giderdi. Sonra hepsine emniyet ve huzur içinde; kimseden
korkmadan ve hiçbir şeyden çekinmeden Mısır’a yerleşmelerini söyledi.
Yûsuf
(a.s.)’ın bu hoşgörüsü, müsamahası, misâfirperverliği ve lutufkâr tavrı
karşısında gelenlerin hepsi son derece memnun oldular. Onun ne kadar affedici,
kerîm, şerefli ve güzel bir insan olduğunu bu defa daha yakından anladılar. Hep
birlikte onun huzurunda saygıyla eğildiler. Böylece onu selamlayıp, ona olan hürmet
ve tâzimlerini sundular. Buradaki secde, kesinlikle bir ibâdet secdesi değil, o
dönemde gelenek olan bir selamlaşma ve saygı hareketidir. Çünkü onların âdetine
göre secde, selamlama ve saygı gösterme mânası taşımaktaydı. Nitekim bazı
toplumlarda insanların, birbirlerine tâzim ve saygı göstermek maksadıyla ayağa
kalkmayı, el öpmeyi, musâfaha yapmayı… âdet edindikleri bir gerçektir.
Annesi,
babası ve kardeşlerinin tabii olarak huzurunda eğildiklerini ve kendisine
tâzimlerini arzettiklerini gören Yûsuf (a.s.), daha önce gördüğü rüyayı
hatırladı. Babasına hitap ederek, tahdîs-i nimet kabilinden, bu manzaranın
gördüğü o rüyanın bir neticesi olduğunu; Allah Teâlâ’nın onu gerçek çıkardığını
söyledi. Peşinden de, hapisten kurtulması ve tüm ailesinin Mısır’a gelmesi gibi
Cenâb-ı Hakk’ın kendisine olan hususi ikram ve ihsanlarını zikretti. Ondaki
affedicilik, sabır ve tahammüle bakalım ki, kardeşleriyle arasında olup biten
meselelerde suçu şeytana yüklediği gibi, suçlarını hatırlayıp üzülmemeleri için
ne kuyuya atılmasından ne de oradan kurtuluşundan hiç bahsetmedi.
Allah
Teâlâ’nın Latîf ism-i şerifinde iki mâna vardır:
Nihâyetsiz lutuf sahibi, kullarına bol bol ihsan eden, nimet
veren.
Murad ettiği işleri yoluna koymak ve neticeye erdirmek için çok
ince ve çok güzel tedbirler alan; işlerin inceliklerini çok iyi bilen, rıfk ile
muamele eden.
Fiildeki
rıfk yani yumuşaklıkla anlayış ve kavrayıştaki letâfet bir araya geldiğinde
lütfun mânası tam olarak gerçekleşir. Bunun ilim ve fiilde kemâli ise sadece
hakiki Latîf olan Allah Teâlâ’ya mahsustur. Kulun bu isimden alacağı nasip ise,
insanları Allah’a davet ve onları âhiret nimetlerine eriştirmek hususunda,
aynen Hz. Yûsuf’un yaptığı gibi, sertlik, ayıplama ve düşmanlığa sapmadan son
derece yumuşak ve lutufkâr olmaktır.
Yûsuf
(a.s.) sonra Rabbine yönelerek şöyle niyaz etti:
101. “Rabbim! Bana iktidar ve saltanattan büyük bir nasip verdin; bana rüyâların tâbirini, eşya ve hâdiselerin yorumunu öğrettin. Ey gökleri ve yeri yoktan yaratan Allahım! Dünyada da, âhirette de benim sahibim ve gerçek koruyucum sensin. Müslüman olarak canımı al ve beni sâlih kullarının arasına kat!”
Kendisine
ihsan ettiği bunca nimetler karşısında Yûsuf (a.s.), nihâyetsiz şükür hissiyâtı
içinde Rabbine yöneldi, O’na yalvardı. Tekrar, sahip olduğu mülk ve saltanat
gibi, rüyaların tâbirini, hâdiselerin iç yüzünü ve neticelerini bilmek gibi
nimetlerini andı. “Ey gökleri ve yeri yoktan yaratan Allahım!” diyerek Rabbini
medhetti. Dünya ve âhirette tek dostunun ve yardımcısının Allah olduğunu
söyledi. Kemâlden sonra artık zevâlin yaklaştığını anladı. Sonra da mübârek
dillerinden, Kur’an’da yer alıp çağlar boyu kulaklarda çınlayacak, gönüllerde
makes bulacak ve Rabbine kavuşmayı özleyen ruhlara bir diriliş ve yükseliş
iksiri sunacak şu dua döküldü:
“Allahım!
Müslüman olarak canımı al ve beni sâlih kullarının arasına kat!” (Yûsuf
12/101)
Bu
onun, İslâm üzere ve Allah’a teslim olmuş bir vaziyette vefât etme talebidir.
Zira Cenâb-ı Hak, “Ancak Allah’a gönülden boyun eğmiş müslümanlar olarak can
verin” (Âl-i İmrân 3/102) buyurarak kullarından da bunu istemektedir. Çünkü
bir insan için en büyük ikram, tevhid ehli bir mü’min olarak ruhunu Rabbine
teslim etmesidir.
Âfiyet
içinde bulunulduğu zamanlarda ölümü gönülden temennî etmek, Allah’a duyulan
iştiyakın bir emâresidir. Bunun da en güzel misâli Yûsuf (a.s.)’dır. Nitekim o
kuyuya atıldığı halde üzülüp kederlenip de “müslüman olarak canımı al” demedi.
Köle olarak satıldığı, belli bir müddet o şekilde yaşadığı halde yine “müslüman
olarak canımı al” demedi. Sonra senelerce hapiste kaldı, yine “müslüman olarak canımı
al” demedi. Ne zaman ki mülk ve saltanat nimetlerine erişti, işler düzeldi,
kardeşleri geldi huzurunda yerlere kapandı, ana-babasını tahtına oturttu, işte
o zaman “müslüman olarak canımı al” diye dua etti. Bu durum onun, çektiği bir
sıkıntıdan dolayı değil de gerçekten Allah Teâlâ’ya kavuşma arzusuyla böyle bir
talepte bulunduğunu gösterir. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 95)
Unutmamak
gerekir ki, dünyanın en lezzetli saadetinden çok daha büyük ve cezbedici bir
saadet ve mutluluk dolu bir vaziyet kabrin arkasında saklanmıştır. Ölüm işte bu
saadete açılan kapıdır. Bu sebeple ölümden korkmamak ve ondan ötesi için
çalışmak lazımdır. Bunun için de, bizi çepeçevre kuşatan gayb âleminde neler
olup bittiğine kulak asmak, Kur’an ve sünnetin bu konuda verdiği bilgilere tam
mânasıyla inanıp ona göre davranmak, Allah’ın birliği ve âhiretin varlığı
konusunda kalpteki her türlü küfür ve şirk tortularını temizlemek zarureti
ortaya çıkmaktadır:
102. Rasûlüm! Sana bildirdiğimiz bu kıssa gayb haberlerindendir. Yoksa, Yûsuf’un kardeşleri sinsice planlar kurup bunu gerçekleştirmek için bir araya geldiklerinde sen onların yanında değildin.
103. Herkesin mü’min olmasını ne kadar çok istesen de, insanların çoğu iman etmeyecektir.
104. Oysa sen tebliğ vazîfene karşılık onlardan bir ücret de istemiyorsun. Bu Kur’an, bütün akıllı ve şuurlu varlıklar için sadece bir öğüttür.
Kureyş
müşrikleri ve bir kısım yahudiler, Resûlullah (s.a.s.)’i zor durumda bırakmak
için Yûsuf kıssasını sordular. İsrâiloğulları’nın Mısır’a niçin gittiklerini
anlatmasını istediler. Fakat Peygamberimiz’in bu konuda hiçbir bilgisi yoktu.
(bk. Yûsuf 12/3) Çünkü o (s.a.s.), ne Yûsuf’u kuyuya atmak için dolap çeviren
kardeşlerinin yanında bulunmuştu. Ne de sırf oyun olsun diye ona bunu sormak
için gizlice konuşup karar veren müşriklerle yahudi bilginlerinin meclisine
katılmıştı. Allah Teâlâ, vahiyle Efendimiz (s.a.s.)’e kıssayı en güzel ve en
doğru bir şekilde haber verdi. Resûl-i Ekrem (s.a.s.), bunu kendilerine
anlatınca hepsinin hemen müslüman olacaklarını ümit ediyordu. Fakat pek çoğu
iman etmediler. Cenâb-ı Hak, ne kadar şiddetle istese ve bu uğurda kendini
helak edercesine gayret gösterse de insanların çoğunun iman etmeyeceğini haber
vererek, fıtratı insanlığa ve tüm varlığa merhametle yoğrulmuş Efendimiz
(s.a.s.)’i teselli buyurdu. Ona düşen vazifenin, insanlardan maddi en küçük bir
menfaat beklemeksizin, sadece Allah rızâsını kastederek tebliğe devam etmek
olduğunu bildirdi. Çünkü Kur’an, ancak akıllı varlıklar için bir öğüt ve hatırlatmadır.
Dolayısıyla ancak aklını kullanabilenler onun ayetleri üzerinde düşünebilir,
anlayabilir, ondan gerekli dersi alarak iman edebilir. Aklı olmayanların veya
akılları nefsâniyetlerinin esaretine girenlerin ise Kur’an’ın öğütlerinden ders
alıp imana gelmeleri zordur:
105. Göklerde ve yerde Allah’ın varlığını, birliğini ve kudretini gösteren öyle deliller var ki! Onlar, bu delillerle sürekli iç içe, yan yana bulunurlar, fakat üzerinde hiç düşünmeden tam bir aldırmazlık içinde onlardan yüz çevirirler!
106. Onların çoğu, Allah’a ancak şirk koşarak inanırlar.
107. Yoksa onlar, farkında olmadıkları bir sırada Allah’ın azabından kendilerini kuşatacak bir felâketin gelip çatmasından veya kıyâmetin ansızın başlarında kopmasından emin mi oldular?
“Âyet”,
bir şeyin varlığını gösteren işarettir. Bunun sözlü olanları bulunduğu gibi,
fiilî olanları da vardır. İnzal buyrulan ilâhî kitaplar ve son olarak inen
Kur’an, Allah’ın varlığını ve birliğini haber veren sözlü âyetlerle doludur.
Bütün genişliği ve büyüklüğü ile kâinat ise baştan başa yine Allah’ın
varlığını, birliğini, kudret ve azametini gösteren fiilî âyetlerle dolu bir
sergidir. Gözle görülmeyecek kadar küçük bir nutfeden şu mükemmel insanın
yaratılması, denizlerden suyu buharlaştırıp toprağa yağmur indiren tabiat
kanunları, akla ve hayale gelmeyecek kadar çeşitli renk ve vasıftaki hayvanlar,
kuşlar, balıklar ve bitkiler hep Allah’ın birliğinin, bütün bunların bir tek
Yaratıcı tarafından yaratıldığının, düzenlenip yönetildiğinin açık
işaretleridir. Bunların hepsi düşünme ve anlama kabiliyeti olan insanın dikkat
nazarlarına sunulmuştur. İnsanoğlu ilmî, fikrî ve amelî hayatında bu
hadiselerle daima iç içedir. Bunları düşünüp, bunlara hâkim olan ilâhî
kanunları keşfederek Yaratanını tanıması gerekirken, tam aksine bunları gereği
gibi tefekkürden yüz çevirir; lazım gelen dersi ve ibreti alamaz. Neticede
Allah Teâlâ’ya, O’nun istediği ve razı olduğu şekilde iman edemez. İmanına şirk
karıştırır. Halbuki kişinin iman ve hidâyeti bu hayatta en ciddi bir konudur.
Bu noktada meydana gelecek en küçük bir ihmal ve yanlışlık, insanın ebedi
hayatını felakete sürükler. Dolayısıyla Allah’ın azabı inmeden ve son nefesi
verip mahşerde hesap vermek üzere ilâhî huzura dikilmeden önce, Allah’a nasıl
iman ve kulluk etmek gerekiyorsa öylece iman ve kulluk etme zarureti vardır.
Bunun için de fıtratımıza ilâhî bir cevher olarak yerleştirilmiş bulunan
“basîret”imizi harekete geçirmek yeterli olacaktır:
108. Rasûlüm! Şöyle de: “İşte benim yolum budur: Ben ve bana tâbi olanlar, insanları Allah’a körü körüne değil, basîret üzere, delillere dayanarak ve ne yaptığımızı bilerek dâvet ediyoruz. Allah’ı her türlü noksanlıktan tenzih ederim ve ben, O’na ortak koşanlardan değilim!”
Allah
Resûlü (s.a.s.)’in yolu, iman ve tevhidle kulu Rabbine ulaştıran İslâm yoludur.
Sırat-ı müstakîmdir. Âyette geçen اَلْبَص۪يرَةُ
(basiret) kelimesi, “açık ve kesin delil, inanç, bilgi, ibret alınacak şey,
kalp gözü, sezmek, idrak etmek, anlama ve kavrama istidadı” gibi mânalara
gelir. Basîret, içinde şek olmayan bir yakîn ve içinde şüphe bulunmayan bir
beyândır. Basîret sahibi olanlar dış âlemde başarıyla taltif olunurlar; iç
âlemlerinde de tahkîke erişirler. İşte Peygamberimiz (s.a.s.) ve dinin
tebliğinde onun izinden gidenler, insanları basîret üzere Allah’a davet
ederler. Yani müşrikler gibi körü körüne, birtakım bâtıl ve bozuk maksatlar
uğruna veya kendi nefsâni arzuları istikâmetinde değil;
› Hedefe
ulaştıran apaçık bir beyân ve delil ile,
› Ne dediğini,
kime ve neye davet ettiğini net bir şekilde bilerek,
› İhlâs ve
samimiyetle,
› Lazım gelen
tüm edep, nezahet ve hikmet çerçevesinde ve
› Sadece
Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını gözeterek insanları Allah’a çağırırlar.
Görüldüğü
üzere mûcizevî bir belâğat ve fesâhate sahip olan Kur’an, kullandığı bir tek
“basîret” kelimesiyle, İslâm’ı tebliğin bütün şartlarını en güzel bir şekilde
beyân etmektedir. Ancak bu şekilde yapılan tebliğ, faydalı bir netice
verecektir. Bunun dışındaki bir din ve dindarlık anlayışı kuru bir iddiadan
öteye geçmeyecektir.
Nitekim
önceki peygamberlerin de dini aynı yolla tebliğ etmiş ve benzer sıkıntılar
yaşamışlardır:
109. Senden önce gönderdiğimiz peygamberler de, başka değil, ancak senin gibi şehirlerin halkı arasından kendilerine vahyettiğimiz bir kısım erkeklerdi. İnsanlar yeryüzünde gezip de, kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuş bakıp ibret almazlar mı? İyi bilin ki âhiret yurdu, Allah’a karşı gelmekten sakınan ve gönlü O’nun korkusu ve saygısıla dopdolu olanlar için şüphesiz daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?
Ehl-i
Sünnet’in anlayışına göre bütün peygamberler erkeklerden ve şehirlerde oturan
medenî insanlar arasından gönderilmiştir. Çünkü kadınlar, fizikî ve ruhî
yapıları itibariyle peygamberlik yükünü kaldırabilecek kuvvet ve iktidara sahip
değillerdir. Bedevîler ise peygamberliğin ifası için gerekli olan hikmet,
nezâhet ve incelikten mahrumdurlar. Medenî insanların ahlâkî olgunluklarında
bedevîlere göre daha fazla gelişmişlik ve çekicilik vardır. Onlarda bilgi,
görgü, yumuşak başlılık, uysallık ve ünsiyet öndedir. Bedevîlerde ise
bilgisizlik, görgüsüzlük, kabalık, sertlik, acımasızlık ve karamsarlık önde
gelir. (bk. Tevbe 9/97) Buna göre bedevilik, bir peygamberde bulunması hikmet
gereği olan incelik ve çekiciliğe, olgunluk ve güzelliğe uygun değildir. Bu
sebeple, ilâhî sünnetin bir gereği olarak peygamberler, hep şehir ve kasaba
ahâlisinden, yani medenî kesimin erkekleri arasından gelmiştir. Son Peygamber
Hz. Muhammed (s.a.s.) de, “şehirlerin anası” mânasına gelen “Ümmü’l-kurâ”
adındaki Mekke şehrinde doğmuş ve orada kendisine peygamberlik verilmiştir.
Dolayısıyla ona inanmamak için, kasdî inkâr ve inattan başka hiçbir haklı
gerekçe kalmamaktadır.
O
halde:
110. O müşrikler kendilerine mühlet verilmesine aldanmasınlar. Daha öncekilere de böyle fırsat verilmişti. Fakat, ne zaman ki peygamberler, toplumlarının imana gelmelerinden ümitlerini kesecek raddeye geldi ve kendilerinin yalana çıkarıldığını yani kâfirlere karşı kendilerine yapılacağı sözü verilen ilâhî yardımın yapılmayacağını zannettiler, işte o zaman onlara yardımımız geldi ve dilediğimiz kimseler kurtarıldı. Çünkü uzun vâdede cezamız, günaha dalmış inkârcı suçlulardan hiçbir surette geri çevrilmez.
Hz.
Aişe (r.a.) validemiz bu âyet-i kerîmenin tefsirini şöyle yapar:
“Sıkıntılar
uzayıp da ilâhî yardım gecikince peygamberler, kavimlerinden kendilerini
yalancılıkla itham edenlerin artık iman edeceklerinden ümitlerini kesmişler,
inanmış olanların da kendilerini yalanlayacaklarını zannetmişlerdir. İşte o
zaman Allah’ın yardımı gelmiştir.” (Buhârî, Tefsir 12/6)
Burada,
tebliğ mücadelesi müddetince insan olmaları hasebiyle önceki peygamberlerin de
çok sıkıntılar çektikleri, darlandıkları, zorlandıkları, Allah’ın yardımını
bekledikleri ve nihâyetinde ilâhî yardımın geldiği, mü’minlerin kurtulup
günahkârların helak edildiği dikkatlere sunulmaktadır. Ayrıca, Allah’ın
yardımına nâil olmanın hemen gerçekleşmediği; bunun için kul planında lazım
gelen tüm gayretlerin son sınırına kadar sarfedilmesi gerektiği
anlaşılmaktadır. Böylece, müşriklerin inkâr ve eziyetleri karşısında
Peygamberimiz ve ona inananlar teselli edilmektedir.
Nitekim
bir diğer âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Yoksa ey mü’minler! Sizden önceki mü’minlerin başına
gelenler sizin de başınıza gelmeden, onların yaşadıkları sıkıntıları çekmeden
cennete girebileceğinizi mi sandınız? Onlara öyle ezici fakirlikler, öyle
kımıldatmayan sıkıntılar dokundu ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda peygamber
ve yanındaki mü’minler: «Allah’ın yardımı ne zaman?» diyecek hale geldiler.
Şunu bilin ki, Allah’ın yardımı pek yakındır. (Bakara 2/214)
Netice
itibariyle:
111. Yemin olsun ki, önceki peygamberlerin, özellikle Yûsuf ve kardeşlerinin kıssalarında selîm akıl sahiplerinin çıkaracağı nice dersler ve ibretler vardır. Bu Kur’an, uydurulabilecek bir söz değildir. O, kendinden önceki kitapları doğrulayan, açıklanması gerekli her şeyi açıklayan, iman eden kimseler için doğru yolu gösteren bir rehber ve rahmet olan bir kitaptır.
Hem
önceki peygamberlerin kıssalarında, hem de bu sûrede bütün tafsilatıyla
anlatılmış olan Yûsuf ve kardeşlerinin kıssasında gerçekten çok ibretler ve
alınacak dersler vardır. Ancak bunları selim akıl sahipleri düşünür, anlar ve
gereğince amel ederler. Kur’ân-ı Kerîm bu kıssaları eğlence olsun diye değil,
onlara kolayca anlayabilecekleri bir dille hitap ederek kulların problemlerini
çözmek ve onlara istikamet göstermek için anlatmaktadır. Kur’an’a gelince o,
münkirlerin iddia ettikleri gibi uydurulmuş bir söz değil, Allah katından
gelen, önceki ilâhî kitapları doğrulayan, kulların ihtiyaç duyduğu dinî ve
ahlâkî hususları açıklayan, hidâyet ve rahmet kaynağı bir kitaptır.
Yûsuf
(a.s.) ile kardeşleri arasında vuku bulan olaylar ve bunların neticelerine
bakıldığında insanın aklına, İbrâhim Hakkı hazretlerinin şu mısraları
gelmektedir:
Hak
şerleri hayreyler
Zannetme
ki gayreyler
Ârif
anı seyreyler
Mevlâm
görelim neyler
Neylerse
güzel eyler.
Deme
şu niçin şöyle
Yerincedir
o öyle
Bak
sonuna sabreyle
Mevlâ
görelim neyler
Neylerse
güzel eyler.
Yûsuf
suresinin sonunda zikredildiği üzere göklerde ve yerde Allah’ın varlığını,
birliğini, kudretini gösteren nice deliller vardır. Şimdi söze aynı noktadan başlayıp böyle
delillerle Allah’ın sonsuz kudretini ispat ve izah sadedinde Ra‘d sûresi
başlıyor:
Taha Suresinin 7. ayetinde şöyle buyrulur: Taha Suresi 7. Ayet Arapça: وَاِنْ تَجْهَرْ بِالْقَوْلِ فَاِنَّهُ يَعْلَمُ السِّرَّ وَاَخْفٰى Taha Sur ...
Sahabe, Kur’ân’a her zaman hürmet gösterir, ona olan saygılarını değişik şekillerde gösterirlerdi. SAHABENİN KUR’AN’A OLAN SAYGISI Hazret-i Ömer ve ...
Kul hakları içinde en mühim olanı ana-baba hakkıdır. Allah ve Resûlü’ne itaatten sonra ana-babaya itaat gelir. Çünkü anne ve babalarımız varlık sebebi ...
Kadir gecesinin faziletinden bahseden, Kadir sûresinin 3. ayetinde şöyle buyrulur: BİN AYDAN HAYIRLI GECE! Kadir Suresi 3. Ayet Arapça: “لَيْلَةُ ا ...
Kadir (Kadr) Suresinin 3. ayetinde şöyle buyrulur: Kadir Suresi 3. Ayet Arapça: لَيْلَةُ الْقَدْرِ خَيْرٌ مِنْ اَلْفِ شَهْرٍۜ Kadir Suresi 3. Aye ...
Hüvallahüllezi, Haşr suresinin son 3 ayetidir. Huvallahüllezi'de Allah'ın bazı isimleri zikredilir. Hüvallahüllezi Tefsiri (Haşr Suresi 22-24. Ayetle ...