Tevbe sûresi Medine’de hicretin 9. senesinde nâzil olmuştur. 129 âyettir. En son inen sûrelerden biridir. Mushaf tertîbine göre 9, nüzûl sırasına göre 113. sûredir. Meşhur isimleri “Tevbe” ve “Berâe”dir. “Tevbe”, tevbeyi konu alan 102-118. âyetlerinden alınmıştır. “Berâe” ise “beri olmak, ilişiği kesmek, ihtâr, ültimatom” mânalarına gelir. Sûrenin ilk kelimesinden alınmıştır. Sûre bunlar dışında çeşitli isimlerle de anılmaktadır:
اَلْمُقَشْقِشَةُ (Mukaşkışe): Nifak alametlerinden uzaklaştıran,
اَلْمُبَعْثِرَةُ (Müba‘sire): Münafıkların iç yüzlerini deşeleyip ortaya seren,
اَلْمُث۪يرَةُ (Müsîre): Gizlilikleri meydana çıkaran,
اَلْحَافِرَةُ (Hâfire): Münafıkların sırlarını eşeleyen,
اَلْمُخْزِيَةُ (Muhziye): Münafıkları rezil rüsvâ eden,
اَلْمُنَكِّلَةُ (Münekkile): Münafıkları cezalandıran.
Öyle ki, Huzeyfe (r.a.) bu sûre hakkında: “Sizler bu sûreye Tevbe sûresi adını veriyorsunuz. Allah’a yemin olsun ki bu sûre, hiç kimseyi dışarıda bırakmaksızın hepsini sarsmış ve sorgulamıştır” demiştir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XV, 172)
Aslında sûrenin isimleri, onun hangi mevzulardan bahsettiğini de ifade etmektedir. Bu bakımdan sûrenin en önemli konuları, sûrenin nüzûl tarihi itibariyle müşriklerle ve Ehl-i kitapla münâsebetler ve bunlara tatbik edilecek hükümler; Bizans ordusuna karşı çıkılan Tebük seferi öncesinde, sefer sırasında ve sonrasında yaşanan dikkat çekici hâdiseler; bu süreçte müslümanların ve münafıkların halet-i rûhiyelerini ortaya koymaktır. Sûre ayrıca müşriklerden daha tehlikeli olan münafıklardan, onların İslâm birliğini parçalamak için yaptıkları Mescid-i Dırar’dan bahseder. Sûrenin sonunda ise müminlerin sahip olmaları gereken bazı vasıflar, cihada teşvik, peygamber göndermenin insanlık açısından ehemmiyeti gibi mevzulara temas edilir.
Tevbe sûresi, başında besmele yazılı olmayan tek sûredir. Bunun birinci sebebi, Allah Resûlü (s.a.s.)’in böyle yapmış olmasıdır. İkinci sebebi şudur: Besmele emândır. Bu sûre ise kılıçla ve ahdi bozanlara karşı bir ültimatomla başlamaktadır. Dolayısıyla iki zıt şeyin bir arada bulunması uygun görülmemiştir. Ayrıca müslümanların burada besmelenin yazılamayacağında ittifak etmeleri, sahâbe ve tabiin dönemlerinde herhangi bir ictihatla buraya besmele yazılmasına karar vermemeleri, Kur’ân metninin Peygamberimiz’den itibaren en ufak bir değişikliğe mâruz kalmadığının açık delillerinden biridir.
Mushaftaki sıralamada dokuzuncu, iniş sırasına göre yüz on üçüncü sûredir. Mâide sûresinden sonra, Nasr sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur. Müfessirler arasındaki hâkim kanaate göre son iki âyeti Mekke’de inmiştir. 113. âyetinin de Mekke’de indiğine dair bir rivayet bulunmaktadır. Hicretin 9. yılında nâzil olmaya başlayan bu sûrenin Kur’an’ın en son inen sûresi olduğu yönünde bir rivayet de vardır (Şevkânî, II, 378; Elmalılı, IV, 2441). İçeriği ve konusuna ilişkin tarihî bilgiler, sûrenin hemen tamamının Tebük Seferi’nden az bir zaman önce başlayıp sefer süresince ve seferden hemen sonraki günlerde, en büyük kısmıyla da Medine’den Tebük’e yapılan uzun yürüyüş sırasında vahyedildiğini göstermektedir (bk. Esed, I, 343). Aşağıda açıklanacağı üzere sûrenin baş kısmı Tebük Seferi’ni takiben yani kronolojik sıra itibariyle diğer kısımlarından sonra inmiştir. Hz. Peygamber Tebük Seferi’nden döndükten sonra Hz. Ebû Bekir’i hac emîri olarak görevlendirmişti. Ebû Bekir beraberindeki müslümanlarla hareket ettikten sonra bu sûrenin baş kısmı nâzil oldu. Bunun üzerine Resûlullah sûredeki buyrukları hac esnasında insanlara tebliğ etmesi için Hz. Ali’ye görev verdi. Hz. Ali hac kafilesine yolda yetişti. Hz. Ebû Bekir ona âmir sıfatıyla mı yoksa memur sıfatıyla mı geldiğini sordu. O sadece sûreyi hac sırasında insanlara tebliğ etmekle memur olduğunu söyledi. Birlikte Mekke’ye gittiler. Hz. Ali kurban bayramının birinci günü Cemre-i Akabe yanında insanlara hitap etti, kendisinin Hz. Peygamber’in elçisi olduğunu bildirip sûreden otuz veya kırk (Mücâhid’den yapılan rivayete göre on üç) âyet okudu ve şu dört hususu özellikle tebliğ etmekle görevli olduğunu söyledi: Bu yıldan sonra Kâbe’ye müşrik yaklaşmayacak, kimse Kâbe’yi çıplak tavaf etmeyecek, mümin olmayan cennete giremeyecek, verilen söz mutlaka tutulacaktır (Zemahşerî, II, 138; Râzî, XV, 218).
Diğer sûrelerden farklı olarak bu sûrenin başında “besmele”nin olmaması şu iki sebeple açıklanmaktadır: a) Bu sûrenin, aralarındaki anlam ve içerik yakınlığı itibariyle Enfâl sûresinin devamı olma ihtimali. Hz. Peygamber’den bu sûrenin Enfâl veya başka bir sûrenin parçası olduğuna dair bir açıklama nakledilmiş olmadığı için bu ihtimal zayıf bulunmuştur. Bu görüş şu açıdan da eleştirilmiştir: Eğer sebep bu olsaydı sadece Enfâl sûresinden bu sûreye geçerken besmele okunmaması gerekirdi, oysa bu sûreye başlarken de besmele okunmaz (Elmalılı, IV, 2442-2443). b) Sûrenin müşriklere ağır bir ihtarla ve –âyetin tefsiri sırasında açıklanacak sebeplere binaen– onlarla yapılmış antlaşmanın bozulup savaş ilân edilmesi tâlimatıyla başlaması. Bu izaha göre, besmele güven ve rahmetin ifadesi olduğundan iki zıt ifadenin birlikte okunması uygun görülmemiştir. Başka bazı sûrelerin de savaş buyruğu içerdiği (Derveze, XII, 66) veya “yazıklar olsun” gibi ifadelerle başladığı (Âlûsî, X, 61) gerekçesiyle bu izah eleştirilmişse de, başka bir sûrenin başında böyle şiddetli bir uyarı ve ahdi bozma ifadesi yer almamaktadır. Bu konudaki izah farklılıkları bir yana, İslâm âlimleri bu sûrenin başında besmelenin yazılmaması ve okunmaması gerektiği hususunda fikir birliği içindedirler. Bunun herkesçe kabul edilen ortak sebebi Resûlullah’ın bu sûrenin başında besmeleyi yazdırmamış olmasıdır. Bu durum, Kur’an’ın hiçbir değişikliğe uğratılmaksızın, aynen Hz. Peygamber’den öğrenildiği biçimde sonraki nesillere aktarılması konusunda sahâbenin büyük bir titizlik gösterdiğini ve bu ulvî emanetin nesiller boyu özenle korunduğunu açıkça ortaya koyan kanıtlardan biri sayılmalıdır (Râzî, XV, 216; Mevdûdî, II, 179). Şu hususa da işaret edilmelidir ki, Tevbe sûresinde besmele çekilmemesi bu sûrenin başıyla ilgilidir. Şayet Kur’an okumaya bu sûrenin başından başlanacaksa sadece “eûzü” çekilir; daha sonraki bir âyetinden başlanacaksa eûzü ile birlikte besmele de okunur. Enfâl sûresinden Tevbe sûresine geçilirken ise eûzübesmele okumaksızın kıraate devam edilir.
1. Bu, Allah ve Rasûlü’nden, kendileriyle anlaşma yaptığınız müşriklere bir ültimatomdur!
Hicretin
9. yılında Tebük seferinden döndükten sonra Resûl-i Ekrem (s.a.s.), Hz.
Ebûbekir’i hac emîri olarak vazifelendirdi. Hz. Ebubekir, beraberindeki müslümanlarla
birlikte hareket ettikten sonra bu sûrenin başında yer alan âyetler nâzil oldu.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, gelen bu ilâhî tâlimatları hacda toplanan
insanlara tebliğ etmek üzere Hz. Ali’yi gönderdi. Hz. Ali kurban bayramının
birinci günü Akabe cemresi yanında hacılara hitab etti. Kendisinin Peygamber (s.a.s.)’in
elçisi olduğunu bildirdikten sonra sûrenin başından 30 kadar âyeti okudu. Şu
dört hususu özellikle vurguladı:
·
Bu seneden sonra Kâbe’ye hiç bir müşrik yaklaşmayacak,
·
Hiç kimse çıplak olarak Kâbe’yi tavaf etmeyecek,
·
Müminlerden başkası cennete giremeyecek,
·
Müşrik kabîleler tarafından bozulmamış antlaşmalar, anlaşma
süresinin sonuna kadar yürürlükte kalacaktır. (Tirmizî, Tefsir 9/7; Nesâî,
Menâsik 161; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, X, 82-86)
Müşriklere
gösterilen yol şudur:
2. Ey müşrikler! Bu günden itibaren yeryüzünde dört ay daha istediğiniz gibi dolaşın, sığınacak yer arayın. Fakat bilin ki siz hiçbir şekilde Allah’a karşı koyamaz ve O’nun kudretinden kaçıp kurtulamazsınız. Allah kâfirleri elbette rezil rüsvâ edecektir.
Kendilerine
ültimatom verilen müşriklere, başlarının çaresine bakmaları, düşünüp
taşınmaları ve gerekli hazırlıkları yapabilmeleri için dört ay emniyet içinde
dolaşma müsaadesi verilmiştir. Çünkü Arapça’da اَلسِّيَاحَةُ
(siyahât), sıradan bir gezintiyi değil, gerekli hazırlıklar yapılarak çıkılan
planlı yolculuğu ifade eder. Böylece kendi yanlış tutum ve davranışları
sebebiyle antlaşmaları feshedilen müşriklere, güven içinde dolaşarak
kendilerini korumak için her türlü tedbiri alabilecekleri, diledikleri gibi
hareket edip geleceklerini güvenceye alma yollarını araştırabilecekleri
hatırlatılmakta, hatta emir kipi kullanılarak kendilerine tanınan bu imkândan
sonra artık sorumluluğun da kendilerine ait olacağı ima edilmektedir. Âyetin
devamındaki, “müşriklerin Allah’ın kudretinden asla kurtulamayacakları ve
Allah’ın inkârcıları rüsvâ edeceği” ikazı, müşriklerin bu arayışlarında
başarılı olamayacaklarını ve neticede perişan olacaklarını açıkça haber
vermekte, onları gittikleri yanlış yoldan dönmeye çağırmaktadır.
Onlara
şu hususlar hatırlatılmaktadır:
Verilen süreden sonra artık antlaşma güvencesinden
yararlanamayacaklardır.
Eski tavırlarında ısrar eder ve Kabe’nin çevresinde varlıklarını
ve hâkimiyetlerini sürdürmeye çalışırlarsa müslümanlara karşı savaş açmış
sayılacaklar ve bunun sonuçlarına katlanacaklardır.
Kendilerine bu şekilde süre verilmesinin sebebi acizlik değil,
onlara düşünüp taşınma ve tevbe etme imkânı sağlamaktır. Değilse onların
Allah’ın iradesini aşmaları, O’nu âciz bırakmaları mümkün değildir. Böyle
yaparlarsa kesinlikle rezil rüsvâ olacaklardır.
Bu
sebeple müşrikler, kurtuluş için tevbe ve imana çağrılmaktadır:
3. Şu da büyük hac gününde Allah ve Rasûlü’nden bütün insanlara yapılmış bir duyurudur: Artık bundan böyle Allah’ın ve Rasûlü’nün müşriklerle hiçbir alakası kalmamıştır. Fakat ey müşrikler, eğer tevbe edip mevcut tutumunuzdan vazgeçerseniz bu elbette sizin için hayırlı olur. Yok, eğer yüz çevirirseniz bilin ki siz hiçbir şekilde Allah’a karşı koyamaz ve O’nun kudretinden kaçıp kurtulamazsınız. Rasûlüm! Kâfirlere can yakıcı bir azabı müjdele!
Hacc-ı
Ekber günü, Arefe veya bayramın birinci günüdür. Bayramın birinci günü olma
ihtimali daha yüksektir. Çünkü ziyaret
tavafı, kurban kesmek, şeytan taşlamak gibi haccın önemli menâsiki bu günde
yapılır. (bk. Buhârî, Hac 132; Ebû Dâvûd, Menâsik 66) İşte bu günde
Peygamberimiz’in elçisi Hz. Ali tarafından mü’min veya kâfir bütün insanlara
yapılan duyurulardan biri de şudur: Allah da Peygamberi de bütün müşriklerden
beridir, uzaktır, aralarında hiçbir sevgi ve dostluk bağı yoktur. Tevbe edip
küfür ve şirkten uzaklaşanlar kendi istikballeri için en hayırlı bir işi yapmış
olacaklardır. Tevbeden, imandan yüz çevirenler ise kendi elleriyle kendi
istikballerini karartmış olacaklardır. Çünkü hiç kimsenin -haşa- Allah’ı aciz
bırakması, yapmak istediği bir işten onu engellemesi mümkün değildir. Vasfı bu
olan Allah, kâfirleri can yakıcı bir azapla cezalandıracağını haber
vermektedir. O halde aklı olan herkesin kendini bu ebedî azaptan korumaya
çalışması gerekir.
Anlaşmalarının
gereğini yapan müşriklere gelince:
4. Ancak kendileriyle anlaşma yaptığınız müşrikler, şâyet anlaşma şartlarını tamâmen yerine getirir, size karşı hiçbir menfî harekette bulunmadıkları gibi, aleyhinizde kimseye arka da çıkmazlarsa, onlarla yaptığınız anlaşmalara süreleri doluncaya kadar riayet edin. Şüphesiz ki Allah, sözünde durup haksızlıktan sakınanları sever.
Kendileriyle
anlaşma yapılan müşriklerden bir kısmı bu anlaşmayı bozdular. Bazıları ise
anlaşmalarına sadık kaldılar; anlaşma şartlarından hiçbirine riâyetsizlik
etmediler. müslümanlara doğrudan doğruya bir zarar vermedikleri gibi, onların
düşmanlarına da hiçbir şekilde arka çıkmadılar ve destek vermediler. Âyet-i kerîme
müşriklerden bu iki grubu birbirinden ayırmaktadır. Anlaşmalarını bozanlara
duyurunun yapıldığı tarihten itibaren sadece dört aylık bir süre tanıdığı
halde, anlaşmalarına sadık kalanlara, anlaşma yapılırken belirlenen sürenin
sonuna kadar beklemeyi emretmektedir. Anlaşma şartlarına uymayı takvânın bir
gereği saydığı gibi, karşı taraf müşrik bile olsa ahdine vefa gösterenle
gaddarlık edeni eşit seviyede tutmanın takvâya aykırı olduğuna işaret
etmektedir.
Nitekim
Kinâne oğullarının bir kolu ile yapılan anlaşmanın henüz dokuz ay kadar daha
süresi vardı ve müslümanlar bu sürenin dolmasını beklemişlerdir. (Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XV, 178)
Anlaşmayı
bozup bozmamalarına göre gerekli süre dolduğunda müşriklere nasıl muamele
edilmelidir:
5. O haram aylar sona erince müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayın, esir edin, geçebilecekleri bütün yolları ve geçitleri tutup kendilerini kontrol altında bulundurun. Eğer şirkten vazgeçer, namazı kılar ve zekâtı verirlerse yollarını serbest bırakın. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Âyette
bahsedilen Haram aylardan maksat, anlaşmalarını bozan müşriklere tanınan dört
aylık süre ile bozmayanlara tanınan anlaşmalarının sona erdiği vakte kadar olan
süredir. Bu süre tamamlandığında
müşriklere tatbik edilecek muameleler şöyle beyân edilir:
›
Bulduğunuz yerde onları öldürün.
›
Onları yakalayın.
›
Onları esir edin, muhasara altına alın. Onların sizin yurdunuzda
tasarrufta bulunmalarını ve yanlarınıza girmelerini engelleyin.
›
Onların geçip kaçabilecekleri, ev ve iş yerlerine gidebilecekleri
veya gafil yakalanabilecekleri bütün geçit yerlerini tutun; onları gözaltında
bulundurun.
Demek
ki, yakalayıp esir alma imkânı varsa hemen öldürmeye teşebbüs etmemek
gerekmektedir. Öldürürken de, İslâm’ın bu konuda öğrettiği gibi en uygun bir
şekilde yani müsle yapmadan, elini kolunu bağlayıp nişan almadan ve işkence
etmeden öldürmek gerekir. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Öldürme yönünden insanların en iffetlisi, iman ehli kimselerdir.” (Ebû Dâvûd,
Cihad 110)
“Öldürdüğünüz vakit güzellikle öldürün.” (Ebû Dâvûd,
Edâhî 22; Tirmizî, Diyât 14)
Ancak
şirkten tevbe edip, bu tevbesinde samimi olduğunu göstermek üzere namazı kılan
ve zekâtı verenleri; yani hem itikat hem de amel bakımından İslâm’ı tam olarak
benimseyenleri serbest bırakmak, önlerindeki engelleri kaldırmak, yukarıda
öngörülen cezalardan hiçbirini uygulamamak emredilmiştir. Çünkü Allah çok
bağışlayıcıdır; tevbe ettikleri takdirde onların daha önceki şirk, küfür ve
yaptıkları zulümleri bağışlar. Çok merhametlidir; bundan böyle yapacakları taat
ve ibâdetlere de bol bol mükafât verir.
Anlaşılan
o ki Tevbe sûresinin başında yer alan ve müşriklere yönelik çok ciddi uyarılar
ihtiva eden bu âyetlerle beraber İslâm’ı tebliğ ve müşriklerle münâsebet
açısından yepyeni bir dönem başlamıştır. Artık ilâhî irade Beytullah ve
çevresinin putperest unsurlardan tamamen temizlenmesini istemektedir. Buradan
“müşriklerin bulundukları yerde öldürülmeleri” hükmünün belirli bir bölge ile
sınırlı olduğu da anlaşılmaktadır. Bunun için son derece ciddi bir temizlik
faaliyeti öngörülmektedir. Nitekim bu sûrenin 28. âyetinde bu husus daha açık
bir ifade ile beyân buyrulur:
“Ey iman edenler! Müşrikler birer pislikten ibarettir. Onun için
artık bu yıldan (hicrî 9) sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar!”
Bu
sebeple o bölgede yaşayan anlaşmalı anlaşmasız bütün müşriklere iki yoldan
birini tercih hakkı tanınmıştır:
·
Ya tevbe edip İslâm’a girmek,
·
Veya ölüm ve esareti tercih etmek.
Çünkü
Ehl-i kitapta olduğu gibi müşriklerden cizye kabul edilmemektedir. Ancak
aşağıda gelen âyette üçüncü bir yoldan bahsedilir:
6. Eğer müşriklerden biri senden sığınma hakkı isterse ona bu hakkı ver; ta ki Allah’ın kelâmını dinlesin. Sonra da onu kendini güvende hissedeceği yere kadar selâmetle ulaştır. Çünkü onlar, cehâlet içinde yüzen bir topluluktur.
Bu
yol, müşriklerden herhangi birinin gelip müslümanlardan emân dilemesi; sığınma
hakkı ve güvence istemesidir. Bu durumda Cenâb-ı Hak, Allah’ın kelamını işitip,
dini daha yakından tanıyarak hidâyete erme ihtimaline binâen onlara güvence
verilmesini istemektedir. Verilecek bu güvence her türlü baskı ve kaygı
ihtimalini ortadan kaldıracak biçimde olmalıdır. Böylece o kişi hiçbir baskı ve
zorlama altında tutulmaksızın, gönül rahatlığıyla Allah’ın kelâmını dinleme ve
İslâm’ı tanıma imkânı bulacaktır. Sağlanan bu imkânlara rağmen İslâm’a
girmezse, sadece serbest bırakılmakla yetinilmeyecek, kendini güvende
hissedeceği yere kadar selâmetle ulaştırılacaktır. İslâm’ın mâhiyetini bilmeme
mazeretini ortadan kaldıran bu safhadan sonra bu kimseler artık yaptıkları
bilinçli tercihin sonuçlarına katlanmayı göze almış sayılacaklar; ya
müşriklerin bulunması yasaklanan kutsal bölgeyi terk edecekler veya müslümanlara
savaş ilan etmiş sayılacaklardır.
Bu
âyetten, müslümanların, kendilerine savaş açtıkları bir topluluğun üyesi bile
olsa, Allah’ın birliği ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliği konusunda
delil gösterilmesini isteyen bir gayri müslime bunu açıklamakla ve Allah’ın
dinini öğrenmek isteyenlere bu hizmeti vermekle mesul oldukları neticesi
çıkmaktadır. Yine bu âyetten ve bunun tefsiri mâhiyetindeki Resûlullah’ın söz
ve tatbikatlarından, ister İslâm dinini yakından tanıma maksadıyla isterse
ticaret, ziyaret veya diplomatik bir maksatla İslâm ülkesine güvence alarak
girmiş kimseye verilen teminat hükümlerine titizlikle riayet edilmesi
gerektiği anlaşılmaktadır. (Elmalılı, Hak Dini, IV, 2459)
Ancak
hak-hukuk tanımayan, kanun kural dinlemeyenlere karşı uyanık davranmak da
imanın bir gereğidir:
7. Verdikleri sözü her fırsatta çiğneyen o müşriklerin Allah’ın yanında ve Peygamber’in yanında geçerli ve güvenilir nasıl bir anlaşması olabilir ki? Ancak Mescid-i Harâm’ın yanında kendileriyle anlaşma yaptığınız kimseler hâriç. Onlar size dürüst davrandıkları sürece siz de onlara dürüst davranın. Şüphesiz ki Allah, anlaşmalarına vefâ gösterip haksızlıktan sakınanları sever.
Anlaşmalarını
bozan ve şartlarına riâyet etmeyen müşriklerin ne Allah katında ne de Resûlullah
yanında gözetilmesi gereken bir ahitleri vardır. Bu halleriyle ne âhiret
azabından ne de dünyada başlarına gelecek savaş ve öldürülme gibi musibetlerden
emin olabilirler. Ancak Mescid-i Haram’ın yanında kendileriyle anlaşma
yaptığınız kimseler bunun dışındadır. Bunların, Allah Resûlü (s.a.s.)’in kendileriyle
Hudeybiye’de antlaşma yaptığı Kinâne oğullarından Benî Bekir kabilesi olduğu rivayet
edilir. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, X, 106) Onlar anlaşmayı
bozmadıkları ve müslümanlara dürüst davrandıkları müddetçe, müslümanlar da
onlara dürüst davranmakla emrolunmuşlardır. Çünkü anlaşmaların gereğini yerine
getirmek ve onları bozmaktan sakınmak takvânın önemli bir boyutudur.
Hiçbir
hak hukuk tanımayan kâfirlere gelince:
8. Onların sözlerine nasıl güvenilebilir ki? Eğer size üstünlük sağlayacak olsalar, hakkınızda ne bir yemin, ne bir anlaşma, ne de bir hukuk hiçbir şey gözetmezler. Ağızlarıyla güya sizi memnun etmeye çalışırlar; fakat kalpleri aksi istikâmette atar. Çünkü onların çoğu, yoldan çıkmış hak-hukuk tanımaz kimselerdir.
9. Onlar, Allah’ın âyetlerini az bir ücret karşılığı sattılar da, böylece kendileri Allah yolundan uzaklaştıkları gibi, başkalarını da o yoldan alıkoymaya çalıştılar. Gerçekten onlar ne fenâ işler çeviriyorlar!
10. Onlar, bir mü’min hakkında ne bir yemin, ne bir anlaşma, ne de bir hukuk hiçbir şey gözetmezler. Onlar, işte böyle sınır tanımaz saldırgan kimselerdir.
Allah
katında en kötü varlıklar olan kâfirlerin, Allah ve Peygamber düşmanlarının
ortak bir özelliği vardır: Bu da, fırsat bulunca bütün kuvvet ve imkânlarıyla
mü’minlere düşmanlık yapmaktır. Nitekim bir diğer âyet-i kerîmede şöyle
buyrulur:
“Eğer kâfirler sizi ele geçirecek olsalar, size karşı acımasız bir
düşman kesilirler, ellerini ve dillerini size fenâlık yapmak için uzatırlar ve
sizin de kendileri gibi kâfir olmanızı cân ü gönülden isterler.” (Mümtehene
60/2)
Bu
sebeple Cenâb-ı Hak, mü’minleri, müşriklerle olan münâsebetlerinde dikkatli ve
uyanık olmaya davet etmekte, onların hâkimiyeti ele geçirmelerine fırsat
vermemelerini istemektedir. Çünkü hâkimiyeti ele geçirdiklerinde yapacakları
şey bellidir. Bunlar mü’minlerle alakalı hiçbir yemini ve hiçbir anlaşmayı
tanımazlar, hiçbir hukuka riâyet etmezler. Bu bakımdan, kalpleri onaylamadığı
halde, sadece ağızlarıyla geveledikleri hoşnut edici sözlere; dostluk, insanlık
ve insaftan bahseden palavralara da aldanmamak gerekir. Zira ağızlarından çıkan
söz gönüllerindeki niyetlerle taban tabana zıttır. Yaptıkları dostluk değil,
iki yüzlülüktür. Onların pek çoğu fâsıktır; ahdini bozmuş, taati terk etmiş,
günahkâr, utanmaz ve arlanmaz kimselerdir. Bunlar Allah’ın âyetlerini, geçici
dünya menfaatleri karşılığında satarlar ve çeşitli entrikalarla insanları Allah
yolundan; Kâbe’ye gelmekten, İslâm’a girmekten, ibâdet ve taatten engellemeye
çalışırlar. İslâm toplumuna karşı olduğu gibi, mü’minlerden bir tek kişi
hakkında bile hiçbir hakkı, yemin ve ahdi dikkate almazlar. Gerçekten bunlar
haddi aşan, saldırgan, hak hukuk tanımayan ve hiçbir zaman haksızlıktan geri
durmayan kimselerdir.
Ancak
nihayetsiz merhamet sahibi Rabbimiz, tevbe ve hidâyet kapısını sürekli açık
tutmaktadır:
11. Her şeye rağmen eğer tevbe edip yaptıklarından vazgeçer, namazı kılar ve zekâtı verirlerse, bu takdirde onlar sizin din kardeşlerinizdir. Biz, bilip anlayacak kimseler için âyetleri böyle ayrıntılarıyla açıklıyoruz.
12. Sizinle anlaşma yaptıktan sonra yeminlerini bozar ve dîninize dil uzatmaya kalkışırlarsa, o zaman küfrün elebaşlarıyla sonuna kadar savaşın. Çünkü onların yaptıkları anlaşmaların, ettikleri yeminlerin hiçbir inandırıcılığı kalmamıştır. Belki böylece azgınlıklarından vazgeçerler.
Bütün
bu kötülüklerine rağmen eğer tevbe edip küfür ve şirkten vazgeçer ve
inanmışlığın bir göstergesi olarak namazı kılıp zekâtı verirlerse, müslümanların
din kardeşleri olurlar. İman kardeşliğinin gerektirdiği tüm haklardan istifade
eder ve tüm sorumluluklarını yerine getirirler. Mü’minlerin lehine olan onların
da lehine, aleyhine olan onların da aleyhine olur. Görüldüğü üzere merhameti
sonsuz olan Rabbimiz, hangi derecede bir günahkârlık içinde bulunursa bulunsun,
bütün kullarına tevbe kapısını açık tutmakta ve her fırsatta o kapıdan içeri
girmeye davet etmektedir. Fakat bunlar hakka dönüş fırsatını değerlendiremez,
aksine, anlaşmalarını bozdukları gibi yeminlerini de bozar, bununla da
yetinmeyip İslâm dinine saldırır, sövmeye kalkışır, ayıplar ve küçük düşürmeye
yeltenirlerse yapılacak tek şey onlara haddini bildirmektir. Artık küfrün
elebaşı, önderi, lideri konumuna gelmiş bu şerefsizlerle ölümüne vuruşmak ve
kellelerini uçurmak gerekir. Yalnız savaştan maksat, sırf yakıp yıkmak, yok
etmek, eziyet edip öldürmek değil, onları ve onlar gibileri küfürden, dine saldırmaktan
ve anlaşmaları bozmaktan vazgeçirmek olmalıdır.
Bu
gibilerle savaşmak artık zaruret halini almıştır:
13. Siz, yeminlerini bozan ve Peygamber’i yurdundan çıkarmaya kesin olarak azmeden bir toplulukla savaşmaz mısınız? Kaldı ki, savaşı size karşı ilk başlatanlar da onlar olmuştu. Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer mü’minseniz, kendisinden asıl çekinip korkulacak olan Allah’tır.
14. Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın, onları rezil rüsvâ etsin, onlara karşı size yardım ve zafer ihsân buyursun, baskı ve zulüm altında inleyen mü’min toplulukların gönüllerini ferahlatsın!
15. Hem mü’minlerin kalplerindeki kin ve öfkeyi gidersin! Allah, dilediği kimselere tevbe ve hidâyet nasip eder. Allah her şeyi bilendir, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır.
Burada
müslümanlar, din düşmanlarıyla olan bir kısım kan ve akrabalık bağlarını,
dünyevi menfaatlerini bir tarafa bırakarak sebat ve azimle Allah yolunda
savaşmaya ve mücadeleye teşvik edilmektedir. Bu âyetler aynı zamanda İslâm’a
göre bir topluma veya devlete savaş açmanın gerekçelerini, müslümanların savaştan
uzak durmalarına sebep olacak zaafiyetleri ve savaştan beklenen hedefleri beyân
eder.
Müslümanların
bir topluma veya devlete savaş açmalarının gerekçeleri: Onların anlaşmalarını
ve yeminlerini bozmaları; Peygamberi yurdundan çıkarmaya kesinlikle azmetmeleri;
savaşı ilk olarak başlatanların bizzat kendilerinin olmasıdır.
Müslümanların savaştan uzak durmalarına sebep
olacak zaafiyetleri; Allah’tan değil düşmandan korkmaları, öldürülmekten ve bir
kısım menfaatlerinin elden gitmesinden endişe etmeleridir. Dünyayı âhirete
tercih etmeleridir. Halbuki inananlar için en çok korkulması gereken elbette ki
Allah’tır. Nitekim bir diğer âyet-i kerîmede: “Dünya hayatını verip âhireti almak isteyen samimi mü’minler Allah
yolunda savaşsınlar!” (Nisâ
4/74) buyrulur.
Savaştan
beklenen hedefler ise şöyle beyân edilir:
› Ahdini bozan,
hak hukuk tanımayan suçlu ve saldırganları hak ettikleri cezaya çarptırmak.
Fakat bu cezalandırma sadece bir eza ve cefadan ibaret olmamalıdır. Müminler,
ilâhî azabı hak etmiş olan bir topluma, o azabın tatbikiyle vazifeli bir el
durumunda olduklarını bilerek, haksız ve gereksiz işkencelerden
sakınmalıdırlar. Böylece yaptıkları iş kendi işleri olmaktan çıkıp, hakkın
cezalandırması haline dönüşecek; “Onları savaşta siz kendi kuvvetinizle
öldürmediniz; onları Allah öldürdü. Rasûlüm! Düşmana bir avuç toprak attığın
zaman da sen atmadın; Allah attı” (Enfâl 8/17) sırrı tahakkuk edecektir.
› Saldırganları
zelil ve perişan edip, bir daha başkaldıramaz hâle getirmek. Bu da ancak Allah
adına yapılan bir zelil kılma olduğu takdirde gerçek hedefine ulaşmış
olacaktır.
› Allah’ın
kâfirler karşısında mü’minlere nasıl yardım ettiğini; onların şan ve
şereflerini nasıl yücelttiğini ortaya çıkarmak. Savaştan esas gaye de zaten bu
ilâhî yardıma kavuşmaktır. Değilse bir taraftan düşmanlar zillete düşmekle
beraber, diğer taraftan müminler de bir afete uğrayacak olursa savaştan
beklenen fayda sağlanmamış ve hedef gerçekleşmemiş olur.
› Senelerdir
kâfirlerin her türlü eziyet ve baskısı altında ezilmiş ve acı çekmiş olan müslümanların
gönüllerine su serpip ferahlık vermek.
› Hakkın yerini
bulmasından dolayı, galip tarafı da, mağlup tarafı da yeni yeni kin ve
öfkelerden korumak. Zira elde edilmiş öyle zaferler olur ki, galiplerin başına
daha büyük dertler açabilir. Galip tarafın gönlünü okşayan öyle geçici
başarılar olur ki, daha büyük kin ve öfkelerin devreye girmesine sebep
olabilir.
15.
âyetteki “Allah, dilediği kimselere tevbe ve hidâyet nasip eder”
ifadesi, savaştan beklenen hedeflere ayrı bir ufuk kazandırmaktadır. Kâfirler hep
küfür üzere kalacak değillerdir; içlerinden nice hidâyete erecek talihliler
vardır. İşte savaş esnâsında harbin acısını ve Allah’a iman edenlerin zaferini
yakından gören bir kısım kâfirler, intibaha gelecek, küfür ve günahlarından
tevbe edip İslâm’a döneceklerdir. Mekke’nin fethinde bunun çok açık bir misâli
yaşanmıştır. Diğer taraftan böyle bir savaşın müminler üzerinde de büyük bir
terbiyevî tesiri vardır. Savaş onların da imanlarını kuvvetlendirecek, hakka
bağlılıklarını artıracak, insanlık gereği işlemiş oldukları günahlardan tevbe
edip temizlenmelerine vesile olacaktır.
Ancak, “iman ettim” sözü ispatlanması gereken bir
iddiadır. Bunun ispatlanması gerekir:
16. Yoksa siz, Cenâb-ı Hak içinizden cihâd edenlerle Allah’tan, Rasûlü’nden ve mü’minlerden başkasını dost ve sırdaş edinmeyenleri iyice ortaya çıkarmadıkça öyle kendi hâlinize bırakılacağınızı mı sanıyordunuz? Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdârdır.
Bunu
ispatlayacak en güçlü deliller şunlardır:
›
Allah yolunda cihâd etmek,
›
Allah için candan ve maldan fedakârlık yapmak,
›
Allah’ın, Peygamber’in ve mü’minlerin dostluğu ile yetinip
bunların dışında kimseyi dost ve sırdaş edinmemek,
›
Müslümanların sırlarını düşmanlarına sızdırmamak.
Ancak
böyle samimi tutum ve davranışlarla küfrün en ince izlerinden dahi kurtulup,
Allah’ın huzurunda tam bir teslimiyet içinde secdeye kapanacak bir kulluk
kıvamına yücelmek mümkün olabilecektir:
17. O müşrikler, küfür içinde bulunduklarına söz ve eylemleriyle bizzat kendileri şâhit olup dururken, Allah’ın mescitlerini îmâr etmeleri tasavvur olunamaz. Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir. Onlar cehennem ateşinin içinde ebedî kalacaklardır.
“Allah’ın mescitlerini imar” maddî ve manevî
olmak üzere iki yönlüdür:
Maddî
imar; mescitlerin fizikî olarak binâlarını inşa etmek, sonra da onların bakım,
onarım ve temizliğini sağlamaktır. Harap olup kullanılmayacak hale gelmelerini
engelleyecek tüm faaliyetleri devam ettirmektir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle
buyurur:
“Kim Allah için bir mescit binâ ederse, Allah da onun için
cennette bir köşk binâ eder.” (Buhârî, Salât 65; Müslim, Mesâcid 24)
Resûlullah (s.a.s.) büyük bir tevâzû ile Allah
için yapılabilecek her işe koşmuştur. Bir devlet başkanı olduğu hâlde Mescid-i
Nebevî’nin inşâsında ashâbıyla birlikte kerpiç taşımıştır. O bir taraftan
kerpiçleri taşırken, bir yandan da:
هذَا
الْحِمَالُ لاَ حِمَالَ خَيْبَرْ هـذَا أَبَـرُّ رَبـَّنَا
وَأَطْهَرْ
“Bu yük Hayber yükü değildir. Ey
Rabbimiz! Bu, senin katında daha kalıcı, daha iyi ve daha temiz bir iştir.” buyurmuştur. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 45)
Bir diğer rivayete göre mescidin inşâsı
esnâsında, toprak taşıyan bir adam, Âlemlerin Efendisi’ne
rastlayınca O’na:
“−Ey Allah’ın Rasûlü! Müsaade buyurun,
kerpicinizi ben taşıyayım!” dedi. Efendimiz ise cevâben:
“−Sen git, başka bir tane al! Zira
sen Allah’a benden daha çok muhtaç değilsin!” buyurdu. (Semhûdî, Vefâü’l-Vefâ, Beyrut 1997, I, 333)
Mescid-i Nebevî yapılırken, herkes kerpiçleri
birer birer taşıyor, Ammar b. Yâsir (r.a.) ise, biri kendisi, diğeri de
Peygamber Efendimiz için olmak üzere ikişer ikişer taşıyordu. Allah Resûlü (s.a.s.)
onu gördü, tozlarını silkeledi ve:
“−Ey Ammar! Sen kerpiçleri niçin arkadaşların
gibi birer birer taşımıyorsun?” diye sordu. O da:
“−Allah’tan, bunun ecrini bekliyorum!” dedi.
Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz (a.s.) onun sırtını sıvazladı ve:
“−Ey Sümeyye’nin oğlu! Diğer
insanlar için bir ecir var, senin için ise iki ecir var!” buyurdu. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 91; İbn Kesîr, el-Bidâye,
III, 256)
Manevî
imar ise onların içinde Allah rızâsı için ibâdet edilmesi; namaz kılmak,
zikretmek, Kur’an okumak, ilim öğrenmek gibi hayırlı ve faziletli amellerin
yapılması; orada bu hizmetleri yürütecek liyakatli hocaların yetiştirilmesi ve
mescitlerin, yapılış gayelerine uygun olmayan her türlü faaliyetten uzak
tutulmasıdır. Nitekim Beytullâh’ı ziyaret etmeye “imâr”la aynı kökten gelen
“umre” adı verilir. Gönlü mescitlere bağlı olan, oraya çokça gidip gelenlere de
عُمَّارُ الْمَسَاجِدِ (ummâru’l-mesâcid)
denilir.
Allah
Resûlü (s.a.s.), mescitleri manen imâra teşvik eden hadis-i şeriflerinden
birinde şöyle buyurur:
“Bir adamı mescitlere devam ediyor gördünüz mü onun mü’min
olduğuna şâhitlik edin.” (Tirmizî, Tefsir 9/8; İbn Mâce, Mesâcid 19)
Bir
kudsî hadiste de Rabbimiz şöyle buyurur:
“Yeryüzünde benim evlerim mescitlerdir ve oralardaki benim
ziyaretçilerim de onları mamur edenlerdir. Ne mutlu o kula ki, evinde
temizlenir ve iyice temizlendikten sonra gelir beni evimde ziyaret eder.
Ziyaretçisine ikramda bulunmak ise ziyaret edilen üzerine bir vazîfedir.” (Ali
el-Mütteki, Kenzü’l-Ummâl, VII, 20740)
Buna
göre Allah’ın birliğine inanmayan, âhiretin varlığını kabul etmeyen, bütün hal
ve hareketleri kâfir olduklarını açıkça gösteren müşriklerin, sadece Allah’a
kulluk için yapılması gereken mescitleri imar etmeleri, akıl ve mantık
itibariyle de olacak şey değildir. O mübârek mekanları boş lakırdılardan bile
korumak gerekirken, bir mescide herhangi bir küfür ve şirk şöyle dursun, en
küçük bir günahın yaklaştırılması bile o mescidin manevî imarına indirilen bir
darbe sayılırken, müşriklerin imar adına yaptıkları şeylerin imar olarak
vasıflandırılması mümkün değildir. Küfür ve şirkten tevbe etmedikleri müddetçe
bu yaptıklarından hiçbir fayda göremeyecek ve ebedî kalmak üzere cehenneme
gireceklerdir.
O
halde Allah’ın mescitlerini hangi vasıftaki insanlar imar edeceklerdir? Bu
süâlin cevâbı bir sonraki âyette verilmektedir:
18. Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve âhiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve sadece Allah’tan korkan kimseler gerçek mânada îmâr edebilir. Doğru yola ermiş olmaları umulanlar işte bunlardır.
Allah’ın
mescitlerini ancak şu mühim vasıfları üzerinde taşıyan hakiki mü’minler imar
edebilirler:
Birincisi;
Allah’a iman eden: Allah’a imanı olmayan bir kişinin mescitle ve ibâdetle ne
alakası olabilir?
İkincisi;
âhiret gününe iman eden: Yeniden diriltileceğine, hayatının hesabını bir
başkasına değil bizzat Yaratanına vereceğine, amellerinin hassas terâzilerde zerre
miktarına göre tartılıp değerlendirileceğine, cennet veya cehennemin kaçınılmaz
iki sondan biri olduğuna inanmayan kişinin de sırf ibâdet kastıyla mescitlere
ihtimam göstermesi olacak şey değildir. Bunun için âhirete îkan derecesinde bir
iman gerekir.
Üçüncüsü;
namazı dosdoğru kılan: Zira mescitlerin yapılmasındaki asıl maksat, içinde
namaz kılınmasıdır. Namazın lüzumuna inanmayanlar mescit yapmak ihtiyacını da
hissetmeyecekler, üstelik mescitlerin boş kalıp manen harap olmasına sebep
olacaklardır.
Günde
beş vakit câmilerde cemaate devam etmenin belli başlı faydalarını ehlullâh
şöyle sıralamıştır:
Allah’ın câmilere lutfettiği feyiz ve bereketten istifade ile
mü’minin gönlünde ictimâîleşme şuurunun kökleşmesi,
Namazları en makbul zamanda, yâni ilk vaktinde kılmak,
Meleklerin dua, istiğfar ve şâhitliğine mazhar olmak,
Şeytandan uzaklaşmak,
İftitâh tekbirine yetişerek büyük bir ecre nâil olmak,
Ameldeki nifak sıfatından arınmak,
Toplu yapılan dua ve zikirlerin feyzinden istifade etmek,
Müslümanlar arasındaki ülfetin devamını sağlamak,
Tâat ve ibâdet husûsunda yardımlaşmak,
Sesli okunan namazlarda tilâvet ahkâmına alışmak ve öğrenmek,
Namazı kâmilen ve huzurlu bir şekilde edâ edebilmek.
Bu
sebeple İslâm, namazların camide cemaatle kılınmasını, böylece hem camilerin
hem de ruhların imarını teşvik etmiştir.
Dördüncüsü;
zekâtı veren: Farz olan zekât borcunu vermeyen, fakir ve kimsesizleri
gözetmeyenlerin mescit bina etmeleri veya mescitleri imar etmeyi düşünmeleri
onlardan beklenecek bir hareket değildir.
Beşincisi;
Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmayan, sadece Allah’tan korkan: Allah’ın
emirlerini yerine getirmek için Allah korkusundan başka hiçbir korkuyu
saymayan, herhangi bir korku sebebiyle Allah rızâsı için yapacağı hayırlı
işlerden vazgeçmeyen, nefsânî menfaatleri ile Allah’ın hakkı çatıştığı zaman
Allah’ın hakkını üstün tutan, ilâhî buyrukları yapmak için kınayanların
kınamasından çekinmeyen ve bu yüzden uğrayacağı zulümlerden yılmayan, hatta
gerektiğinde cihada koşmaktan korkmayan, hâsılı çeşitli korkular ve endişeler
ile Allah yolundan çıkmayacak bir imana sahip olan kimseler mescitleri imar
ederler.
İşte
bu vasıftaki mü’minler hem Allah’ın mescitlerini yaparlar hem de namazıyla, zekâtıyla,
zikriyle, istiğfarıyla orada Allah’a güzel güzel kulluk yaparak, hidâyete
erenlerden olmak üzere bütün güçleriyle çalışıp çabalarlar. Çünkü onlar, zayıf
iradeler ve az gayretlerle sarp yokuşların aşılamayacağını çok iyi bilirler.
Şu bir gerçek ki, iman olmadan âhirette hiçbir
amelin faydası olmayacaktır:
19. Yoksa siz hacılara su dağıtma ve Mescid-i Harâm’ın bakım ve onarımını üstlenme gibi hizmetleri, Allah’a ve âhiret gününe inanan ve Allah yolunda cihâd eden kimselerin yaptığı işlerle bir mi tutuyorsunuz? Bu iki grup Allah yanında elbette eşit değildir. Allah böyle zâlimlere doğru yolu göstermez.
İman
olmaksızın hacılara su dağıtmanın, Mescid-i Haram’ın onarımını üstlenmenin veya
buna benzer işler yapmanın hiçbir değeri olmadığı 17. ayette belirtildi.
Dolayısıyla bu tür imana dayalı olmayan faaliyetleri, Allah’a ve âhirete iman
ve Allah yolunda cihad gibi fevkalade faziletli amellerle kıyaslamak doğru
olmaz. Bu mânaya göre âyet, müşriklere hitap etmekte ve onları asılsız
kuruntularla kendilerini aldatmayı bırakıp imana gelmeye teşvik etmektedir. Bu
tür faaliyetler imanla yapıldığı takdirde bile, Allah yolunda cihat eden
mü’minlerin iman, amel ve cihadına denk olamazlar:
20. İman edenler, hicret edenler ve mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihat edenler, Allah yanında pek büyük mertebelere sahiptirler. İşte bunlar kurtuluş ve başarıya erişenlerin ta kendileridir.
21. Rableri onları kendi tarafından bir rahmetle, rızâsıyla ve içinde onlar için hazırlanmış çok kıymetli, ebedî nimetler bulunan cennetlerle müjdeler.
22. Onlar, o cennetlerde ebediyen kalacaklardır. Hiç şüphesiz en büyük mükâfat Allah yanındadır.
Bu
âyetlerde tekrar iman, hicret ve malla canla Allah yolunda cihada vurgu
yapılarak, bu yolda yürüyen mü’minlerin Allah katında derecelerinin çok büyük
olacağı haber verilir. Bu ibâdetler, diğerleriyle kıyaslanmayacak derecede
sevabı bol olan ve sahiplerini ebedî kurtuluşa götürecek ibâdetlerdir. Âyet-i kerîmede
şöyle buyrulur:
“Hastalık, körlük, topallık gibi bir mazereti bulunmaksızın
savaştan geri kalıp evde oturan mü’minlerle, mallarıyla canlarıyla Allah
yolunda savaşanlar elbette bir değildir. Allah, mallarıyla canlarıyla
savaşanları, herhangi bir sebeple savaştan geri kalan kimselerden derece
itibariyle daha üstün tutmuştur. Gerçi Allah, her birine varılacak en güzel
yurt olan cenneti vâdetmektedir. Yine de Allah, cihad edenleri, pek büyük bir
mükâfatla, mücâdeleden kaçıp oturanlara üstün kılmıştır. Onlar için Allah’ın
yanında yüksek dereceler, bir bağışlanma ve bir rahmet vardır. Çünkü Allah, çok
bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” (Nisâ 4/95-96)
İşte
Allah Teâlâ böyle fedakâr, gayretli ve çalışkan kullarına şu müjdeleri
vermektedir:
› Kendi
katından bir rahmet,
› Onlardan razı
olmak ve onları da kendisinden razı kılmak,
› Kendileri
için çok kıymetli, bol ve ebedî nimetlerin hazırlandığı ve içinde ebedi
kalacakları cennetler.
Bu
ebedî nimetlere ermenin bir bedeli de, iman-küfür sınırını iyi tayin etmek,
baba ve kardeş gibi en candan yakınlarımız bile olsa küfrün karşısında yüce
dağlar, yalçın kayalar gibi sağlam ve sert durmaktır:
23. Ey iman edenler! Eğer imana karşı küfrü sevip tercih ediyorlarsa babalarınızı ve kardeşlerinizi bile dost edinmeyin! Sizden kim onları dost edinirse işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.
Allah
Resûlü (s.a.s.), ashâbına Medine-i Münevvere’ye hicret etmelerini emrettiği
zaman müslümanlardan kimisi bunu babasına, kardeşine,
eşine söyleyip onlardan izin alma gereği duymadan hemen Peygamberimiz’in emrine
uydu. Kimisi de eşi, çocukları ve aile efradı: “Bizi burada malsız, mülksüz,
sahipsiz bırakacaksın, biz de perişan olup gideceğiz” deyince şefkati
galip gelip ailesiyle birlikte Mekke’de oturmaya devam ederek hicreti terk
etti. İşte böylelerini kınamak üzere bu
âyet-i kerîme nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 248)
Kâfir
olan baba ve kardeşleri dost edinmek haram kılınmakla birlikte, özellikle kâfir
olan, hatta çocuğunu şirke zorlayan ana-babaya bile belli ölçüler içinde iyilik
yapmayı emreden âyet-i kerîmeler de vardır. Lokmân sûresinde şöyle buyrulur:
“Biz insana, anne-babasına mümkün olan en iyi şekilde davranmasını
emrettik… Eğer anne-baban seni, ilâhlığına dair bilgin olmayan şeyleri bana
ortak koşmaya zorlayacak olurlarsa, o takdirde onlara itaat etme. Fakat yine de
dünyada onlara gerektiği ölçüde sahip çık.” (Lokmân 31/14-15)
Bilinmelidir
ki iyilik yapmak ayrı şey, başka kişi ve nesneleri Allah ve Resûlü’nden daha
fazla sevmek ayrı şeydir. Bu bakımdan gösterilmesi gereken dikkat ve ciddiyetin
boyutlarını ortaya koymak üzere şöyle buyruluyor:
24. Rasûlüm! De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, kazandığınız mallar, iyi iken durgunluğa uğramasından korktuğunuz ticâret ve hoşunuza giden meskenler size Allah’tan, Rasûlü’nden ve O’nun yolunda cihattan daha sevimli ise o zaman Allah’ın azap emri gelinceye kadar bekleyin! Çünkü Allah, böyle yoldan çıkmış fâsıklar gürûhunu doğru yola erdirmez.”
Âyette
bahsedilen kişiler ve varlıklar her insanın fıtrî olarak sevdiği ve gönül
bağladığı şeylerdir. Bu hususla alakalı olarak bir âyet-i kerîmede şöyle
buyrulur:
“Kadınlara, oğullara, yüklerle altın ve gümüş yığınlarına, iyi
cins salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere olan düşkünlük isteği
insanlara câzip gösterildi. Bunlar, dünya hayatının geçici birer metâından
ibarettir. Asıl varılacak güzel yer, Allah yanındadır.” (Âl-i İmran
3/14)
Bu
bakımdan bizden istenen, sayılan bu unsurları hiç sevmemek değil, onlara
duyulan sevginin Allah ve Resûlullah sevgisinin üzerine çıkmamasıdır.
Dolayısıyla buradaki “sevgi”den maksat iradeye bağlı olan sevgidir. Yani Allah
ve Rasûlü’nün emirlerini devamlı olarak yerine getirme ve onları hiç terk
etmeme neticesini hâsıl edecek bir sevgidir. Az önce temas edildiği gibi
insanda bulunan fıtrî sevgi değildir. O halde âyet, Allah ve Peygamber
sevgisine aykırı düşen ve dinî vecibelerin yerine getirilmesini engelleyen her
türlü muhabbet ve münâsebetten uzak durmayı emretmektedir.
Sevgili
Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Hiçbiriniz, ben kendisine malından, çocuğundan ve bütün
insanlardan daha sevimli olmadıkça iman etmiş olamaz.” (Buhârî,
İman 8; Müslim, İman 70)
Hadiste
geçen imandan maksat “kâmil iman”, sevgiden maksat da ihtiyârî sevgidir.
Efendimiz
cihatla alakalı olarak da şöyle buyurur:
“Şüphesiz ki şeytan Âdemoğluna karşı üç yerde pusu kurmuştur. O,
İslâm’a giden yolda oturur ve ona: «Niçin kendi dinini ve atalarının dinini
bırakıyorsun?» der. Kişi onun sözünü dinlemeyerek İslâm’a girer. Yine şeytan
hicrete giden yolda oturur ve ona: «Malını ve aileni mi bırakacaksın» der.
Kişi onun aldatmasına kanmayarak hicret eder. Hicret ettikten sonra ise bu
sefer cihada giden yolda oturur ve ona: «Sen cihad edeceksin ve öldürüleceksin.
Hanımını başkası nikahlayacak, malın ise paylaştırılacak» der. Eğer kişi bu
hususta da ona aldırmayıp cihad ederse, Allah onu mutlaka cennete
konduracaktır.” (Nesâî, Cihad 19)
Hâsılı
bir mü’min için hiçbir dünyevi menfaat ve maksat Allah ve Rasûlü’nden ve Allah
yolunda cihattan daha ehemmiyetli, kıymetli ve cazip olmamalıdır. Ayrıca
âyetlerin mesajı, İslâm toplumunu kuvvetlendirme ve mü’minler arasındaki
tesânüdü artırma hedefinin diğer bütün beşeri ilişkilerden önde gelmesi
gerektiğini gösterir. Bu hususta mü’minler Allah Teâlâ’nın yardımına güvenerek
çalışmalı, fakat nefsin aldatmalarına karşı da uyanık olmalıdırlar:
25. Gerçek şu ki, Allah size pek çok yerde ve bu arada Huneyn gününde yardım etmişti. O gün sayıca çokluğunuz sizi gururlandırmış, fakat bu size hiçbir fayda sağlamamıştı. Onca genişliğine rağmen yeryüzü size dar gelmiş, sonra da arkanızı dönüp kaçmıştınız.
26. Sonra Allah, Rasûlü’nün ve mü’minlerin üzerine iç huzuru ve güven duygusu veren rahmetini indirdi, ayrıca göremediğiniz ordular gönderdi ve o inkârcıları ağır bir yenilgiye uğrattı. Kâfirlerin cezası işte budur!
27. Sonra Allah, bu olup bitenin ardından dilediği kimsenin tevbesini kabul buyurur, dilediğine hidâyet lutfeder. Çünkü Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Allah
Resûlü (s.a.s.), Mekke’nin fethinden sonra Sadece Kâbe’deki putları yıkmakla
kalmamış, civar bölgelere de mücâhit gruplar gönderip her tarafta bir tevhîd
temizliği başlatmıştı. Ancak bu durumu, Huneyn’de yaşayan Hevâzin kabîlesi ile
Tâif’te oturan Sakîfoğulları hazmedemediler. Müslümanların üzerine hücûm etmeye
karar verdiler. Bunun için büyük bir ordu hazırladılar. Bir ölüm-kalım savaşına
çıkmışçasına her şeylerini beraberlerine aldılar. (İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 65; İbn Sa‘d, et-Tabakât, II, 150)
Durumdan
haberdâr olan Resûl-i Ekrem (s.a.s.), ordusuna Mekke’den iki bin kişi daha
katarak onların üzerine yürüdü. İslâm ordusu her bakımdan mükemmeldi. Göz
kamaştırıcı bir ihtişamla Huneyn’e doğru ilerliyordu. Herkes, şimdiye dek böyle
techîzat ve teşkîlâtlı kalabalık bir ordunun Arabistan’da görülmediğini
düşünüyordu. Bu durum, ashâb-ı kirâmın gönlünü bir an gurûra sevk edip: “Böyle
bir ordu aslâ yenilmez!” diyerek düşmanı küçümsemelerine ve maddî güce rağbetle
gâlibiyete mutlak gözüyle bakmalarına sebep oldu. İşte bu bir anlık gurur ve
ucub, müslümanların ilâhî imtihâna tâbî tutulmalarına sebebiyet verdi:
İslâm
ordusunun öncü kuvvetleri, Huneyn’e girilen dar yollarda kendilerinden emîn bir
şekilde ilerlerken, sabahın alacakaranlığında âniden pusuya düşürüldüler. Büyük
bir panik zuhûr etti. müslümanlar, üzerlerine yağmur gibi yağan oklar
karşısında durakladılar. İslâm ordusunda, tereddüt ve telâş dolu bir
dağınıklık ve bozulma baş gösterdi. Bu, arkadan gelenlere de sirâyet edince,
müslüman safları çözülüp geriledi. Hevâzin ve Sakîf kabîleleri de onları tâkibe
koyuldu.
O
dehşetli hengâmede yerinden ayrılmayan, sürekli olarak düşmanın üzerine yürüyen
ve bindiği hayvanı dâimâ ileri sürerek kendisini düşmanın ortasına atan yalnız Allah
Resûlü (s.a.s.) oldu. O gün Efendimiz, eşsiz bir cesâret ve şecaat nümûnesi
sergiledi. Hattâ amcası Hz. Abbâs ve Ebû Süfyân b. Hâris, onun mübârek cânının
tehlikeye düşmemesi için hayvanının dizginini tutmuşlar, daha fazla
ilerlemesine mânî olmaya çalışıyorlardı. (Müslim, Cihâd 76)
Diğer
taraftan, İslâm ordusunun karışıklığı devam ediyordu. Aralarında “Bugün sihir
bozuldu” diye feryâd edenlerden; “Bu bozgunluğun arkası denize kadar alınamaz!”
diyenlere kadar birçok ye’se kapılanlar vardı. Mekkelilerden bâzılarının
arasından da: “Peygamber öldü. Araplar eski dinlerine dönecekler!” diye
şâyialar duyuluyordu. Oysa Peygamberimiz (s.a.s.) sağ idi ve düşmana mukâvemet
göstererek hayvanının üzerinde dimdik durmaktaydı. Allah’a tevekkül ve teslîmiyet
hâlinde ashâbına şöyle sesleniyordu:
“–Ey Ensâr! Ey Muhâcirler! Ey Allah’ın kulları! Buraya geliniz!
Ben Allah’ın kulu ve peygamberiyim!..”
Sonra
gür sesli olan amcası Hz. Abbâs’a işaret buyurarak, İslâm ordusuna seslenmeye devam
etmesini istedi. Abbâs (r.a.)’ın yüksek sesle: “Ey Akabe’de bey’at edenler! Ey
Rıdvân ağacı altında söz verenler! Koşun, Allah’ın Resûlü burada!..” diyerek
seslenmeye başladı. Nidayı duyan sahâbe-i kirâm Efendimiz’in yanına koştu.
Böylece Peygamberimiz’in yanında saf tutmaya başlayan mü’min gönüller, içine
düştükleri korkudan sıyrılarak huzur ve sükûnete erdi. Yavaş yavaş Allah’ın
lutfuyla bütün İslâm safları derlenip toparlandı. Bundan sonra Allah Resûlü (s.a.s.),
ellerini yüce dergâha açıp:
“Allahım! Bana olan zafer va‘dini ihsân buyur!” niyâzında
bulundu.
Tıpkı
Bedir savaşındaki gibi yerden mübârek elleriyle bir avuç toprak alarak düşman
saflarına doğru attı ve ashâb-ı güzîne:
“–Haydi şimdi tam bir samimiyet ve gayret içinde hücûm edin!” buyurdu.
(Müslim, Cihâd, 76-81; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 157, V, 286; İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 72; Vâkıdî, el-Meğâzî, III, 897-899)
Bu
defâ İslâm ordusu, savaş yeni başlarcasına bir hızla müşriklerin üzerine
saldırdı. Yaptıkları şiddetli hücûm ve hamlelerle kısa zamanda düşmanı perişan
edip hüsrâna uğrattılar. Sadece dört şehîd verilmiş, buna karşılık
müşriklerden yetmiş kişi öldürülmüştü. Düşman öyle mağlûb edilmişti ki, onların
savaş meydanına getirdikleri her şey müslümanlara kalmıştı. Ele geçen ganimetin
hadd ü hesâbı yoktu. (İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 79)
Şüphesiz
ki bu hâl, yüce Allah’ın mü’minlere nasîb buyurduğu büyük bir lutfu ve ikrâmı
idi. Çünkü onlar, başlangıçta yenilmiş durumda iken netîcede Resûlullah (s.a.s.)’in
şecaat, cesâret, îtidal ve Cenâb-ı Hakk’a gönülden ilticâ ve niyâzıyla zafere
nâil olmuşlardı.
Nitekim
o gün müşrik saflarında olup da sonradan iman edenler, Allah Teâlâ’nın
mü’minlere olan bu yardımını ifade sadedinde, kendilerine, o âna kadar hiç
görmedikleri kimselerin hücumda bulunduklarını hayretle îtirâf etmişlerdir. (Ahmed
b. Hanbel, Müsned, V, 286; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid,
VI, 182-183; İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 79)
Huneyn
savaşının ardından, Sakîf kabilesinin reisi ve 1düşman ordularının başkumandanı
Mâlik b. Avf en-Nadrî ile birlikte daha pek çokları müslüman oldu. Allah onlara
küfürden dönüp doğru yolu bulma nimetini lütfetti. müslüman olmayıp şirk içinde
kalanlarla ilgili ise, onların Mescid-i Haram’a yaklaşmalarını yasaklayan yeni
hükümler indi:
28. Ey iman edenler! Müşrikler birer pislikten ibarettir. Onun için artık bu yıldan sonra Mescid-i Harâm’a yaklaşmasınlar! Eğer onların engellenmesiyle yeterli gelir elde edememekten, dolayısıyla fakirliğe düşmekten korkarsanız, unutmayın ki, Allah dilediği takdirde lutf u keremiyle sizi zenginleştirir. Şüphesiz Allah her şeyi bilen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır.
Müşrikler
bâtıl inançları, ahlâkî telakkileri ve yaşayışlarıyla mânen pis oldukları gibi,
abdest, gusül ve tahâret nedir bilmedikleri içinde mânen pistirler. Onları esas
pislik yapan şey ise işledikleri şirk günahıdır. Çünkü şirk manevî pisliklerin
en kötüsüdür. Nasıl inançsız, gusülsüz, abdestsiz hiçbir ibâdet yapılamazsa,
içinde Kâbe de bulunan Mescid-i Haram’a aynı tarz pislik içinde girilmez. Bu
sebeple hicri 9. sene itibariyle müşriklerin Mescid-i Haram’a yaklaşmaları
yasaklanmış, bunu sağlama vazifesi de müslümanlara verilmiştir. Âyetteki اَلْمَسْجِدُ الْحَرَامُ (el-Mescidu’l-Harâm),
ifadesi âlimlerimiz tarafından Harem bölgesi olarak anlaşılmış ve müşriklerin
Harem diye bilinen bölgeye girmeleri o tarihten günümüze kadar yasaklanmıştır. Kur’ân-ı
Kerîm’in yer yer yahudi ve hıristiyanları kâfir olarak, bazan de müşrik olarak
vasıflandırması sebebiyle onlar da müşriklerle aynı katagoride
değerlendirilerek o tarihten itibaren Harem bölgesine alınmamışlardır.
Günümüzde de uygulama bu şekildedir. müslüman olmayanlar Harem bölgesine
girememektedirler.
Mekke’de
müslümanların geçim kaynağını Beytullah’ı ziyarete gelen insanların sağladığı
kazançlar teşkil etmekteydi. Müşriklerin bu bölgeye girmelerinin yasaklanması,
onların sağladıkları faydaların da bir anda sona ermesi demekti. Dolayısıyla bu
durum müslümanlarda ister itemez iktisâdî yönden bir sıkıntı doğacağı yönünde
endişeye sebep oldu. Cenâb-ı Hak: “Eğer onların engellenmesiyle yeterli
gelir elde edememekten, dolayısıyla fakirliğe düşmekten korkarsanız, unutmayın
ki, Allah dilediği takdirde lütf ü keremiyle sizi zenginleştirir” (Tevbe
9/28) buyurarak, onların gönlünü feraha kavuşturmuştur. Gerçekten de o seneden
itibaren hayır ve bereket artmaya başladı. Çevre bölgelerdeki insanlar İslâm’la
şereflendiler ve Mekke’ye eskisinden daha fazla yiyecek getirdiler. Fetihler
başladıktan sonra ise dünyanın her tarafından insanlar oraya akın akın gelmeye
başladı.
Âyetteki
“Allah dilediği takdirde” (Tevbe 9/28) kaydı, bütün umutların sadece
Allah’a yöneltilmesi gerektiğine vurgu yapmakta; sonra da Allah’ın bahşedeceği
bu refah halinin her zaman ve her toplum için değişmez bir şey olmayacağına,
değişme ihtimalinin bulunduğuna dikkat çekmektedir.
Kâfir
olan Ehl-i kitapla münasebetlere gelince:
29. Ehl-i kitaptan oldukları halde Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, Allah ve Rasûlü’nün haram kıldıklarını haram tanımayan ve hak dîni din olarak kabul etmeyen kimselerle, himaye vergisini tam bir aşağılık ve baş eğmişlik duygusu içinde kendi elleriyle verinceye kadar savaşın!
Kur’ân-ı
Kerîm, İslâm dinine girip onun itikat, ibâdet ve muâmelâtla alakalı bütün
hükümlerini kabul etmedikleri sürece Ehl-i kitabın gerçek birer mü’min
olamayacaklarını bildirir. Buna göre onlar, Allah’a ve âhiret gününe
inandıklarını iddia etseler de gerçek böyle değildir. Çünkü Allah’ı yegâne tek
İlâh ve bir Rab olarak tanıyan, kabul eden ve O’nun sıfatları, O’na yapılan ibâdetler
ve O’nun güç ve kudreti konusunda başka herhangi bir şeyi ortak koşmayan kişi,
ancak gerçekten Allah’a inanmış sayılır. Halbuki gerek hıristiyanlar gerekse yahudiler,
müteakip ayetlerde de açıklandığı gibi şirk içinde bulunuyorlardı. Aynı şekilde
onlar, ölümden sonra dirilişe inanmalarına rağmen âhirete de gerçek mânada iman
etmiyorlardı. Âhirete imanın tam olması için kişinin, mahşer gününde her bir
ferdin iman ve amelini esas alan mutlak adâletin icra edileceğine de inanması
gerekir. Aynı şekilde âyetlerde beyân edildiği üzere hiçbir fidye, kefâret veya
dost sanılan birine herhangi bir mânevî yakınlığın da fayda vermeyeceğine inanmalıdır.
Bu açıdan bakılınca yahudi ve hıristiyanların âhirete imanlarının da bozuk
olduğu görülecektir. Çünkü onlar, bu tür şeylerin hesap gününde onları, adâlete
karşı koruyup himaye edeceğine, ateşin kendilerine ancak sayılı birkaç gün
dokunacağına inanıyorlardı. Diğer taraftan Allah ve Rasûlü’nün haram kıldığı
hususları haram saymıyorlar; Allah katında yegâne hak din olan İslâm’ı da hak
din olarak kabul etmiyorlardı.
İşte
bu yüzden Allah Teâlâ müslümanlara, kendilerini “cizye” denilen himâye vergisi
vermeye mecbur kılıncaya kadar Ehl-i kitapla savaşmayı emretmektedir. Yahudi ve
Hıristiyanlarla yapılan cihadın hedefi budur. Onları müslüman olmaya zorlamak
ve İslâmi hayat tarzını benimsetmek değil, cizye vermeye mecbur etmektir. Bu
şekilde yeryüzünde idarecilikleri ve hâkimiyetleri kalmayacak şekilde
bağımsızlıklarına ve büyüklüklerine son vermektir.
Cizye,
İslâm devletindeki gayri müslim tebanın erkeklerinden alınan baş vergisinin
adıdır. Bu vergi onlardan, kendilerine din hürriyeti, can ve mal güvenliği
sağlanması karşılığında alınır. Onlar, müslümanların hâkimiyetini kabul
ederek, buna razı olarak ve ancak onların himayesinde hayat hakkı elde
ettiklerini bilerek bu vergiyi verirler.
Cizye
emri önceleri, sadece yahudi ve hıristiyanlara mahsustu. Resûlullah (s.a.s.)
daha sonra onu, Mecusilere de teşmil etmiştir. Efendimiz’in vefatından sonra da
ashâb-ı kirâm bu hükmü Arabistan’ın dışında yaşayan bütün gayr-ı müslimlere
ittifakla uygulamışlardır.
Yahudi
ve hıristiyanlar, peygamberlerinin kendilerine tebliğ ve emanet ettiği dini
değiştirdiler; onu tanınmaz hale getirdiler. Bu sebeple buyruluyor ki:
30. Yahudiler: “Uzeyir Allah’ın oğludur” dediler. Hristiyanlar da: “Mesîh Allah’ın oğludur” dediler. Bu, onların ağızlarında geveledikleri câhilce sözlerdir ki, kendilerinden önce geçmiş bazı kâfirlerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da haktan bâtıla döndürülüyorlar!
Burada
Ehl-i kitabın hakiki Allah inancını kaybedip şirke düştükleri nokta deşifre
edilmektedir. Çünkü Allah Teâlâ’ya çocuk isnat etmek açık şirktir. Kur’ân-ı
Kerîm bunun, Cenâb-ı Hakk’ın son derece gazabını celbeden bir suç olduğunu
haber verir:
“Bazıları: «Rahmân çocuk edindi» dediler. Ey, böyle söyleyenler!
Gerçekten siz çok çirkin ve korkunç bir iddia ortaya attınız! Neredeyse gökler
çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp yerle bir olacaktı; Rahman’a çocuk
isnat ettiler diye! Halbuki çocuk edinmek asla Rahmân’ın şânına yakışmaz!” (Meryem
20/88-92)
“Allah, gökleri ve yeri hiç yoktan, eşsiz ve benzersiz şekilde
yaratandır. Eşi olmadığı halde O’nun nasıl çocuğu olabilir ki? Her şeyi O
yaratmıştır ve O her şeyi hakkiyle bilendir.” (En‘âm 6/101)
Şu
kadar var ki, Allah’a çocuk isnat etmek ilk defa yahudi ve hıristiyanların
ortaya çıkardığı bir şey değildir. Daha önceleri de bir kısım insanlar bu
hataya düşmüşlerdi. Meselâ eski Mısırlılar, Yunanlılar, Romalılar ve Persler
bunlardandır. Yahudiler ve hıristiyanlar, bu eski kavimlerin felsefelerinden,
hurafelerinden ve hayallerinden onların yaptığı gibi aynı yanlış ve hatalı
hareketleri yapacak kadar etkilenmişlerdir. Ayrıca Ehl-i kitap bu tutumlarıyla,
melekleri Allah’ın kızları olarak kabul eden ve putları Allah’a ortak koşan
inkârcılara da benzemiş olmaktadırlar.
Gelen
âyette yahudi ve hıristiyanların şirk batağına kaydıkları önemli bir noktaya
dikkat çekilerek buyruluyor ki:
31. Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, râhiplerini ve Meryem oğlu Mesîh’i rab edindiler. Halbuki onlara, kendisinden başka ilâh olmayan bir tek Allah’a kulluk etmeleri emredilmişti. Allah, onların şirk koştukları şeylerden münezzehtir.
Adiy
b. Hatim’in başından geçen şu hâdise bu âyette bahsedilen din âlimlerini rab
edinme keyfiyetini gayet anlaşılır bir şekilde izah etmektedir.
Adiy b. Hatim şöyle anlatır:
Boynumda
altından bir haç bulunduğu halde Resûlullah (s.a.s.)’in huzuruna vardım. Bana:
“- Bu da ne oluyor Ey Adiy? Şu putu üzerinden at” buyurdu.
Onu,
Tevbe sûresindeki: “Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, râhiplerini ve Meryem
oğlu Mesîh’i rab edindiler” (Tevbe 9/31) âyetini okurken dinledim. Sonra
şöyle buyurdu: “Onlar bunlara ibâdet etmiyorlardı. Fakat kendilerine bir
şeyi helâl kıldıkları vakit onu helâl belliyorlar ve bir şeyi haram kıldıkları
vakit de onu haram belliyorlardı.” (Tirmizî, Tefsir 9/10)
Buna
göre, herhangi birini Rab edinmek için ona “rab” adını verip vermemek şart
değildir. Allah’ın emrine uygun olup olmadığını hesaba katmadan o kişinin
emrine uymak ve özellikle de dinin hükümlerine ait olan hususlarda o kişiyi
kanun koymaya yetkili zannedip, ne söylerse, ne emrederse doğru kabul etmek,
ona uyduğu zaman Allah’ın emrine ters düşeceğini hesaba katmadan hareket etmek,
onun emirlerini taparcasına yerine getirmek onu rab edinmek ve ona tapmak
demektir. Bu şekilde şirk düzenini ayakta tutmaya çalışanların elbette bir
hedefi vardır:
32. Onlar Allah’ın nûrunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek istiyorlar. Allah ise, kâfirler hiçbir zaman hoşlanmasa da, nûrunu mutlaka tamamlamak istiyor.
33. Allah, Rasûlü’nü doğru yolun ta kendisiyle ve adâlet ve hakkaniyet üzerine kurulan hak dîni ile gönderdi ki, müşrikler hiçbir zaman istemese de, o dîni diğer bütün dinlere üstün ve hâkim kılsın.
“Allah’ın nûru”, Kur’ân-ı Kerîm’in hükümleri
ve sünnet-i seniyyesinin tatbikatıyla Resûlullah (s.a.s.)’in muşahhas bir
şekilde yaşayıp örnek olarak insanlığın önüne koyduğu İslâm dinidir. Bütün
iman, ibâdet, ahlâk ve muamelât esasları ve içtimâî, iktisâdî, idârî
kaideleriyle İslâm, insanların kalpleri ve zihinleriyle birlikte bütün cihânı
aydınlatan lekesiz bir nur, bir ışık kaynağıdır. Dünyaya nispetle güneş hangi
mevkide ise, kalplere ve ruhlara nispetle İslâm dini de o mevkidedir. Nûrunu
Cenâb-ı Hak’tan alan bu din çağları aydınlatacak, kimse onun önüne
geçemeyecektir. Kâfirler istemese de Allah mutlaka nûrunu tamamlayacak;
kelime-i tevhidi yüceltecek ve İslâm dinini hâkim kılacaktır. Çünkü Cenâb-ı
Hakk’ın muradı, Peygamberine gönderdiği hidâyet rehberi ve hak dini İslâm’ın
diğer bütün dinlere üstün gelmesini sağlamaktır. Allah’ın muradını engelleyecek
ise hiçbir güç yoktur. Müşrikler istese de istemese de hakikat böyle tecelli
edecektir.
Nitekim
Peygamber Efendimiz’in, Allah’ın dînini tebliğ etme ve öğretme husûsundaki
azim, gayret ve şevki karşısında büyük bir âcizliğe düşen Kureyş müşrikleri
birgün:
“–
Sen bizi ve ilâhlarımızı yermeyi bırak, biz de seni ve ilâhını kendi hâlinize
bırakalım” dediklerinde Resûlullah (s.a.s.) başını kaldırıp semâya baktı ve:
“– Şu güneşi görüyor musunuz?” diye sordu.
“–
Evet, görüyoruz” dediklerinde Allah Resûlü (s.a.s.), İslâm’ın mâhiyetine ve
istikbaldeki durumuna dikkat çekecek bir tarzda:
“– Peki ben sizin bu güneşin
ışıklarından faydalanmanıza mâni olabilir miyim?” buyurdu. (İbn Kesîr, el-Bidâye,
III, 92; İbn İshâk, es-Sîre, s. 136)
Bu
sebeple din düşmanları tarafından İslâm’ı söndürme maksadıyla tezgahlanan ve
uygulamaya konan her plan, ancak güneşi ağızla üfleyerek söndürmeye çalışmanın
dışında bir ağırlığa sahip değildir ve olamaz.
Şunu
belirtmek gerekir ki, kendilerini İslâm’a nispet eden, dolayısıyla müslüman
olarak anılmakla birlikte İslâm’ı gerçek mânada hayatlarına tatbik edemeyen
insanlar bazan küfür dünyası karşısında mağlup duruma düşebilirler. Fakat bu
asla İslâm’ın mağlubiyeti değildir. İslâm, din olarak her zaman bütün dinlerin
üzerinde yüksek bir mevkie sahiptir. Bu ilk günden itibaren böyle olduğu gibi,
bugün de böyledir, gelecekte de böyle olacaktır. müslümanların siyâsî, askerî
ve iktisâdî açıdan en zayıf dönemlerini yaşadıkları son birkaç asırda bile
İslâm, her türlü gelişmiş teknik ve vasıtaya sahip evrensel düşman güçlerin her
cepheden ardı arkası kesilmez saldırılarına rağmen ilk günkü gibi yerindedir,
terütazedir. Bu süre içinde pek az kimse İslâm’dan çıkıp başka dinlere
girerken, diğer dinlerden çok sayıda insan İslâm’la buluşmaya devam etmektedir.
Günümüz müslümanlarının onca hatasına ve kusuruna, İslâm’ı temsil ve tatbikteki
onca yanlışlarına ve yetersizliklerine
ve evrensel düşman güçlerin İslâm’ı olduğundan farklı göstermek için ortaya
koydukları onca çabaya rağmen, batıda pek çok insan, herhangi bir dine inansın
veya inanmasın, İslâm’dan etkilenmeye devam etmektedir. Bu konuda İslâm’ın
dinamizmi ve nasıl söndürülemez bir ışık kaynağı olduğu günden güne insanların,
özellikle entelektüel insanların dikkatini daha da çekmektedir. (Ünal, s. 422)
Hâsılı
İslâm, ebediyen eskimeyecek ve bozulmayacak bütün esasları ve kaideleriyle ilk
günkü gibi dupduru ortada olup insanlığın semâsında bir güneş gibi
parlamaktadır. Fakat insanlar nefislerini, nefsânî arzularının mahkûmu olmuş
kalplerini ve zihinlerini onun önünde perde yaparak onun nûrundan mahrum
kalmaktadırlar. müslümanların asıl vazifesi, aradaki o perdeleri kaldırarak
kalpleri İslâm’ın o sönmez nûruyla buluşturmaktır.
Ancak
bir kısım güçler ve insanlar bu mücadelenin önüne geçmek için çalışacaklardır.
Bunun bir takım sebepleri vardır. Bunlardan yahudi ve hırısitiyan din adamları
olan hahamların ve rahiplerin İslâm nûrunu söndürmek istemelerinin ve onun
yayılmasına engel olmaya çalışmalarının sebebi şu şekilde beyân edilmektedir:
34. Ey iman edenler! Hahamlardan ve râhiplerden pek çoğu halkın mallarını haksız yollarla yemekte ve insanları Allah yolundan alıkoymaktadırlar. Rasûlüm! Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onları elem verici bir azab ile müjdele!
35. Kıyâmet gününde, biriktirilen o altın ve gümüşler cehennem ateşinde kızdırılıp onların alınları, yanları ve sırtları bunlarla dağlanacak ve onlara: “İşte bunlar, kendiniz için biriktirdiğiniz altın ve gümüşlerdir. Şimdi tadın bakalım o durmadan yığıp biriktirdiğiniz şeylerin cezasını!” denilecek.
Dinin
gönderilmesinden maksat, onu sadece Allah emrettiği için ve O’nun rızâsını
kazanmak üzere bir kulluk şuuru içinde yaşamaktır. Bu sebeple dini dünya adına
bir kazanç vasıtası yapmak; onu mal, makam, mevki, şöhret ve siyaset gibi
şeylere alet etmek yasaklanmıştır. Bu konuda en önemli tehdit de âlim, fakih,
mürşidler gibi dini birinci derecede temsil ve tebliğ etmesi gereken kişilere
yapılmıştır. Çünkü onların halk nazarında mühim bir yeri vardır ve bu yeri ve
sahip oldukları statüyü başka maksatlarla kullanma riski, başkalarına nispetle
onlar için daha fazladır. Dolayısıyla bu âyetlerde insanların mallarını haksız
yollarla yiyen ve daha çok dinî hükümleri yanlış tevil ederek insanları Allah
yolundan alıkoyan yahudi ve hıristiyan din adamları; onlar üzerinden de aynı
vasıfları taşıyan bütün din adamları ciddi olarak ikaz ve tehdit edilirler.
Onların
insanların mallarını yedikleri haksız yollardan bazıları şunlar olabilir:
›
Verdikleri hükümler ve fetvalar karşılığında rüşvet almaları,
›
İlâhî kitapta değişiklik yapıp, yazdıkları tahrif edilmiş
nüshaları satmaları,
›
Allah katında duaların kabulüne vesile olacağını söyleyerek bağış
toplamaları,
›
Günah çıkarma karşılığında gelir elde etmeleri,
›
Bu ve bunlara benzer dolambaçlı yollarla malî kaynaklar
oluşturmaları.
İkinci
olarak altın ve gümüşü biriktirip onları Allah yolunda harcamayanlar can yakıcı
bir azapla korkutulurlar. Çünkü altın ve gümüş, para olarak alışverişi
kolaylaştırmak ve insanların gerçek ihtiyaçlarını karşılamak üzere ihsan
edilmiştir. Buna göre altın, gümüş ve diğer paralar bütün halk arasında tedavül
etmeli; ihtiyaçların daha önemlisi diğerine, şiddetlisi hafifine tercih
edilerek güzelce harcanmalıdır. Bunlar, ihtiyaçların önceliklerine göre
kullanılması gerekirken bazıları onu tedavülden çeker, gömer, herhangi bir
yerde gizler, yığar, sımsıkı saklar ve bunları Allah yolunda sarf etmezler.
Allah için hakkını vermezler. Bunlar parayı toplayıp saklamak suretiyle aynı
zamanda onun Allah yolunda harcanmasını engellemiş olurlar. Esasında bu
paralarla Allah yolundan saptırmak için para harcayanlara karşı mücadele etmek
gerekirken, bunlar ellerinde tutmak suretiyle parayı hiçbir işe yaramaz hale
getirirler.
Bunlar
kim olursa olsunlar, gerek o haham ve rahiplerden, gerek onları örnek alıp para
saklayanlardan, gerekse zekâtlarını vermeyen ve paralarını saklayan
müslümanlardan olsun işte bunları elem verici bir azap beklemektedir. Bu azap,
günahın cinsinden olacak; biriktirilen altın ve gümüşler cehennem ateşinde
iyice kızdırılarak, onlarla, kendilerini haksız yollarla kazanan ve gerektiği
şekilde harcamayan ahmak sahiplerinin alınları, yanları ve sırtları
dağlanacaktır. Bu azap yetmiyormuş gibi bir de hasret ateşlerini iyice
alevlendirmek üzere kendilerine: “İşte bunlar, kendiniz için biriktirdiğiniz
altın ve gümüşlerdir. Şimdi tadın bakalım o durmadan yığıp biriktirdiğiniz
şeylerin cezasını!” (Tevbe 9/35) denilecektir.
Resûlullah
(s.a.s.) bu hususta şöyle buyurur:
“Altın ve gümüş sahibi olup da ondan hakkını ödemeyen her bir
kimse mutlaka kıyamet günü olduğunda ona ateşte kızdırılmış büyük madeni
parçalar getirilir, cehennem ateşinde bu parçalar kızdırılır ve bunlarla böğrü,
alnı ve sırtı dağlanır. Soğudukça bunlar tekrar kızdırılır ve bu, süresi elli
bin yıl kadar olan bir günde kullar arasında hüküm verilinceye ve cennete mi,
yoksa cehennem ateşine mi gideceğini görünceye kadar devam eder…” (Müslim,
Zekât 24, 26)
Diğer
azaların değil de özellikle alınların, yanların ve sırtların dağlanmasının
sebep ve hikmetiyle alakalı şunlar söylenebilir:
›
Zengin kişi kendisinden zekât isteyen fakiri görünce suratını
asar, zekât istemede ısrar ederse ona yanını döner, daha da ısrar ederse
çoğunlukla yerinden kalkar, sırtını döner ve fakire hiçbir şey vermez.
›
Altın ve gümüşü yığan kimsenin mal biriktirmekten maksadı,
zenginliği ile üstünlük peşinde koşmak olunca dağlama işi yüzünün en yüksek
yeri olan alnına uygulanır. Aynı şekilde bu kişiler mal biriktirirken
yanlarının şişmanlamasına sebep olan leziz yiyeceklerle ve sırtına giydiği
güzel giysilerle refah içinde olmayı hedeflediklerinden cehennemde de yanları
ve sırtları dağlanır.
Böyle
şiddetli tehditler ihtivâ eden âyet-i kerîmelerden sahâbe-i kirâmın aldığı
dersi Hz. Sevbân şöyle anlatır:
“…Altın
ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onları elem
verici bir azab ile müjdele!” (Tevbe 9/34) âyeti nâzil olduğu zaman biz,
Efendimiz’le birlikte seferde bulunuyorduk. Ashaptan bazıları: “Altın ve gümüş
hakkında inecek olan indi. Artık bir daha onları biriktirmeyiz. Keşke hangi
malın daha hayırlı olduğunu bilsek de ondan biraz edinsek?” dediler. Resûlullah
(s.a.s.) şu cevabı verdi:
“– Sahip olunan şeylerin en faziletlisi zikreden bir dil, şükreden
bir kalp, kocasının imanına yardımcı olan sâliha bir kadındır.” (Tirmizî,
Tefsir 9/9)
Dünyevî maksatlarla Allah’ın koyduğu kanunlarla
oynamanın bir örneği de müşriklerin, daha büyük gelirler elde etmek için her
yıl haccı aynı mevsime denk getirmek gayesiyle birkaç yılda bir, seneye bir ay
ilave edip o yılı 13 aya çıkararak takvim üzerinde gelişigüzel oynamayı adet
hâline getirmeleri idi. Halbuki ay takvimine göre hac ibâdeti her yıl bir
öncekinden 10 gün geriye sarkarak farklı mevsimlerde yapılır. İşte Allah Teâlâ,
maddî çıkarları uğruna ilâhî hükümleri oyuncak hâline getiren bu tür keyfî
uygulamaları yasaklamak ve en tabiî, en kullanışlı takvim ölçüsünü ortaya
koymak üzere şöyle buyuruyor:
36. Gökleri ve yeri yarattığı gün koyduğu kesin hükme göre Allah katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte doğru ve geçerli olan hesap budur. O halde bu aylarda konulmuş yasakları çiğneyerek kendinize zulmetmeyin. Bununla beraber müşrikler bir araya gelip hiçbir kural tanımadan sizinle nasıl topyekün savaşıyorlarsa siz de onlarla topyekün savaşın. Şunu da bilin ki Allah, kalpleri ilâhî saygıyla dolu olup kendine karşı gelmekten sakınanlarla beraberdir.
Allah
Teâlâ gökleri ve yeri yarattığı zaman dünyanın düzenini ve ayın hareketlerini,
ay hesabına göre bir yıl on iki ay ve 354 gün olacak şekilde tanzim
buyurmuştur. Bu ayların isimleri: Muharrem, safer, rebiülevvel, rebiülâhir,
cemâziyelevvel, cemâziyelâhir, recep, şaban, ramazan, şevval, zilkâde ve
zilhiccedir. Bunlardan dört tanesi haram ay kılınmıştır. Bunlar zilkâde, zilhicce,
muharrem ve recep aylarıdır. Bu aylara hürmet gösterilmesi istenmiş ve bunlarda
savaş yapılması yasaklanmıştır. (bk. Bakara 2/217)
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.) Veda haccında Mina’da okuduğu meşhur hutbesinde bu dört ayı beyân
ederek şöyle buyurmuştur: “Bir sene on iki aydır, bunlardan dördü haram olan
aylardır, üçü peşpeşe gelen zilkâde, zilhicce ve muharremdir, biri de Mudar
kabilesinin recebidir ki o da, cemaziyelâhir ile şaban ayı arasındadır.” (Buhârî,
Tefsir 9/8; Müslim, Kasame 29)
Efendimizin
bu beyânıyla zaman Allah’ın yarattığı ilk günkü şeklini aldı. Zaman üzerinde
ileri geri alma şeklinde yapılan haksızlıklar ortadan kalktı. Senenin ayları
üzerinde oynamalara son verildi ve aylar ilk yaratılıştaki gibi yerli yerine
oturdu. Her biri ne ise o oldu; zilhicce zilhicce, muharrem muharrem oldu.
Böylece hac ibâdeti de olması gereken zamanda yapılmaya başlandı:
37. Harâm ayların yerlerini değiştirip ertelemek, kâfirlikte ileri gitmekten başka bir şey değildir. Ayrıca bu, kâfirlerin daha da sapmasına yol açmaktadır. Çünkü onlar, Allah’ın haram kıldığı ayların sayısını denkleştirmek, böylece O’nun haram kıldığını meşrûlaştırmak üzere haram ayı bir yıl helâl, bir yıl da haram kabul ederler. Yaptıkları bu çirkin ameller şeytan tarafından süslenmekte ve dolayısıyla onlara güzel görünmektedir. Oysa Allah, böylesi kâfirler gürûhunu doğru yola erdirmez.
Diğer
taraftan cahiliye Araplarının bir kısmı maişetlerini soygunculuk, gasp ve talan
ile sağladıkları gibi, kendi aralarında da kan davaları ve iç savaşlar eksik
olmuyordu. Bu sebeple peş peşe gelen haram ayların hürmetine saygı göstermekte,
kendilerini bağlayan bir kısım yasaklara uymakta zorlanıyorlardı. Onun için haram
ayların zamanlarını tayinde canlarının istediği gibi oynuyor; mesela muharrem
ayındaki hürmeti safer ayına çeviriyor, aynı şekilde diğer haram ayları da
ileri geri götürüyorlardı. İşte âyet-i kerîme bütün bu uygulamaların bir küfür
ve sapıklık olduğunu açıkça beyân etmekte ve bunu yasaklamaktadır.
Şimdi
ilâhî hitap müslümanlara çevrilerek, Tebük seferine çağrıldıkları sırada
sergilenen bir kısım tutum ve davranışlardan hareketle Allah’a ve Rasûlü’ne
gerçek iman ve itaatin ölçüleri belirlenmektedir:
38. Ey iman edenler! Size ne oldu ki, “Allah yolunda topluca savaşa çıkın!” dendiğinde olduğunuz yere çakılıp kaldınız. Yoksa âhiretten vazgeçip dünya hayatına mı râzı oldunuz? İyi bilin ki, âhiretin yanında dünya hayatının zevki hiç denecek kadar azdır.
Hicretin
dokuzuncu senesinde Tebük seferine çıkmak üzere seferberlik emredildiği zaman müslümanlar,
Huneyn ve Taif seferinden henüz dönmüş bulunuyorlardı. Vakit de yaz sıcağının
pek şiddetli olduğu bir döneme rastlamıştı ve kıtlık hüküm sürüyordu. Bununla
beraber Medine’nin hurmaları yetişmiş, gölgeleri de güzelleşmişti. Ayrıca
gidilecek yer uzak, düşman sayıca çok ve teçhizat bakımından da güçlü idi. Bu
seferde kalabalık ve güçlü Rum askerleri ile savaşılacaktı. Buna göre diğer
gazalardan daha fazla hazırlığa ihtiyaç vardı. Bu gibi sebeplerden dolayı bu
seferberlik ilanı birçoklarına ağır gelmişti. Hatta şartların zorluğu sebebiyle
bu orduya جَيْشُ الْعُسْرَةِ (Ceyşu’l-‘Usre) “Zorluk
Ordusu” adı verilmişti. Bu orduya ve onu teçhîze katılma husûsunda bazı
mü’minlerde görülen ağırlık ve tembellik üzerine bu âyet-i kerîmeler nâzil
oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 250-251)
Âyet-i
kerîmede “ağırlaşarak yere çakılıp kalma” manâsı,اِثَّاقَلْتُمْ
(issâkaltüm) kelimesiyle ifade
edilmiştir. Bu kelime lafız ve edâ itibarıyla, bir işi yapma konusunda
tembellik gösterip ağırdan alan ve yere yığılıp kalan bir insanı tasvir
etmektedir. Bu hâliyle âyet-i kerîme:
Size
böyle ne oldu ki, “Allah yolunda seferber olunuz” denildiği zaman;
›
“Yere doğru ağırlaştınız,
›
Yere meylederek, onun câzibesine kapılarak, yani dünya
düşüncesine, yeryüzünün çekiciliğine dalarak işi ağırdan aldınız,
›
Tembellik ve uyuşukluk gösterdiniz,
›
Yahut sefere çıkmayı ağır gördünüz,
›
Korku ve kederinizden yerlere yığıla kaldınız” mânalarını ihtivâ
eder ki, bunların hepsi de insanı Allah yolunda cihad ve hizmetten alıkoyan
kötü hasletlerdir. müslüman bu mezmum sıfatlarla mücâdele etmek durumundadır.
Allah
yolunda seferberlik emri verilince hemen icâbet etmek farzdır. Âyet-i kerîmede,
savaş emrine kulak tıkayanlar bir tarafa, işi ağırdan alanlar bile kınanmış ve
azarlanmıştır. Halbuki bu ağırdan alma işi müminlerin hepsinde meydana gelmiş
değildir. Fakat, birlikte hareket etmesi zarûrî olan bir grubun içinden
bazılarının ağırdan alması, tamâmının hareketini ağırlaştırıp aksatarak
seferberliğin vaktinde tamamlanamayıp ordunun gecikmesine sebep olur. Bunun da
zararı bütün müslümanlara dokunur. Bu sebeble âyet-i kerîmede hitap, ayırım
yapmaksızın bütün mü’minlere vâki olmuştur. Buradan vazîfesinin şuuruna ermiş
gayretli mü’minlerin, Allah’ın emirleri karşısında yavaş davranan kardeşlerini
uyarma ve teşvik etme gibi sorumluluklarının bulunduğu da anlaşılmaktadır.
Cenâb-ı
Hakk’ın îkâzları şöyle devam etmektedir:
39. Eğer size emredildiği gibi topluca savaşa çıkmazsanız, Allah sizi acıklı bir azab ile cezalandırır ve yerinize itaatkâr başka bir toplum getirir de savaşa çıkmamakla O’na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah’ın her şeye gücü yeter.
Mü’minler
Allah yolunda birlik olup, seferberlik halinde topyekün savaşa katılmadıkları
takdirde Allah onları, pek acı bir azap ile cezalandıracak; başlarına, kolay
kolay altından kalkamayacakları bir felaket getirecektir. Câzibesine
kapıldıkları, uğruna cihadı terk veya ihmal ettikleri dünya hayatını kıtlık,
sefalet, mağlubiyet ve mahkumiyet gibi çok acıklı sebeplerle ellerinden alacak
ve onları perişan edecektir. Yerlerini, yurtlarını ellerinden alıp, başka bir
kavme verecektir. Emirlerini onların eliyle yerine getirecektir. Allah yolunda
savaşı terk etmek bu denli gadab-ı ilâhîyi celbedeceği ve eldeki nimetlerin
gitmesine sebep olacağı gerçeğinden hareketle zor veya kolay her hâlukârda
cihâda devam edilmesi istenmektedir.
Yalnız
şu unutulmamalıdır ki bu ilâhî emirlerin faydası Allah’a ve Resûlü’ne değil,
mü’minlerin bizzat kendilerinedir:
40. Eğer o Peygamber’e yardım etmezseniz, iyi bilin ki, Allah ona vaktiyle yardım ettiği gibi yine edecektir: Hani kâfirler onu Mekke’den çıkardıklarında, ikinin ikincisi olarak mağarada iken arkadaşına: “Üzülme, Allah bizimle beraberdir!” diyordu. İşte o zaman Allah ona yardım etti, üzerine huzur veren emniyet ve rahmetini indirdi, onu göremediğiniz ordularla destekledi. Kâfirlerin bâtıl inanç ve dâvalarını alçalttı. Allah’ın dâvası ise zâten her zaman yücedir. Çünkü Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır.
Mekke’de
yıllar boyu müşriklerin en acımasız saldırı ve işkencelerine maruz kalan
mü’minler, Resûlullah (s.a.s.)’in müsaadesiyle peyderpey Medine’ye hicret
etmişlerdi. Geride pek az kimse kalmıştı. Resûlullah (s.a.s.), hicret etmek
için Rabbinin iznini bekliyordu. En sonunda bu izin de tahakkuk edince en sadık
arkadaşı Hz. Ebubekir ile Medine’ye doğru yola koyuldu. Hicret esnasında
müşrikler tarafından ısrarla takip edilen Peygamber Efendimiz ve Hz. Ebubekir
bir ara Sevr mağarasına sığınmışlardı. Müşriklerin seslerini duyuyorlardı.
Ebubekir (r.a.) korkmuştu. Rivayete göre müşrikler, mağaranın girişindeki
örümcek ağı ve güvercin yuvasını görünce, içeride kimse yoktur, diye bırakıp
gittiler. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, X, 95) Burada Hz. Ebubekir: “Eğer
oraya gelen müşriklerden biri ayaklarına baksaydı, muhakkak bizi ayakları
altında görürdü” dedim de Resûlullah (s.a.s.): “Ey Ebubekir! Üçüncüleri
Allah olan iki kişi hakkındaki bu endişen niyedir” buyurdu. (Buhârî, Fezâilü’s-sahâbe
2; Müslim, Sahâbe 1) İşte âyet-i kerîmede bu yardımın Allah’ın gönderdiği
meleklerden müteşekkil görünmez ordu sayesinde olduğu dile getirilmektedir.
Allah Teâlâ orada Peygamberini, katından indirdiği görünmez melek ordularıyla
takviye etmiştir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, X, 95) Bu melek orduları,
mağaranın ağzına kadar yaklaşan müşrikleri şaşkınlaştırmış ve onları, Resûlullah
(s.a.s.)’i takipten alıkoymuşlardır. Yoksa Medine’ye varıncaya kadar
müşriklerin Allah Resûlüne ulaşmaları ve onu bulmaları gayet kolaydı. Bu
melekten ordular onlara mani olmuşlardır.
Bu
sebeple:
41. Ey mü'minler! İster kolay, ister zor; imkânlarınız az veya çok, ister silahlı ister silahsız hangi durumda olursanız olun hep beraber savaşa çıkın ve mallarınızla canlarınızla Allah yolunda cihâd edin. Bilirseniz, böyle yapmanız sizin için daha hayırlıdır.
Âyette
geçen خِفَافًا (hifâfen) ve ثِقَالًا (sikâlen) kelimelerine şu mânalar
verilmiştir:
Gerek hafif gerek ağır hangi halde olurlarsa olsunlar,
Gerek kolay gelsin, gerek ağır gelsin,
Genç veya ihtiyar,
Bekar veya evli,
İşsiz veya meşgul,
Fakir veya zengin,
Piyade veya süvari,
İster ağır silahlarla ister hafif silahlarla, kendi durumları ve
teçhizatları her ne olursa olsun müslümanların hepsi birden, hiç beklemeden
akın akın sefere koşmalı, mallarıyla ve canlarıyla cihad etmelidirler. Hem
malla, hem canla katılmaya gücü yeten ikisiyle birden, yalnız malla katılabilen
malıyla, yalnız canıyla katılmaya gücü yetenler de canıyla gücü yettiği ölçüde
gayret göstermelidir. Böyle davranmak eğer bilirlerse onlar için daha
hayırlıdır.
Bu
âyeti can kulağıyla dinleyen şu sahâbenin cihad aşkı ne kadar heyecan
vericidir:
Rivayete
göre Ebu Talha (r.a.) Tevbe sûresini okumuş, “Ey müminler! İster kolay,
ister zor; imkânlarınız az veya çok, ister silahlı ister silahsız hangi durumda
olursanız olun hep beraber savaşa çıkın ve mallarınızla canlarınızla Allah
yolunda cihad edin. Bilirseniz, böyle yapmanız sizin için daha hayırlıdır”
meâlindeki bu âyete geldiğinde:
“Görüyorum
ki Rabbimiz, genç ihtiyar demeden umûmen seferber olmamızı emrediyor. Ey
oğullarım, beni cihad için donatıp hazırlayın!” demişti.
Oğulları:
“Allah
sana merhamet etsin. Sen, vefat edinceye kadar Resûlullah (s.a.s.) ile beraber savaşlarda
bulundun. Aynı şekilde vefat edinceye kadar Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’le
birlikte de savaştın. Şimdi senin yerine savaşa artık biz gideceğiz” dediler ise
de kabul etmedi.
Deniz
seferine çıktı ve şehitlik mertebesini kazandı. Ancak dokuz gün sonra mübârek
cesedini defnedebilecekleri bir ada bulabildiler. Cesedi hiç değişmemişti. Onu
bu uğradıkları adaya defnettiler. (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, II, 359)
Bütün
gücüyle cihad etmeye bir misal de Mihmândâr-ı Rasûl (r.a.)’den:
Ebû
Eyyûb el-Ensârî (r.a.), İstanbul istikâmetinde Rumlara karşı tertib edilen
gazâya katılmıştı. Yolda hastalandı. Vefâtı yaklaşınca asker arkadaşlarına
şöyle dedi:
“–Şayet
ölürsem beni yanınıza alın ve Rum topraklarına doğru gidebildiğiniz en son
noktaya götürün. Düşman saflarıyla karşılaşıp daha fazla ilerleyemez
olduğunuzda beni oraya, ayaklarınızın altına defnedin!..” (bk. Ahmed b. Hanbel,
Müsned, V, 419, 416)
Ebû
Mûsâ el-Eş‘arî (r.a.), sahâbenin Allah yolunda gösterdiği fedakârlıktan ibretli
bir kesiti şöyle anlatır:
“Resûlullah
(s.a.s.) ile birlikte sefere çıkmıştık. Altı kişi nöbetleşe bir deveye
biniyorduk. Yürümekten ayaklarımız delinmişti. Benim de ayaklarım delinmiş ve
tırnaklarım düşmüştü. Ayaklarımıza bez parçaları sarıyorduk. Bu bez
parçalarından dolayı o sefere «Zâtü’r-Rikâ» ismi verildi.”
Bu
hadîsi nakleden Ebû Bürde diyor ki:
“Ebû
Mûsâ el-Eş’arî bunları söyledi, fakat sonra da yaptığından hoşlanmadı ve;
«Bunları söylemekle hiç de iyi etmedim» diye pişmanlığını dile getirdi.
Herhâlde o, Allah için yaptığı bir yiğitliği ifşâ etmiş olduğundan dolayı
üzüldü.” (Buhârî, Meğâzî, 31)
Tebük’le
birlikte gelen umûmî seferberlik emri, münafıkların yüzündeki nifak maskesini
düşürdü. Dünyalık bir çıkar göremedikleri bu seferden, sudan bahaneler ileri
sürerek geri durmak istediler. Gelen âyetler, onların ibrete şâyan bu iki yüzlü
hallerini gözler önüne sermektedir:
42. Eğer dâvet edildikleri şey kolay bir ganimet ve çıkılacak sefer de şöyle yakın mesâfeli bir sefer olsaydı, o münafıklar mutlaka senin peşinden gelirlerdi. Fakat o meşakkatli sefer, onlara pek uzak göründü. Sonra da kalkıp Allah adına yemin ederek: “Eğer imkânımız olsa ve gücümüz yetseydi mutlaka sizinle beraber sefere çıkardık” diyeceklerdir. Böyle yapmakla kendilerini helâke sürükleyeceklerdir. Oysa Allah, onların yalan söylediğini kesinlikle bilmektedir.
Resûlullah
(s.a.s.) Tebük seferine katılmayı emrettiği zaman insanlar üç gruba ayrıldılar.
Bir grup acele davranıp emre itaat etti. Bunlar muhâcir ve ensârın ileri
gelenleri idi. Fakir müminlerin bir kısmına Allah’ın emri ve Rasûlü’nün
işaretine uymak ağır geldi ve nefislerinin arzusuna uymayı tercih ettiler. Bir
kısmı da geride kalmayı tercih etti. Bunlar münafıklar idi. İşte bu âyetler, onlar
hakkında nâzil oldu.
Âyette
bahsedilen kimselerin sefere katılmamalarının sebebi, güçlerinin yetmeyişi
değildi. Güçleri vardı ve isteselerdi çıkabilirlerdi. Fakat böyleyken
çıkmadılar. Eğer hemen elde edebilecekleri bir menfaat olsaydı kaçırmazlardı. Fakat
sonunu kestirmedikleri uzun bir sefere çıkmak işlerine gelmedi.
Münafıkların,
menfaatleri peşine koşturan kimseler olduğu hakkında Efendimiz (s.a.s.)’in şu beyânı
dikkat çekicidir:
“Onlardan herhangi bir kimse yağlı bir kemik yahut da güzel iki
koyun paçası bulacağını bilse, hiç şüphesiz yatsı namazında hazır bulunurdu.” (Buhârî,
Ezan 29; Müslim, Mesâcid 251)
Sefere
katılmaya gönülleri olmayan bu münafıklar çeşitli bahaneler uydurarak Efendimiz
(s.a.s.)’den izin istiyorlar, insanların en temiz kalplisi olan Efendimiz de
onlara izin veriyordu. Ama bu husustakı ilâhî uyarının gelmesi gecikmedi:
43. Hay Allah seni affedesice Nebî! Sefere çıkmamak için senden izin isteyen o münafıklara, sence kimin doğru söylediği iyice belli olmadan ve kimlerin yalancı olduğunu henüz bilmeden neden izin verirsin ki?
“Allah seni affedesice, …niçin izin
verirsin ki” (Tevbe 9/43) hitabında ordu komutanına bir ikaz bulunmaktadır.
Sefere çıkmamak için izin isteyenlere hemen izin vermeyip, doğru söyleyenle
yalancıyı ayıracak kadar bir araştırma ve bekleyişten sonra izin vermesi
gerektiği beyân edilmektedir. Ayrıca ileride gelecek olan “Ey Peygamber!
Kâfirlerle ve münafıklarla cihad et; onlara karşı katı ve sert davran…”
(Tevbe 9/73) emrine bir başlangıç olmak üzere, münafıklara karşı daha çetin
olması gerektiği yolunda bir uyarıdır.
Bu
hitap, bir taraftan da bütün ümmetin Allah korkusunu ziyadeleştirmek ve onları
heyecanla tevbeye teşvik etmek maksadı taşır. Zaten:
44. Allah’a ve âhiret gününe iman edenler, mallarıyla canlarıyla cihat etmekten geri kalmak maksadıyla senden asla izin istemezler. Allah o takvâ sahiplerini çok iyi bilir.
Hakiki
mü’minlerin özelliği cihattan geri kalmak için izin istemek değil, seve seve
cihada koşmaktır. Çünkü onlar, cihadın ne kadar faziletli bir ibâdet olduğuna
inanıyorlar. Allah Teâlâ’nın defalarca onu emrettiğini ve ona teşvik ettiğini
biliyorlar. Canlarla ve mallarla durmadan cihâd etmenin, cennetin bedeli
olduğunun şuurundalar. İzin istemek bir tarafa, hatta Medine’de yapılacak işler
sebebiyle Peygamber Efendimiz, onlara kalmalarını, cihada katılmamalarını
emretmiş olsa onların gücüne giderdi. Nitekim Tebük seferinde Hz. Ali’ye Medine’de
kalmasını emrettiğinde Ali (r.a.)’ın gücüne gitmişti. Sonra da: “Ya Ali, sen
bana göre, Mûsâ’nın yanındaki Hârûn gibisin” buyurarak gönlünü almıştı. (Buhârî,
Fezâilü’s-sahâbe 9; Tirmizî, Menâkıb 20) Tevbe sûresinin 92. âyetinde geleceği
üzere niceleri cihada katılamadıkları için üzüntülerinden dolayı ağlayıp göz
yaşı döküyorlardı. Bu durum, kalpte kökleşen imanın açık tezâhürleri idi.
Peki münafıklar ne durumdaydı:
45. Cihâda katılmamak hususunda senden ancak Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, kalpleri şüpheye düşmüş olup da o şüpheleri içinde bocalayıp duranlar izin isterler.
46. Eğer gerçekten sefere çıkmak isteselerdi onun için az da olsa bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah, onların böyle isteksizlik içinde harekete geçmelerini istemedi de kendilerini engelledi ve haklarında: “Evlerinde oturan çocuk ve kadınlarla beraber siz de oturun” hükmü verildi.
47. Onlar sizinle beraber sefere çıksalardı, problem artırmaktan başka bir işe yaramazlar, sizi fitneye ve ayrılığa düşürmek için aranızda koşuşturup dururlardı. Kaldı ki, içinizde onlar için casusluk yapacaklar da vardır. Allah, o zâlimleri çok iyi bilir.
Geçerli
bir özrü olmaksızın savaştan izin istemek, imansızlığın ve mânen şüpheler
içinde bocalamanın açık bir alâmeti sayılmıştır. İşte uzun Tebük seferine
katılmak istemeyen ve yalandan mazeretlerle izin isteyen münafıklar böyleydi.
Şüphecilik bütün ruhlarını sarmıştı. Ne yapsalar bu halden kurtulamıyorlar,
şüpheler içinde bocalayıp duruyorlardı. İmanla küfür arasında mekik
dokuyorlardı. Bir çıkar söz konusu olunca imana meyil gösteriyorlar, bir
meşakkatle karşılaştıkları zaman hemen küfre kayıveriyorlardı. Bu şüpheci
halleriyle münafıkların Allah yolunda cihâd etmeyi gönüllü olarak istemeleri
mümkün değildi. Zaten eğer böyle bir arzuları olsaydı, sefere çağrıdan sonra
kaçmanın yollarını aramak yerine az da olsa bir hazırlık yaparlardı. Halbuki bu
yönde hiçbir kıpırdanma yoktu. Olmaması da netice itibariyle mü’minlerin lehine
oldu. Çünkü bu imansız ve şüpheci halleriyle mü’minlerle beraber sefere
çıksalardı, hiçbir faydaları olmayacağı gibi, üstelik büyük zararları olacaktı.
Mü’minlerin azim ve gayretlerini zayıflatmak, morallerini bozmak, fitne ve
fesat çıkarmak için çalışacaklardı. Karakterlerine uygun hareket edeceklerdi.
Zayıf imanlı bazı kimseler de onların bu ayartmalarına kanıp sıkıntı
oluşturacaklardı. Ayrıca İslâm ordusu içinde onlar lehine casusluk yapacak
kimseler de eksik olmayacak, böylece büyük bir fitnenin fitili tutuşturulmuş
olacaktı. Cenâb-ı Hak buna müsaade buyurmadı.
Münafıkların daha önce çıkardıkları fitne ve
fesatlara örnek olması için buyruluyor ki:
48. Gerçekten bunlar daha önce de fitne çıkarmayı çok istemişler ve Rasûlüm, nice planlar içine girip senin aleyhinde türlü türlü entrikalar çevirmişlerdi. Ama sonunda, onlar hiçbir zaman hoşlanmasalar da, hakikat ortaya çıktı ve Allah’ın emri üstün geldi.
Münafıkların
fitne çıkarma arzuları sadece Tebük seferiyle sınırlı değildi. Daha önce de
fitne çıkarmışlar; meselâ Abdullah b. Übeyy Uhud’da 300 arkadaşıyla beraber müslüman
ordusunu terk etmişti. Hendek savaşının en kritik anında: “Ey Medine halkı!
Siz burada düşmana karşı koyamazsınız, mevzilerinizi bırakıp derhal geri dönün!”
(Ahzâb 33/13) demişlerdi. Birkaç kez Peygamber Efendimiz’i öldürmeye teşebbüs
etmişlerdi. Bununla birlikte İslâm davasını ortadan kaldırmak için çok
çalıştılar, çeşitli görüşler ortaya attılar ve nice hile ve tuzaklar kurdular.
Fakat ne yaptılarsa da hakikatin ortaya çıkıp, bütün entrikalarının deşifre
edilerek Allah’ın emrinin, muradının ve dininin galip gelmesini
engelleyemediler.
Onlardan
sefere katılmamak için daha ilginç bahaneler ileri sürenler de oldu:
49. Onlardan: “Savaşa gitmemek için bana izin ver de başımı belâya sokma!” diyenler var. Oysa onlar zâten fitnenin tam içine düşmüş durumdadırlar. Şüphesiz ki cehennem kâfirleri çepeçevre kuşatacaktır.
Resûlullah
(s.a.s.), Tebük seferi için hazırlıklarını sürdürürken Selime oğullarından Cedd
b. Kays’a: “Ey Ebu Vehb, sarı ırkın çocuklarından köle
ve hizmetkârların olsun istemez misin?” buyurdu.
O da: “Ey Allah’ın Rasûlü, kavmim iyi bilir ki ben kadınlara düşkün
bir adamım. Korkarım ki Asfar oğulları kızlarını görünce onlara sabredemem.
Beni onlarla fitneye düşürme.
Savaşa katılmamam için bana izin ver.
Ben de sana malımla yardım edeyim” dedi. Resûlullah (s.a.s.) de ondan yüzünü
çevirerek “Sana izin verdim” buyurdu.
İşte bu hâdise üzerine bu âyet-i kerîme
nâzil oldu. (Taberî,
Câmi‘u’l-beyân, X.191-192)
Şimdi
demünafıklarım müslümanlara karşı içlerinde besledikleri düşmanlıktan bir kesit
sunuluyor:
50. Sana bir iyilik gelse, bu onları üzer. Fakat sana bir musîbet dokunsa: “İyi ki biz tedbirimizi önceden almıştık” derler ve sevine sevine dönüp giderler.
51. De ki: “Allah bizim için ne yazdıysa, başımıza gelecek ancak odur. O bizim Mevlâmız’dır. Mü’minler, yalnızca Allah’a güvenip dayansınlar.”
Münafıkların
temel karakter özelliklerinden biri şudur: müslümanlara bir iyilik, güzellik,
refah, saadet, başarı veya zafer geldiği zaman buna çok üzülürler. Onlara bir
musibet, ölüm, sıkıntı, darlık, hastalık dokunduğu zaman da çok sevinirler.
“İyi ki biz önceden tedbirimizi alıp, kendimizi zarardan korumuşuz” diye keyiflenirler.
Bu ise imanın değil küfrün, dostluğun değil düşmanlığın açık bir alâmetidir. müslümanlar
ise hayır veya şer başlarına gelen her şeyin Allah’ın takdiriyle geldiğine
inanırlar; iyiliklere şükreder, sıkıntılara sabreder ve vazifelerini yerine
getirmeye çalışıp her durumda yalnız Allah’a güvenip dayanırlar.
Resûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kul hayrıyla ve şerriyle kadere inanmadıkça hatta başına gelecek
bir musibetin asla şaşırmayacağını, başına gelmeyecek bir musibetin de asla
gelmeyeceğini bilmedikçe imanın hakikatine ulaşamaz.” (Tirmizî,
Kader 10)
Bu
sebeple Peygamberimiz (s.a.s.)’e şöyle demesi tavsiye olunuyor:
52. Münafıklara şunu söyle: “Siz bizim hakkımızda ancak şu iki güzellikten; zafer veya şehâdetten birinin gelmesini gözetip duruyorsunuz. Biz ise sizin hakkınızda, ya Allah’ın kendi tarafından veya bizim elimizle sizi cezalandırmasını bekliyoruz. Öyleyse bekleyin, biz de sizinle beraber beklemekteyiz.”
Allah
yolunda cihat edip malla ve canla savaşırken müslümanları bekleyen iki güzel
neticeden biridir: Ya zafer ve ganimet veya şehâdet. Üçüncü bir ihtimal yoktur.
Dolayısıyla müslümanlar sonuçta ya kesin bir zafer kazanacak, gazi olacaklar,
ya da şehit düşeceklerdir. Bunların ikisi de güzeldir. Hatta âhiret yönünden
bakıldığında, münafıkların uykularını kaçıran ölüm, müslümanlar için sevgiliye
kavuşturan bir şeb-i arûs keyfiyeti taşımakta ve ebedî mutluluğa kapı
aralamaktadır.
Hadis-i
şerifte şöyle buyrulur:
“Allah, kendi yolunda cihad için çıkan ve bunu da yalnızca Allah’a
olan imanı ve Resûlü’nü tasdikden dolayı yapan kimseye cennete girmeyi veya
çıkmış olduğu evine ecir ya da ganimete nâil olmuş olarak geri dönmeyi garanti
eder.”
(Müslim, İmâret 103)
Münafıkların başına gelecek kaçınılmaz son
ise, Allah’ın onları, ya doğrudan doğruya kendi katından gelecek bir azapla ya
da müslümanların elleriyle vuku bulacak bir azapla cezalandırmasıdır. Onlara
layık olan akibet de ancak budur.
Münafıkların
yaptıkları harcamalara ve kıldıkları namazlara gelince:
53. De ki: “Malınızdan ister içinizden gelerek verin isterse hoşlanmaya hoşlanmaya verin, yaptığınız harcama, Allah katında hiçbir zaman asla kabul görmeyecektir. Çünkü siz yoldan çıkmış bir topluluk hâline geldiniz.”
54. Onların yaptığı bağışların kabul edilmesine engel olan şey, Allah’ı ve Rasûlü’nü inkâr etmeleri, namaza tembel tembel gelmeleri ve bağışlarını gönülsüz olarak zorlana zorlana yapmalarıdır.
Münafıklar,
inandıklarından değil de, bir kısım menfaat beklentileri veya korkuları
sebebiyle harcamada bulunabilirler. Onların bu harcamaları Allah katında makbul
değildir. Çünkü:
› Onlar Allah
ve Rasûlüne iman etmezler. Halbuki amellerin, ibâdet ve taatlerin kabul
olunmasının birinci şartı imandır.
› Namaza
isteksiz bir şekilde tembel tembel, üşene üşene gelirler.
› Zekâtı da
mecburiyet savma kabilinden istemeyerek ve zorlanarak verirler.
Yani
onlar Allah ve Rasûlü’ne küfürleri kalben devam ettiğinden, namazın ve infakın
ne yerine getirilmesindeki sevaba, ne de terkinden dolayı günaha inandıkları
için adeta namazı boşuna bir külfet, infakı da bir zarar sayarlar. Dolayısıyla
bu gibi vazifeleri ifâ ederken, iman ve gönül hoşluğu ile, seve seve Allah rızâsı
için değil, dünyevî bir maksatla ve sadece dış görünüşü kurtarmak niyetiyle
yaparlar. Buradan, onların infaklarının kabul edilmeyişinin esas sebebinin
herhangi bir günah değil, kalplerindeki küfür olduğu anlaşılmaktadır.
Kâfirler,
akrabalık bağlarını gözetmek, yoksulların ihtiyacını karşılamak, darda kalmış
olanın sıkıntısını gidermek gibi iyiliklerinin sevabını alamaz ve âhirette
bunlardan faydalanmazlar. Fakat bu iyilikleri karşılığında dünyada onlara
ihsanda bulunulur. Bununla alakalı bir hâdiseyi Hz. Aişe şöyle anlatır:
Bir
gün Allah Resûlü (s.a.s.)’e:
“-
Ey Allah’ın Rasûlü! İbn Cud‘an cahiliye döneminde akrabalık bağını gözetir,
yoksula yemek yedirirdi. Bunun kendisine bir faydası olacak mı?” dedim.
Peygamberimiz:
“- Bunun kendisine faydası olmayacak. Çünkü o, bir gün olsun:
«Rabbim, kıyamet günü günahımı bağışla dememiştir»” buyurdu.
(Müslim, İman 365)
Resûlullah
(s.a.s.) bir diğer hadis-i şerifte şöyle buyurur:
“Şüphesiz Allah hiçbir mü’mine mükâfatını eksik vermek suretiyle
en küçük bir iyiliğinde dahi haksızlık yapmaz. Dünyada iyiliklerinin karşılığı
olarak ona ihsanda bulunulur. Âhirette de bu sebeple ona mükâfat verilir.
Kâfire gelince, yapmış olduğu iyilikler karşılığında dünyada ona yemek
yedirilir, ihsanda bulunulur. Âhirete gittiğinde ise onun karşılığını
görebileceği herhangi bir iyiliği kalmamış olur.” (Müslim, Münafıkîn
56)
Kâfirin
yaptığına اَلْحَسَنَةُ (hasene) “güzellik,
iyilik” denilmesi, kâfirin bu husustaki zannı dolayısıyladır. Yoksa onun
Allah’a yakınlaşmak üzere yapacağı herhangi bir ameli sahih değildir. Çünkü
Allah’a yakınlaştırıcı amelin sahih olmasının şartı olan iman bulunmamaktadır.
Ya da buna “hasene” deniliş sebebi, mü’minin hasenesine şekil itibariyle
benzediğinden dolayıdır.
Mânen
bu kadar kötü durumda olmalarına rağmen Allah Teâlâ’nın münafıklara bunca mal
ve evlat vermesinin sebebine gelince:
55. Onların ne malları ne de evlatları sakın seni imrendirmesin! Çünkü Allah, onları daha dünya hayatında bunlar yüzünden sıkıntılara düşürmeyi ve neticede kâfir olarak can vermelerini istemektedir.
Münafıkların
dikkatleri üzerine çekecek ve imrenilecek kadar mal ve evlatları olabilir.
Cenâb-ı Hak, ister müslüman, ister münafık ister kâfir olsun dünya hayatında
ayırım yapmaksızın herkese rızık vermiş ve maişet imkânları sunmuştur. Zaman
zaman bu durum müslümana az, kâfire çok şeklinde de tezâhür etmekte, müslümanların
yanlış bir takım düşüncelere kapılmasına sebep olmaktadır. Halbuki böyle
düşünmeye gerek yoktur. Çünkü mü’min helâlinden kazanıp Allah yolunda harcadığı
malının ve İslâm’a göre yetiştirdiği evladının hem dünyada hem de âhirette
mükâfâtını görecekken, münafıklar mal ve evlatları yüzünden dünya hayatında
sıkıntılara maruz kalacaklardır. Mal ve evlatları hususunda duydukları korkular
ve endişeler sebebiyle Allah onları cezalandıracaktır. Nifak hallerini
değiştirmedikleri takdirde kâfir olarak ölecek ve âhirette de ebedi azaba
uğrayacaklardır.
Münafıkların
bir başka kötü huyları da şudur:
56. Bir de kalkıp: “Biz de sizdeniz!” diye Allah adına yemin ederler. Onlar kesinlikle sizden değildir. Fakat onlar, başlarına geleceklerden ödleri patlayacak şekilde korkan bir gürûhtur.
57. Eğer sığınabilecekleri bir yer yahut barınabilecekleri mağaralar, hatta başlarını sokabilecekleri bir delik bulabilselerdi, hiç durmaz azgın bir at gibi derhal oraya seğirtirlerdi.
Kâfir
oldukları halde, mü’min olduklarına dair yemin etmek münafıkların âdet haline
getirdikleri huylarıdır. Nitekim bir başka âyet-i kerîmede yine onlar hakkında
şöyle buyrulur:
“Rasûlüm! Münafıklar sana geldikleri zaman: “Şâhitlik ederiz ki,
sen gerçekten Allah’ın Rasûlü’sün!” derler. Allah, senin kendi Rasûlü olduğunu
elbette biliyor. Bununla beraber Allah şâhitlik eder ki, münafıklar kesinlikle
yalan söylemektedir.” (Münafıkûn 63/1)
Onları
bu şekilde yalan yere yemin etmeye sevkeden sebep, iç yüzlerinin ortaya çıkıp
bundan dolayı öldürülmekten veya zarara uğramaktan, ödleri patlayacak derecede
korkmalarıdır. O kadar korkmakta idiler ki, sığınacak herhangi bir yer,
dağların taşların arasında barınabilecekleri bir mağara veya girilebilecek en
küçük bir delik bulsalardı, müslümanlardan kaçarak serkeş bir at gibi hızlıca
oraya girerlerdi. Çünkü inanç ve düşünceleri mü’minlerinkiyle uyuşmuyor, ikisi
arasında iki mıknatısın artı kutupları arasındaki şiddetli itme gibi bir itişme
ve kaynaşamama hali yaşanıyordu. Sâdi’nin Gülistan’ında yer alan papağanla
karga hikâyesi bu gerçeği basit bir dille izah etmektedir:
Papağanla
kargayı aynı kafese koymuşlardı. Papağan, karganın çirkin manzarasından
sıkılıyor, diyordu ki: “Ne çirkin surat! Ne iğrenç sima! Ne melun manzara!..
Keşke aramız doğuyla batı arası kadar açık olsaydı da şu yüzü görmeseydim.”
Asıl tuhaflık şurada ki, karga da onun arkadaşlığından memnun değil. O da “lâ
havle” çekerek inliyor, talihinin aksiliğinden şikâyet ediyor, diyordu ki: “Bu,
ne talihsizlik! Benim şerefime lâyık olan, kendim gibi bir karga ile bir bağ
duvarı üzerinde zıplaya zıplaya gezmekti. Acep günahım neydi de böyle ahmak,
kendini beğenmiş, saçma sözlü bir yabancının arkadaşlığıyla mübtelâ oldum.”
Asmaî
şöyle anlatır:
Halil
b. Ahmed’in yanına vardım. Küçük bir hasır üzerinde oturuyordu. Bana oturmamı
işaret etti. “Sana darlık veriyorum” dedim. “Bırak, birbirinden nefret eden iki
kişiye bütün dünya dar gelir. Birbirini seven iki kişiye ise bir karışlık yer
bile geniş gelir” dedi.
Münafıkların,
zekât ve sadakaların taksimi konusunda da itirazları vardı:
58. Onlar arasında, zekât ve sadakaların taksimi konusunda iğneli sözlerle seni ayıplayanlar da var. Kendilerine bu mallardan bekledikleri pay verilirse hoşnut olurlar; verilmezse o zaman kızıp öfkelenirler.
59. Eğer onlar Allah ve Rasûlü’nün kendilerine verdiklerine râzı olup: “Allah bize yeter! Bize Allah lutf u kereminden yine verir, Rasûlü de verir. Biz yalnızca Allah’a gönül bağlamışız, O’nun rızâsını istiyoruz” deselerdi, elbette haklarında daha hayırlı olurdu.
Âyetlerin
inişine sebep olabilecek hâdiselerden biri şöyle vuku bulmuştur:
Ebu
Saîd el-Hudrî (r.a.) şöyle anlatıyor: Biz, Resûlullah (s.a.s.)’in yanındaydık.
O, ganimetleri veya kendisine getirilen zekât mallarını taksim ediyordu. Temîm
oğullarından olan Zü’l-Huvaysıra geldi ve:
“-
Ey Allah’ın Resûlü, adâletli ol” dedi. Peygamberimiz (s.a.s.):
“- Yazıklar olsun sana, ben adâletli değilsem, başka kim adâletli
olabilir ki? Eğer ben adâletli davranmamışsam sen kaybettin, hüsrana uğradın
demektir”
buyurdu. Hz. Ömer:
“-
Ya Resûlallah, izin ver şunun boynunu vurayım” dediyse de Efendimiz (s.a.s.):
“- Bırak onu. Onun öyle arkadaşları var ki sizden birisi onunla
birlikte kıldığı namazını, onunla birlikte tuttuğu orucunu değersiz görür.
Onlar Kur’ân okurlar ama Kur’an onların hançerelerinden aşağı geçmez. Onlar
okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkarlar...” buyurdu. (Buhârî, Menâkıb 25;
Edeb 95; Müslim, Zekât 142)
Zekatların
taksim edileceği yerler şu şekilde belirlenmiştir:
60. Zekâtlar ancak fakirlere, yoksullara, zekâtların toplanmasında görevli memurlara, kalpleri İslâm’a ısındırılacak olanlara, kölelere, borçlulara, Allah yolunda cihâd edenlere ve yolda kalmışlara verilir. Allah’ın bu konudaki kesin emri ve taksimi böyledir. Allah her şeyi hakkıyla bilen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır.
Zekâtlar,
“Onların mallarından bir miktar zekât ve sadaka al” (Tevbe 9/103) âyeti
gereğince devlet eliyle toplanır ve dağıtılır. Bu âyette toplanan zekâtların
dağıtılacağı sekiz sınıf şöyle beyân edilir:
Birinicisi;
fakirler: “Fakir”; muhtaç olan, kendi geliri asli ihtiyaçlarına yetmeyen,
zaruri ihtiyaçları için başkalarına bağımlı olan kimselerdir. Fizikî bir
sakatlık, yaşlılık sebebiyle veya geçici olarak fakir düşmüş kimseler, ya da
işsizler, yetimler, dullar gibi yardım edildiğinde kendi kendilerini idare
edebilecek hale gelen fakirler bu gruba girer. Bunlar az bir gelire sahip de olabilir,
böylece fakir ve muhtaç durumda olduğunu gizleyebilirler ve cahiller onları
zengin sanabilirler. Bunlar hakkında âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Vereceğiniz zekatlar, öncelikle kendilerini Allah yoluna adayan,
bu sebeple yeryüzünde maişet için dolaşma imkânı bulamayan fakirler içindir.
İffet ve hayaları sebebiyle halktan bir talepte bulunmadıklarından cahiller
onları zengin zanneder. Sen ise onları sîmâlarından tanırsın. Hele yüzsüzlük
edip de insanlardan ısrarla bir şey istemezler. Hayır olarak her ne verirseniz,
Allah onu elbette bilir.” (Bakara 2/273)
İkincisi;yoksullar:
Bunlar, fakirlerden daha bir sefalet içinde bulunan düşkün, âciz ve zillet
içindeki kimselerdir. “Yersiz yurtsuz, evsiz barksız yoksul ve kimsesizler”
(bk. Beled 90/16) âyetinin de işaretiyle, dışarıdan bakıldığı zaman yoksulluğu
belli olan kişiler demektir.
Zekâtlar
öncelikle böyle fakir ve yoksuların hakkıdır. Onlara verilmelidir. Aşağıda
geleceği üzere diğerlerine de yine onların menfaati sebebiyle veya fakirlik ve
ihtiyaçları dolayısıyla verilecektir.
Üçüncüsü;
zekâtla ilgili çalışan memurlar: Zekâtın toplanması, biriktirilmesi,
kaydedilmesi, muhafaza edilmesi ve dağıtılması gibi zekâtla ilgili bütün
işlerde çalışan memurların ücretleri zekâttan verilir. Bu onlar için bir sadaka
değil, yaptıkları hizmetlerin ücreti olur.
Dördüncüsü;
müellefe-i kulûb: Bunlar, kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenen kimselerdir. Resûlullah
(s.a.s.)’in uygulamalarına bakıldığında bunların üç grup olduğu görülür:
›
Bunların bir kısmı bazı azılı kâfirlerdir. Peygamberimiz, bunların
şerlerini defetmek ve müslümanlara eziyetlerini önlemek, diğer kâfirlere,
müşriklere ve zekât vermek istemeyenlere karşı çıkmalarını sağlayıp İslâm
tarafını tutmalarını temin etmek için böyle ihsan ve yardımlarla kendilerini
İslâm’a meyilli kişiler yapardı. Rivayetler değerlendirildiğinde, Efendimiz’in
bunlara farz olan zekâtlardan değil de ganimetlerin kendi payına düşenlerinden
verdiği yönündeki görüş daha ağır basmaktadır.
›
Bir kısım kabile reisleri ve ileri gelen kimselerdir. Allah Resûlü
(s.a.s.) bunlara bol bol ikram ve ihsanda bulunur, kendi kabilelerinden İslâm’a
girenlere eza ve cefa etmelerini önlemeye çalışırdı. Kendilerinin ve
emrindekilerin İslâm’a girmeleri ve İslâm’da sebat etmeleri gibi bir takım
İslâmî maksatlar ve maslahatlar gözetilirdi.
›
Bir kısmı da İslâm’a yeni girmiş, niyetleri ve iradeleri henüz
iyice pekişmemiş olan zayıf karakterli kişilerdir. Fakir ve muhtaç olmasalar da
kalpleri iyice İslâm’a ısınsın, imanları pekişsin ve İslâm'ı iyice
benimsesinler diye özellikle fazla fazla ikram ve ihsan görüyorlardı.
Beşincisi;
köleler: Zekâtın bir kısmı da köleleri özgürlüğe kavuşturmak için
harcanır. Bu da iki şekilde olabilir: Birincisi, efendisiyle belirli bir miktar
para ödendiğinde özgür kalmak üzere anlaşma yapan kölenin bu parayı ödemesine
yardımcı olunur. İkincisi ise İslâm devleti kölenin özgürlüğünü satın alıp,
daha sonra onu serbest bırakabilir. Birinci yol hakkında görüş birliği, ikinci
yol hakkında ise görüş farklılığı vardır.
Altıncısı;
borçlular: Para kazansın veya kazanmasın, gerçek anlamıyla yoksul olsun veya
olmasın tüm borçlarını kendi servetinden ödediğinde fakir düşecek olan
borçlulara da zekât fonundan yardım yapılabilir. Bir kısım âlimlere göre, zekâttan
yardım yapılamayacak tek borçlu, müsrif kimse veya haram işlerde para
harcayarak borca giren kimsedir. Bu tür kimseler ancak tevbe ettiklerinde
yardım yapılabilir.
Yedincisi;
Allah yolunda çalışanlar: Âyette geçen ف۪ي سَب۪يلِ
اللّٰهِ (fî sebîlillâh) “Allah
yolunda” ifadesiyle, fakihlerin çoğunluğuna göre Allah yolunda bilfiil
savaşanlar yanı sıcak savaşa katılanlar kastedilmiştir. Bir kısım İslâm
âlimlerine göre ise bu fasıldan, hac ve umre yapanlara, ilim tahsiliyle meşgul
olanlara zekât verilebilir, hatta cami, okul, hastane yapımı gibi işleri
üstlenmiş hayır müesseselerine ödenek ayrılabilir. Günümüz İslâm âlimlerinin
birçoğu, âyetteki bu ifadeyi İslâm’ın ve müslümanların menfaatine olan her
türlü faaliyet şeklinde anlamaktadırlar.
Sekizincisi;
yolda kalmış olanlar: Kendi vatanında iken yardıma muhtaç olmasa bile
yolculara zekâttan pay verilebilir. Çünkü o mallardan istifade imkânı yoktur.
Yine memleketlerinde mal ve mülkleri olduğu halde çeşitli baskılarla orayı
terketmek zorunda kalan mültecilere ve kalacak yeri, oturacak evi olmadığı için
ortalıkta kalmış olan kimselere de zekât gelirinden pay ayrılabilir. Ancak
dinen günah olan niyetlerle yapılan yolculuklar bu âyetin şumulü dışında
tutulmuştur.
Münafıkların
içlerinde Peygamberimiz (s.a.s.) hakkında münâsip olmayan şeyler söyleyip eziyet
edenler de bulunmaktaydı:
61. Münafıklardan bazıları Peygamber’i incitmekte ve onun hakkında: “O, her söyleneni safça dinleyen, her söze inanan bir kulaktır” demektedirler. De ki: “O, sizi dinlerken hep hayrınıza dinleyen ve hakkınızda ancak iyi sözleri işitmek isteyen bir hayır kulağıdır. Allah’a inanıp itimat ettiği gibi, mü’minlerin sözlerine de inanır ve değer verir. Ayrıca o, içinizden iman edenler için kavrayamayacağınız büyüklükte bir rahmettir.” Gerçek bu iken, Allah Rasûlü’nü incitenler için can yakıcı bir azap vardır.
Bu
âyet Allah Resûlü (s.a.s.)’e eziyet eden bir grup münafık hakkında nâzil olmuştur. Bunlar Efendimiz hakkında uygun olmayan şeyler söylüyorlardı. İçlerinden bazıları: “Böyle şeyler söylemeyin, sonra kulağına
gider de bizim aleyhimize olur” dedilerse de Peygamberimiz hakkında ileri geri
konuşanlardan Culâs b. Suveyd:
“Muhammed, her söyleneni dinleyen bir kulaktır; ne duyarsa ona kanar. Burada
onun hakkında istediğimizi konuşur, sonra
onun yanına varır başka türlü
konuşuruz, o da söylediklerimize inanır
ve bizi tasdik eder” dedi. Allah Tealâ da bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl,
s. 254)
Araplar
casusa اَلْعَيْنُ (ayn) “göz” dedikleri
gibi, her söylenene kanan ve her işittiğine inanan saf kimseye de اَلأذُنُ (üzün) “kulak” derlerdi. Efendimiz (s.a.s.),
münafıkların hâinliklerini ve kabahatlerini yüzlerine vurmaz, şefkat ve
merhametle muamele ederdi. Hususiyle Allah adına yeminlere çok hürmet
gösterirdi. Münafıklar da onun bu müşfikâne tutumunu saflık olarak değerlendirirlerdi.
Halbuki Merhamet Ummanı Efendimiz, bütün insanların hayrını ister, onların
hayrına olan şeylere kulak verir ve onların hayrı için çalışırdı. O, Allah’a
inandığı için O’nun adına yapılan yeminlere son derece hürmet gösteren,
mü’minlere güvendiği için onların sözlerine itibar eden mümtaz bir şahsiyete
sahipti. Onu incitenler ve aldatmak isteyenler aslında kendilerini aldatmakta
idiler. Çünkü o gerçekten iman edenler için bir rahmettir. Fakat münafıklar
gibi, dilleriyle iman ettiklerini söyleyip içten içe inkâr eden ve bu inkârlarının
bir tezâhürü olarak Allah Resûlüne eziyet edenler için neticede can yakıcı bir
azap olacaktır.
Zira:
62. Onlar sizi hoşnut etmek için yanınıza gelip yüzünüze karşı Allah adına yemin ederler. Oysaki gerçekten mü’min kimseler ise, en doğru olan Allah ve Rasûlü’nü hoşnut etmeye çalışmaktır.
63. O münafıklar bilmez mi ki, kim Allah’a ve Rasûlü’ne karşı gelirse, hiç şüphesiz onun hakkı, içinde ebedî kalacağı cehennem ateşidir. En büyük rezillik işte budur.
Rivayete
göre münafıklardan bir adam, kendi yandaşlarını kastederek: “Allah’a yemin
ederim ki bunlar bizim ileri gelenlerimiz ve en hayırlılarımızdır. Eğer Muhammed’in
söyledikleri gerçekse bunlar eşeklerden daha kötüdürler” demişti. Bunu
müslümanlardan bir adam duydu ve: “Allah’a yemin ederim ki Muhammed’in
söyledikleri gerçektir ve sen eşeklerden daha kötüsün” dedi ve gidip olanları
Peygamberimiz (s.a.s.)’e anlattı. Efendimiz (s.a.s.) o münafığı çağırttı ve: “Seni
bu şekilde konuşmaya iten sebep nedir?” diye sordu. Bunun üzerine adam
kendi kendine lânet edip böyle bir şey söylemediğine dair Allah’a yemin etmeye
başladı. Onun söylediklerini gelip Peygamberimiz (s.a.s.)’e anlatan müslüman
da: “Ey Allahım, doğrunun doğruluğunu, yalancının da yalanını ortaya çıkar”
diyordu. Bu hâdise üzerine “Onlar sizi hoşnut etmek için yanınıza gelip
yüzünüze karşı Allah adına yemin ederler” (Tevbe 9/62) âyet-i kerîmesi
indi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, X, 218)
Görüldüğü
üzere kalplerine iman tam olarak yerleşmemiş olan münafıklar, bir taraftan iki
yüzlü davranmaya devam ederken, bir taraftan da haklarında vahiy gelip iç
yüzlerini deşifre etmesinden çekiniyorlardı:
64. Münafıklar, kalplerinde gizledikleri küfür, düşmanlık ve hileleri yüzlerine vuracak bir sûrenin tepelerine indirilmesinden çekiniyorlar, buna rağmen yine de alay ediyorlar. De ki: “Siz alay edin bakalım! Hiç şüphesiz Allah, bilinmesinden çekindiğiniz o şeyleri orta yere döküverecektir.”
65. Kendilerine niçin alay ettiklerini sorsan, mutlaka: “Biz öylesine lafa dalmış, eğleşiyorduk!” derler. De ki: “Demek siz Allah ile, O’nun âyetleriyle ve O’nun Rasûlüyle eğleniyorsunuz, öyle mi?”
66. Artık boşuna özür dilemeyin! Çünkü siz iman ettikten sonra tekrar küfre girdiniz. Samimi tevbelerinden dolayı sizden bir grubu affetsek bile, diğerlerini inkâr ve günahta ısrar etmeleri sebebiyle cezalandıracağız.
Bu
âyet-i kerîmeler de Tebük seferi sırasında nâzil olmuştur. Rivayete göre Tebük
seferinde münafıklardan birisi Resûlullah ve ashâbını kastederek: “Şu bizim
kurramız gibi midesine düşkün, dili yalancı, düşmanla
karşılaşma
esnasında korkak olanını görmedim” dedi. Sahâbeden Avf b. Mâlik (r.a.): “Yalan
söyledin, fakat sen bir münafıksın ve hiç şüphen
olmasın bu söylediklerini gidip Resûlullah (s.a.s.)’e haber vereceğim” deyip
olanları anlatmak üzere Peygamberimiz’e geldi. Fakat inen âyetler durumu ondan
önce haber vermişti. Bahsedilen münafık
Allah Resûlü (s.a.s.)’e geldi. Efendimiz yerinden ayrılmış,
devesine binmişti. “Ey Allah’ın
Rasûlü, biz lafa dalmış eğleniyor, yolcuların yolculuktan sıkılmasını önlemek
üzere anlattığı sözler kabilinden aramızda konuşuyorduk”
dedi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 255)
Yine
Tebük seferinde Allah Resûlü (s.a.s.)’in önünde bir grup münafık yürüyordu.
İçlerinden birisi Efendimiz’i kastederek: “Bu adam Şam’ın kalelerini ve
saraylarını fethedeceğini sanıyor, heyhat ki heyhat!” dedi. Allah Tealâ,
Rasûlü’nü onun bu sözüne muttali kıldı. Oradakilere: “Binitleriniz üzerinde
bekleyin” buyurup o münafıkların yanına geldi
ve: “Şöyle şöyle söylediniz değil mi?” buyurdu.
Onlar: “Ey Allah’ın Rasûlü, biz konuşmaya
dalmış eğleniyorduk” dediklerin de bu âyet-i kerîmeler
nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 256)
Münafıkların
kim olduğunu daha iyi tanıyabilmemiz için onların diğer kötü vasıfları şöyle
haber verilmektedir:
67. Erkek olsun kadın olsun bütün münafıklar birbirinin aynısıdır: Kötülüğü teşvik edip yayarken, iyilik, doğruluk ve güzelliğin önünü kesmeye çalışırlar, Allah yolunda harcamaktan yana ellerini pek sıkı tutarlar. Allah’ı unuttukları için, Allah da onları unutmuştur. Gerçekten münafıklar yoldan çıkmışların ta kendileridir.
68. Allah, erkek olsun kadın olsun bütün münafıkları ve kâfirleri, içinde ebedî kalacakları cehennem ateşiyle tehdit etmektedir. O ateş onlara yeter. Allah onları rahmetinden uzaklaştırmıştır; onlar için bitip tükenmez bir azap vardır.
Bu
âyetlerde erkek veya kadın bütün münafıkların beş kötü tutum ve davranışları ve
bunlara mukâbil kendilerine verilecek beş büyük ceza beyân edilir.
Münafıklar:
·
Kötülükleri emrederler; onların işlenmesini ve yayılmasını
isterler.
·
İyilikleri yasaklarlar, iyiliklerin yapılmasına ve yayılmasına
engel olmaya çalışırlar.
·
Allah yolunda, hayır ve hasenât işlerinde harcama konusunda
ellerini sımsıkı kapatırlar; en küçük bir harcamada bulunmak istemezler.
·
Onlar Allah’ı unutmuşlardır, dolayısıyla Allah da onları
unutmuştur; Allah ile bağlarını tamâmen koparmışlardır.
·
Onlar her türlü günahı işleyen, itaat çizgisinden çıkmış fâsık
kimselerdir.
Bunlara
mukâbil verilecek cezalar da şöyledir:
§
Cehennem ateşi,
§
Orada ebedî olarak kalmak,
§
Onlara layık olanın, yetecek olanın başka bir şey değil sadece
ateş olması.
§
Allah’ın lânetine uğramaları, nihâyetsiz ilâhî rahmetten en küçük
bir nasip alamamaları,
§
Ateşten başka onlar için bitmez tükenmez, dâimî ve kalıcı bir
azabın olması.
Dolayısıyla
mü’minler, devamlı kendilerini murakabe ve muhasebe altında tutarak bu gibi münafıklık
hallerinden titizlikle uzak durmaya çalışmalıdırlar. Eğer bu konuda ciddiyet
gösterilmezse ayakların kayma tehlikesi devamlı ihtimal dâhilindedir. Allah Teâlâ
ve Peygamberimiz (s.a.s.)’in hususi övgü ve iltifatına nâil olmuş sahâbe-i kirâmın
şu korkulu hali hepimiz için bir numûne teşkil etmelidir:
Hz.
Ebubekir, bir gün Hanzala (r.a.)’a rastladı. Hâl ve hatırını sordu. Hanzala (r.a.)
büyük bir üzüntü ve endişe içinde:
“–Hanzala
münafık oldu, ey Sıddîk!” dedi. Hz. Ebubekir:
“–Sübhânallah!
Bu nasıl söz böyle?” deyince, Hz. Hanzala şöyle devam etti:
“–Biz,
Peygamberimiz’in sohbetindeyken, o bize cennet ve cehennemi hatırlatıyor, hattâ
onları gözümüzle görüyormuş gibi bir hâle bürünüyoruz. Resûlullah (s.a.s.)’in
huzûrundan çıkıp çoluk-çocuğumuz ve dünyevî maîşetimizle meşgul olmaya dalınca
da, duyduklarımızın pek çoğunu unutuveriyoruz. Onun sohbetindeki feyz ve
rûhâniyetimizi kaybediyoruz” dedi.
Ebubekir
(r.a.):
“–Vallahi,
buna benzer hâller bizde de oluyor” dedi.
Hanzala
(r.a.) olayın devamını şöyle anlatıyor:
“Bunun
üzerine ikimiz kalkıp doğru Resûlullah Efendimiz’in huzûruna vardık ve durumu
kendisine arz ettik. Peygamberimiz (s.a.s.) de:
«–Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, benim
yanımdaki hâlinizi devamlı muhâfaza edip, zikr-i dâimî üzere olabilseydiniz,
yatakta yatarken de, yollarda yürürken de melekler sizinle musâfaha ederlerdi» dedi ve
sonra üç defa tekrarlayarak:
«–Yâ Hanzala! Bazan öyle, bazan de böyle olur!»” buyurdu.
(Müslim, Tevbe 12)
Bu
rivayette bahsedildiği şekilde sahâbenin yaşadığı ruh hâlini Hak dostlarından
Şakîk-i Belhi (k.s.) ne güzel ifade eder: “Mü’min öyle bir hâle sahiptir ki,
anlatayım: Hurma ağacı diker; onda diken devşirmekten korkar. Dinleyin; münafıkı
da anlatayım: O da diken eker ve bu ektiğinden taze yemiş almayı arzular.
Yazıklar olsun böyle düşünene!” (Velîler Ansiklopedisi, I, 249)
Bu
sebepledir ki hem o dönemin münafıklarını hem de içlerinde münafıklık alameti
taşıyanları uyarmak üzere şöyle buyruluyor:
69. Ey münafıklar! Sizin hâliniz tıpkı sizden önce gelip helâk edilmiş kavimlerin hâline benzer. Üstelik onlar sizden daha güçlü, mal ve evlatları sizinkinden daha fazlaydı. Onlar nasipleri kadar dünya nimetlerinden faydalanıp zevk almaya çalıştılar. Sizden öncekiler nasıl nasipleri kadar bu nimetlerden faydalanmaya çalıştılarsa, siz de aynı şekilde nasibiniz kadar bunlardan faydalandınız. Hep birlikte oyun ve eğlence bataklığına dalanlar gibi siz de daldınız. O münafık ve kâfirlerin yaptıkları dünyada da âhirette de boşa gitmiştir. En büyük zarara uğrayanlar işte onlardır.
70. Yoksa onlara daha önce helâk edilen toplulukların, Nûh kavminin, Âd ve Semûd’un, İbrâhim kavminin, Medyen halkının ve şehirleri altı üstüne getirilmiş Lût kavminin ibret dolu haberleri gelmedi mi? Halbuki onlara peygamberleri apaçık deliller getirmişti de, kabul etmemişlerdi. Allah onlara kesinlikle zulmetmedi, fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.
Dünya
nimetleri birer imtihan malzemesidir. Onları nefsânî arzuların tatmini yolunda
değil, Allah’ın rızâsına erişmek niyetiyle ruhâniyeti artırma yollarında
kullanmasını bilmek lazımdır. Cenâb-ı Hak, mü’minlerden mallarını ve canlarını
cennet karşılığında satın aldığını haber veriyor. (bk. Tevbe 9/111) En mühim
iş, canı ve malı bu hedef doğrultusunda harcayabilmektir. Değilse âdi niyetler
ve bayağı arzular istikâmetinde İsrâf edilen imkânların hasret, nedâmet ve
ebedî hüsranın habercileri olduğu bilinen bir gerçektir. Daha önce gelip geçmiş
olan ve Kur’ân-ı Kerîm’de kıssaları anlatılan kavimlerde bunun en dikkat çekici
misallerini bulmak mümkündür. Dolayısıyla bu âyet-i kerîmeler, kıyamete kadar
tüm insanlığı uyararak kaybedenlerden, kendilerine zulmedenlerden değil, kulluk
vazifelerini yerine getirip kazananlardan olmaya davet etmektedir. Bunun için
de cennete girecek ve Allah’ın rızâsına erecek mü’minlerin özelliklerini
bildirmek üzere buyruluyor ki:
71. Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin dostu ve yardımcısıdırlar. İyiliği emir ve tavsiye eder, kötülüklerin önünü almaya çalışırlar. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederler. İşte onlar, kendilerine Allah’ın merhametle muâmele edeceği seçkin kimselerdir. Şüphesiz ki Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır.
72. Allah mü’min erkek ve mü’min kadınlara altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler ve Adn cennetlerinde çok güzel ve hoş meskenler va‘detmektedir. Allah’ın hoşnutluğu ise hepsinden daha büyüktür. İşte en büyük başarı ve kurtuluş budur.
67-68.
âyetlerde yapılan münafık tasvirine karşılık bu âyetlerde de mü’min tasviri
yapılmakta; bunların sergilediği beş güzel vasıf, tutum ve davranışa mukâbil
mü’minlere de beş büyük mükâfat müjdelenmektedir.
Birbirlerinin
dostu ve yardımcısı olan mü’minler:
› İyiliği
emrederler; kendileri iyilik yaptıkları gibi, başkalarının da iyilik yapmasını
tavsiye eder ve böylece iyiliğin yayılması için çalışırlar.
› Kötülüğü
yasaklarlar; kendileri yapmadıkları gibi başkalarının yapmasına da engel
olurlar, kötülüğün yayılmasını istemezler.
› Namazı
dosdoğru kılarlar,
› Zekâtı
verirler,
› Allah’ın ve
Rasûlü’nün bütün talimatlarına kayıtsız şartsız itaat ederler.
Bu
güzel davranışlara karşılık onlara verilecek mükâfâtlar da şöyledir:
› Allah onlara
rahmetiyle muamele edecektir.
› Onları
altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştirecektir.
› cennetlerde
ebedi kalacaklardır.
› Adn
cennetlerinde onları çok güzel, çok hoş köşk ve meskenlerde barındıracaktır.
› Hepsinden önemlisi
Allah onlardan razı olacaktır. Allah’ın bir kuldan razı olması, bütün cennet
nimetlerinin fevkinde bir nimettir.
Resûlullah
(s.a.s.)’in haber verdiğine göre Allah Teâlâ cennet ehline: “Râzı oldunuz mu?”
diye sorar. Onlar: “Nasıl râzı olmayalım ki! Yarattıklarından kimseye
vermediğin şeyleri bize verdin” derler. Bunun üzerine Allah: “Size bundan daha
üstün olanını da vereceğim” buyurur. Onlar: “Bundan daha üstünü nedir ki?” diye
sorarlar. Allah Teâlâ: “Rızâ ve hoşnutluğumu size vereceğim ve artık size asla
gazap etmeyeceğim” buyurur. (Buhârî, Rikâk 51; Müslim, Cennet 9)
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Kapları ve içindeki eşyalar gümüşten olan iki cennet vardır.
Kapları ve içindeki eşyaları altından olan iki cennet daha vardır. Adn
cennetindeki mü’minlerle Rablerini görmeleri arasında Allah’ın yüzündeki azamet
ve kibriya örtüsünden başka bir şey bulunmayacaktır.” (Buhârî,
Tefsir 55/1; Müslim, İman 296).
Efendimiz
(s.a.s.) bir defasında:
“Kim Allah’a ve Rasûlü’ne iman eder, namazını dosdoğru kılar ve
Ramazan orucunu tutarsa Allah onu mutlaka cennetine yerleştirir. İster Allah
yolunda cihad ve hicret etmiş olsun, isterse doğduğu topraklarda oturmuş olsun” buyurunca, ashâb-ı
kirâm:
“-
Ey Allah’ın Rasûlü! Bunu insanlara müjdeleyelim mi?” diye sordular. O zaman Resûlullah
(s.a.s.), hatta şunu da söyleyin dercesine sözüne devam ederek buyurdu ki:
“Cennette yüz derece vardır, bunları Allah kendi yolunda cihad
edenler için hazırlamıştır. Her iki derece arasındaki mesafe gökle yer
arasındaki kadar mesafedir. Allah’tan dilekte bulunduğunuz zaman O’ndan Firdevs
cennetini isteyin. Çünkü Firdevs, cennetlerin en yükseği ve en değerlisidir. Cennet
ırmakları oradan kaynar. Rahman’ın arşı da onun üzerindedir.” (Buhârî,
Cihad 4; Tevhid 22)
Âhiret
nimetlerine ve Allah rızâsına erişmeye teşvik sadedinde Allah dostlarının çok
güzel tavsiyeleri vardır. Bunlardan Yahyâ b. Muâz şöyle der:
“Dünya,
bir harâbedir. Ondan daha harap olanı ise onu mâmur hale getirmeye çalışan
insanın kalbidir. Âhiret, mamur bir yerdir. Ondan daha mamur olanı ise onu
kazanmaya çalışan insanın kalbidir.”
Buraya
kadar bir taraftan münafıkları tanımamızı sağlayacak ip uçları verilip
yüzlerindeki maskeler düşürülürken, bir taraftan da gerçek mü’minlerin
özellikleri ortaya kondu. Şimdi ise hitap Peygamberimiz (s.a.s.)’e çevrilerek,
ona kâfir ve münafıklarla nasıl mücâdele edeceği bildirilir:
73. Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihâd et; onlara karşı katı ve sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. Orası ne kötü varış yeridir.
Resûlullah
(s.a.s.), Allah’ın bildirmesiyle münafıkların kimler olduğunu biliyor fakat İslâm
toplumu içinde karışıklık çıkmasına engel olmak için onlara daha ziyade af ve
müsamaha ile davranıyordu. Bu şekilde Medine’de 9 yıllık bir süre geçti. Fakat
onlar, Efendimiz müsâmaha gösterdikçe daha da ileri gidiyor, Peygamberimiz ve müslümanlara
kötülük için ellerinden geleni arkalarına koymuyorlardı. Bu âyet-i kerîme,
inkârlarını içlerinde gizleyen münafıkların da, açıktan küfrünü ilan eden
kâfirler gibi algılanıp aynı şekilde onlarla da cihad edilmesini emretmektedir.
Peygamberimiz’e yapılan emir, onun şahsında tüm müslümanlar için de geçerlidir.
Yalnız âyette “sıcak savaş” mânasındaki “kıtâl” değil de daha genel bir mâna
ifade eden “cihad” kelimesinin kullanılmış olmasına dikkat edilmelidir. Zira
kâfirlerle ve müşriklerle diğer Kur’an âyetlerinin de delâletiyle sıcak savaş
yapmak mümkün iken, küfürlerini gizleyen sadece dilleriyle de olsa müslüman
olduğunu söyleyen münafıklarla böyle bir savaşa izin verilmemektedir. Dolayısıyla
münafıklara açılacak cihad, onlara İslâmiyeti en iyi şekilde anlatmak,
delilleri ortaya koymak, belgeleri açıklamak ve onların müslümanlara
verebilecekleri zararları en asgari seviyeye indirmeye çalışmaktır. Bunun için
de münafıkların bir kısım gizli hile ve desiselerine karşı dikkatli olunması
gerekmektedir:
74. O münafıklar din ve Peygamber aleyhine olumsuz bir şey söylemediklerine dair Allah adına yemin ediyorlar. Halbuki onlar dinden çıkmalarına sebep olan o sözü söylediler, İslâm’a girdikten sonra tekrar inkâra saplandılar ve ellerinin erişemeyeceği bir takım kötülüklere, cinâyetlere yeltendiler. Onların bu düşmanlıklarının tek sebebi, sonsuz lutuf ve bereketi sayesinde Allah’ın ve Râsûlullah’ın onları maddî ve mânevî nimetlerle zenginleştirmiş olmasından başka bir şey değildir. Her şeye rağmen eğer tevbe ederlerse kendileri için hayırlı olur. Yok, eğer yüz çevirirlerse Allah onları dünyada da, âhirette de can yakıcı bir azap ile cezalandıracaktır. Yeryüzünde de onlar için ne bir dost ne de bir yardımcı olacaktır.
Burada
münafıkların sergiledikleri bir kısım menfi tutum ve davranışlar gözler önüne
serilmektedir. Yalan yere yemin etmeleri, içlerinde gizledikleri küfrü ifşâ
eden sözler söylemeleri, dıştan müslüman gözüktükleri halde içlerinin küfürle
dolu olması ve İslâm sayesinde eriştikleri bolluk ve refaha teşekkür edecekleri
yerde nankörlük edip müslümanlardan öç almaya kalkışmaları bunlardan
bazılarıdır. Âyet-i kerîmenin iniş sebebiyle ilgili bazı rivayetler vardır.
Bunlardan önemli gördüğümüz iki rivayete yer vermemiz, şüphesiz âyetin daha
kolay anlaşılmasına yardımcı olacaktır:
Tebük
seferi sırasında birisi Cuheyne, diğeri de Ğıfâr’dan iki kişi
kavga etmişti. Ğıfâr’dan olan Cuheyne’liyi bastırınca Cuheyneliler Ensar’ın
anlaşmalı dostları olduğu için münafıkların reisi Abdullah b. Übeyy: “Ey Evs
oğulları, kardeşinize yardıma koşun. Vallahi bizim ve Muhammed’in misali aynen «Köpeğini
semirt seni yesin» diyen adamın söylediği gibidir. Vallahi, eğer Medine’ye
dönecek olursak içimizden daha aziz ve güçlü olan, daha zelil olanı oradan
çıkaracaktır” demiş ve onun bu sözünü
duyan bir müslüman da gelip Peygamberimiz (s.a.s.)’e haber vermişti. Allah Resûlü (s.a.s.) de Abdullah’ı çağırtarak yanına getirtti, o da böyle bir şey
söylemediğine dair yemin etmeye başladı. İşte bunun üzerine “Din ve Peygamber aleyhine olumsuz
bir şey söylemediklerine dair Allah adına yemin ediyorlar. Halbuki onlar dinden
çıkmalarına sebep olan o sözü söylediler” (Tevbe 9/74) âyet-i kerîmesi
nâzil oldu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
X, 237; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 257)
Diğer
rivayet ise şöyledir:
Resûlullah
(s.a.s.)’in yanında olanlardan bir grup münafık onu öldürmeyi plânladılar ve
plânı tatbik için fırsat kollamaya başladılar.
Nihayet bir gece bir geçitte plânlarını uygulayabileceklerini düşündüler.
Tam geçitten geçeği sırada Efendimiz (s.a.s.)’i binitiyle birlikte vadiye
itmeye karar verdiler. Bu sebeple bir kısmı ilerlerken bir kısmı da geride
kaldı. O gece Resûlullah (s.a.s.)’in binitini çeken Ammâr b. Yâsir, arkadan
süren de Huzeyfe idi. Huzeyfe birden develerin
tırnak sesini duyup geri dönünce bu kişilerle
karşılaştı: “Uzaklaşın ey
Allah’ın düşmanları” diye bağırınca o
mel’unlar isteklerine kavuşamadan oradan uzaklaşmak durumunda kaldılar. Resûl-i
Ekrem (s.a.s.) de ilerleyerek konaklayacakları yere ulaştı.
Âyetin “Ellerinin erişemeyeceği bir takım kötülüklere, cinâyetlere yeltendiler”
(Tevbe 9/74) kısmı işte bu menfur teşebbüse işaret etmektedir.
(Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 257)
Münâfığın
bir özelliği de Allah’ın verdiğine razı olmamak, kanaat getirmemek ve şükrünü
ifâ edip edemeyeceğini düşünmeden daha fazlasını istemektir. Bunun
gerçekleşmesi için de Allah’a tutamayacağı sözler vermesidir:
75. Onlardan bir kısmı da: “Eğer Allah lutf u keremiyle bizi zengin kılarsa mutlaka zekât ve sadaka verecek, kesinlikle dürüst ve iyi kimseler olacağız” diye Allah’a kesin söz vermişlerdi.
76. Derken, Allah onları lutf u keremiyle zengin kılınca cimrileştiler ve yüz çevirerek sözlerinden gerisin geri döndüler.
77. Bunun üzerine Allah, kendisine verdikleri sözü tutmamaları ve yalan söylemeyi âdet edinmeleri sebebiyle, kendi huzuruna çıkacakları güne kadar bir daha temizlenmeyecek şekilde, kalplerinin tam ortasına o çirkin nifak hastalığını yerleştirmiştir.
78. O münafıklar bilmiyorlar mı ki, Allah elbette kendilerinin gizlice ve fısıldaşarak konuştuklarının hepsinden haberdârdır. Ayrıca O, bütün gizlilikleri eksiksiz bilmektedir.
Bu
âyetlerin Ensar’dan Sa‘lebe b. Hatıp hakkında indiği rivayet edilir. Hâdise
şöyle gerçekleşir:
Sa‘lebe
Peygamberimiz (s.a.s.)’e:
“-
Allah’a dua et de bana bol rızık ihsan etsin” diye talepte bulununca Efendimiz:
“- Yapma ey Sa‘lebe! Şükrünü edâ edebileceğin az bir mal, şükrünü
eda edemeyeceğin çok maldan daha hayırlıdır” buyurdu. İkinci defa gelerek
yine isteğini tekrarlayınca Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“- Allah’ın Peygamberi gibi olmaya razı değil misin? Ben, dağların
altın olup benimle beraber yürümesini isteyecek olsam, hiç şüphesiz öylece
yürürlerdi.”
Buna rağmen Sa‘lebe:
“-
Seni hak din ile gönderen Allah adına yemin ederim ki, eğer sen Allah’a dua
edip O da bana bol mal ihsan edecek olursa, hiç şüphesiz her hak sahibine
hakkını vereceğim” diyerek talebinde ısrar etti. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s.)
ona dua etti. O da koyun satın aldı. Solucan ve kurtların çoğalması gibi çoğaldılar.
Medine ona dar geldi. Bu sefer Medine’nin dışına çıktı, Medine vadilerinden
birisine yerleşti. Artık sadece öğle ve ikindi namazlarını cemaatle
kılabiliyordu. Diğerlerini ise terk etti. Zamanla koyunları daha bir artıp çoğaldı,
bu sefer, Cuma namazı müstesna, Peygamber ve cemaati büsbütün terk etti.
Koyunları artmaya devam etti, nihayet Cuma’ya da gelmez oldu. Resûlullah (s.a.s.)
üç defa: “Yazıklar olsun sana ey Sa‘lebe!” buyurdu. Daha sonra yüce
Allah’ın: “Onların mallarından bir miktar zekât ve sadaka al” (Tevbe
9/103) ayeti nâzil olunca Peygamberimiz (s.a.s.) zekât toplamak üzere iki
kişiyi gönderdi. Onlara:
“- Sa’lebe’ye ve” Süleym oğullarından bir adamın ismini vererek “filana uğrayın
ve onların zekâtlarını alın” buyurdu. Bunlar Sa’lebe’ye gittiler. Ona, Resûlullah
(s.a.s.)’in gönderdiği mektubu okuttular. Bu sefer O:
“-
Bu cizye de neyin nesi oluyor? Bu istediğiniz şey cizye değilse de onun bir
benzeridir. Hele siz şimdi gidin, ben bir düşüneyim” dedi. Tahsildarlar dönüp
durumu Peygamberimiz’e arzedince: “Eyvah! Yazıklar oldu Sa’lebe’ye” buyurdu.
(Heysemi, VII, 31-32)
Bu vesileyle gelen âyet, Allah Resûlü (s.av)’in Tebûk
seferi için maddi yardım çağrısında bulunduğu zaman münafıkların sergiledikleri
cimrice tavırları haber vermektedir:
79. Onlar, gönüllü olarak bol bol bağışta bulunan mü’minleri gösteriş yapmakla suçlayarak kınıyorlar. Öte yandan, çalışıp didinerek ancak imkânları ölçüsünde bulabildiklerini veren yoksul mü’minleri de: “Bu üç beş kuruşa Allah’ın ihtiyacı mı var?” diye alaya alıyorlar. Oysa Allah, asıl kendilerini alay edilecek duruma düşürmüştür ve onların hakkı can yakıcı bir azaptır.
Efendimiz’in
yardım çağrısına zengin olsun fakir olsun bütün mü’minler var güçleriyle icâbet
ettiler. Hz. Ebubekir, Hz. Osman ve Hz. Abdurrahman b. Avf gibi zengin sahâbîler
büyük miktarlarda cömertçe infakta bulundular. Fakir sahâbeler de ne kadar
güçleri varsa o nispette bir şeyler getirip Allah Resûlü (s.a.s.)’e teslim
ettiler. Mesela Asım b. Adiyy (r.a.) bir ölçek hurma getirmiş: “Bu gece bir
zatın hurmalığını sulamak için sabaha kadar çalıştım. Karşılığında iki ölçek
hurma kazandım. Birini çocuklarıma bıraktım, birini de Allah için buraya
getirdim” demişti. Efendimiz de bunun, zekât olarak toplanan öteki hurmaların
üzerine dökülmesini emretmişti. İşte münafıklar, kendileri bir katkıda
bulunmadıkları gibi imkânları dâhilinde cömertçe yardımda bulunan samimi
müslümanlarla da, imkânı olmayıp az bir şey getirenlerle de alay etmeye
başladılar. Bol miktarda vereni gösteriş yapmakla suçladılar. Diğer taraftan
fakir bir müslüman, ailesinin ihtiyaçlarından fedakârlık yapıp ayırdığı veya
çalışıp çabalayıp biriktirdiği az miktarda bir sadaka getirdiğinde alay ederek:
“Şuna bakın hele; işte Roma İmparatorluğunun kalelerini fethetmeye yarayacak
para!” dediler. (bk. Buhârî, Zekât 10; Tefsir 9/11; Müslim, Zekât 72; Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
X, 247-252)
Peygamberimiz ve mü’minlerle alay etmede bu kadar
ileri giden münafıkların, artık kendilerine ilâhî af ve bağışlanma kapısını kapattıklarını haber
vermek üzere buyruluyor ki:
80. O münafıklar için ister Allah’tan bağışlanma dile, ister dileme fark etmez. Eğer onlar için yetmiş defa bağışlanma dilesen bile Allah onları asla affetmeyecektir. Çünkü onlar Allah’ı ve Rasûlü’nü inkâr etmişlerdir. Allah böyle inançsızlar ve itaatsizler gürûhuna doğru yolu göstermez.
Son
derece geniş bir merhamet ve müsamaha sahibi olan Resûlullah (s.a.s.), türlü
türlü hile, tuzak ve bozgunculuklarına rağmen münafıklara hep af ve müsâmaha
ile davranmıştır. Onların hallerini düzeltecekleri hususundaki ümidini hiç
kaybetmeden vazifesine devam etmiştir. Zira münafıkların cehennemin en alt
tabakasına atılacağını bildiren âyetlerde dahi istisna yapılmakta, bunlardan
tövbe edip kendini düzelten ve gönülden teslimiyet içine girenlerin Allah’ın
büyük mükâfatlara lâyık gördüğü müminlerle beraber olacakları haber verilmekte
idi. (bk. Nisâ 4/145-146) Dolayısıyla Efendimizin bu hali aynı zamanda bütün müslümanlara
“Asıl fazilet, güçlü olduğu halde yanlış yoldaki insanları dışlama yönüne
gitmeyip onların ıslahı ve kazanılması için çaba harcamak” olduğu yönünde
kuvvetli bir mesaj ihtiva etmektedir. Fakat bu âyet-i kerîme, kendilerinden söz
edilen münafıkların affedilme fırsatlarını tamamen yitirmiş olduklarını haber vermekte;
Efendimiz’in istiğfarının bile artık onlara bir fayda sağlamayacağını açıkça beyân
etmektedir. Çünkü bahsedilen bu münafıklar Allah ve Rasûlü’nü tamamen inkâr
etmişlerdir.
Münafıkların,
Peygamber (s.a.s.) ile birlikte savaşa katılma hususunda sergiledikleri olumsuz
tavırlara gelince:
81. Sefere katılmayıp geride kalanlar, Allah Rasûlü’ne muhalefet ederek evlerinde oturup rahatlarına bakmakla pek sevindiler. Mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihâd etmekten hiç hoşlanmayıp, yandaşlarına da: “Bu sıcakta sefere çıkmayın” tavsiyesinde bulundular. De ki: “Cehennem ateşi çok daha sıcaktır!” Keşke gerçeği anlayabilselerdi.
82. Artık onlar, kazandıkları günahlar yüzünden az gülsünler, çok ağlasınlar!
Allah
Resûlü (s.a.s.)’e aykırı davranmak ve onun karşısında yer almak büyük bir
günah, böyle bir cürümde bulunduğuna sevinmek daha büyük bir günah, bunlar
yetmiyormuş gibi sıcaklık bahanesiyle başkalarını da seferden vazgeçirmeye çalışmak
ayrı bir günahtır. Böyle üst üste zifiri karanlıklar gibi günaha batmış
olanlara düşen sevinmek değil; az gülüp çok ağlamaktır. Çünkü bu gidişin sonu,
kesinlikle pişmanlık, azap ve hüsran olacaktır.
Müslümana
yakışan da az gülmek çok ağlamaktır. Zira Allah Resûlü (s.a.s.)’in hüzünlü hali
sevinç halinden daha çok olurdu. Kahkahayla asla gülmez, gerektiğinde sadece
tebessüm ederdi. Ashâb-ı kirâm da gülerdi. Ancak çokça gülmek ve insanı menfi
yönde etkileyecek şekilde sık sık gülmeye devam etmek yasaklanmıştır. Hatta
hadis-i şerifte “çokça gülmenin kalbi öldürdüğü” beyân edilmiştir. (Tirmizî,
Zühd 2; İbn Mâce, Zühd 19)
Peygamber
Efendimiz (s.a.s.) gülmek ve ağlamakla alakalı olarak şöyle buyurur: “Allah’a
yemin ederim ki, eğer siz benim bildiklerimi bilseydiniz şüphesiz az güler çok
ağlardınız. Yollara dökülüp yüce Allah’a yüksek sesle feryad ile dua
ederdiniz.” (Tirmizî, Zühd 9; İbn Mâce, Zühd 19) Bu hadisi rivayet eden Ebu
Zer (r.a.): “Keşke koparılan bir ot olsaydım, diye temenni ederim” der. (Ahmed
b. Hanbel, Müsned, V, 173)
Allah
korkusundan, azabının dehşetinden ve çetin cezasından dolayı ağlayabilmek
güzel bir haslettir. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Ağlayın,
ağlayamayacak olsanız dahi ağlar gibi yapın.” (İbn Mâce, Zühd 19)
Mü’min,
hiçbir zaman cehennem azabının şiddetini aklından çıkarmamalı, ondan Allah’a
sığınmalıdır. Bir gün Resûl-i Ekrem (s.a.s.):
“- Sizin yaktığınız ateşin sıcaklığı, cehennem ateşinin
sıcaklığının yetmişte biri kadardır” buyurunca ashâb-ı kirâm:
“-
Ey Allah’ın Resûlü! Dünya ateşi bile insanı cezalandırmaya yeter” dediler. Resûlullah
Efendimiz şöyle buyurdu:
“- Cehennem ateşi dünya ateşinden altmış dokuz derece daha can
yakıcı kılındı; onların her bir derecesi dünya ateşi kadar şiddetlidir” (Buhârî,
Bed’u’l-halk 10; Müslim, Cennet 30)
Nebiyy-i
Ekrem (s.a.s.), cehenem azabının şiddetinden söz ettiği bir başka hadisinde de
şöyle buyurur:
“Şüphesiz kıyâmet gününde cehennemliklerin azabı en hafif olanı,
ayaklarının altına iki kor konulup da bu sebeple beyni kaynayan kişidir.” (Buhârî,
Rikâk 51; Müslim, İman 362-364)
Dünya zevklerini ebedî âhiret nimetlerine tercih
edip Allah’a ve Resûlü’ne karşı gelen münafıklara dünyada uygulnacak bazı
cezaları bildirmek üzere şöyle buyruluyor:
83. Eğer Tebük seferinden sonra Allah senin onlardan bir topluluğun yanına dönmeni nasip eder de, o topluluk bir başka savaşa çıkmak için senden izin isterse onlara de ki: “Siz, bundan böyle bir daha benimle cihâda çıkmayacak ve benimle birlikte herhangi bir düşmanla asla savaşmayacaksınız. Çünkü siz sefere ilk çağrıldığınızda evinizde oturmayı tercih ettiniz. O halde şimdi de geri kalanlarla birlikte oturmaya devam edin.”
84. Onlardan ölen hiç kimsenin cenâze namazını kılma ve hakkında dua etmek maksadıyla kabrinin başında da durma. Çünkü onlar Allah ve Rasûlü’nü inkâr etmişler ve yoldan çıkmış kimseler olarak ölmüşlerdir.
85. Onların ne malları ne de evlatları sakın seni imrendirmesin! Çünkü Allah, onları daha dünyada bunlar yüzünden sıkıntılara düşürmeyi ve neticede kâfir olarak can vermelerini istemektedir.
“Onlardan bir topluluk” ifadesi, Medine’de
kalıp sefere çıkmayanların hepsinin münafık olmadığını gösterir. Çünkü bunlar
arasında mazereti uygun görülenler vardı. Hiçbir mazereti olmadığı halde daha
sonra affa mazhar olan ve tevbeleri kabul olunan kimseler de vardı. (bk. Tevbe
9/118) Dolayısıyla burada özellikle Tebük seferine katılmamak için yalandan
mazeretler uyduran, havaların aşırı sıcak olduğu bahanesine sığınan, aynı
zamanda başkalarını da sefere çıkmaktan caydırmaya çalışan münafıklara, Resûlullah
(s.a.s.) ile beraber bir daha ebedi olarak sefere çıkmaları ve onunla beraber
düşmana karşı savaşmaları yasaklanmaktadır. Bu, onlara layık görülen ve bir
daha affedilme fırsatlarını kaybettiklerini haber veren pek büyük bir manevî
cezadır. Bunlardan ölenlerin imansız olarak can verdikleri bildirilip,
Peygamberimiz’e de onların cenâze namazlarını kılmaması emredilmektedir.
Münafıkların
başı Abdullah b. Übeyy b. Selûl ölünce, samimi bir müslüman olan oğlu Abdullah,
babasının bağışlanmasına vesile olacağı ümidiyle ve ona kefen yapmak
düşüncesiyle Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’den gömleğini istedi. Efendimiz ona
gömleğini verdi. Sonra Abdullah Peygamberimizden babasının cenaze namazını
kıldırmasını istedi. Efendimiz (s.a.s.) cenaze namazını kıldırmak üzere
kalkınca Hz. Ömer, Resûl-i Ekrem’in elbisesini tutarak:
“-
Ey Allah’ın Rasûlü! Rabbin yasakladığı halde onun namazını kılacak mısın?”
dedi. Peygamber Efendimiz ona:
“Rabbim
bana, «O munâfıklar için ister Allah’tan bağışlanma dile, ister dileme fark
etmez. Eğer onlar için yetmiş defa bağışlanma dilesen bile Allah onları asla
affetmeyecektir» (Tevbe 9/80) buyurmak suretiyle af dileyip dilememekte
beni serbest bıraktı. Ben ona yetmiş defadan fazla af dileyeceğim” diye cevap
verdi. Hz. Ömer:
“-
İyi ama, o munâfık!” dedi. Resûlullah (s.a.s.) onun cenaze namazını kıldırdı.
Bunun üzerine, “Onlardan ölen hiç kimsenin cenâze namazını kılma…” (Tevbe
9/84) âyeti nâzil oldu. (Buhârî, Cenâiz 22; Müslim, Munâfikîn 3)
Âyette
yer alan “kabrinin başında da durma” (Tevbe 9/84) ifadesini Efendimiz’in
cenazenin defninden sonraki tatbikatına göre açıklamak uygun olur. Resûl-i
Ekrem (s.a.s.) bir müslümanm cenazesi defnedildikten sonra kabri başında bir
süre durur ve etrafındakilere şöyle buyururdu: “Kardeşiniz için Allah’tan
mağfiret dileyiniz ve sorulanlara şaşırmadan cevap verebilmesi için dua
ediniz; zira şu anda o hesaba çekilmektedir.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz 69)
Bu
bakımdan gönlümüzü nifak lekelerinden arındırıp hesabımızı kolaylaştırmak için
Allah yolunda cihada çağrıldığımızda hemen koşmalı, şu âyetlerde haber verilen münafıkça
tavırlardan uzak durmalıyız:
86. “Allah’a iman edin ve Rasûlü ile beraber cihâda çıkın” diye bir sûre indirildiği zaman, içlerinden servet ve imkân sahibi olanlar savaşa gitmemek için hemen senden izin istemeye kalkar ve: “Bırak bizi, şu evlerinde oturan kadın ve çocuklarla beraber kalalım” derler.
87. Böylece seferden geride kalanlarla beraber bulunmayı tercih ettiler ve kalplerinin üzerine mühür vuruldu. Bu sebeple onlar gerçeği ve meselenin özünü idrak edemezler.
Tebük
seferine çıkmayı emreden sûre ve âyetler geldiğinde, gerçek mü’minler hiç
tereddüt göstermeden savaş çağrısına hemen icâbet ettiler. Münafıklar ise
mazeretler uydurdular. Bunlardan servet sahibi zenginlere, nefsani arzularını
terkedip sefere çıkmak ağır geldi. Geride kalıp oturanlarla beraber bulunmayı
tercih ettiler.
87.
âyetteki “geride kalanlar” diye tercüme ettiğimiz اَلْخَوَالِفُ
(havâlif) kelimesine şu mânalar verilebilir:
›
Kadınlar: Çünkü kadınlara benzetmek, münafıkların son derece
ağırlarına giden bir ifade idi.
›
Çocuklar, yaşlılar, özür sahibi erkekler,
›
Peygamberimiz’in emrine karşı çıkanlar.
Münafıkların
bahsedilen tutum ve davranışlarından uzak durduğumuz gibi buna karşılık
Resûlullah (s.a.s.) ve ashabının örnek hayatını kendimize ölçü almalıyız:
88. Fakat Peygamber ve beraberindeki mü’minler mallarıyla canlarıyla cihâd ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
89. Allah, onlar için altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. En büyük kurtuluş ve başarı işte budur.
Önceki
âyetlerde cihad emri karşısında sergilenen münafıkça tutum ve davranışlardan
bahsedildi. Burada ise, çağlar boyu gelecek insanlara örnek olması bakımından
Peygamberimiz’in ve beraberindeki mü’minlerin takdire şâyan güzel hallerine
temas edilmektedir. Onlar, bütün ihlas ve samimiyetleriyle, canlarıyla ve
mallarıyla Allah yolunda cihad ettiler. Böylece bütün hayırlara, ebedî
kurtuluşa ve her türlü cennet nimetlerine nâil oldular.
Sefere
katılmamak için ileri sürülen mazeretlere gelince, bunların bir kısmı düpedüz
yalandı. Fakat haklı gerekçeleri olanlar da vardı:
90. Bedevîler arasından savaşa katılmalarını engelleyecek geçerli mazereti olanlar, gelip seferden muaf tutulmaları için kendilerine izin verilmesini istediler. Allah ve Rasûlü’ne karşı dürüst olmayıp yalan söyleyenler ise, özür beyân etme zahmetine bile katlanmadan evlerinde oturmayı tercih ettiler. Onlardan küfürde kalmayı sürdürenlere pek acı bir azap isabet edecektir.
91. Allah’a ve Rasûlü’ne karşı samimi oldukları sürece zayıflara, hastalara ve savaşa hazırlanmak için maddî imkân bulamayanlara sefere katılmadıkları için herhangi bir sorumluluk ve vebâl yoktur. Zâten böyle dürüst olup, geride kaldıklarında hep iyilikle meşgul olanları kınamak için herhangi bir sebep söz konusu olamaz. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Şu
üç gruba savaşa katılmama müsaadesi verilmektedir:
Zayıflar, güçsüzler, sefere veya savaşa çıkacak mecâli olmayanlar,
Hastalar,
Maddî imkânları yetersiz kimseler.
Bunlar
geride kaldıkları zaman Allah ve Rasûlü’ne karşı dürüst olacaklar; fitne ve
fesat çıkarmadan, yalan haberler yaymadan duracaklar; mümkün oldukça da savaşa
katılanların ailelerine yardımcı olup moral vereceklerdir.
Resûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Medine’de öyle bir takım kimseleri geri bıraktınız ki, siz ne
kadar yol aldıysanız, neyi harcadıysanız, ne kadar vadi geçtiyseniz, mutlaka
onlar onda sizinle birliktedirler.”
Ashâb-ı
kirâm:
-
Ey Allah’ın Rasûlü! Medine’de bulundukları halde nasıl bizimle beraber
olabilirler? dediklerinde Efendimiz:
“Zira onları, mazeretleri alıkoydu” buyurdu. (Buhârî,
Cihad 35; Müslim, İmâre 159)
Efendimiz
(s.a.s.)’in bahsettiği kişilere örnek olması bakımından şimdi durumları
bildirilen Allah, Resûlullah ve cihad aşıklarının halleri ne kadar gönülleri derinden
etkileyecek misallerdir:
92. Kendilerine binek sağlaman için sana geldiklerinde: “Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum” diye cevap verdiğin zaman, sefer için maddî imkân bulamamanın verdiği üzüntüyle gözyaşları dökerek geri dönenlere de herhangi bir sorumluluk ve vebâl yoktur.
Ashâb-ı
kirâmın fakirlerinden yedi kişi, sefere iştirâk etmek için binek hayvanı
bulamamışlardı. Çoğunlukla iki askere, hattâ bazan üç askere bir deve düşüyordu
ve deveye sırayla bineceklerdi. Fakat sefere iştirâk etmeyi ve her an Allah
Resûlü ile beraber olmayı cân u gönülden arzu ettikleri hâlde, nöbetleşe de
olsa binecek bir deve bulamayan fakir sahâbîler de vardı. Onlar da Allah Resûlü’ne
gelerek hâllerini arz ettiler. “Bindirecek deve olmadığı” cevâbını alınca,
ağlaya ağlaya döndüler. Âyet-i kerîme bunlardan bahseder.
Âyetteki
ilâhî iltifata mazhar olan kişilerden Abdurrahman b. Ka‘b ile Abdullah b.
Muğaffel, Allah Resûlü’nün yanından ağlayarak dönerlerken, İbn Yâmin onlara:
“–Siz
niçin ağlıyorsunuz?” diye sordu.
“–Bize
binit sağlaması için Resûlullah’a gitmiştik. Yanında bizi üzerine bindirecek
bir şey bulamadı. Bizim de binip Allah Resûlü ile birlikte gazâya çıkacak bir
hayvanımız yok!” dediler.
İbn
Yâmin, ikisine bir deve, azık olarak da bir miktar hurma verdi. Hz. Abbâs,
gözyaşı dökenlerden ikisine, Hz. Osman da üçüne binit sağladı. (İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 172; Vâkıdî, el-Meğâzî, III, 994) Bir kısım ihtiyaç sahiplerine
de daha sonra Allah Resûlü (s.a.s.) binek temin etti. (Buhârî, Meğâzî 78)
Seferden muaf oldukları hâlde Allah Resûlü’nden ayrı kalmak kendilerine giran
gelen ve kalpleri Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetiyle dolu olan bu sahâbîler, bu
canhıraş iştiyak ve muhabbetlerinin karşılığında sefere katılma nimet ve
şerefine nâil oldular. İşte bu hâl, ashâb-ı kirâmın malıyla ve canıyla Allah
yolunda nasıl fedâkârlıkta bulunduklarını ve onların gönül yapısını sergileyen
sayısız misâllerden biridir.
Tebük’ten
ibret dolu diğer bir hâtırayı da Vâsile b. Eskâ (r.a.) şöyle anlatıyor:
“Tebük
seferine çıkılacağı günlerde Medine’de şöyle seslendim:
«–Ganimet
hissemi vermem karşılığında kim beni bineğine bindirir?»
Ensâr’dan
yaşlı bir zât, nöbetleşe binmek üzere beni sefere götürebileceğini bildirdi.
Ben hemen; «Anlaştık!» deyince:
«–Öyleyse
Allah’ın bereketi üzere yürü!» dedi. Böylece hayırlı bir arkadaşla yola çıktım.
Allah ganimet de nasîb etti; hisseme bir miktar düştü. Bunları sürüp Ensârî’ye
getirdim. O bana:
«–Develerini
al götür» dedi.
«–Başta
yaptığımız antlaşmaya göre bunlar senin» dedim. Ama Ensârî:
«–Ey
kardeşim! Ganimetini al, ben senin bu maddî payını istememiştim. Ben sevabına,
yâni mânevî kazancına iştirâk etmeyi düşünmüştüm» dedi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd
113/2676)
İmkânı olsun olmasın her fırsatta böylesine bir
samimiyetle Rabbinin rızâsını arayan hakiki mü’minlerin yanında, cihaddan
kaçmak için bahaneler bulup girecek delik arayanlar da vardır ki, bunların
vebâlden kurtulması mümkün değildir:
93. Sorumluluk ve vebâl ancak, zengin oldukları halde sırf cihattan kaçmak için çeşitli bahanelerle senden izin isteyenleredir. Çünkü onlar geride kalması tabii olan kadın ve çocuklarla beraber bulunmayı tercih ettiler; Allah da kalplerini mühürledi. Bundan dolayı artık onlar gerçeği bilemezler.
Faziletli
insan olmak zor, alçaklığa düşmek ise kolaydır. Hz. İsâ’ya: “İnsanların hangisi
daha şereflidir?” diye sorulunca iki eline birer avuç toprak alıp: “Bu
ikisinden hangisi daha şereflidir?!” diye sorar. Sonra avuçlarındaki toprağı
birleştirip yere atar ve: “İnsanların tümü topraktandır. Onların Allah katında
en değerli olanları, en çok takvâ sahibi olanlarıdır” buyurur. Şu halde yücelik
ve şeref, takvâda, mücâhedeyi rahata, hüznü ve ağlamayı sevinç ve sürûra tercih
etmektedir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur:
“Kıyamet gününde insanların Allah’a en yakın olanları, hüznü,
susuzluğu ve açlığı çok olanlardır.” (Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, I, 287)
Allah
Teâlâ münafıkların sevinmelerini ve alay etmelerini kötülemiş, ihlaslı
mü’minleri de hüzünlü olmaları ve ağlamaları sebebiyle övmüştür. Münafıkların
gülmeleri çok ağlamaya, ihlaslı mü’minlerin ağlamaları ise ardı arkası gelmeyen
surûra, neş’eye ve tebessüme sebep olacaktır.
Gelen
âyetler, mü’minlerin Tebük seferinden zaferle ve selametle döneceklerini
müjdelemekte, sefere geçerli bir mazereti olmadan katılmayanların ise hüsrana
uğrayacaklarını haber vermektedir:
94. Sefer dönüşü kendileriyle karşılaştığınız zaman o münafıklar size özür beyân edecekler. De ki: “Boşuna özür dilemeye kalkmayın; size asla inanacak değiliz. Çünkü Allah mazeretlerinizin geçersizliği ile alakalı olarak nifak ve yalanlarınızı bize haber verdi. Bundan böyle de Allah ve Rasûlü, ne yapacağınıza bakacak. Sonra da duyuların kapsam alanına girmeyen ve giren her şeyi hakkıyla bilen Allah’ın huzuruna varacaksınız. O da yaptıklarınızı size bir bir haber verecektir.
95. Savaştan dönüp yanlarına geldiğinizde, kendilerini kınamaktan vazgeçmeniz için size Allah adına yemin edecekler. Artık onları kınamaktan ve azarlamaktan vazgeçin. Çünkü onlar pisliktir. Kazandıkları günahlar yüzünden varacakları yer cehennemdir.
Bahsedilen
kimseler, yalan söyleyerek Rasûlüllâh (s.a.s.)’den izin isteyen seksen kadar münafık
idi. Allah Resûlü (s.a.s.) Tebük’ten döndükten sonra ashâb-ı kirâmı onlarla
oturmaktan ve konuşmaktan men etmiştir. (Kurtubî, el-Câmi‘, VIII, 231)
Çünkü onlar âyetin beyânıyla “pislik” olmuşlardır. Dışarıdan görünmese bile
içleri pistir; niyetleri ve ruhları habistir. Gözle görülen cismânî
pisliklerden sakınmak nasıl vacip ise, bulaşması daha çabuk, zararı daha fazla
olan ruhânî ve ahlâkî pisliklerden uzak durmak da daha öncelikli olarak
vaciptir.
Muhammed
Bâkır (r.a.) demiştir ki: “Babam Zeynelâbidîn (r.h.) bana tavsiyede bulunup
şunları söyledi:
«Şu
beş sınıf insanla dostluk kurma, komşuluk etme ve onlarla yola çıkma:
›
Fâsıkla dostluk kurma. Çünkü seni bir lokma ekmeğe ve hatta daha
basitine satar.» Ben «Babacığım! Daha basiti nedir ki?» diye sorunca: «Bir
lokma ekmeğe tamah eder, sonra da onu elde edemez» dedi.
›
«Cimriyle dost olma. Çünkü, en çok ihtiyacın olan şeyi bile senden
esirger.
›
Yalancıyla dost olma. Çünkü o serap gibidir. Sana, yakın olanı
uzak, uzak olanı da yakın gösterir.
›
Ahmakla dost olma. Çünkü, sana fayda vereyim derken zarar verir.
Nitekim, ‘Akıllı düşman, ahmak dosttan daha hayırlıdır’ diye bir söz vardır.
›
Akrabasıyla ilişkisini kesen kimseyle de dost olma. Çünkü ben böyle
insanların Allah Teâlâ’nın kitabı Kur’ân-ı Kerîm’in üç yerinde
lânetlendiklerini gördüm.»” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 620)
Önceki
âyetlerde şehirde yaşayan münafıkların hallerinden kesitler sunuldu. Köylerde
ve çöllerde yaşayan bedevîlere gelince:
96. Yine kendilerinden hoşnut olasınız diye size yemin ederler. Siz onlardan hoşnut olsanız bile, şunu bilin ki Allah, yoldan çıkmış o günahkârlar gürûhundan asla hoşnut olmaz.
Bahsedilen
kimseler, yalan söyleyerek Rasûlüllâh (s.a.s.)’den izin isteyen seksen kadar münafık
idi. Allah Resûlü (s.a.s.) Tebük’ten döndükten sonra ashâb-ı kirâmı onlarla
oturmaktan ve konuşmaktan men etmiştir. (Kurtubî, el-Câmi‘, VIII, 231)
Çünkü onlar âyetin beyânıyla “pislik” olmuşlardır. Dışarıdan görünmese bile
içleri pistir; niyetleri ve ruhları habistir. Gözle görülen cismânî
pisliklerden sakınmak nasıl vacip ise, bulaşması daha çabuk, zararı daha fazla
olan ruhânî ve ahlâkî pisliklerden uzak durmak da daha öncelikli olarak
vaciptir.
Muhammed
Bâkır (r.a.) demiştir ki: “Babam Zeynelâbidîn (r.h.) bana tavsiyede bulunup
şunları söyledi:
«Şu
beş sınıf insanla dostluk kurma, komşuluk etme ve onlarla yola çıkma:
›
Fâsıkla dostluk kurma. Çünkü seni bir lokma ekmeğe ve hatta daha
basitine satar.» Ben «Babacığım! Daha basiti nedir ki?» diye sorunca: «Bir
lokma ekmeğe tamah eder, sonra da onu elde edemez» dedi.
›
«Cimriyle dost olma. Çünkü, en çok ihtiyacın olan şeyi bile senden
esirger.
›
Yalancıyla dost olma. Çünkü o serap gibidir. Sana, yakın olanı
uzak, uzak olanı da yakın gösterir.
›
Ahmakla dost olma. Çünkü, sana fayda vereyim derken zarar verir.
Nitekim, ‘Akıllı düşman, ahmak dosttan daha hayırlıdır’ diye bir söz vardır.
›
Akrabasıyla ilişkisini kesen kimseyle de dost olma. Çünkü ben böyle
insanların Allah Teâlâ’nın kitabı Kur’ân-ı Kerîm’in üç yerinde
lânetlendiklerini gördüm.»” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 620)
Önceki
âyetlerde şehirde yaşayan münafıkların hallerinden kesitler sunuldu. Köylerde
ve çöllerde yaşayan bedevîlere gelince:
97. Göçebe çöl bedevîleri, câhillikleri ve eğitimsizlikleri sebebiyle küfür ve nifakta şehirlilerden daha şiddetli olup, konumları ve içinde bulundukları şartlar itibariyle Allah’ın Peygamberi’ne indirdiği hükümlerin sınırlarını bilmeme onlardan daha çok beklenir. Allah her şeyi hakkıyla bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
Çölde
yaşayan bedevîler, şehirlerde yaşayanlardan kâfirlik ve münafıklık bakımından
daha şiddetlidirler. Çünkü yaşadıkları çöl hayatı kalplerinin katılığını
artırmış, huylarını sertleştirmiştir. Kolay kolay itaate yanaşmaz, emre boyun
eğmezler. Bu yönleriyle âdetâ vahşî hayvanlara benzerler. Kalplerindeki katılık
da onlarda kibir, gurur, övünme ve haktan sapma gibi kötü hasletlerin ortaya
çıkmasına sebep olmuştur. Bu halleriyle onlar Resûlullah (s.a.s.)’e indirilen
hükümlerin, ahlâk ve âdâbın sınırlarını bilmemeye daha yatkın, daha
layıktırlar. Çünkü onlar Peygamberimiz’in sohbetlerinden uzak, onun mûcizelerini
yakından görmekten, kitap ve sünnette bildirilen ibâdet ve diğer ahkâmın tatbik
ediliş biçimlerini tanıma şerefinden mahrum kalmışlardır. Bu yüzden tevhid ve âhiret
akidesinin ve peygamberliğin içyüzünü, inceliğini ve bunlarla alakalı
delillerin inceliklerini, şer’î hükümlerin muhtevâ ve hudutlarını tam mânasıyla
bilemeyebilirler. Derin fıkhî mevzular şöyle dursun, basit ilmihallerini bile
bilemeyecek bir haldedirler.
Fakat
bunların hepsi bir değildir. Burada iki grubundan kısaca bahsedilmektedir.
Birinci grup:
98. Bedevîlerden öylesi var ki, Allah yolunda verdiklerini kendilerinden zorla alınmış bir angarya sayar ve bundan kurtulmak için sizin başınıza felâketlerin gelmesini gözetleyip durur. O kötü felâketler, belâlar kendi başlarına gelsin. Allah, her şeyi hakkıyla işiten, kemâliyle bilendir.
Bahsedilen
bedevîler Allah yolunda harcayacağı malı, sadaka olarak yapacağı infakı zorla
ödenmiş bir borç, boşa gitmiş, telef olmuş bir zarar, bir ziyan olarak görür,
öyle kabul eder. Allah rızâsını umarak vermediği ve karşılığında bir sevap
beklemediği için verdiği o mal, onun anlayışına göre ganimet değil, tam aksine
bir cereme olur. Gönlü rahatlatan, ruha inşirah veren hayırlı bir kazanç değil,
aksine ölümcül bir dert, yüreğine vurulmuş bir düğüm olur. Bu harcamalar, ibâdet
kastı olmaksızın, sırf gösteriş ve takiyye gibi menfi düşüncelerle
yapıldığından tam mânasıyla bir zarar ve hüsran olur. Bu sebeple
Peygamberimiz’in ölmesini, müslümanların başına belâların, musibetlerin
gelmesini, devletlerinin yıkılmasını ve böylece infak etme zahmetinden
kurtulmayı gözetleyip durur.
İkinci
grup:
99. Ama bir kısım bedevîler de var ki, Allah’a ve âhiret gününe inanır, hayır yolunda harcadığını Allah’a yakınlaşmaya ve Peygamber’in duasını kazanmaya vesile sayar. Gerçekten de, hayır yolunda yaptıkları harcamalar onlar için Allah’a birer yakınlaşma vesilesidir. Allah onları husûsî rahmetine erdirecektir. Hiç şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Burada
ise, önceki grubun mukâbilinde Allah’a ve âhiret gününe iman eden ve yapacağı
harcamanın Allah katında yakınlığa ve Peygamberimiz (s.a.s.)’in dua ve
istiğfarına vesile olacak hayırlı bir iş olduğuna inanan bir gruptan söz
edilir. Allah Resûlü (s.a.s.), böyle sadaka verenler hakkında hayır ve bereket niyazında
bulunur ve onlar için Allah’tan mağfiret niyaz ederdi. Dolayısıyla onların
hayır yolunda yaptıkları harcamalar gerçekten de Allah’a yakınlaşma sebebidir.
Allah onların hayırlarını kabul buyuracak, bu vesileyle onları rahmetine dâhil
edecek; cennetine, nimetine, ebedî saadet ve selâmetine erdirecektir. Çünkü O,
çok bağışlayıcı ve sonsuz merhamet sahibidir.
Şunu
ifade etmek gerekir ki, tarih bize Resûlullah (s.a.s.) zamanında yaşayan
kâfirler ve münafıkların, bütün zamanların kâfir ve münafıklarının en sert, en
acımasız, en kurnaz, en riyâkar, eğitilmeye en uzak ve kökleşmiş inanç, âdet ve
yaşayışlarına bağlılıkta en mutaassıp olduklarını haber vermektedir. Konuyla
ilgili Kur’an âyetleri de bunun böyle olduğunu apaçık göstermektedir. Fakat Resûl-i
Ekrem (s.a.s.), Allah’ın izniyle bu insanlardan çok kısa bir sürede bütün
zamanların ilme ve düşünceye en açık, en merhametli, en faziletli, kıyâmete
kadar gelecek nesillere öğretmen olacak mükemmel ve muhteşem bir nesil
çıkarmıştır. Öyle ki onlar “Sahâbe Nesli” olarak anılacak ve artık kıyâmete
kadar milyarlarca insanın saygı ve sevgisine mazhar olacak yüksek bir mevkiye
ulaşmışlardır. Bu Resûlullah (s.a.s.)’in tarihte bir benzerine rastlanmayan mûcizelerinden
biridir.
İşte
bu münâsebetle burada üçüncü bir gruptan bahsedilir ki, onlar kulluk ve
fazilette zirvelere tırmanmış, Allah yolundaki fedakârlık ve feragatleriyle
kıyamete kadar gelecek imanlı nesillere örnek olacak mükemmel bir İslâmî hayat
sergilemişlerdir:
100. İslâm’ı kabul ve ona hizmette öne geçen muhâcir ve ensârın ilkleri ile bunların yoluna en güzel bir şekilde uyanlar var ya, Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. Allah onlar için her tarafında ırmaklar çağlayan, içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte en büyük başarı ve kurtuluş budur.
“Muhâcir ve Ensâr’ın ilkleri”nden maksadın
kimler olduğu hakkında şu izahlar yapılır:
› İki kıbleye;
hem Mescid-i Aksâ’ya hem Mescid-i Haram’a doğru namaz kılmış olanlar,
› Bedir savaşına
katılanlar,
› Hudeybiye’de
ağaç altında yapılan Bey’atü’r-Rıdvân’da hazır bulunanlar,
› “Muhacir ve
ensar” olarak vasıflandırılan ilk müslümanlar, yani bütün sahâbeler.
“Bunların yoluna en güzel şekilde uyanlar” (Tevbe
9/100) ise muhâcir ve ensârın, Allah Resûlü’ne itaat ve İslâm’ı güzel yaşama
hususundaki örnek hal ve hareketlerine tabi olan kıyamete kadar gelecek bütün
mü’minlerdir.
Bu
âyet-i kerîme sahâbe-i kirâmın, özellikle içlerinde ön safları tutanların ve
büyük bir aşk, iştiyak, dikkat ve titizlikle onların izlerini takip edenlerin
Hak katındaki değer ve yüceliğini ifade bakımından büyük bir önem taşımaktadır.
müslüman âlimler, sahâbe-i kirâmın peygamberlerden sonra bütün insanların en
faziletlisi olduğu hakkında görüş birliği içindedir.
Hasan
Basrî Hazretlerine ashâb-ı kirâmdan soruldu. Önce içli içli ağladı, sonra şöyle
anlattı:
“Onlarda
hep iyilik ve hayır alâmetleri vardı. Bu alâmetler yüzlerinden belliydi.
Oturmaları, kalkmaları, konuşmaları hep hayrı anlatırdı.
Onların
giyimleri orta halli idi; güzel olurdu.
Onların
tutuşları hoştu; tevazuu dile getirirdi.
Onların
konuşmaları dâimâ iyi ve güzel olan şeyleri işlemeye dairdi.
Onlar
yerken içerken rızkın en temizini, helâlini seçer yerlerdi.
Onlara
Yüce Rablerine taat için eğilirlerdi; boyunlarını O’nun emri karşısında
bükerlerdi. Sevdikleri işte hep O’nun emrini gözetirlerdi; sevmedikleri işte de
hep O’nun emrini gözetirlerdi.
Onlar
Yüce Hak için verirlerdi; bu verdiklerini candan verirlerdi. Bu halleri onların
mâna susuzluklarını giderirdi, cisimlerini zayıflatırlardı.
Onlar,
Yüce Hakk’ı hoşnut etmek yolunda, kulların darılmasına önem vermezlerdi.
Onlar,
öfkede aşırı gitmezlerdi.
Onlar,
Allah’ın hükmü dışına çıkmazlardı.
Onlar,
Kur’an’a tutunur ve sünnet üzere hareket ederlerdi.
Onlar,
dillerinde Allah zikri ile dolaşırlardı.
Onlar,
kendilerinden yardım istendiği zaman, kanlarını Allah yolunda akıtırlardı.
Onlar,
kendilerinden Allah rızâsı için borç istendiği zaman, mallarını seve seve
verdiler.
Onlar,
ahlâkları gâyet güzel olan zatlardı.
Onlar,
dünyalığın azı ile yetindiler.
Onlar,
öbür âlemin yolunu tutuncaya kadar hep böyle oldular, oldukları gibi
göründüler.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 338)[1]
Fakat
bu büyük ve ebedî nimetlerden habersiz olan bir takım beyinsizler, onulmaz bir
iç yarası ve telafisi imkânsız bir zarar karşılığında münafıklık yapmaya devam
etmektedirler:
[1] Bu
âyet-i kerîmede dikkat çeken mühim ve ince bir nokta vardır: Kur’ân-ı Kerîm,
cennetlerden bahsederken devamlı olarak kullandığı ve “altlarından ırmaklar
akan cennetler” diye meâl verdiğimiz جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتهَا الْاَنْهَارُ (cennâtin tecrî min tahtiha’l-enhâr)
ifadesinde تَحْتهَا (tahtihâ) kelimesinden önce “baziyet” yani
bir sınırlama ifade eden مِنْ (min) harfini getirir. Dikkat çekicidir
ki bu âyette bu harf yoktur ve söz konusu ifade تَحْتَهَا الْاَنْهَارُ (tehteha’l-enhâr) şeklinde gelmiştir.
Bunun işaret ettiği mâna şudur: Sahâbe-i kirâma vaat edilen ırmaklarda bir
kısıtlama yoktur ve onlara müjdelenen cennetler bütünüyle ırmaklarla kaplıdır
ki, bu da, onlara ihsan edilecek cennetlerin, diğerlerine nispeten daha
muhteşem ve nimetlerle dolu olacağını gösterir. (Ünal, s. 440)
101. Çevrenizdeki bedevîler arasında münafıklar var. Medine ahâlisi içinde de nifakta uzmanlaşmış öyle münafıklar var ki, biz bildirmediğimiz takdirde sen onları bilemezsin. Onların tamamını ve ne derece münafık olduklarını ancak biz biliriz. Onları çifte cezaya çarptıracağız. Sonra da çok daha büyük bir azaba itileceklerdir.
Medine
çevresinde yaşayan bedevîler içinde münafıklar olduğu gibi, Medine’nin içinde
yaşayanlar arasında da münafıklıkta ustalaşmış, mahâret kazanmış kimseler
vardı. Bunlar munâfıklıkta o kadar ileri gitmişlerdi ki, sırlarını gizlemeyi,
töhmet altında kalma tehlikesi olan hususlardan uzak durmayı, gerektiğinde yağ
gibi suyun üstüne çıkmayı başarabiliyorlar, hatta kendilerini Peygamberimiz’in
o yüksek sezgi ve dirayetinden bile gizleyebiliyorlardı. Fakat onların
durumlarını Allah Teâlâ çok iyi biliyor ve Efendimiz’e haber veriyordu. Bunlar
iki azaba yani dünya ve kabir azaplarına uğratılacaklar, sonunda da en büyük
azap olan cehennem azabına düçar kalacaklardır.
Tebük
seferinden geri kalan bir başka grup da şunlardır:
102. Bir başka grup var ki, günahlarını itiraf ettiler. Bunlar yaptıkları iyi işlerle kötü işleri birbirine karıştırdılar. Umulur ki Allah onların tevbesini kabul buyurur. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Allah
Resûlü (s.a.s.) Tebük seferine çıktığında Ebu Lübâbe ve beş arkadaşı sefere
katılmayıp Peygamberimiz’den geride kaldılar. Sonra Ebu Lübâbe ve iki arkadaşı
yaptıklarına pişman oldular. Geride kalmaları sebebiyle helâk olacaklarına
kanaat getirip, “Biz burada kadınlarla beraber gölgede huzur ve rahat
içindeyiz. Allah’ın Resûlü ise mü’minlerle birlikte cihadda bulunuyor. Allah’a
yemin olsun ki biz, kendimizi mescidin direklerine bağlıyacağız ve Allah’ın
Rasûlü bizi mazur görüp çözmedikçe de kendimizi bu direklerden çözmeyeceğiz”
dediler. Ebu Lübâbe ve iki arkadaşı gidip kendilerini mescidin direklerine
bağladıkları halde üçü kendilerini direklere bağlamadılar.
Allah
Resûlü (s.a.s.) seferden döndü, Mescid-i Nebevî’ye girdi. Mescidde yolu
üzerinde direklere bağlı olanları görünce: “Kim bu kendilerini direklere
bağlamış olanlar?” diye sordu. Ashâbı: “Ebu Lübâbe ve arkadaşlarıdır. Allah
Resûlü (s.a.s.) ile sefere katılmayıp geride kaldılar, günahlarını itiraf
ettiler. Sen kendilerinden razı olup onları çözünceye kadar bağlarını çözmemeğe
ve kendilerini serbest bırakmamaya dair Allah’a söz verdiler” dediler. Bunun
üzerine Peygamberimiz (s.a.s.): “Benden geride kaldılar, benimle cihada
katılmadılar, müslümanların seferinden ve cihaddan yüz çevirdiler. Allah’a
yemin olsun ki, Allah onları mazur görünceye kadar onları mazur görmeyecek,
onları serbest bırakmakla emrolunmadıkça onları serbest bırakmayacak ve
bağlarını çözmeyeceğim” buyurdu. Bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerîmeyi
indirdi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XI, 19-22)
Bu
gibilere yapılacak muamele şöyle belirlendi:
103. Onların mallarından bir miktar zekât ve sadaka al ki, böylece kendilerini günahlarından arındırıp tertemiz kılasın. Ayrıca onlar için dua ve istiğfar et. Çünkü senin duan onlar için kalplerini yatıştıran bir huzur ve tatmin vesilesidir. Allah, her şeyi hakkıyla işiten, kemâliyle bilendir.
Tebük
Gazvesi’nden geri kalmaları, sonra pişman olup tevbe ederek kendilerini
Mescid-i Nebevî’nin direklerine bağlamaları ve haklarında bundan önceki âyet-i kerîme
inerek bağışlanmaları üzerine Ebû Lübâbe ve iki arkadaşı gidip mallarını
Peygamber (s.a.s.)’e getirdiler ve:
“–Ey
Allah’ın Rasûlü! Bu mallar bizi seninle birlikte sefere çıkmaktan geri bıraktı.
Bu malları sadaka olarak dağıt, bizim bağışlanıp günahlardan temizlenmemiz için
Allah’a dua et” dediler. Efendimiz (s.a.s.):
“–Rabbim bana emretmedikçe onlardan bir şey alıp da sadaka olarak
dağıtmam” buyurdu. Bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerîmeyi indirdi. Allah
Resûlü (s.a.s.) bundan sonra onların mallarından alıp sadaka olarak muhtaçlara
dağıttı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XI, 23; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s.
263)
Bu
âyet-i kerîmenin, Tebük seferine katılmayan bir grup münafığın Peygamber
Efendimiz (s.a.s.)’e gelerek tevbe ettiklerini söylemeleri ve mallarından bir
kısmını sadaka olarak dağıtmasını istemeleri üzerine indiği rivayet edilmişse
de (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XI, 14), meşhur olan Ebu Lübâbe ve üç
arkadaşı hakkında inmiş olmasıdır.
Bu
rivayete göre, burada alınması emredilen sadaka, farz olan zekât olmayıp o ayak
sürüyerek savaşa katılmayanlardan günahlarına bir kefaret olması için alınan
özel bir sadakadır. Hasan Basrî (r.h.)’in görüşü budur. Bununla beraber bir
varlık vergisi, bir vergi cezası şeklinde de değil, oruç ve yemin
kefaretlerinde olduğu gibi, ibâdet ve taatteki bir kusurun affı, bir eksikliğin
giderilmesi niyetiyle alınan bir sadaka olmuş olur.
Fakat
fakihlerin pek çoğu, bundan asıl maksadın farz olan zekât olduğu görüşündedir.
Zira yukarıdan beri konunun akışı zenginler üzerine olup, siyâkın icabı da bu
olduğundan, bu âyetle zekâtın zenginlere farz olduğu belirtilmiştir. Böylece
suçlarını itiraf eden bu asker kaçaklarının günaha girmelerine sebep mal
sevgisi olduğundan tevbe ve pişmanlıklarının geçerli kabul edilip
dindarlıklarının samimi olması, ancak farz olan zekâtı gönül rızâsıyla ve seve
seve vermelerine bağlıdır. Nifak pisliğinden ancak bu yolla temizlenip
kurtulabilecekleri haber verilmiştir.
Bu
mâna farz olan zekâttan başka nafile olarak daha fazla vermelerine ve fazla
fazla verdikleri takdirde bunun alınıp kabul edilmesine mani değildir. Resûl-i
Ekrem (s.a.s.)’in, “almakla emrolunmadım” buyurmasının bir takım
münafıkların sadakalarının kabul edilmeyişiyle ilgili olması daha kuvvetli
ihtimaldir.
Hâsılı
burada “al!” emrinin, rivayete göre günahlara kefaret niteliğinde nafile
cinsinden olan sadakaların Peygamberimiz (a.s.) tarafından alınıp kabul
edilmesine delalet etse de farz olan zekâtlarının alınıp kabul edilmesine
öncelikle delalet edeceği âşikârdır. Şurası da bilinmektedir ki, Resûlullah,
kendi adına sadaka almaktan menedilmişti. Peygamber evladından ve soyundan
olanların vacip olan sadakaları kabul etmeleri haram olduğu gibi,
Peygamberimiz’in kendisine, vacip veya nafile her türlü sadaka haram idi. Şu
halde Efendimiz’in sadaka alması, kendi adına değil, Allah adına almasıdır. “Fakirlerinize
verilmek üzere zenginlerinizden sadaka almakla emrolundum” hadisi şerifinde
de açıkça belirtildiği üzere, devlet reisi sıfatıyla ve vazifesi gereği olarak
sadakaları alıp harcama yerlerine sarfetmesidir.
İşin
aslına bakılacak olursa:
104. Onlar bilmezler mi ki, kullarının tevbesini kabul buyuran ve onların içtenlikle verdikleri zekât ve sadakaları alıp değerlendiren yalnız Allah’tır. Gerçekten tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olan da yalnız Allah’tır.
Allah
Teâla kullarının tevbesini kabul buyurur, verilen sadakaları O alır. Her ne
kadar o sadakaları, zekâtları kullar alıp kendi ihtiyaçları için kullansalar
da, bunları Allah’ın emri ile verip aldıkları, daha açık bir ifadeyle sırf
Allah adına ve O’nun rızâsı için yaptıkları için onları bizzat Cenâb-ı Hak
almış olur. Bu hususta Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kim, helâl kazancından bir hurma kıymetinde sadaka verirse, -ki
Allah, helâlden başkasını kabul etmez- Allah o sadakayı bizzat kabul buyurur.
Sonra onu dağ gibi oluncaya kadar, herhangi birinizin tayını büyüttüğü gibi,
sahibi için ihtimamla büyütür.” (Buhârî, Zekât 8; Müslim, Zekât 63, 64)
“Şüphesiz ki sadaka muhtâcın avucuna düşmeden önce Rahmân’ın
avucuna düşer.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, III,
111)
Öyleyse:
105. Onlara de ki: “Bundan böyle Allah’ı hoşnut edecek işler yapın! Yaptıklarınızı Allah da, O’nun Rasûlü de, mü’minler de görecektir. Sonunda duyuların kapsama alanına girmeyen ve giren her şeyi hakkıyla bilen Allah’ın huzuruna çıkarılacaksınız. O da yaptıklarınızı size bir bir haber verecektir.
Bu
âyet-i kerîmede bütün insanlara hitap edilerek sadece tevbeyle yetinmeyip,
tevbelerini pekiştirmek ve Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmak için gece gündüz sâlih
amel işlemeleri ve noksanlarını bu yolla telâfi yoluna gitmeleri istenmektedir.
Buna göre herkes elindeki imkânlar nispetinde çalışıp çabalayacak ve hayırlı
hizmetler yapmaya gayret gösterecektir. Çünkü yapılan ameller gizli kalmayacak;
Allah da, Peygamberi de ve diğer mü’minler de yapılanları göreceklerdir.
Lokmân
(a.s.) oğluna nasihat ederken şöyle der:
“Evlâdım! Yaptığın iyilik veya kötülük hardal tanesi ağırlığında
bile olsa, bir kayanın içinde saklı da olsa, göklerin veya yerin herhangi bir
noktasında bile bulunsa, Allah onu çıkarıp âhirette karşına getirir. Çünkü
Allah her şeyi bütün incelikleriyle bilir, her şeyden hakkiyle haberdardır.” (Lokmân
31/16)
Resûlullah
(s.a.s.) de şöyle buyurur:
“Eğer bir kimse, hiçbir kapısı ve menfezi bulunmayan bir kaya
içinde bir amel yapacak olursa, ne olursa olsun, onun ameli insanların
karşısına çıkacaktır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 28)
Son
olarak, seferden geri kalan şu kimselerle ilgili hüküm bildirilmektedir:
106. Savaştan geri kalan başka bir grubun hükmü de tamâmen Allah’ın iradesine kalmıştır: İster onlara azap eder, isterse tevbelerini kabul buyurur. Allah, her şeyi hakkıyla bilen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır.
Burada
Ebû Lübâbe ve üç arkadaşı gibi hemen tevbe edip pişman olmayan kişilere işaret
edilir. Bunlar Hilâl b. Ümeyye, Ka‘b b. Mâlik ve Murâre b. Rabi’dir. Bu hususla
ilgili geniş izah Tevbe sûresinin 118. âyetinde gelecektir.
Her
şeyi bilen ve nihâyetsiz hikmet sahibi olan Yüce Allah, bu ilim ve hikmetinin
bir gereği olarak şimdi de İslâm devletine karşı komplolar düzenleyenlerin
yaptığı sözde mescitlerin içyüzünü ortaya koyup, böyle zararlı merkezlere karşı
takınılması gereken tavrı öğretmek üzere buyuruyor ki:
107. Münafıklardan bir grup, İslâm ve müslümanlar aleyhinde zararlı faaliyetler yapmak, kâfirleri desteklemek, mü’minlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Rasûlüne karşı savaşmış olanların gelip kendilerine katılmasını beklemek maksadıyla bir mescid yaptılar. Üstelik bunlar: “Bu mescidi yaparken iyilikten başka bir şey düşünmedik” diye yemin de ederler. Allah şâhittir ki, onlar kesinlikle yalancıdırlar.
108. O mesidde asla namaza durma! Daha ilk günden takvâ temelleri üzere yapılan mescid, senin namaz kılmana daha uygundur. Orada her türlü günah ve kötülüklerden temizlenmek isteyen kimseler vardır. Allah da zâten bu ölçüde temizlenme gayretinde olanları sever.
“Mescid-i
dırâr” olarak tarihe geçen ve Kur’ân-ı Kerîm’in ibretle beyân ettiği bu menfûr
hâdisenin kısaca tarihi şöyledir:
Medine’de
Hazrec kabilesinden Ebu Âmir er-Râhib adında biri vardı. Cahiliyye devrinde hıristiyan
olmuş, kitap ehlinin ilmini okumuş, Hazrec kabilesi içinde büyük bir yer
sahibiydi. Resûlullah (s.a.s.) Medine’ye hicret edip müslümanlar onun etrafında
toplanınca, Allah Teâlâ da Bedir günü onları muzaffer kılınca Ebu Amir
düşmanlığını açığa vurarak İslâm’a karşı cephe aldı. Medine’den çıkıp Mekkeli
müşriklerin yanına kaçtı. Onları Peygamberimiz’e karşı savaşa teşvik etti. Uhud savaşı
sonrasında Allah Resûlü (s.a.s.)’in durumunun devamlı bir yükselme içinde
olduğunu görünce Ebu Amir, Resûlullah (s.a.s.)’e karşı yardım istemek üzere Rum
kralı Hirakl’e gitti. Kral onu yanında ağırladı, çeşitli ihsanlarda ve va‘dlerde
bulundu. Bu va‘dler üzerine Ebu Amir Medine’de Ensâr arasında nifak ve şüphe
içinde bulunan bir gruba mektup yollayarak Hirakl’in va‘dlerini bir bir saydı.
Yakın zamanda bir orduyla birlikte geleceğini haber verdi. Böylece Resûlullah (s.a.s.)
ile savaşacağını, onu yeneceğini ve onu bulunduğu durumdan döndüreceğini
bildirdi. Mektuplarını iletmek üzere göndereceği kimselerin sığınabilmesi için
bir yer yapmalarını emretti. Bu yer aynı zamanda kendisi geldiğinde de onun
için bir gözetleme yeri olacaktı. Bu haber üzerine Medine’deki münafıklar Kuba
Mescidi yakınlarında bir mescid inşa etmeye başladılar. Peygamberimiz (s.a.s.)
Tebük seferine çıkmadan önce mescidin yapımını bitirdiler. Mescidin müslümanlarca
makbul sayılmasına delil olması için Efendimiz’in gelip orada namaz kılmasını
istediler. Bu mescidi sadece içlerindeki zayıfların ve hastaların soğuk ve
yağmurlu gecelerde namaz kılmaları için yaptıklarını söylediler. Allah Teâlâ
Peygamberini orada namaz kılmaktan alıkoydu. “Şimdi biz sefere çıkmak
üzereyiz. Allah dilerse döndüğümüzde namaz kılarız” dedi. Peygamberimiz (s.a.s.)
Tebük’ten Medine’ye dönmek üzere yola çıktığında, Mescid-i Dırar’a bir günlük
veya daha az bir mesafe kalmıştı ki, Cibrîl gelerek bu mescidi bina edenlerin,
bununla, ilk günden takvâ üzerine kurulmuş olan Kuba mescidindeki mü’minler
cemaatini bölme ve küfür maksadı taşıdıklarını bildirdi. Peygamberimiz (s.a.s.)
de daha Medine’ye gelmeden birkaç kişi yollayarak Dırar Mescidi’ni yıktırdı.
(bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XI, 33-35)
Âyet-i
kerîmenin de açıkça beyân buyurduğu gibi onlar bu mescidi mü’minlere zarar
vermek, küfürlerini artırmak, kâfirlere destek olmak, mü’minlerin arasını açmak
ve daha önce Allah’a ve Peygamberine karşı savaşan kişiler lehine bir üs olarak
kullanmak üzere inşa etmişlerdi. Üstelik kötü niyetlerini gizlemek üzere, bunu
sadece iyilik düşüncesiyle yaptıklarına yemin ediyorlardı. Halbuki kesinlikle
yalan söylüyorlardı. Allah Teâlâ onların yalan söylediklerine şâhitlik etmiş,
Peygamberine orada namaz kılmayı yasaklamış ve ilk gününden takvâ üzere
kurulmuş olan Kuba Mescidi’nde, her türlü günah ve kötülüklerden arınıp
tertemiz olmayı seven mü’minlerle birlikte namaz kılmasını emretmiştir.
Gelen
âyetler “Takvâ Mescidi” ile “Dırâr Mescidi”nin mâhiyetini ve aralarında bulunan farkı şu şekilde canlı
sahneler halinde tasvir etmektedir:
109. Binasını Allah korkusu ve Allah rızâsına uygun olarak yapan kimse mi daha hayırlıdır, yoksa binasını dibi sel sularıyla oyulmuş ve her an çökmeye hazır bir uçurumun kenarına kurup, onunla beraber kendisi de cehennem ateşine yuvarlanacak kimse mi? Allah böyle zâlimler topluluğunu doğru yola erdirmez.
110. Münafıkların kurdukları bütün yapılar ve bu arada yaptıkları o bina, ölüp de kalpleri paramparça oluncaya dek yüreklerinde devamlı bir şüphe, telaş ve endişe sebebi olarak kalmaya devam edecektir. Allah her şeyi hakkıyla bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
Burada
iki farklı kişiden, bunların inşa ettikleri iki farklı mescidden iki ayrı tablo
halinde bahsedilmekte ve bunlardan hangisinin daha hayırlı olduğu
sorulmaktadır.
Birinci
tablo: Sahnede bir adam, gayet güzel ve güvenli bir arsaya bir mescid
inşa ediyor. Mescidini Allah’tan korkarak ve O’nun rızâsını kazanmak isteyerek
tesis ediyor. Bu mescidle, kendisinin ve din kardeşlerinin Allah’a masiyetten
korkup sakınmalarını; güzel bir itaatle rızâsını istemelerini hedefliyor.
Hiçbir korku, hiçbir endişe, hiçbir telaş ve hiçbir tasa söz konusu değil.
Gayet teenniyle ağır ağır sağlam bir şekilde binasını yapmaya devam ediyor.
Şimdi biz, emniyet içinde yükselen güçlü takvâ binasının inşasını ve tamamlanıp
ibâdete açılışını izliyor; onun, Allah’ın gazabından sakınıp rızâsını kazanma
açısından mü’minlere sağladığı faydaları gözlüyoruz.
İkinci
tablo: Sahnede diğer bir adam daha var ki, bu da bir mescid inşa ediyor. Ama
nereye, ne şekilde? Zavallı adam, başka yer yokmuş gibi mescid yeri olarak dere
kenarında selin dibini yalayıp oymuş olduğu bıçık üzerinde kalan, ayrıca
geriden çatlamış devrilmek üzere bulunan toprak veya çamur çıkıntısını buluyor.
Böyle bir yerin üzerine çıkıyor. Buranın da orta kısmına değil uçuruma yakın
kenar kısmına mescidini inşa etmeye başlıyor. Orada doğru dürüst temel kazmak
zaten mümkün değil. Tuğlaları çarçabuk örerek mescidin duvarlarını yükseltmeğe
çalışıyor. Biz şimdi hem adamın hem de yapacağı binanın akibetini merakla
izliyoruz. Bir defa üzerinde inşaat yapılan yer bir yar kenarı ve geriden de
çatlamış; kendi kendini tutacak hali yok. Yıkılmak ve dökülmek üzere. Bir de
bunun üzerine taştan veya tuğladan ağır bir binanın yapıldığını düşünün ve
bunun akıbetini teemmül edin.
Tekrar
adama bakıyoruz. Evet binasını tamamlamak üzere. Şimdi karşımızda yıkılmak
üzere olan, sallanıp duran bir uçurumun kenarındaki toprak parçası üzerine
kurulmuş bir bina var. Adam da binasının inşaatini tamamlamak üzere onun
üzerinde ve onunla meşgul. Ve bir anda bakıyoruz ki o çökmek üzere olan yarın
kenarındaki toprak sarsılıyor, sallanıyor ve çöküyor. Yapılan mescid de,
yapanlarıyla birlikte uçurumlara aşağı yuvarlanıyor. O korkunç uçurum bu toprak
yığınını, o binayı ve onu inşa edenleri birden yutuveriyor.
Şimdi
biz çöküveren binanın ve sahiplerinin uçuruma aşağı yuvarlanışını izliyoruz.
Son derece yüksek ve uzun bir uçurumdan aşağı doğru durmadan yuvarlanıyorlar.
Nihayet uçurumun sonuna geliyorlar. Orada daha büyük bir felaketle
karşılaşıyorlar. Çünkü yıkılan uçurumun altı cehennem ateşidir. İşte o adamlar
yaptıkları mescidle beraber cehennem ateşinin dibini boyluyorlar. Görüldüğü
üzere bâtılın taraftarlarının ve dinle alakalı işlerini nifak üzerine bina
edenlerin durumları bu temsille güzel bir şekilde dile getirilmiştir.
İşte
münafıkların yaptığı bütün işlerin âkıbeti böyle hüsran olacaktır. Ölüp
kalpleri paramparça oluncaya kadar yaptıkları işler yüreklerinde dâmî bir şüphe
ve nifak sebebi olacak; hiçbir zaman rahat ve huzur yüzü görmeyeceklerdir.
Canlarını
ve mallarını Allah yolunda fedâ eden mü’minler ise dünyada maddi hiçbir nimetle
değiştirilmeyecek tarifi imkânsız bir gönül huzuru, âhirette de ebedi
cennetlere ulaşacaklardır:
111. Allah mü’minlerden, kendilerine vereceği cennet karşılığında canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Müjdelenen bu cennet Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da Allah’ın yerine getirmeyi uhdesine aldığı kesin bir sözdür. Verdiği sözü Allah’tan daha iyi yerine getirecek kim olabilir? O halde, ey mü’minler, Allah ile yapmış olduğunuz bu alış verişten dolayı sevinin. İşte bu, gerçekten büyük bir başarı ve kurtuluştur.
112. Onlar; günahlarına tevbe eden, ibâdetle meşgul olan, hamdeden, oruç tutan, rükû eden, secde eden, iyilik ve güzellikleri teşvik edip yayan, her türlü kötülük ve çirkinliğin önünü almaya çalışan ve Allah’ın koyduğu sınırları gözetenlerdir. Rasûlüm! Sen böyle gerçek mü'minleri müjdele!
İkinci
Akabe bey‘atı gecesi Ensâr yetmiş küsür kişi
olarak Resûlullah (s.a.s.)’a bey‘at ettiklerinde Abdullah b. Revâha (r.a.),
Peygamberimiz (s.a.s.)’e:
“–Rabbin
ve kendin için dilediğini şart koş” demişti. Allah Resûlü (s.a.s.):
“–Rabbim için O’na kulluk etmenizi ve O’na hiçbir şeyi ortak
koşmamanızı; kendim için de mallarınızı ve canlarınızı neden koruyorsanız beni
de onlardan korumanızı şart koşuyorum” buyurdu. Oradakiler:
“–Bunu
yaparsak bizim için ne var?” diye sordular. Efendimiz (s.a.s.):
“–Cennet” buyurdu. Onlar da:
“–Kazançlı
bir alış veriş; biz bu alış verişi bozmayız, bozulmasını da istemeyiz” dediler
de bunun üzerine bu âyet-i kerîmeler nâzil oldu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
XI, 49; Kurtubî, el-Câmi‘, VIII, 267)
Fuzûlî
der ki:
“Cânı cânân dilemiş vermemek olmaz ey dil!
Ne nizâ’ eyleyeyim ol ne senindir, ne benim.”
“Bedenimizde
emânet olan bu canı en yüce sevgili olan Allah Teâlâ istemektedir. O istediğine
göre cânı vermemek, bu konuda çekimser davranmak doğru olmaz. Çünkü, hiç
tartışmaya gerek yok ki, o cân ne senindir, ne de benim. O cân, onu bize emânet
eden Allah’a aittir.”
Cenâb-ı
Hak, bu âyet-i kerîmelerde kendi yolunda malıyla canıyla cihad edebilecek, bu
hususta hiçbir fedakârlıktan çekinmeyecek, cenneti kazanma uğruna dünyayı feda
edebilecek kâmil iman sahibi mü’minlerin özelliklerini saymaktadır. Bu vasıflar
şöyledir:
› Malı ve canı
cennet karşılığında Allah’a satmak,
› Allah yolunda
savaşmak, öldürmek ve şehîd olmak.
› Bunun, Allah
Teâlâ’nın Tevrat, İncil ve Kur’an’da hak bir va‘di olduğuna ve sözüne en sâdık
olanın Allah olduğuna inanmak,
› Bu karlı alış
verişten dolayı sevinmek.
Allah
yolunda maldan ve candan fedâkârlığın cennete girebilmenin iki mühim şartı
olduğuna dair şu hâdise ne kadar ibretlidir:
Beşîr
bin Hasâsiyye (r.a.) anlatıyor:
Resûlullah
(s.a.s.)’e bey’at etmek için geldim. Bana, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve
Muhammed’in de O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet etmemi, namaz kılmamı,
zekât vermemi, İslâm’ın öğrettiği şekilde haccetmemi, ramazan orucunu tutmamı
ve Allah yolunda cihâd etmemi şart koştu. Ben de şöyle dedim:
“–Ey
Allah’ın Rasûlü! Vallahi bunlardan ikisine gücüm yetmez. Onlar da cihad ve
sadakadır. İnsanlar cihaddan kaçan kimseye Allah’ın gazab ettiğini söylüyorlar.
Ben ise cihad meydanına gelince nefsimi ölüm korkusu kaplayıp kaçmaktan endişe
ediyorum. Sadakaya gelince, benim malım küçük bir koyun sürüsü ve on deveden
ibârettir. Onlar da ehlimin maîşet kaynağı ve binek hayvanlarıdır.”
Resûlullah
(s.a.s.) elimi tuttu, salladı ve şöyle buyurdu:
“–Cihad yok, sadaka yok, peki o hâlde nasıl cennete gireceksin?!” Bunun
üzerine:
“–Yâ
Rasûlallah! Bey‘at ediyorum.” dedim ve Allah Resûlü’ne, koştuğu bütün şartlar
üzerine bey‘at ettim. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 224)
Diğer
vasıflar şöyle devam etmektedir:
› Dâimî olarak
tevbe hâlinde olmak; ibadetlere devam etmek; hamd etmek,
› Oruç tutmak. اَلسَّاۤئِحُونَ (sâihûn) kelimesinin, ilim, cihad, ibret
ve tefekkür için seyehat etmek, dinlerini özgürce yaşamak için hicret etmek gibi
mânaları da vardır. Resûlullah (s.a.s.) bu kelimenin anlamı sorulunca: “Oruç
tutanlar” buyurmuştur. (Hâkim, el-Müstedrek, II, 365)
› Rükû etmek, secde
etmek; rukû, secde ve diğer rükünleriyle namazı dosdoğru kılmak,
› İyilik,
doğruluk ve güzelliği teşvik edip yaymak; her türlü kötülük, yanlışlık ve
çirkinliğin önünü almaya çalışmak,
› Allah’ın
koyduğu hudutları korumak, belirlediği haram-helâl sınırlarını hassasiyetle
gözetmek.
Sayılan
bu güzel vasıflara sahip olan mü’minler, Allah yolunda yürümektedirler ve öldüklerinde
Allah’ın müjdelediği cennetlere varacaklardır. Müşriklere gelince, onlara
Peygamberimiz (s.a.s.)’in yapacağı bağışlanma talebi bile fayda vermeyecektir:
113. Ne Peygamber’in ne de inananların; şirk içinde ölüp de cehennemlik oldukları kesinkes açığa çıktıktan sonra, akrabaları bile olsa, böyle müşrikler için bağışlanma dilemeleri doğru değildir.
Rivayete
göre Ebu Talib’in ölüm hastalığında Peygamber Efendimiz (s.a.s.) onun yanına
girdi. Orada Ebu Cehil ve Abdullah b. Ebî Ümeyye de vardı. Allah Resûlü (s.a.s.):
“Amca, üzerimde hakkı en çok olan kişi sensin, insanların bana en çok
ihsanda bulunanı sensin, senin bendeki hakkın babamın hakkından daha büyüktür
Ey amca, «Lâ ilâhe illallah» kelimesini söyle ki Allah katında senin için bir
delile sahip olayım” dedi. Ebu Cehil ve Abdullah b. Ebî Ümeyye de: “Ey Ebu
Talib, Abdülmuttalib’in dininden yüz mü çevireceksin?” dediler ve böyle
söylemeye devam ettiler. Nihâyet Ebu Talib’in söylediği son sözü:
“Abdülmuttalib’in dini üzere” demek oldu. Peygamberimiz (s.a.s.): “Sana
bağışlanma dilemekten men’olunmadığım sürece senin için mutlaka Rabbimden af
edeceğim” buyurdu. Bunun üzerine bu 113. âyet (Buhârî, Tefsir 9/16) ile “Rasûlüm!
Sen sevdiğini doğru yola erdiremezsin...” (Kasas 28/56) âyeti nâzil oldu.
(Buhârî, Tefsir 28/1; Müslim, İman, 39; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XI,
57-58)
Hz.
İbrâhim’in müşrik olan babası için yaptığı istiğfara gelince:
114. İbrâhim’in babası için Allah’tan af dilemesi ise, sırf daha önce ona verdiği bir sözden dolayı idi. Fakat onun bir Allah düşmanı olduğu açıkça belli olunca hemen ondan uzaklaştı. Gerçekten İbrâhim, Allah’a içten yalvaran, âh edip inleyen, yumuşak huylu bir peygamberdi.
Hz.
Ali şöyle anlatıyor: Bir kişiyi müşrik olan
ana-babası için Allah’tan bağışlanma dilerken işittim
ve: “Müşrik oldukları halde ana-baban için
af talebinde mi bulunuyorsun?” dedim. O: “İbrâhim, babası müşrik
olduğu halde onun için bağışlanma dilemedi mi?” diye karşılık verdi. Gidip
durumu Allah Resûlü (s.a.s.)’e haber verince bu âyet nâzil oldu. (Nesâî, Cenâiz
102; Tirmizî, Tefsir 9/16)
Meryem
sûresi 47. âyette haber verildiği üzere Hz. İbrâhim, “Rabbimden seni
bağışlamasını isteyeceğim” diyerek babasına söz vermişti. Bu sözünü yerine
getirmek için istiğfar ediyordu. Ancak babası tevbe etmeden müşrik olarak
ölünce bundan vazgeçmiş ve babasıyla ilişkisini kesmiştir.
İbrâhim
(a.s.)’ın mühim bir vasfı olarak zikredilen اَوَّاهٌ
(evvâh); çok âh eden, Allah korkusuyla ağlayan sızlayan, ince kalpli, yufka
yürekli, bağrı yanık, hep dua ve niyâz halinde olan, pek şefkatli ve
merhametli, imanında şüphe ve tereddüt bulunmayan, günahlardan uzak duran gibi mânalar
ihtiva eder. Diğer vasfı olan حَل۪يمٌ (halîm) ise; hiddetten uzak, ezâ ve cefâya
katlanan; Allah için olması dışında hiçbir kimseyi cezalandırmayan ve hiçbir
kimseden intikam almayan kimse demektir. Dolayısıyla iki vasıf birbirini
mükemmel bir şekilde tamamlamış olmaktadır.
Şimdi
de İslâm’ın temel kâidelerinden birine yer verilerek buyruluyor ki:
115. Allah bir toplumu doğru yola erdirdikten sonra, nelerden sakınacaklarını kendilerine iyice açıklamadıkça, onları sapmaya terk edecek ve saptıracak değildir. Muhakkak ki Allah her şeyi hakkıyla bilendir.
Allah,
sakınacakları hususlarda yeterli tebligat yapılmadığı takdirde insanları
sorumlu tutmayacaktır. Bununla birlikte ilâhî talimatlar bildirildikten sonra
masiyetlerin işlenmesi, doğruluk ve hidâyetin terk edilmesine, böylece sapıklık
ve helâke sebep teşkil edecektir. Dolayısıyla kul, dâima Allah’a sığınmalı,
doğruluk üzere sebât ve istikrârı, ilâhî emir ve yasaklar çerçevesinde
yaşayabilmeyi O’ndan istemelidir. Çünkü bütün hükümranlık O’nun elindedir.
Murad ettiği her şeyi yapabilme kudreti yalnız O’na aittir. İstediğini affetme,
dilediğine azap etme yetkisi de sadece O’nun elindedir. Bu sebepledir ki, Tebük
seferi münâsebetiyle yaşanan bir takım girift olaylar sebebiyle ortaya çıkan
durumlarda hem Peygamberimiz (s.a.s.)’e, hem de beraberindeki mü’minlere
merhametle muamele etmiş ve onların tevbelerini kabul buyurmuştur:
116. Hiç şüphesiz göklerin ve yerin mutlak mülkiyeti ve hâkimiyeti Allah’ındır. O, diriltir ve öldürür. Sizin Allah’tan başka ne bir dostunuz ne de bir yardımcınız vardır.
Allah, sakınacakları hususlarda yeterli tebligat yapılmadığı takdirde insanları sorumlu tutmayacaktır. Bununla birlikte ilâhî talimatlar bildirildikten sonra masiyetlerin işlenmesi, doğruluk ve hidâyetin terk edilmesine, böylece sapıklık ve helâke sebep teşkil edecektir. Dolayısıyla kul, dâima Allah’a sığınmalı, doğruluk üzere sebât ve istikrârı, ilâhî emir ve yasaklar çerçevesinde yaşayabilmeyi O’ndan istemelidir. Çünkü bütün hükümranlık O’nun elindedir. Murad ettiği her şeyi yapabilme kudreti yalnız O’na aittir. İstediğini affetme, dilediğine azap etme yetkisi de sadece O’nun elindedir. Bu sebepledir ki, Tebük seferi münâsebetiyle yaşanan bir takım girift olaylar sebebiyle ortaya çıkan durumlarda hem Peygamberimiz (s.a.s.)’e, hem de beraberindeki mü’minlere merhametle muamele etmiş ve onların tevbelerini kabul buyurmuştur:
117. Allah, Peygamberine rahmetiyle yöneldiği gibi, içlerinden bir kısmının gönülleri hemen hemen eğrilmek üzere iken o zorluk zamanında Peygamber’e tâbi olan muhacirlerle ensârı da tevbeye muvaffak kıldı ve tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü Allah, kullarına karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.
Allah
Teâlâ’nın Resûlullah (s.a.s.)’e rahmetiyle yönelip tevbesini kabul buyurması,
munâfıklara cihada çıkmayıp evlerinde oturmalarına izin vermesi sebebiyledir. “Hay
Allah seni affedesice, onlara niçin izin verirsin ki?” (Tevbe 9/43) âyeti
buna işaret eder. Muhâcir ve ensarı ise, bazılarının Peygamberimizden geri
kalıp savaşa çıkmamaya kalplerinin meyletmeleri yüzünden affetmiştir.
Âyette
bahsedilen tevbeye şöyle bir izah getirmek de mümkündür: “Tevbe”, sözlük mânası
itibariyle “rücû’ etmek, dönmek” demektir. Buna göre Allah Teâlâ’nın kuluna
tevbesi, onu bir hâlden daha yüksek bir hâle getirmek muradıyla kuluna inayet
ve rahmetiyle nazar etmesidir. Bu ise, günah hâlinden taat hâline döndürmek
anlamına bir rücû’ olabileceği gibi, bir taat hâlinden daha yüksek bir taat
haline rücû’ da olabilir. İşte bu âyette bahsedildiği üzere Peygamberimiz (s.a.s.)’e
tevbesi böyledir. Çünkü Tebük gazvesinin meydana gelişinden ve onun
sıkıntılarına tahammül gösterişinden sonraki hâlini, gaza öncesindeki hâlinden
daha mütekâmil bir hâle yükseltmiştir. Muhacir ile ensara tevbesi ise, onların
noksan bir hâlden bu gaza sebebiyle din uğrunda yaptıkları fedakârlıkları ve
itaatları ile daha olgun hâle gelmiş olmalarıdır. Kalpleri neredeyse kayacak
olan bir bölük hakkındaki tevbesi ise onları daha aşağı durumda iken,
bağışlayacağı ve râzı olacağı bir hâle getirmesidir. (İbn Atıyye, III, 92-93)
Âyetteki
سَاعَةُ الْعُسْرَةِ (sâ‘atü’l-‘üsre) tabiri, “zorluk vakti, zorluk
zamanı” anlamına gelir. Tebük seferi sırasında çekilen sıkıntıları, meşakkat ve
zorlukları ifade eder. Belki de başından sonuna kadar sıkıntılarla dolu olan
seferin en zor ânına işaret eder. Resûlullah (s.a.s.) bu Tebük seferine katılan
orduyu da جَيْشُ الْعُسْرَةِ (Ceyşü’l-‘Üsre) olarak
isimlendirmiş; “Zorluk ordusunu kim donatırsa ona cennet vardır” (Buhârî,
Vesâyâ 33) buyurmuştur.
Gerek
Tebük seferine hazırlık sırasında, gerekse sefer esnâsında Peygamberimiz ve
ashâbı çok büyük güçlüklerle karşılaşmışlardır. Su sıkıntısı, yiyecek sıkıntısı
ve binit sıkıntısı bunların başında geliyordu. Öyle ki, on kişiye ancak bir
deve düşüyor ve nöbetleşe binmeye çalışıyorlardı. Yiyecekleri öyle azalmıştı
ki, bir hurma tanesini iki kişi paylaşıyordu. Öyle zamanlar oldu ki, tadı
bozulmuş olan bir sudan zor da olsa içebilmek için birçok kişi aynı hurma
tanesini birer kere emmek mecburiyetinde kalıyordu. Hatta susuzluktan deveyi
boğazlayıp karnındaki suyu içiyorlardı. Nihayet Peygamberimiz (s.a.s.) ellerini
kaldırıp yağmur için dua etti. Cenab-ı Hak, çok geçmeden bir bulut gönderdi ve
yağmur ihsan eyledi. Herkes içti ve kabını doldurdu. Yine bu gazada ashâb-ı kirâm
açlıktan develeri kesmek istediler, Efendimiz müsaade buyurmadı. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
XI, 75-76)
Tebük seferinden herhangi bir mazereti olmaksızın
geri kalan üç kişi hakkında ilâhî karar şöyle tecelli ediyor:
118. Allah, seferden geri kalan ve haklarındaki hüküm ertelenen o üç kişinin de tevbesini kabul etti. Öyle ki, bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmış ve Allah’ın azabından kurtulmak için yine O’ndan başka bir sığınak kalmadığını iyice anlamışlardı. Tevbe edip eski güzel hallerine dönmeleri için Allah onları tevbeye muvaffak kıldı. Gerçekten Allah, tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olandır.
Âyette
bahsedilen üç kişi, herhangi bir mâzeretleri bulunmadığı ve münafıklardan da
olmadıkları hâlde sefere katılmayan, bununla birlikte daha önceden pişman olup
kendilerini direklere bağlayan ashâbın da dışında kalan üç sahâbîdir: Ka‘b b.
Mâlik, Mürâre b. Rebî ve Hilâl b. Ümeyye. Bu üç sahâbî, sefere katılmadılar,
fakat münafıklar gibi yalan da söylemediler. Sadece Peygamberimiz’e gelip
mâzeretsiz olarak sefere iştirâk etmediklerini söylediler. Yaptıklarına son derece
pişman olduklarından dolayı da Allah Resûlü’nden affedilmelerini istediler.
Efendimiz bu üç sahâbîyi affetmedi. Hattâ vahyin gelmesini beklediğinden,
onların selâmlarını dahî almadı. Her hâlükârda kendisine tâbî olan ashâbı da
aynı şekilde hareket etti.
Bu
üç sahâbî, bütün gazvelere katılmışlardı. İçlerinden Ka‘b Akabe’de bulunmuş,
diğer ikisi de Bedr’e de iştirâk etmişlerdi. Tebük’e katılmamakla içine düştükleri
hata yüzünden kendilerine uygulanan tavır karşısında dünya, bütün genişliğine
rağmen onlara dar geldi. Allah Resûlü (s.a.s.)’in selâmlarını dahî almayacak
derecede kendilerinden yüz çevirmesi onlara çok gîrân geldi. Hanımları bile
kendileri için bir yabancı gibiydi. Yapacak hiçbir şeyleri kalmamıştı. Bu
sebeple gece-gündüz ağladılar. Yaptıklarına pişman oldular, günahlarına
istiğfar ettiler. Böylece elli gün geçti. Nihâyet doğru konuşmuş olmaları ve
samîmî bir şekilde tevbe etmelerinin bir mükâfâtı olarak bu âyet-i kerîme ile
affa mazhar oldular.
Resûlullah
(s.a.s.), Ka‘b b. Mâlik’e bu müjdeli haberi şöyle bildirmiştir:
“–Seni, doğduğun günden beri geçirdiğin en hayırlı ve mes’ûd bir
günle müjdelerim!..”
Ka‘b
b. Mâlik de Allah’ın bu yüce affına bir şükrâne olarak: “Yâ Rasûlallah! Ben de
Allah ve Resûlü’nün rızâsı için malımın hepsini sadaka olarak vermek
istiyorum!” dedi. Ancak Allah Resûlü (s.a.s.):
“–Malının bir kısmını kendin için alıkoy! Böylesi senin için daha
hayırlıdır!” buyurdu. Ka‘b b. Mâlik:
“–Öyleyse Hayber’deki hissemi alıkoyuyorum. Ey Allah’ın Rasûlü!
Allah beni bu bâdireden yalnızca doğruluğum sebebiyle kurtardı. Artık ben
bundan böyle, hayâtım boyunca doğrudan başka bir söz söylemeyeceğim!..” dedi.
Ka‘b
(r.a.) şöyle der:
“Allah’a
yemin ederim ki, İslâm ile şereflendirdikten sonra Cenâb-ı Hakk’ın bana verdiği
en büyük nimet, Peygamber Efendimiz’in huzûrunda doğruyu söylemem, böylece
yalan söyleyenlerle birlikte helâk olmaktan kurtulmamdır. Çünkü Allah Teâlâ,
Tebük seferine katılmayıp da mâzeret uydurarak yalan söyleyenler hakkında, hiç
kimse için kullanmadığı ağır sözleri vahyederek: «… Artık onları kınamaktan
ve azarlamaktan vazgeçin. Çünkü onlar pisliktir...» (Tevbe 9/95) buyurdu.”
(Buhârî, Meğâzî 79; Cihâd 103; Müslim, Tevbe 53)
Bu
üç sahâbî, Allah Resûlü (s.a.s.) ile bütün gazvelere katıldıkları hâlde, Sadece
bir gazveden geri kaldıkları için bu kadar ağır bir cezaya dûçâr oldular. Bu hâdise,
mâzeretsiz bir şekilde Allah yolunda cihadın, hizmetin ve i’lây-ı kelimetullah
uğrunda mücâdelenin dışında kalanlara çok büyük bir uyarıdır. Bunun için tüm
mü’minlere hitap edilerek buyruluyor ki:
119. Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının; özü sözü doğru, samimi ve dürüst insanlarla beraber olun!
“Sadâkat”,
sözde ve özde doğruluk; dürüstlük üzerine kurulmuş samimi ve sağlam bir
dostluk, içten bağlılık, kalp istikâmeti, samimiyet ve ihlas gibi mânalar ifade
eder. Dürüst olmak, doğru muamelede bulunmak, sıdk ve ihlâs ile dostluk etmek,
herhangi bir şahsî çıkar ve menfaat beklentisinden uzak ve her yönüyle Allah rızâsı
için olan dostluk da sadâkattir.
Sadâkat,
peygamberlerin en mühim vasıflarından biridir. Peygamberler, istikâmet üzere
olan hâlleri ve sözleriyle dâimâ sadâkati tebliğ hâlinde olmuşlardır. Kur’ân-ı
Kerîm’de, bâzı peygamberlerin şahsiyeti anlatılırken, meselâ Hz. İbrâhim ve Hz.
İdrîs hakkında; “Gerçekten o, özü sözü doğru bir peygamberdi” (Meryem 19/41,
56) buyrulmaktadır.
Âyet-i
kerîme, sıdk ve sadâkatin faziletini, derecesinin yüceliğini göstermekte ve
mü’minleri doğruluğa teşvik etmektedir.
Mârifetten
nasîbi olan bir zat: “Sürekli yapılması gereken farzı eda etmeyen kimseden,
namaz, oruç gibi belli vakitlerde yapılan farzlar kabul olunmaz” deyince
kendisine: “Dâimî farz nedir?” diye sorulmuş, o da: “Doğruluk” cevabını
vermiştir.
Ubeydullah
Ahrâr (k.s.), âyette emredilen “sâdıklarla beraber olma”yı şöyle izah
etmektedir:
“Burada
bahsedilen beraberlik iki çeşittir:
›
Hissî,
›
Mânevî.
Hissî
beraberlik, onlarla oturup kalkmaktır; onların sohbetinde bulunmaktır. Bir
kimse onlara yakın olur, sohbetlerine devam eder, onlarla oturur kalkarsa,
onların iç âlemlerinin nurlarının bereketiyle kalbi nurlanır. Gerçek anlamda
onların huyu gibi güzel huy sahibi olur. Manevî beraberliğe gelince, bunu şöyle
anlatmak gerekir: Kalbi onlara bağlayıp ruhâniyetlerine dönmek… Bu durumda,
onların yakınında da olunsa, uzaklarına da gidilse hep onlarla olunur.
Anlatılan manevî bağ, kalp irtibatı tam olunca, o büyüklerin bütün sırları,
tarifi yapılan irtibatı ve bağı kuran kulda yansır.”
Bu
hususa şöyle bir yorum da yapılabilir:
“Sâdıkların
emirlerine tutunmak vaciptir. Buna göre Allah’ın rızâsını kazanmak isteyen Hak
yolcusu kula düşer ki: Kalbini sâdık kula bağlaya… Sâdık kul ise, Yüce Hakk’ın
zâtına yabancı şeylerden, zıtlardan yana temizdir. Zira sâdık kulların hâlinde,
yolunda bir eğrilik, bir sapma yoktur.
Yüce
Allah, insana hem tesir etme, hem de tesir altında kalma yeteneğini vermiştir.
Ama bu sohbetle olur. Bu âyet-i kerîmede verilen emir de bu mânayı anlatır.
Buna göre haller için sohbetten daha faydalı, daha çekici bir iş yoktur.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye,
s. 657-658)
Sâdıklarla
beraberliği artırmak, sadâkat vasfını kazanmaya, onu devam ettirmeye ve onların
hâliyle hâllenmeye vesîle olacaktır. Nitekim Şeyh Sâdî Şîrâzî, sâdıklarla
beraberliğin faziletini ve bunun zıddına sâdıklardan ayrılmanın hazin âkıbetini
şöyle ifade eder:
“Ashâb-ı Kehf’in köpeği Kıtmîr,
sâdıklarla beraber olup onlara sadâkat gösterdiği için büyük bir şeref kazandı,
nâmı Kur’ân-ı Kerîm’e geçti. Hz. Nûh ve Hz. Lût’un hanımları ise, fâsıklarla beraber
oldukları için cehenneme dûçâr oldular.”
Şurası bir gerçektir ki, mü’min kulluktaki sadâkati
ölçüsünde Resûlullah (s.a.s.)’e aşkla tâbi olur ve kıyâmete kadar sürecek İslâm
dâvasında onu yalnız bırakmaz:
120. Medine halkının ve çevresindeki bedevîlerin, savaşta Rasûlullah’tan geri kalmaları ve ona gereken ihtimâmı göstermeyip kendi canlarının ve başlarının derdine düşmeleri olacak şey değildir. Zira onlar ne zaman Allah yolunda herhangi bir susuzluğa, yorgunluğa ve açlığa düçar kalsalar; kâfirleri öfkelendirecek biçimde bir yere ayak basıp orayı ele geçirseler ve bir şekilde düşmana karşı üstünlük sağlayıp zafer kazansalar, bunların her biri kendilerine mutlaka birer sâlih amel olarak yazılır. Çünkü Allah, iyilik eden ve işini güzel yapanların mükâfatını asla zâyi etmez.
121. Onlar, Allah yolunda küçük veya büyük bir harcama yapsalar veya herhangi bir vâdiden geçmiş olsalar, bunlar da yine mutlaka onların lehine sevap olarak yazılır. Neticede Allah, onları işledikleri amellerin en güzeliyle mükâfatlandırır.
Burada
Medine halkı ve çevresindeki bedeviler misal olarak verilmiştir. Yoksa
âyetlerin hitabı bütün müslümanlaradır. Geçerli mazereti olmayan hiç kimsenin
Peygamber’den geri kalması ve kendi canını onun canına tercih etmesi câiz
değildir. Aynı şekilde susuzluk, açlık, yorgunluk gibi Allah yolunda çekilecek
sıkıntılara ve yapılacak fedakârlıklara va‘dedilen mükâfâtlar da kıyâmete kadar
bütün mü’minler için geçerlidir. Nihâyetsiz kerem ve rahmet sahibi olan Cenâb-ı
Hak, kendi yolunda yapılan her türlü sa’y ü gayreti, fedakârlığı, infakı,
cihadı kabul buyuracak, onların her birini amel-i sâlih olarak kaydedecek ve
fazlasıyla mükâfatlarını verecektir.
Ebû
Hüreyre (r.a.)’dan rivayete göre ashâb-ı kirâmdan bir kişi, tatlı bir su
pınarının bulunduğu bir vadiye rastladı ve burası onun hoşuna gitti. Kendi
kendine: “İnsanları terk edip de şu vadiye yerleşsem! Ama bu işi Resûlullah (s.a.s.)’den
izin almadan yapmayacağım” dedi. Durumu Allah Resûlü (s.a.s.)’e açtı. Efendimiz
şöyle buyurdu:
“Böyle yapma! Çünkü sizden birinizin Allah yolunda cihad ederek
elde edeceği makam, yetmiş yıl namaz kılmasından daha faziletlidir. Allah’ın
sizi bağışlamasını ve cennete sokmasını istemez misiniz?!. Allah yolunda
savaşın! Kim Allah yolunda bir deve sağımı müddeti kadar savaşırsa cennet ona
vacip olur.” (Tirmizî, Cihad 17/1650; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 524)
Öyleyse
ey mü’minler, Allah yolunda cihad çağrısı yapıldığında koşarak gelin. Ancak, İslâm
toplumunun ihtiyaçları, gelişmesi ve faydası aşısından cihad ile ilim tahsili
arasındaki şu dengeyi de ihmal etmeyin:
122. Her şeye rağmen, mü’minlerin savaş için topyekün sefere çıkmaları doğru değildir. Doğrusu şudur: Her kabile veya her topluluktan bir kısmı savaşa gitmeli; bir kısmı da ruhuna tam mânasıyla nüfûz ederek dîni iyice öğrenmeli ve savaşa gidenler geri döndüklerinde onlara Allah’ın emir ve yasaklarını bildirmelidirler. Belki böylece onlar da, muhtemel yanlış tavır ve davranışlardan sakınırlar.
Bu
âyetten anlaşıldığına göre bir milletin topyekün savaşa çıkması doğru değildir.
Savaş durumunda toplumun silah kullanabilen bir kısmı silah altına alınırken,
bir kısmı da ilmî faaliyetleri devam ettirmelidir. Hususiyle dinî ilimlerde
toplumun ihtiyacını karşılayacak seviyede ilim adamları yetiştirmelidir ki
toplumu aydınlatıp, Allah’ın emir ve yasaklarını toplumun fertlerine
öğretsinler. Ancak âyette geçen “din ve dinî ilimler” dar mânada
anlaşılmamalıdır. Çünkü İslâm, aynı zamanda siyasî, ictimâî ve iktisâdî hayatı
tanzim ettiğine göre bu mânada İslâm’ın yücelmesine hizmet edecek ilimler de
dinî ilimler sayılır. Savaş uzun süre devam edebilir. Toplumun ayakta
durabilmesi için din ve ilim adamlarının iman, bilgi ve teknik bakımından
savaşan kesimi beslemeleri ve desteklemeleri gerekir. Bir millet ilim ve teknik
alanında geri kalmışsa, askerî alanda kuvvetli dahî olsa çöker. Fakat iman,
ilim ve teknikte ileri gitmiş milletler, askerî alanda zayıf bile olsalar,
noksanlarını süratle telafi edebilirler. Bu sebeple cephedeki cihadı bilim ve teknolojiyle
destekleyen ve tamamlayan bilim adamlarının cihadı da önemlidir.
Âyette geçen لِيَتَفَقَّهُوا فِي الدّ۪ينِ (li
yetefekkahû fi’d-dîn) ifadesi müslümanlara dinî eğitimin esas maksadını
öğretmek için kullanılmıştır. Bu İslâmî hayat tarzını ve sistemini iyice
kavramak, diğer bir ifadeyle hayatın her sahasında İslâmî olan ve olmayan
düşünce ve tavırlarını ayırt edip onlar hakkında hüküm verebilmek için İslâm’ın
gerçek yapısı ve ruhuyla tanışmak demektir. Bundan sadece günümüzde kullanılan
şekliyle dar mânada “Fıkıh” ilmini anlamak eksik kalmaktadır. Bu ilmin İslâm’ın
hayat sistemi içerisinde önemli bir yeri olduğu inkâr edilemez. Ne var ki
Kur’an’ın ifade etmek istediği şeyin hepsi olmayıp sadece bütünün bir
parçasıdır. Bu nevi yanlış anlamalar, İslâm toplumu ve müslümanların dini bir
bütün olarak kavrama noktasında sıkıntıya düşüp zarara uğradıklarında şüphe
yoktur. Belki, İslâm’ın ruhuna, küllî hayat anlayışına hiç ehemmiyet
vermeksizin, İslâm’daki dinî eğitimin, salt zahiri şekillerin yorumuna indirgenmesinin
sebebinin bu nevi yanlış anlamalar olduğu söylenebilir. Çünkü böyle
anlayışların, zorunlu olarak kuru bir şekilciliğin, müslümanların hayatının
nihai gayesi haline gelmesine sebep olduğu görülmektedir. (bk. Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân,
II, 273)
Bununla birlikte savaşın önemi de bir başkadır. Yeri gelince en
yakından başlayarak İslâm düşmanlarıyla savaşmak mecburiyeti vardır. Bu sebeple
buyruluyor ki:
123. Ey iman edenler! Siz öncelikle size yakın mesâfede bulunan kâfirlerle savaşın ve onlar sizde üstün bir gayret, ciddiyet ve metânet görsünler. İyi bilin ki Allah, elbette takvâ sahipleriyle beraberdir.
İslâm’da
aslolan barıştır. Fakat barışın sağlanabilmesi için İslâm devletinin ve
toplumunun varlığını tehdit eden unsurların bertaraf edilmesi lazım geldiği de
bir vâkıadır. Bunun için öncelikle tehdit olarak algılanan en yakın güçlerle
savaşmak emredilmiştir. Çünkü en fazla zarar yakından gelir. Yakın tehlike
demek olan yakın düşmanları bırakıp da, isteseler de müslümanlara zarar
veremeyecek uzaktaki düşmanlarla uğraşmak savaşın hikmetine uygun değildir.
Ayrıca savaş esnâsında kâfirlerin, müslüman ordusunda savaş bakımından kararlı,
azimli, tavizsiz ve katı duruş olduğunu; onların galibiyet konusunda kuvvetli
ve sarsılmaz bir inanca sahip bulunduklarını hissetmeleri gerekir ki mücâdelen
vazgeçsinler. Savaşta gâlibiyetin en mühim şartı takvâdır. Çünkü bunun için
Allah’ın yardımına ihtiyaç vardır; Allah’ın yardımının ulaşması için de takvâ
şart koşulmuştur.
Kimin
takvâ sahibi olduğunu, kimin olmadığını ise insanların, inen Kur’an âyetleri
karşısında sergiledikleri tutum ve davranışlardan anlamak mümkündür:
124. Bir sûre indirildiği zaman münafıklardan bazıları alaylı alaylı: “Bu sûre hanginizin imanını artırdı?” diye sorar. İman edenlere gelince, inen her sûre onların imanlarını kuvvetlendirir ve onlar, âyetlerde yer alan müjdelerle sevinirler.
125. Kalplerinde o çirkin nifak hastalığı bulunanlara gelince, inen her sûre onların murdarlık ve küfürlerini kat kat artırır. Sonunda kâfir olarak ölüp giderler.
Burada
tekrar münafıkların indirilen Kur’an sûreleri karşısında sergiledikleri tutum
ve davranışlara temas edilir. Kur’an, mü’minlerin imanlarını pekiştirip
kuvvetlendirdiği, oradaki müjde veren işaretler mü’min gönülleri neş’e ve
surûra garkettiği halde; kalpleri küfür ve nifak hastalığı ile çalışmaz hale
gelmiş münafıkların küfürleri üstüne küfür, nifakları üstüne nifak, pislikleri
üstüne pislik katmaktadır. Nitekim bir diğer âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Biz Kur’an’ı mü’minlere şifa ve rahmet olarak indiriyoruz. O,
zâlimlerin ise ancak ziyânını artırır.” (İsrâ 17/82)
Aslında
Yüce Allah, münafıkların gerçeği görüp kâmil iman sahibi olmaları için zaman
zaman uyarılarda bulunsa da, o gâfiller bunlardan gereken dersi çıkarmaktan
yoksunlar:
126. Görmüyorlar mı ki, her sene birkaç defa imtihan mâhiyetinde çeşitli belâ ve musîbetlerle karşı karşıya geliyorlar. Buna rağmen ne tevbe ediyorlar ne de düşünüp ibret alıyorlar!
Münafıkların
her sene birkaç defa sınandıkları
musibet ve belâlarla alakalı şu izahlar yapılmıştır:
›
Kıtlık, sıkıntı ve darlıklar,
›
Hastalıklar, çeşitli ağrılar ve ölümcül ıstıraplar,
›
Onların gerçek ve çirkin yüzlerinin görülmesini sağlayacak şekilde
vuku bulan hâdiseler,
›
Peygamberimiz (s.a.s.) ile birlikte cihada çıkma mecburiyetinde
kalmaları ve Allah’ın ona va‘dettiği zaferleri görmeleri.
Esasen
bu ikazlardan ders alıp intibaha gelmeleri gerekirken, kalplerini saran kalın
nifak ve gaflet perdesini yırtıp düşünme, uyanma ve tevbe etme başarısını
gösteremiyorlar. Tam aksine:
127. Yine onlar, bir sûre indirildiği zaman, birbirlerine göz kırpar, “Acaba bizi gören biri var mı?” diye endişeyle etraflarına bakınır, sonra da sıvışır giderler. Halbuki Allah, gerçeği anlamayan, idrak yoksunu bir gürûh oldukları için onların kalplerini imandan çevirmiştir.
Burada
münafıkların haklarında inen bir sûre karşısında takındıkları tuhaf, şüpheci,
korkak ve ürkek durumlarına dikkat çekilir. Sûre inince birbirlerine
bakıyorlar; “Acaba biri bizi gözetliyor mu?” diye birbirlerine göz kırpıyorlar.
Sûrenin kendileriyle alakalı kısmının tesirinden bunalıyor, vahiy meclisinden
kaçmak istiyor, fakat kaş göz işaretlerini mü’minlerden biri görüverecek, bu
konuşulanlardan alındıkları anlaşılıverecek, nifak ve hâinlikleri
anlaşılıverecek diye gizlice oradan sıvışıp gitmek istiyorlar. Bu, ne kadar
tuhaf, fakat bir o kadar da ıstırap veren korkunç bir ruh halidir. Ancak hiçbir
müslüman kendisinde bu nifak hallerinden bir hastalık bulunmadığını iddia
etmemeli, nifaka düşmekten korkmalıdır. Nitekim İbn Ebî Müleyke (r.h.) şöyle
der:
“Resûlullah
(s.a.s.)’in ashâbından otuz kişiye ulaştım. Onların hepsi kendi nefsi için
nifaktan korkuyorlardı. Onların hiçbirisi Cibrîl ve Mîkâîl’in imanı gibi bir imana
sahip olduğunu söyleyemiyordu.” (Buhârî, İman, 36)
Eğer
insanlar, kendilerine gönderilen Peygamber (s.a.s.)’in ve ona indirilen
Kur’an’ın, değer biçilemez ne kadar büyük bir nimet olduğunu anlayabilseler,
Kur’an ve sünnet karşısında böyle münafıkça tavır ve davranışları terk eder,
tam bir iman ve teslimiyet içinde bunlara yönelir, hatta maddi mânevî tüm
varlıklarını o yolda fedâ ederler. Bu gerçeği hatırlatmak üzere şöyle
buyrulmaktadır:
128. Andolsun ki size kendi içinizden öyle bir Peygamber geldi ki, gayet izzetli ve şereflidir, sıkıntıya uğramanız ona pek ağır gelir, size çok düşkündür ve mü’minlere karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.
Bu
âyet-i kerîmede Peygamberimizin beş önemli özelliği anlatılır:
Birincisi; kendi içinizden bir Peygamber: Allah Teâlâ Resûlü’ne: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Şu
farkla ki bana, ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyedilmektedir” (bk. Kehf
18/110) demesini tavsiye buyurur. Eğer Peygamberimiz melek olarak gelseydi,
insanların işi daha zor olurdu. (bk. En‘âm 6/9). Peygamber Efendimiz aynı
zamanda Araplardandır. Kur’ân-ı Kerîm ilk olarak Araplara hitap etmiş; onlar
vasıtasıyla bütün insanlığa mesajını sunmuştur. Dolayısıyla bu ayetle Yüce
Rabbimiz, Arapları Peygamberimiz (s.a.s.)’e yardım etmeye ve ona hizmete
koşmaya teşvik etmekte ve onlara: “Bu dünyada o peygamber için gerçekleşecek
her türlü devlet, şan ve şeref, sizin için de bir övünç vesilesi olacaktır.
Çünkü o sizin soyunuzdandır” demek istemektedir. (Fahreddi er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XVI, 236)
İkincisi; “azîz”: Bu vasıfla, Resûlullah (s.a.s.)’in,
izzet, şeref ve yücelik sahibi bir peygamber olduğu beyân edilmiş olmaktadır.
Allah Rasulü’nün hayatı, sayısız izzet ve şeref örnekleriyle doludur. O, en
büyük şerefi, Rabbine ihlasla kulluk etmekten alıyordu. Onda izzet ve şerefine
leke sürecek en küçük bir durum yoktu.
Üçüncüsü; meşakkate uğramamızın ona ağır gelir: Buradaki العنت (anet) kelimesi,
“kişinin içinden çıkamayacağı, helak ve telef olmaktan korkacağı bir darlığa ve
sıkıntıya düşmesi” anlamına gelir. Bu kelimenin “yorgunluk ve zorluk” anlamları
da vardır. Bizim kötülüğe uğramamız,
üzülmemiz ve spıklığa düşmemiz ona zor ve ağır gelir. O yüksek izzet sahibi
Peygamber’in, kendi cinsinden evlatlarının zor durumda kalmasına gönlü razı
olmaz. Bütün dertlerinizi ve kederlerinizi yüreyinde duyar, acınızı hisseder. Şâir Kemalzâde Ekrem’in şu beyti âdetâ Peygamberimiz (s.a.s.)’in bu
hâlini anlatır:
“Her duyduğum terâneyi ruhumla dinledim,
Her bülbülün enîni ile ben de inledim.”[1]
Resûl-i Ekrem (s.a.s.), özellikle,
kendilerine rahmet olarak gönderildiği insanların inanmamalarına, kendini helak
edecek derecede üzülürdü. Bu sebeple: “Rasûlüm! Onlar bu Kur’an’a
inanmıyorlar diye arkalarından üzülerek neredeyse kendini helak edeceksin!
Hayır böyle yapma!” (Kehf 18/6) gibi ayetlerle tesellî ve teskin edilirdi.
Bu yüce ahlâkı sebebiyle ümmetine karşı son derece rıfk ve mülayemet sahibi
olmuş; onları dünya ve âhirette maruz kalacakları azaptan sakındırmıştır.
Hususiyle onların Allah’ın azabına müstehak olmalarına mani olmaya çalışmıştır.
Yine o, bu vasfı sebebiyle mahşerde şefaate layık bütün insanlara şefaat
edecek; bir an önce hesaplarının sona erip cennete girmelerine vesile olmaya
çalışacaktır. Onun getirdiği şeriat de, onun ahlâkına uygun olarak gelmiş; onda
zorluk ve meşakkat olmadığı ifade buyrulmuştur. (Bakara 2/185)
Dördüncüsü; ümmetine çok düşkün: اَلْحِرْصُ (hırs), bir şeye karşı aşırı arzu ve istek
duymaktır. اَلْحَر۪يصُ (harîs) ise böyle bir
özelliğe sahip olan kimseye denir. Şüphesiz o Peygamber, ümmetinin hidâyet,
dünyevî-uhrevî ve maddî-manevî iyiliğine, faydasına ve hayrına çok düşkündür.
Onların üzerlerine toz kondurmak istemediği gibi, onları mutluluğun en yüce
noktasına ulaştırmak, selamete çıkarmak, cennete ve rıdvana kavuşturmak için
bütün hırsıyla ve var gücüyle çalışır. (Elmalılı, Hak Dini, IV, 2653)
Rahmet Peygamberi Efendimiz, ümmetine olan düşkünlüğü sebebiyle onları hiçbir
zaman unutmamakta, onları Kevser havuzunun başında beklemekte ve kabulü kesin
olan en büyük duasını kıyamet günü ümmetinin affı için yapacağını
müjdelemektedir.
Beşincisi; mü’minlere raûf ve rahîm: اَلرَّأْفَةُ (re’fet), ince
bir şefkat ve derin bir merhamet anlamına gelir. Bu duyguda daha çok acınan
kimseden zararlı şeyleri, musibet ve belâları defetme özelliği vardır. رَؤُۧفٌ (raûf)
ise pek şiddetli şefkat sahibi demektir. اَلرَّحْمَةُ
(rahmet), “acınan ve merhamet edilen kişiye iyilik etmeyi gerekli kılınan bir
incelik ve şefkat” mânasındadır. رَح۪يمٌ (rahîm) ise pek şiddetli rahmet ve merhamet
sahibi olanları anlatan bir ifadedir.
Peygamberimiz (s.a.s.)’e, Allah’ın güzel isimlerinden ikisi olan “raûf” ve
“rahîm” isimleri verilmiştir. Hiçbir peygambere bu iki isim birlikte vermemiş,
ancak Peygamberimiz bu güzel vasıflarla vasıflandırılmıştır. Bu durum,
Peygamberimiz’in Allah katındaki şeref ve yüceliğine işaret eder. Bu vasıfların
bir gereği olarak Allah Teâlâ pek çok âyet-i kerîmede Peygamberine, mü’minlere
karşı merhametli olmasını, onlara karşı yumuşak davranmasını ve onlara kol
kanat germesini emreder. (bk. Hicr 15/88; Şu’arâ 26/215)
Bu
ilâhî hitapların yüklü bulunduğu mânaları en derin duygularıyla hissedip
anlayan Efendimiz (s.a.s.), müşfik bir annenin evlâdına olan düşkünlüğünden
daha büyük bir muhabbetle biz ümmetine kol-kanat germiş, ömrü boyunca da;
“Ümmetî, ümmetî…” diyerek yaşamıştır. Nitekim Rahmet Çağlayanı (s.a.s.)
ashâbına şöyle buyuruyordu:
“Dikkat edin! Ben hayatımda sizin için bir emniyet vesîlesiyim.
Vefât ettiğimde ise, kabrimde: «Yâ Rabbî, ümmetî ümmetî!..» diye ilk Sûr üfleninceye
kadar nidâ edeceğim…” (Ali el-Mütteki, Kenzü’l-Ummâl, XIV, 414)
Nitekim
Refîk-ı Âlâ’sına da; “Ümmetî, ümmetî…” diyerek göç etti. Son nefesinde; “Ben
sizi havz-ı kevserimin başında bekliyor olacağım...” diyerek bizlere olan
muhabbet, şefkat ve düşkünlüğünü ifade buyurdu.
Hak
dostu Ahmed er-Rufâî’de ümmet-i Muhammed’e karşı tecelli eden şu nebevî şefkat
ve merhamet hissi gerçekten ne muhteşemdir:
Devamlı
hizmetini gören Yakup (r.h.) anlatıyor:
“Efendim
Ahmed er-Rufâî hasta oldu. Artık ölüm döşeğindeydi. Bunu anladım ve şöyle
dedim:
«-
Bu defa arûs[2]
göründü…»
«-
Evet, öyle olacak..» buyurdu. Hikmetini sordum; şöyle devam etti:
«-
Bir takım işler cereyân etti. Biz onları ruhlarla satın aldık.» Sonra o işlerin
ne olduğunu izah etti:
«- Halka büyük bir belâ geliyordu. Ben onu,
kalan ömrümle onlardan satın aldım. Kendimi verdim.»
Bundan
sonra yüzünü yere sürmeye başladı. Kaldırdığı zaman yüzü ve sakalı toprak
olmuştu. Ağlıyor ve:
«Af…
af… Allahım! Bu halka gelecek belâ için beni tavan yap… gelen belâ üzerime
gelsin!» (Velîler Ansiklopedisi, II, 517)
Şunu
belirtmek gerekir ki, İslâm dinini tebliğ edecek kişiler, Resûlullah (s.a.s.)’in
sayılan bu hususiyetlerine mümkün olduğu ölçüde sahip olmaya gayret
göstermelidirler. Çünkü bu mümtaz vasıflar, İslâm’la bütünleşip onu temsil
etmede ve insanların ruhlarına girerek onları bu ulvî dine cezp etmede anahtar
vazîfesi görmektedir. Başarının sırrı bu ahlâkî kemâlde saklıdır. Ama hepsinden
önemlisi, hoşumuza giden ve gitmeyen durumlar karşısında yalnız Allah’a
yönelmek, O’na güvenip dayanmaktır:
129. Rasûlüm! Bütün bunlara rağmen, onlar yine de sana inanmaktan yüz çevirirlerse de ki: “Bana Allah yeter. O’ndan başka ilâh yoktur. Yalnız O’na dayandım, O’na güvendim. O, büyük arşın Rabbidir.”
Bu
âyet hem Allah Resûlü (s.a.s.)’i, hem de onun izinde dini tebliğ vazifesiyle
meşgul olan mü’minleri teselli etmektedir. Çünkü hakkı kabul edenler olacağı
gibi, ondan yüz çevirenler de olacaktır. Mühim olan üzerimize düşen mesuliyeti
yerine getirmeye çalışmaktır. Bu yolda azim ve iradesini tam olarak ortaya
koyup gayret gösteren ve Allah’a güvenip dayananlara Allah kâfi gelecek, onları
zararlardan koruyup başarıya eriştirecektir. Çünkü O, büyük arşın Rabbidir; her
şey yalnızca O’nun tasarruf ve yetkisindedir.
Şimdi,
Tevbe sûresinin sonunda tevhid dininin kuvvetindeki olgunluğu ve yüceliği
gösteren ve büyük arşın Rabbinin teklik sırrı ve rubûbiyet saltanatının neticesi
olan Kur’ân ve peygamberlik mes’elelerinin kapsamlı bir izah ve açıklamasını
yapmak üzere Yûnus sûresi başlayacaktır:
Kur’an’da şöyle buyrulur: يَا صَاحِبَيِ السِّجْنِ ءَاَرْبَابٌ مُتَفَرِّقُونَ خَيْرٌ اَمِ اللّٰهُ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُۜ “Ey zindan arkadaşlarım! ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: قَالَ رَبِّ السِّجْنُ اَحَبُّ اِلَيَّ مِمَّا يَدْعُونَن۪ٓي اِلَيْهِۚ وَاِلَّا تَصْرِفْ عَنّ۪ي كَيْدَهُنَّ اَصْبُ اِلَيْهِن ...
İbrahim Sûresi 38-41. Ayet Tefsiri 38. “Rabbimiz! Hiç şüphesiz sen, bizim gizlediğimizi de bilirsin, açığa vurduğumuzu da. Çünkü yerde olsu ...
Vakıa Suresi Mekke’de nâzil olmuştur. 96 ayettir. İsmini, kıyametin isimlerinden biri olan ve “hâdise, olay” gibi mânalara gelen birinci âyetteki (v ...
“Ey iman edenler! Sizden biriniz dinden dönerse, şunu iyi bilsin ki, Allah o şahsın yerine, kendisinin sevdiği ve kendisini seven insanlar getirir. ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: وَرَاوَدَتْهُ الَّت۪ي هُوَ ف۪ي بَيْتِهَا عَنْ نَفْسِه۪ وَغَلَّقَتِ الْاَبْوَابَ وَقَالَتْ هَيْتَ لَكَۜ قَالَ مَعَاذَ اللّٰ ...