Tîn sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 8 âyettir. İsmini birinci âyetteki “incir” mânasına gelen اَلتّ۪ينُ (tîn) kelimesinden alır. Mushaf tertîbine göre 95, iniş sırasına göre 28. sûredir.
İnsanın en güzel kıvamda yaratılmasına, kötü ahlâkın onu aşağıların aşağısına düşürdüğüne; onu ancak iman, sâlih amel ve güzel ahlâkın lâyık olduğu yüksek seviyeye çıkaracağına dikkat çekilir. Buna bağlı olarak hesap ve cezanın kesin bir hakikat olduğu bildirilir.
Mushaftaki sıralamada doksan beşinci, iniş sırasına göre yirmi sekizinci sûredir. Bürûc sûresinden sonra, Kureyş sûresinden önce Mekke’de inmiştir.
Resûl-i Ekrem (s.a.s.), seferde yatsı namazını kıldırırken, iki rekattan birinde bu sûreyi okumuştur. (Buhârî, Ezân 100; Müslim, Salât 175-177)
1. Yemin olsun incire ve zeytine,
2. Sînâ dağına,
3. Ve bu güvenli Belde’ye:
Hz.
İsa, Hz. Mûsâ ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’e vahyin geldiği mukaddes yerlere yemin
edilir. “Tîn ve Zeytûn”, her ne kadar bildiğimiz iki güzel meyvenin ismi olsa
da, bundan maksat, müfessirlerin mühim bir kısmının tercihiyle, bu iki meyvenin
bolca yetiştiği Şam ve Filistin bölgesidir. Çünkü Araplar arasında, incir ve
zeytin yetiştirilen yerler olarak bu bölgeler meşhurdu. Burası Hz. İsa’ya
vahyin geldiği yerdir. “Tûr-i Sîna”, Hz. Mûsâ’nın Cenâb-ı Hak ile konuştuğu ve
Tevrat’ı aldığı dağın ismidir. Ayrıca “sînîn” kelimesinin, güzel, mübârek,
kutlu mânaları da vardır. “el-Beledü’l-Emîn” ise, Resûlullah (s.a.s.)’e ilk
vahyin geldiği mukaddes şehir Mekke-i Mükerreme’dir. Hangi zamanda olursa
olsun, vahyin gönderilmesinin hedefindeki tek varlık insan ve onun irşâdı
olduğu için, bu yeminlerden sonra insanın yaratılışına dikkat çekilir:
4. Muhakkak ki biz insanı en mükemmel biçimde yarattık.
Yüce
Allah insanı en güzel ve en mükemmel bir sûrette yaratmıştır. Âyette geçen اَلتَّقْو۪يمُ (takvîm) kelimesi;
eğriyi doğrultmak, kıvama ve nizama koymak, kıymet biçmek, kıymetlendirmek gibi
mânalara gelir. اَحْسَنُ تَقْو۪يمٍ (ahsen-i takvim) terkibi ise, en mükemmel bir
biçimde biçimlendirmek, en güzel bir sûrette yaratmak demektir. Bu ise maddî
manevî her türlü güzelliği ihtiva eder. Bu süreç, insanın anne rahminde
safhalardan geçip yaratılışı tamamlandıktan sonra dünyaya gelişini takiben
belinin doğrulmasına, biçiminin güzelleşmesine, kuvvet ve melekelerinin
gelişmesine kadar, oradan da akıl, irfan ve ahlâkıyla ilâhî güzelliğe ermesine
kadar sürüp gider.
Demek
ki, insanın en güzel şekilde yaratılmasının bir maddi yönü bir de mânevî yönü
bulunmaktadır. Onun fiziki yapısının düzgün ve uyumlu olması mes’elenin maddi
yönünü oluşturur. İşin mânevî yönüne gelince insanın bedenen düzgün olması,
onun dış düzgünlükten iç düzgünlüğe yönelmesi, ruhaniyet basamaklarını
tırmanarak yerden göğe doğru yükselmeye başlamasına bir basamak teşkil
edecektir. Bu sebepledir ki “ahsen-i takvim” ibaresine; “şekil ve duygularının
güzelliği”, “boyunun müstakimliği ve doğruluğu”, “akıl, idrak ve iyiyi kötüden
ayırt etme gücüyle süslenmesi”, “gençliği ve kuvveti” ve “ahlâk güzelliği”
şeklinde birbirini tamamlayan farklı mânalar verilmiştir. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
XXX, 307-308) Doğru olanı ibarenin, verilen bütün bu mânaları ve güzel olan her
şeyi içine alacak şekilde umumi bir anlam taşıdığını kabul etmektir. Buna göre
ifade, insanın gerek boyunun posunun doğruluğu ile günden güne gelişen şeklinin
güzelliği gerek aklının, zihninin var olan bütün güzellik ve yücelikleri idrak
edebilecek kabiliyette olması ve gerekse ilâhî ahlâk ile ahlâklanabilecek
derecede tekamüle elverişli olan ahlâk güzelliği gibi maddi ve mânevî her türlü
güzelliği şümûlüne almaktadır.
İnsanın
mâhiyet ve aslına, insanlık âlemine derin bir bakışla bakılıp onun dış ve iç âleminde
bulunan incelikler tefekkür edildiğinde onun görünen ve görünmeyen âlemlerin
hülasası, yaratılış kitabına yazılmış son derece dikkat çekici ve etkileyici
ibareleri kapsayan ve onlardaki ilâhî sırların olmuş-olacak bütün mânalarını
toplayan bir nüshası olarak görülür. İnsanın taşıdığı bu derin mânayı Hz.
Ali’nin söylediği şu mısralar ne güzel ifade eder:
دَوَائُكَ ف۪يكَ
فَلَا تَشْعُرْ وَ دَائُكَ مِنْكَ فَلَا
تُبْصِرْ
تَزْعُمُ اَنَّكَ
جِرْمٌ صَغ۪يرٌ وَ ف۪يكَ انْطَوٰي الْعَالَمُ
الأكْبَرُ
“İlacın sendedir de farkında olmazsın,
Derdin de sendendir fakat görmezsin,
Sanırsın ki sen sade küçük bir cisimsin
Oysa sende dürülmüş en büyük âlem.”
Bu
bakımdan insandaki en güzel kıvam, onun sadece duygusuz olan suretinde değil,
bundan daha mühim bir şekilde onun hissiyâtında, özellikle güzelin, güzelliğin
ne olduğunu anlamasında, bu duygudan hareketle güzellerin güzeli olan en güzel
yaratıcıyı ve O’nun mutlak güzellikle en güzel olan kemal sıfatlarını tanıyıp
O’nun ahlâkıyla ahlâklanmasındadır. İnsanın yaratıldığı andan itibaren
ulaşabileceği en kemal nokta budur. Ancak insan, ilk doğuşunda bu olgunlukta
değildir. O bu olgunluğa ve bu güzelliğe doğru ilerleme kabiliyetiyle donanımlı
olarak yaratılmıştır.
Nitekim
Hz. Mevlânâ’nın verdiği şu misâl, insanın rûhen olgunlaşıp mânen yükselişini
pek güzel ifade eder:
“Dallar,
yapraklar toprak hapsinden kurtulunca, başlarını kaldırıp rüzgârların eşi,
dostu olurlar; rüzgârlarla oynaşırlar. Yapraklar, daldaki tomurcukları yarıp
çıkınca, ağacın tepesine kadar tırmanırlar. Her yaprak, her meyve, kendi
tomurcuğunun dili ile ayrı ayrı Allah’a şükreder: İhsan, iyilik sahibi Allah,
bizim kökümüzü besledi, ağaç da o kökten kuvvet alıp kalınlaştı. Doğrulup yükseldi.
Su ve toprak içinde mahpus bulunan, yâni balçığa saplanmış kalmış olan
canlarımız da balçıktan kurtulunca neşeli bir halde, Hakk’ın aşk ve muhabbet
havası içinde, neşeli neşeli oynarlar, ayın ondördü gibi noksansız ve tastamam
bir hale gelirler. Onların tenleri oynayıp durur, canlarının nasıl olduklarını
sorma. Hele cismaniyeti kalmamış, tümden can kesilmiş olanların halinden hiç
sorma, onları anlatmaya imkân yoktur.” (Mevlânâ, Mesnevî, 1342-1348.
beyitler)
Bahsedilen
mükemmel yaratılışı Yüce Rabbimiz, yarattığı her kuluna meccânen ihsan
etmiştir. Bu muazzam fabrikayı her kulu için hazırlamıştır. Sûrenin girişindeki
yeminlerde işaret edildiği gibi, gönderdiği peygamberler ve indirdiği
kitaplarla bu ilâhî fabrikanın nasıl çalıştırılacağının usul ve kâidelerini
açıklamıştır:
5. Sonra onu aşağıların en aşağısına indirdik.
Bu
ilâhî fabrikayı çalıştırma bakımından insanlar ikiye ayrılır:
Birincisi,
Peygamber (s.a.s.)’in davetini kabul etmeyenlerdir. İman ve sâlih amellerden
mahrum olan bu kimseler, bu fabrikayı, Yaratan’ın rızâsına uygun idare
edemezler. Kendilerini yaratılmışların en mükemmeli kılabilecek imkânları,
yaratılış gayesine aykırı bir istikâmette kötüye kullanırlar. Böyle olunca da,
hayatın başlangıç noktasından devamlı güzele ve ileriye doğru ilerlemek, kesintisiz
gelişme ve ecir alma imkânından yararlanmak yerine geriye, insandan geri
canlılar âlemine doğru gitmiş, alçalmış olurlar. Aşağıların en aşağısı bir
derekeye yuvarlanırlar. Hayvanlardan daha aşağı ve şaşkın hale düşerler.
Neticede de, hallerine uygun bir ceza olarak cehennemin dibini boylarlar.
Dolayısıyla onlar için dünyada da ukbâda da gönüllerine ferahlık verecek
müjdeli bir haber yoktur. Şu âyet-i kerîme onların bu hazin durumunu ne güzel beyân
eder:
“Yemin olsun ki biz cinlerden ve insanlardan birçok kimseyi
cehenneme uyumlu yaratmışızdır. Şu sebeple ki, onların kalpleri var, fakat
bununla gerçeği anlamazlar; gözleri var onunla görmezler; kulakları var onunla
işitmezler. Hâsılı bunlar hayvanlar gibidir, hatta onlardan daha şaşkındırlar.
İşte asıl gafil olanlar da bunlardır.” (A‘râf 7/179)
İnsanın
“aşağıların aşağısına çevrilmesi”nde, bebeklik, çocukluk, gençlik dönemlerinden
geçip olgunluğa, en güçlü ve kuvvetli dönemine eriştikten sonra yavaş yavaş
gücünün ve kuvvetinin azalması, bedeninde hastalık ve zaafiyetlerin oluşması,
azalarının çalışamaz hale gelmesi, iyice ihtiyarlayıp erzel-i ömre düşmesi
mânası da vardır. Öyle güçsüz bir duruma düşer ki hayat çekilmez olur. Şu iki
âyet-i kerîme onun bu hâline ışık tutar:
“Kime uzun ömür verirsek onu yaratılışta baş aşağı çeviririz. Hiç
akıl erdirmiyorlar mı ki gidiş nereye?” (Yâsîn 36/68)
“…İçinizden kimi erkenden, hatta çocuk yaşta ölür. Kimi de ömrün
en düşkün çağına kadar yaşatılır da, daha önce bazı şeyler öğrenmişken artık
hiçbir şey bilmez hâle gelir.” (Hac 22/5)
İşin
en dikkat çeken yönü, her insan üzerinde bu ilâhî tasarruflar durmadan cereyan
etmektedir. Hiçbir insanın, üzerinde mutlak hâkimiyeti olan bu küllî iradenin
murakabe, kontrol, takip ve tasarrufundan çıkması, kurtulması mümkün değildir.
Herkes mecbûren ve zarûreten Allah’ın koyduğu bu ilâhî fıtrî kanunlara uymak
durumundadır.
İkincisi,
Peygamber (s.a.s.)’in davetini kabul eden, getirdiği esaslara inanıp sâlih amel
işleyen bahtiyarlardır. Onlar yaratılış gayelerine uygun davrandıkları,
kendilerine emânet edilen ilâhî fabrikayı, Yaratan’ın rızâsına uygun
çalıştırdıkları için dünyada devamlı daha güzele ve daha iyiye doğru
ilerlerler. An be an, nefes be nefes, adım be adım, gün be gün sevaplarını,
Hakk’a yakınlıklarını artırırlar. Samimi niyetleri, Allah Teâlâ’nın tüm
yasaklarından kaçınmak, razı olduğu işleri en güzel şekilde yerine getirmek
olduğu için, güçleri yettikçe bunları yapar sevaplarını alırlar. Hastalık ve
yaşlılık gibi zaruri sebeplerle ibâdetlerinde bir aksama olursa da Yüce
Rabbimiz, gençlik ve sıhhatli hallerinde yaptıkları gibi bunları yapmış kabul
eder ve sevaplarını eksiksiz verir. Âhirette de huzuruna getirdikleri güzel
amelleri duruma göre bire ondan başlayıp bire yüz, bire yedi yüz ve istediğine
daha fazla katlayarak (bk. Bakara 2/161; En‘âm 6/160) mükâfatlarını tastamam
verir. Onları yüksek cennetlerde eksilmesi, azalması, kesilmesi mümkün olmayan
bol ve ebedî nimetlere gark eder.
Öyleyse:
6. Ancak iman edip sâlih ameller yapanlar müstesnâ! Onlar için hiç eksilmeyen ve tükenmeyen bir mükâfat vardır.
Bu
ilâhî fabrikayı çalıştırma bakımından insanlar ikiye ayrılır:
Birincisi,
Peygamber (s.a.s.)’in davetini kabul etmeyenlerdir. İman ve sâlih amellerden
mahrum olan bu kimseler, bu fabrikayı, Yaratan’ın rızâsına uygun idare
edemezler. Kendilerini yaratılmışların en mükemmeli kılabilecek imkânları,
yaratılış gayesine aykırı bir istikâmette kötüye kullanırlar. Böyle olunca da,
hayatın başlangıç noktasından devamlı güzele ve ileriye doğru ilerlemek, kesintisiz
gelişme ve ecir alma imkânından yararlanmak yerine geriye, insandan geri
canlılar âlemine doğru gitmiş, alçalmış olurlar. Aşağıların en aşağısı bir
derekeye yuvarlanırlar. Hayvanlardan daha aşağı ve şaşkın hale düşerler.
Neticede de, hallerine uygun bir ceza olarak cehennemin dibini boylarlar.
Dolayısıyla onlar için dünyada da ukbâda da gönüllerine ferahlık verecek
müjdeli bir haber yoktur. Şu âyet-i kerîme onların bu hazin durumunu ne güzel beyân
eder:
“Yemin olsun ki biz cinlerden ve insanlardan birçok kimseyi
cehenneme uyumlu yaratmışızdır. Şu sebeple ki, onların kalpleri var, fakat
bununla gerçeği anlamazlar; gözleri var onunla görmezler; kulakları var onunla
işitmezler. Hâsılı bunlar hayvanlar gibidir, hatta onlardan daha şaşkındırlar.
İşte asıl gafil olanlar da bunlardır.” (A‘râf 7/179)
İnsanın
“aşağıların aşağısına çevrilmesi”nde, bebeklik, çocukluk, gençlik dönemlerinden
geçip olgunluğa, en güçlü ve kuvvetli dönemine eriştikten sonra yavaş yavaş
gücünün ve kuvvetinin azalması, bedeninde hastalık ve zaafiyetlerin oluşması,
azalarının çalışamaz hale gelmesi, iyice ihtiyarlayıp erzel-i ömre düşmesi
mânası da vardır. Öyle güçsüz bir duruma düşer ki hayat çekilmez olur. Şu iki
âyet-i kerîme onun bu hâline ışık tutar:
“Kime uzun ömür verirsek onu yaratılışta baş aşağı çeviririz. Hiç
akıl erdirmiyorlar mı ki gidiş nereye?” (Yâsîn 36/68)
“…İçinizden kimi erkenden, hatta çocuk yaşta ölür. Kimi de ömrün
en düşkün çağına kadar yaşatılır da, daha önce bazı şeyler öğrenmişken artık
hiçbir şey bilmez hâle gelir.” (Hac 22/5)
İşin
en dikkat çeken yönü, her insan üzerinde bu ilâhî tasarruflar durmadan cereyan
etmektedir. Hiçbir insanın, üzerinde mutlak hâkimiyeti olan bu küllî iradenin
murakabe, kontrol, takip ve tasarrufundan çıkması, kurtulması mümkün değildir.
Herkes mecbûren ve zarûreten Allah’ın koyduğu bu ilâhî fıtrî kanunlara uymak
durumundadır.
İkincisi,
Peygamber (s.a.s.)’in davetini kabul eden, getirdiği esaslara inanıp sâlih amel
işleyen bahtiyarlardır. Onlar yaratılış gayelerine uygun davrandıkları,
kendilerine emânet edilen ilâhî fabrikayı, Yaratan’ın rızâsına uygun
çalıştırdıkları için dünyada devamlı daha güzele ve daha iyiye doğru
ilerlerler. An be an, nefes be nefes, adım be adım, gün be gün sevaplarını,
Hakk’a yakınlıklarını artırırlar. Samimi niyetleri, Allah Teâlâ’nın tüm
yasaklarından kaçınmak, razı olduğu işleri en güzel şekilde yerine getirmek
olduğu için, güçleri yettikçe bunları yapar sevaplarını alırlar. Hastalık ve
yaşlılık gibi zaruri sebeplerle ibâdetlerinde bir aksama olursa da Yüce
Rabbimiz, gençlik ve sıhhatli hallerinde yaptıkları gibi bunları yapmış kabul
eder ve sevaplarını eksiksiz verir. Âhirette de huzuruna getirdikleri güzel
amelleri duruma göre bire ondan başlayıp bire yüz, bire yedi yüz ve istediğine
daha fazla katlayarak (bk. Bakara 2/161; En‘âm 6/160) mükâfatlarını tastamam
verir. Onları yüksek cennetlerde eksilmesi, azalması, kesilmesi mümkün olmayan
bol ve ebedî nimetlere gark eder.
Öyleyse:
7. Ey insan! Bütün bu delillerden sonra, artık hangi şey sana hesap ve cezayı yalanlatabilir?
8. Allah hüküm verenlerin en âdili değil mi?
Cenâb-ı
Hak tüm kâinatı, dünyayı ve insan hayatını, insanın imtihan edilmesi, iyilerle
kötülerin ayırt edilmesi, neticede iyilerin ebedî cennetle mükâfatlandırılması,
kötülerin ise ebedi cezaya çarptırılması üzerine binâ etmiştir. Önceki âyetler,
bu gerçeğin pratik hayattaki delillerini ortaya koymaktadır. İnsanın
yaratılışı, gelişmesi, ahlâkî durumu, peygamberlerin gönderilmesi, insanın iman
veya küfür yolundan birini tercih etmesi, ihtiyarlaması ve ölmesi, kimsenin bu
hallerden ve neticede ölümden kurtulamaması bu deliller cümlesindendir. Bütün
bunlar, âhiret gününün, hesap ve cezanın mutlaka olması gerektiğini
ispatlamaktadır. O halde, bu delillerden sonra artık dini ve onun ısrarla
üzerinde durduğu uhrevî hesap ve cezayı yalanlamak nasıl mümkün olabilir? Allah
(c.c) hâkimler hâkimi, en âdil hâkim, en güzel hükmeden olduğuna göre, O’nun
iyilerin iyiliklerini neticesiz bırakması, kötülerin kötülüklerini yanlarına
kâr olarak terk etmesi nasıl düşünülebilir? Şu bir hakikat ki, dünya
iyiliklerin ve kötülüklerin tam karşılığını bulduğu bir yer değildir. iyilik ve
kötülüklerin tam karşılığı âhirette verilecektir. İşte şu âyet-i kerîme bu
gerçeği daha açık haber verir:
“Her nefis ölümü tadacaktır. Yaptıklarınızın karşılığı ancak kıyamet
günü tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konulursa,
gerçekten o kurtuluşa ermiştir. İyi bilin ki, bu dünya hayatı, aldatıcı bir
faydadan başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân 3/185)
Rasûlüllâh
(s.a.s.), “Allah hüküm verenlerin en âdili değil mi?” (Tîn 95/8) âyetini
okuduğu zaman:
بَلٰي وَ اَنَا
عَلٰي ذٰلِكَ مِنَ الشَّاهِد۪ينَ
(Belâ ve ene alâ zâlike mineş şâhidîn)
“Evet, öyledir. Ben de buna şâhitlik
edenlerdenim” buyurmuştur. (Tirmizî, Tefsir 95)
Şimdi
dinin yalan değil gerçek ve Allah Teâlâ’nın hâkimler hâkimi olduğunu tam
olarak anlayabilmenin, aynı zamanda dünya ile âhiretin sırrını çözebilmenin
yolunun Rabbin ismiyle okumak olduğu gösterilmek üzere Alak sûresi geliyor:
Ayet-i kerimede buyrulur: فَاِنْ تَوَلَّيْتُمْ فَمَا سَاَلْتُكُمْ مِنْ اَجْرٍۜ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِۙ وَاُمِرْتُ اَنْ اَكُونَ مِنَ الْم ...
Ayet-i kerimede buyrulur: اَلَٓا اِنَّ اَوْلِيَٓاءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَۚ Bilesiniz ki Allah’ın dostlarına hiçbir ...
Ayet-i kerimede buyrulur: يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَٓاءَتْكُمْ مَوْعِظَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَشِفَٓاءٌ لِمَا فِي الصُّدُورِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِلْ ...
Ayet-i kerimede buyrulur: اِنَّ اللّٰهَ لَا يَظْلِمُ النَّاسَ شَيْـًٔا وَلٰكِنَّ النَّاسَ اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ Gerçek şu ki Allah insanlara hi ...
Saff Sûresi 1. Ayet: "Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder. O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam ola ...
Ayet-i kerimede buyrulur: وَمَا كَانَ هٰذَا الْقُرْاٰنُ اَنْ يُفْتَرٰى مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَلٰكِنْ تَصْد۪يقَ الَّذ۪ي بَيْنَ يَدَيْهِ وَتَفْص۪يلَ الْ ...