Alak sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 19 âyettir. İlk beş âyeti, Hira dağında Peygamberimiz (s.a.s.)’e ilk kez nâzil olan âyetlerdir. İsmini ikinci âyette geçen ve “asılıp tutunan şey” mânasına gelen اَلْعَلَقُ (alak) kelimesinden alır. اِقْرَاْ (İkra’) veاِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ (İkra’ bismi Rabbike) isimleriyle de anılır. Mushaf tertîbine göre 96, iniş sırasına göre birinci sûredir.
Kur’ân-ı Kerîm’in ilk inen âyetleri olan ilk beş âyette, İslâm’ın tesis ettiği dünya ve âhiret nizamının esasının, yaratan Allah’ı tanımak, O’nun adına okumak ve yazmak olduğuna dikkat çekilir. İlmin ehemmiyeti vurgulanır. İslâm medeniyetinin temelinin okuma, yazma, ilim ve irfan olduğu belirtilir. Bunlardan mahrum olan insanın azgınlaşma sebepleri üzerinde durulur. Peşinden, Peygamber (s.a.s.)’i namazdan alıkoyan bedbahtın hali, azgınlaşmanın bir misali olarak takdim edilir ve böylesini bekleyen fecî âkibet haber verilir. Sonuç olarak, tüm varlık ve benlikten sıyrılıp tam bir hiçlik duygusu içinde Allah’ın huzurunda secdeye kapanarak O’na yaklaşmanın yolları gösterilir.
İlk Beş Âyetin İnişi
Bu âyetler, senelerdir ilâhî kudret tarafından hususi terbiyeye tâbi tutulup peygamberliğe hazırlanan Resûlullah (s.a.s.)’e Hira dağında ilk vahyedilen âyetlerdir. Bu hâdisenin nasıl gerçekleştiğini Hz. Aişe sormuş ve Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.) de anlatmıştı. Efendimiz (s.a.s.)’in anlattıklarını Aişe (r.a.) şöyle naklediyor:
“Resûlullah (s.a.s.)’e ilk vahyin başlaması sâdık rüyalar ile olmuştu. Onun gördüğü her rüya sabahın aydınlığı gibi açık ve net olarak aynen tahakkuk ederdi. Bu durum altı ay kadar devam etti. Sonra ona yalnızlık hali sevdirildi. Bu hal sebebiyle Hıra dağındaki mağarada halvete çekilmeye başladı. Birkaç gün bazan de günlerce orada kalıyor ve kendini ibâdete veriyordu. Zaman zaman ev halkının yanına gidiyor ve azığını alıp tekrar o mağaraya dönüyordu. Bu durum Hıra’da kendisine ilâhî vahiy gelinceye kadar bu şekilde devam etti. Yine bir gün Hira’da bulunuyordu ki ansızın vahiy meleği Cebrâil geldi ve «Oku!» dedi. O: «Ben okuma bilmiyorum» diye karşılık verdi.
Efendimiz olayın bundan sonraki seyrini şöyle anlatır:
“Melek beni yakalayıp takatim kesilinceye kadar sıktı ve sonra bırakıp tekrar «oku» dedi. Ben de ona «Ben okuma bilmiyorum» dedim. Bunun üzerine beni aynı şekilde tutup takatim kesilinceye kadar sıktı ve arkasından serbest bırakıp tekrar «oku» dedi. Ben yine ona «Ben okuma bilmem» diye cevap verdim. Bu cevap üzerine beni üçüncü kez tuttu ve takatim kesilinceye kadar sıkıp bıraktıktan sonra kendisi okumaya başladı. Alak sûresinin ilk beş âyetini okudu.”
Bu olaydan hemen sonra Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in kalbi korkudan titrer bir halde eşi Hz. Hatice’nin yanına döndü ve “Beni örtün, beni örtün!” buyurdu. Korku hali dininceye kadar bu halde kaldı. Sonra başından geçenleri eşine bir bir anlatarak “Kendimden korktum” diye ilave etti. Bunun üzerine asil bir hanımefendi olan Hz. Hatice kâinatın efendisine şunları söyledi:
“Hayır, asla öyle düşünme! Cenâb-ı Hakk’a yemin ederim ki, Allah hiçbir zaman seni üzüp mahcup etmez. Zira sen akrabanı görüp gözetirsin, işini görmekten aciz olanların yükünü kaldırırsın, yokluk içinde kıvranan fakirlere iyilik eder, onlara son derece faydalı olursun. Misafiri ağırlar ve Hak yolunda ortaya çıkan mühim hadise ve musibetlerde insanlara yardım edersin.”
Bu sözlerden sonra Hz. Hatice Resûl-i Ekrem’i amcazadesi Varaka b. Nevfel’e götürdü. Cahiliyye döneminde hıristiyanlığı kabul eden Varaka İbranice yazı bilir ve İncil’den zaman zaman bazı şeyler yazardı. İleri yaşlarında gözleri görmez olmuştu.
Hz. Hatice Varaka’ya:
“- Amcazadem, dinle de bak yeğenin neler söylüyor” dedi. Varaka:
“- Hayrola yeğenim ne oldu, söyle bakalım” diye sorunca Resûlullah (s.a.s.) gördüğü şeyleri bir bir kendisine anlattı. Bunun üzerine Varaka dedi ki:
“- Bu gördüğün, Allah Teâlâ’nın Musâ (a.s.)’a gönderdiği Nâmûs diye adlandırılan Cebrâil’dir. Âh! Keşke senin davet günlerinde genç olaydım. Kavmin seni yurdundan çıkaracakları zaman keşke hayatta olsaydım!” Bu sözler üzerine Allah Resûlü:
“- Onlar beni çıkaracaklar mı ki?” diye sordu. O da:
“- Evet, zira senin gibi bir şey getirmiş yani vahiy tebliğ etmiş bir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramasın. Şayet senin davet günlerine yetişirsem sana var gücümle yardım ederim” cevabını verdi. Ondan sonra çok geçmedi, Varaka vefat etti. (Buhârî, Bed’ül-vahy 3; Müslim, İman 252)
Mushaftaki sıralamada doksan altıncı, iniş sırasına göre birinci sûredir. Kalem sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Baştan beş âyeti Hz. Peygamber’e gelen ilk vahiy olduğundan ilk inen sûre kabul edilir. Geri kalan on dört âyetinin ise sonraları Ebû Cehil hakkında indiği rivayet edilmiştir. Bazı Kur’an tarihçileri ilk inen sûrenin Müddessir, bazıları da Fâtiha olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Buhârî ve Müslim’de Hz. Âişe’ye isnad edilen rivayete göre Hz. Peygamber, içinde yalnız kalmayı âdet edindiği Hira mağarasında iken Ramazan ayının 27. gecesi (Pazar-Pazartesi) tan yerinin ağarmaya başlamasından az önce ufukta nurdan bir şekil görmüş; o zamana kadar hiç karşılaşmadığı bu nuranî varlığın (Cebrâil) kendisine seslendiğini duymuştur. Hz. Peygamber olayı şöyle anlatır: “Melek bana okumamı emretti. Kendisine okuma bilmediğimi söyledim. Beni kollarının arasına alıp kuvvetle sıktı; sonra ‘oku!’ dedi. Ben yine, ‘Okuma bilmem’ dedim. Beni tekrar kollarının arasına aldı, kuvvetle sıktı ve ‘oku!’ diye tekrar etti. Ben yine ‘Okuma bilmem’ dedim. Üçüncü defa kollarının arasına alıp daha kuvvetlice sıktıktan sonra bıraktı ve şöyle dedi: ‘Yaratan rabbinin adıyla oku; O, insanı alaktan (asılıp tutunan zigottan) yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O, kalemle (yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediklerini öğretmiştir” (bk. Buhârî, “Bed’ü’l-vahy”, 3; Müslim, “Îmân”,
1. Yaratan Rabbinin adıyla oku!
Yüce
Rabbimiz, vahye muhatap olan kişi olarak öncelikle Resûl-i Ekrem (s.a.s.) ve
onun mübârek şahsında tüm insanlığa ilk tâlimatıyla büyük bir ufuk açar. Doğru
yol rehberi olarak indirdiği Kur’ân-ı Kerîm’in ve imtihan için var ettiği
hayatın bir hulâsasını verir. İnsanın niçin dünyaya geldiğini beyân eder.
“Okumak” için yaratıldığımızı ve bu okumanın da “Yaratan Rab” adına olması
gerektiğini öğretir.
Derin
bir tefekkürle anlaşılmaya çalışıldığında Cenâb-ı Hakk’ın “Oku!” emrinin
şümûlünün son derece geniş olduğu görülür:
“Oku!
Allah adıyla oku! Yaratan Rabbinin adıyla oku! İnsanı bir damlacık sudan, rahme
tutunan yapışkan bir maddeden yaratan, fakat ona her şeyi okumak, aydınlatmak,
anlamak ve anladığını yaşayıp yaşatmak imkânını veren yüce Rabbin adıyla oku!
İnsana okumak nimetini ihsân ile en büyük lutfu gösteren Allah’ın adıyla oku!
Allah’ın adıyla okunabilecek her şeyi oku! Allah’ın kitâbını oku! Allah’ın
âyetlerini oku! Kâinat kitâbını oku! Doğru yolu bulmak ve sapıklıktan
uzaklaşmak için oku! İmanını kemâle erdirmek için oku! Öğrenmek için oku!
Rabbine yaklaşmak için oku! Sebeplere bakarak o sebepleri yaratanı oku! Esere
bakarak ilâhî müessiri oku! Sanata bakarak gerçek sanatkârı oku! Kudret
kaleminin bu âleme çizdiği her satırı oku! İnsana bilmediğini öğreten Allah’ın
adıyla oku!”
Bu
izahtan da anlaşıldığı üzere “oku” emri, sadece zâhir anlamda bir okuma emri
değildir. Esasen kalbin, mânevî terbiye, tezkiye ve tasfiye netîcesinde kitap
ve hikmetin mâna ve işaretlerini alıcı hâle gelmesidir. Bununla, tecellîlerin yansıma
mahalli olan kalple her şeyi okuyabilmek kastedilmektedir. Yâni kâinatın bir
kitap hâline gelmesi, kalbin kâinat sayfalarını çevirip hikmetleri ve ilâhî
sırları okuyabilmesidir. Hâsılı insanın kâinatı, kendini, Kur’ân-ı Kerîm’i
okuması, anlaması ve yaşamasıdır.
“Yaratan
Rabbinin ismiyle oku!” buyrulmasında pek çok hikmet vardır. Birinci hikmet
“ünsiyet”tir. Çünkü isim müsemmâyı çeker. İnsan sevdiğini anar, sevmediğini ise
kahren anar. İsimle ünsiyet, kişiyi müsemmâ ile ünsiyete götürür. Allah’ın ismini
zikir zamanla insanı Allah’a yaklaştırır. Çünkü dille zikir insanı yavaş yavaş
kalple zikre alıştırır. Bu hâl, neticede insanı lâyıkına muhabbet, müstehakkına
nefrete götürür. Ayrıca bu âyet, okumaya Allah adıyla başlamayı emir buyurmakla
Kur’ân-ı Kerîm okumaya بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
(Bismillahirrahmanirrahim) diyerek başlamanın önemine işaret etmiş olmaktadır.
Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.), besmelenin, yapılması günah olmayan her bir
işin başında okunmasının bereket getireceğini beyân etmiş ve: “Besmele ile
başlanmayan her iş bereketsiz olmaya mahkumdur” buyurmuştur. (Ali el-Mütteki, Kenzu’l-Ummâl, I, 555,
no: 2491)
Her
şeyin yaratıcısı olan Cenâb-ı Hak, ilk mesajlarında “okuma”nın hemen peşinden
esas okunması gereken şeylerden birine işaret etmek üzere insanın yaratılışına
dikkat çekiyor, onu bir “alak”tan yarattığını beyân ediyor. İnsana kendi zatını
yine insanın yaratılışını örnek vererek tanıtıyor:
2. O insanı rahim duvarına tutunan aşılanmış bir hücreden yarattı.
Âyette
bahsedilen اَلْعَلَقُ (alak) kelimesi,
insanın yaratılış safhalarından bir devreye işaret eder. Hac suresinin 5.
ayetinde ve Mü’minûn suresinin 14. ayetinde “nutfe” safhasından sonra “alaka”
safhası geldiği ifade edilmektedir. Dolayısıyla “alaka”, karışık nutfe
oluşumundan sonraki safhadır. Bu safha “karışık nutfe”nin yani “döllenmiş
yumurta”nın rahme asılmasıyla başlar. Zaten “alaka” sözlük olarak ilişmek,
yapışıp tutunmak, bağlı olmak anlamlarına gelir. Bu hususta, aynı zamanda bir tıp
doktoru olan Maurice Bucaille şu
açıklamayı yapar: “Yumurtanın döl yatağına yerleşmesi, onun pürtüklü özelliği
sayesinde gerçekleşir. Bu pürtükler, yumurtanın gerçek uzantıları olup, toprağa
yerleşen kökler gibi, yumurtanın gerekli gelişimini sağlamak amacıyla, ihtiyacı
olan elemanları almak üzere organın derinliklerine doğru dalar. Bu oluşumlar,
yumurtayı kelimenin tam anlamıyla döl yatağına yapıştırır. Bunların bilinmesi
ise, ancak çağımızda gerçekleşmiştir. Bu kelimeye «kan pıhtısı» veya «yapışıklık»
anlamı vermek uygun değildir. İnsan, asla kan pıhtısı safhası geçirmemiştir.
Dolayısıyla kelimenin ilk anlamı «asılıp tutunan bir şey» demek olup, bugün
iyice tesbit edilen gerçek duruma da tam tamına uygundur.” (Kitab-ı
Mukaddes, Kur’an ve Bilim, s. 300-301)
“Alak”
ve “alâka” aynı kökten gelmektedir. Bu yüzden “alak” kelimesi insanın maddî
yaratılışının başlangıcını ifade etmekle birlikte, “rûhî bir alâka” mânasından
hareketle yaratılışın başlangıcının maddî mânevî bütün safhalarını ihtiva eder.
Aynı zamanda okuyup öğrenme ve öğretmenin de ruhî bir muhabbet ve alâka ile
gerçekleşeceğine işaret eder. Diğer bir mâna da, yaratılışın başlangıcının
alâka ve muhabbet olmasıdır. Öğrenmenin de, öğretmenin de muhabbete bağlı
olduğu ihsas ettirilir. Allah’a inanmanın, O’nu tanımanın ve O’nun rızâsına
erişmek için çalışmanın aslı ve esası muhabbettir.
Bütün
bu sırları çözmek ve Rabbin sınırsız lutf u keremine erişmek için yine
“okuma”nın gerekliliğine işarette bulunmak üzere buyruluyor ki:
3. Oku! Rabbin sonsuz lutuf ve kerem sahibidir.
4. Kalemle yazmayı öğreten O’dur.
5. İnsana bilmediği her şeyi öğreten O’dur.
Bu
âyetler, lutuf ve keremi sınırsız olan Rabbimizin insana en büyük ikramlarından
birinin onun ilimle donatılması olduğunu haber verir. Bu nimetin de insana ilâhî
bir lutuf olduğunu hatırlatır. İlmiyle azıp sapıtmaması, yaptığı ve
kazandığıyla ilgili olarak “kendi bilgimle yaptım”, “kendi bilgimle kazandım”
gibi hezeyanlara düşmemesi için ikaz eder.
İnsan dünyaya hiçbir şey bilmez halde
gelmekte, ona her şeyi Allah Teâlâ öğretmektedir. İnsanda olmayan kuvvetleri,
melekeleri, kabiliyetleri yaratarak, deliller getirerek ve âyetler indirerek
vehbî olarak da öğretmekte, kesbî olarak da öğretmektedir. Âyet-i kerîmede
şöyle buyrulur:
“Allah sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmez halde
çıkardı; size işitme özelliği, gözler ve gönüller verdi. Umulur ki
şükredersiniz.” (Nahl 16/78)
O,
işitme kâbiliyeti ile vahyi duyacak, vahyi işitecektir. Gözler, tefekküre
yardımcı olacak, kalp kudret akışlarıyla hissiyat merkezi hâline gelecek,
duyarlılık artacaktır. Gönüller de ilâhî idrak, mârifet ve muhabbetten nasibini
alacaktır. Ancak bu öğrenmenin insanı mârifetullaha ulaştırması için kalbe
bağlı bir öğrenme olması gerekir. Zâten öğrenmekten de maksat Kur’ân ve
sünnetin zâhirini halledip mârifetullahta mesafe almak, derinleşmektir.
Hemen ilk âyetlerde “insana kalemle yazının ve
bilginin öğretilmesi”ne temas edilmesi dikkat çekicidir. Burada kalem, yazı
yoluyla kaydedilip insandan insana, nesilden nesile nakledilen bilgileri ifade
etmektedir. Allah Teâla’nın her bir insana lütfettiği bilgi farklıdır. Tarih
boyu Allah Teâlâ’nın insanlığa ikram ettiği bilgi, ilim ve irfandan, çağlar
boyu herkesin istifadesi, ancak yazı ve benzeri kayıt yoluyla gerçekleşebilir.
Bu hikmete binâen kalemle öğretme gerçeği hususi olarak zikredilir. Bu gerçek,
ilâhî talimin bir kanunudur. Kalem olmasa insanların istikameti kaybolur. Zira
suhuflar, mukaddes kitaplar hep kalemle devam etmiş, sonraki nesillere
nakledilmiştir. İslâm’ın esası olan Kur’an ve sünnet de, ezber ve tatbikatla
birlikte en sağlam şekilde kıyamete kadar yazıyla korunup devam edecektir.
Bu
âyetlerde “Oku!” emrinin tekrar edilmesi, Kur’ân okurken, ilim öğrenirken,
Cenâb-ı Hakk’ı zikrederken tekrarın ehemmiyetine işaret eder. Cenâb-ı Hak “yaratma”
nimetinden bahsederken “Kerîm” sıfatını; “öğretme” nimetinden bahsederken ise
“Ekrem: En Cömert” sıfatını zikretmiştir. Çünkü, en büyük kerem, cömertlik ve
iyilik insana mânevî ikramlarda bulunmaktır. Bunun da başında hakiki ilim olan
İslâm’ı ve mârifetullâhı öğretmek ve tebliğde bulunmak gelir.
Peki
insan, kendine lütfedilen bu büyük nimetlerin kıymetini gereğince takdir edebiliyor
mu:
6. Hayır! Gerçek şu ki insan azgınlaşır;
Cenâb-ı
Hakk’ın yaratma, ilim öğretme gibi en mühim ikramlarını unutan insan Rabbini de
unutur ve bütün bunları kendisinden zanneder. Kimseye muhtaç olmadığını
düşünür. Hatta maddi mânevî her şeyinin bütünüyle kendisine bağlı bulunduğu
Rabbini de unutur. Ona da muhtaç olmadığı gafletine kapılır. Bunun en açık
göstergesi, Allah’ı temsil eden Peygamberi yalanlaması ve Allah’ın kelamı olan
Kur’an’ı reddetmesidir. Böylece kibir ve gurura kapılarak azgınlık yapmaya
başlar. Çıkmaz sokaklarda helâk olur. Kur’ân-ı Kerîm İblîs, Kârun ve Bel‘âm
gibi “malımı, makâmımı ve ilmimi kendim çalışarak kazandım” diyen bedbahtları
buna misal vermektedir.
Hz.
Mevlânâ’nın anlattığı şu ibretli hikâye insanın içine düştüğü bu gaflet hâlini
ne güzel ifade eder:
“Küçük
bir fâre bir devenin yularını kapmış, eline almış, kurula kurula gidiyordu. Deve, kendi huyu, uysal tabiatı
yüzünden, onunla yol alıp giderken fâre, kendi küçüklüğünü göremeden: «Ben ne
büyük bir pehlivanmışım, bir yiğitmişim» diye böbürleniyordu. Deve fârenin bu düşüncesini
anladı: «Hoş, şimdi ben sana, senin gerçek mahiyetini gösteririm» dedi. Gide
gide kocaman bir filin bile geçemeyeceği büyük bir nehrin kenarına geldiler.
Fâre orada durdu; şaşırıp kaldı. Deve; «Ey dağda, ovada bana arkadaşlık eden!»
dedi. «Neden durakladın? Neden şaşırıp kaldın? Haydi, yiğitçe nehrin içine gir.
Sen benim kılavuzumsun, öncümsün. Yol ortasında böyle şaşırıp kalma, susma!»
Fâre; «Arkadaş!» dedi «Bu su pek büyük, pek derin bir su; boğulurum diye korkuyorum.»
Deve: «Dur bakalım suyun derinliği ne kadarmış?» diyerek hemen nehrin içine
ayağını bastı. «Ey kör fâre!» dedi, «Su diz boyu imiş, ne diye şaşırdın, aklın
başından gitti?» Fâre dedi ki: «Nehir sana göre karınca, bize göre de ejderha
gibidir. Çünkü dizden dize fark vardır. Ey hünerli deve! Su sana diz boyu ama,
benim başımı yüz arşın geçmede.» Deve: «Öyleyse» dedi «bir daha terbiyesizlik
etme ki; onun kıvılcımı ile bedenin ve canın yanmasın! Sen, kendin gibi
fârelerle boy ölçüş; fakat fârenin deveye söylenecek bir tek sözü bile olamaz!»
Fâre: «Tövbe ettim, pişman oldum. Allah için olsun şu öldürücü, şu boğucu sudan
beni geçir! diye yalvardı. Deve ona acıdı da: «Haydi» dedi «sıçra da hörgücümün
üstüne çık, otur! Bu sudan geçmek veya başkalarını geçirmek benim işimdir. Ben
senin gibi yüz binlercesini geçiririm.»[1]
Ey
gafil insan! Mademki peygamber değilsin, ötelerden haber alamıyorsun, sana
uyanlar da yok; bu yolda haddini bil, geri kal! Büyük bir velînin arkasından
yürü ki, bir gün nefsaniyet kuyusundan çıkıp Hz. Yûsuf gibi bir mâna padişahı
olasın. Mademki bir mâna padişahı olamadın, hiç değilse sadık bir kul ol! Mademki
gemici değilsin, gemi kullanmaya kalkışma! Mademki alış verişten anlamıyorsun,
bu işte olgun değilsin, yalnız başına dükkan açma! Nefsanî arzulardan elini
yıka, temizle; sonra iyi işler hamurunu açmaya bak!” (Mevlânâ, Mesnevî,
3436-3455. beyitler)
Bu
misâle göre bir damlacık sudan, rahme tutunmuş basit bir maddeden yaratılıp
neticede en güzel biçimi alan insan, ilâhî kudret karşısındaki hiçlik ve
acziyetini hiçbir zaman unutmamalıdır. Çünkü her ferdin dönüşü mutlaka ve
kaçınılmaz olarak Rabbine olacaktır. Bu dönüş ihtarı, Hak âşığı ârif kullar
için bir vuslat müjdesi iken, gâfiller için büyük bir ikaz ve tehdittir.
Birbirine
zıt bu iki grubun durumunu aydınlatmak üzere buyruluyor ki:
[1] Bu hikâyede fâre; başından büyük
işler görmeye kalkışan, kendini başkalarından üstün gören, böbürlenen bir
kişinin sembolü olduğu gibi; deve de sabırlı, tecrübeli, olgun bir insanı
göstermektedir.
7. Rabbinden bağımsız bir şekilde kendisini kendisine yeterli görünce!
8. Oysa dönüş, yalnız Rabbinedir.
Cenâb-ı Hakk’ın yaratma, ilim öğretme gibi en mühim ikramlarını unutan insan Rabbini de unutur ve bütün bunları kendisinden zanneder. Kimseye muhtaç olmadığını düşünür. Hatta maddi mânevî her şeyinin bütünüyle kendisine bağlı bulunduğu Rabbini de unutur. Ona da muhtaç olmadığı gafletine kapılır. Bunun en açık göstergesi, Allah’ı temsil eden Peygamberi yalanlaması ve Allah’ın kelamı olan Kur’an’ı reddetmesidir. Böylece kibir ve gurura kapılarak azgınlık yapmaya başlar. Çıkmaz sokaklarda helâk olur. Kur’ân-ı Kerîm İblîs, Kârun ve Bel‘âm gibi “malımı, makâmımı ve ilmimi kendim çalışarak kazandım” diyen bedbahtları buna misal vermektedir.
Hz. Mevlânâ’nın anlattığı şu ibretli hikâye insanın içine düştüğü bu gaflet hâlini ne güzel ifade eder:
“Küçük bir fâre bir devenin yularını kapmış, eline almış, kurula kurula gidiyordu. Deve, kendi huyu, uysal tabiatı yüzünden, onunla yol alıp giderken fâre, kendi küçüklüğünü göremeden: «Ben ne büyük bir pehlivanmışım, bir yiğitmişim» diye böbürleniyordu. Deve fârenin bu düşüncesini anladı: «Hoş, şimdi ben sana, senin gerçek mahiyetini gösteririm» dedi. Gide gide kocaman bir filin bile geçemeyeceği büyük bir nehrin kenarına geldiler. Fâre orada durdu; şaşırıp kaldı. Deve; «Ey dağda, ovada bana arkadaşlık eden!» dedi. «Neden durakladın? Neden şaşırıp kaldın? Haydi, yiğitçe nehrin içine gir. Sen benim kılavuzumsun, öncümsün. Yol ortasında böyle şaşırıp kalma, susma!» Fâre; «Arkadaş!» dedi «Bu su pek büyük, pek derin bir su; boğulurum diye korkuyorum.» Deve: «Dur bakalım suyun derinliği ne kadarmış?» diyerek hemen nehrin içine ayağını bastı. «Ey kör fâre!» dedi, «Su diz boyu imiş, ne diye şaşırdın, aklın başından gitti?» Fâre dedi ki: «Nehir sana göre karınca, bize göre de ejderha gibidir. Çünkü dizden dize fark vardır. Ey hünerli deve! Su sana diz boyu ama, benim başımı yüz arşın geçmede.» Deve: «Öyleyse» dedi «bir daha terbiyesizlik etme ki; onun kıvılcımı ile bedenin ve canın yanmasın! Sen, kendin gibi fârelerle boy ölçüş; fakat fârenin deveye söylenecek bir tek sözü bile olamaz!» Fâre: «Tövbe ettim, pişman oldum. Allah için olsun şu öldürücü, şu boğucu sudan beni geçir! diye yalvardı. Deve ona acıdı da: «Haydi» dedi «sıçra da hörgücümün üstüne çık, otur! Bu sudan geçmek veya başkalarını geçirmek benim işimdir. Ben senin gibi yüz binlercesini geçiririm.»[1]
Ey gafil insan! Mademki peygamber değilsin, ötelerden haber alamıyorsun, sana uyanlar da yok; bu yolda haddini bil, geri kal! Büyük bir velînin arkasından yürü ki, bir gün nefsaniyet kuyusundan çıkıp Hz. Yûsuf gibi bir mâna padişahı olasın. Mademki bir mâna padişahı olamadın, hiç değilse sadık bir kul ol! Mademki gemici değilsin, gemi kullanmaya kalkışma! Mademki alış verişten anlamıyorsun, bu işte olgun değilsin, yalnız başına dükkan açma! Nefsanî arzulardan elini yıka, temizle; sonra iyi işler hamurunu açmaya bak!” (Mevlânâ, Mesnevî, 3436-3455. beyitler)
Bu misâle göre bir damlacık sudan, rahme tutunmuş basit bir maddeden yaratılıp neticede en güzel biçimi alan insan, ilâhî kudret karşısındaki hiçlik ve acziyetini hiçbir zaman unutmamalıdır. Çünkü her ferdin dönüşü mutlaka ve kaçınılmaz olarak Rabbine olacaktır. Bu dönüş ihtarı, Hak âşığı ârif kullar için bir vuslat müjdesi iken, gâfiller için büyük bir ikaz ve tehdittir.
Birbirine zıt bu iki grubun durumunu aydınlatmak üzere buyruluyor ki:
[1] Bu hikâyede fâre; başından büyük işler görmeye kalkışan, kendini başkalarından üstün gören, böbürlenen bir kişinin sembolü olduğu gibi; deve de sabırlı, tecrübeli, olgun bir insanı göstermektedir.
9. Gördün mü o engellemeye kalkışan kişiyi:
10. Namaza durduğu zaman bir kulu?
11. Ey inkârcı! Ne dersin? Ya o namaz kılan kul doğru yol üzere ise?
12. Ya da Allah’a gönülden saygı duyup O’na karşı gelmekten sakınmayı emrediyorsa? Senin hâlin nice olacak?
13. Rasûlüm! Ne dersin? Ya bu engelleyen kişi dîni yalanlıyor, gerçeğe yüz çeviriyorsa? Aldırış etme mutlaka cezasını çekecek!
14. Peki o inkârcı, Allah’ın her şeyi, tabiî ki onun yaptıklarını da görmekte olduğunu bilmez mi?
Burada
bir tarafta namaz kılan bir seçkin kul, diğer tarafta da onu namaz kılmaktan
engelleyen bir azgın bulunmaktadır. Bu iki kişi arasında cereyan eden bir
hâdise canlandırılır. Esasen Allah’a inanan ve O’na her türlü kulluğunu ifaya
çalışan bir mü’minle, Allah ve âhiret korkusuyla hiçbir alakası olmayan
müstağni bir kâfir arasında, her zaman ve her yerde meydana gelmesi mümkün ve
muhtemel olan bu hâdise hakkında bazı rivayetler vardır. Şüphesiz bu
rivayetler, âyetlerin mâna ve şümûlünü tahdit etmeyip, onların daha iyi
anlaşılmasını sağlamaktadır. Bunlardan biri şöyledir:
Resûlullah
(s.a.s.)’e peygamberlik vazifesi verilmiş ve Rabbinin kendisine öğrettiği
şekilde namaz kılmaya başlamıştı. Atalarının dininde ısrar eden küfrün
elebaşları ise onun bu ibâdet şeklinden rahatsız oluyordu. Ebu Cehil bir ara
Kureyşlilere: “Muhammed sizin yanınızda da ellerini yere koyup secde ediyor
mu?” diye sormuş, onlar da “evet” diye karşılık vermişlerdi. O lânetli kişi,
küstah bir tavırla: “Lât ve Uzza’ya yemin ederim, eğer onu bu şekilde ibâdet
ederken görürsem ensesine ayağımı basarak yüzünü yere sürteceğim” diye
kükremişti. Bir gün Allah Resûlü Kâbe’de Makâm-ı İbrâhim’de namaz kılıyordu.
Ebu Cehil, Efendimiz secdede iken ensesine basmak için ona doğru yöneldi. Fakat
az sonra geri çekilmeye başladı. Orada bulunanlar geri çekilmesinin sebebini
sorduklarında kendilerine şu cevabı verdi: “Benimle onun arasında ateşten bir
hendek vardı. Hatta bir kısım kanatlar gördüm.” Bu hadise Resûlullah’a
arzedilince şöyle buyurdu: “Eğer yanıma kadar gelseydi melekler onu
parçalayacaktı.” (Bk. Buhârî, Tefsir 96/4; Müslim, Münâfikîn 38; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, I, 368).
Âyetlerin
inişi böyle özel bir sebeple olsa da mânası, müminleri ibâdet ve kulluktan
fiilen engelleme teşebbüslerinin tümü için geçerlidir. Bu âyetler, Ebû Cehil’in
şahsında, din hürriyetine karşı çıkan, Allah’ın kullarını O’na kulluktan
vazgeçirip kula kulluğa zorlayan zorbaların, çirkin ve azgın tavırlarını çok
güzel bir şekilde tasvir etmektedir. İnsanlık tarihi, Firavun ve Nemrud misali
binlerce zâlime şâhit olmuştur. Bunların nesilleri de tükenmiş değildir. Her
dönemin çağdaş Ebû Cehilleri olmuştur ve kıyamete kadar da olmaya devam
edecektir. Ancak, her şeyi bilen Allah, bunların yaptıklarını yanlarına kâr
bırakmayacak, er ya da geç cezalarını verecektir:
15. Hayır, hayır! Şâyet bu tutumundan vazgeçmezse, yemin olsun ki onu perçeminden yakalayacak, cehenneme sürükleyeceğiz.
16. Evet, o yalana ve günaha batmış perçeminden.
17. O zaman gitsin de yardıma çağırsın taraftarlarını!
18. Biz de onu cehenneme sürmeleri için zebânîleri çağıracağız.
Eğer
o azgınlar, tuttukları bu yanlış yoldan vazgeçmezlerse, Cenâb-ı Hak bir gün
onların yakasına yapışıp hesap soracaktır. İmtihan gereği bir müddet dünyada
serbest bıraksa da, sonunda hak ettikleri cezayı mutlaka verecektir.
“Perçem”den maksat, o azgın, yalancı ve inkârcı kişinin bizzat kendisidir.
“Perçemden yakalama” ifadesi de, “onu yakalayıp cehenneme atma, yüzünü kara
çıkarma, yüzünü damgalama, alçaltma” mânasında kullanılır. Allah bu gibilerin
dünyada da âhirette de cezalarını verecektir.
Rivayete
göre Resûlullah (s.a.s.) Mâkâm-ı İbrâhim’de namaz kılmakta idi. Ebu Cehil
yanına gelip: “Ey Muhammed ben seni bundan menetmedim mi? diyerek Efendimiz (s.a.s.)’i
tehdit etmeye başladı. Resûlullah da ona sert bir şekilde karşılık vererek “Sen
kim oluyorsun” anlamında sözler söyledi. Bunun üzerine Ebû Cehil: “Sen de
biliyorsun ki, bu Mekke vadisinde taraftarı, yandaşları benden daha fazla olan
kimse yoktur” tehdidini savurdu. Bunun
üzerine “O zaman gitsin de yardıma çağırsın taraftarlarını! Biz de onu
cehenneme sürmeleri için zebânileri çağıracağız” (Alak 96/17-18) âyetleri
nâzil oldu. (Tirmizî, Tefsir 96/2) Böylece Allah Teâlâ, Rasûlü’ne karşı meydan
okuyan o azgının haddini bildirmiş, aczini ortaya çıkarmıştır.
Öyleyse:
19. Hayır! Sen sakın ona boyun eğme! Rabbine secde et ve O’na yaklaş!
Netice
olarak, her dönemde müslümanların karşısına çıkması tabii olan bu gibi
azgınlara boyun eğmeden, bir kısım zorluklar olsa da, kulluk vazifelerimizi
yerine getirerek Allah’a doğru mesafe kat etmemiz ve O’na yaklaşmaya çalışmamız
öğütlenir. Her türlü ibâdet kulu Allah’a yaklaştırmakla beraber, burada en
mühim yakınlaşma vesilesi olarak “secde” gösterilir. Secdeden maksat namazdır.
Namaz da ibâdetlerin en mühimidir. Namaz içinde kulun Rabbine en yakın olduğu
rükün ise secdedir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kulun Rabbine en yakın olduğu an, secdede bulunduğu andır.” (Müslim,
Salât 215)
Şu
hâdise de, secdelerin kulu Allah’a yaklaştırmada ne kadar mühim bir vesile
olduğuna dikkat çeker:
Rebîa
bin Kâ’b (r.a.) şöyle anlatır:
“Resûl-i
Ekrem Efendimiz’in kapısında geceler, ona abdest suyunu hazırlar, ihtiyâcı olan
şeyleri getirirdim. Gece bir müddet,سَمِعَ اللّٰهُ لِمَنْ
حَمِدَهُ (Semiallahu li-men hamideh), bir müddet de اَلْحَمْدُ
لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ (Elhamdu
lillâhi Rabbi’l-âlemîn» dediğini duyardım.
Bir
gün Allah Râsûlü (s.a.s.):
«- Benden dilediğini iste!» buyurdu.
Ben:
«-
Cennette seninle beraber olmayı isterim» dedim. Efendimiz:
«- Başka bir şey istesen olmaz mı?» buyurdu.
Ben:
«-
Dileğim ancak budur!» dedim. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.):
« -
Öyleyse çokça secde ederek kendin için bana yardımcı ol!» buyurdu.”
(Müslim, Salât 226; İbn Sa‘d, et-Tabakât, IV, 313)
Çünkü
secde, Hakk’ın huzurunda benliği sıfırlamak ve ebedî âb-ı hayata ulaşmamızı
engelleyen “varlık duvarı”nı tuğla tuğla yıkmaktır. Hz. Mevlânâ bir misalle bu
gerçeği ne güzel gözler önüne serer:
“Bir
dere kıyısında yüksek bir duvar vardı. Duvarın üstüne de susamış dertli bir
kişi çıkmıştı. Suya ulaşmasına, susuzluğunu gidermesine o duvar engel oluyordu.
Susuz adam da su için balık gibi çırpınıyordu. Ansızın suya bir kerpiç parçası
attı. Kerpicin düşmesi ile suyun çıkardığı ses, kulağına bir söz gibi geldi.
Suyun sesi bir sevgilinin sesi gibi tatlı idi. O su sesi, adamı üzüm suyu gibi
mestetti. O mihnetlere, dertlere uğramış adam, suyun tertemiz sesini duymak
için duvardan kerpiç koparıp suya atmaya başladı. Sudan da ses geliyordu. Su
«Ey insanoğlu!» diyordu, «Böyle kerpiç atmaktan, beni rahatsız etmekten sana ne
fayda var?» Susamış adam cevap verdi de dedi ki:
“-
Ey su, bu atıştan benim için iki fayda vardır. Bu yüzden kerpiç atmaktan
vazgeçemem. Birinci fayda: Benim suyun sesini duymamdır. O ses, susuzlara rebâb
sesi gibi pek tatlı gelir. Su sesi İsrâfil’in sesine benziyor. Ölü bile bu
sesten dirilmededir. Yahut da o ses, ilkbahar günlerindeki gök gürültüsüne
benziyor. Bu ses yüzünden bağlar, bahçeler güzelleşir. Yeşillikle, çiçeklerle
dolar. Yahut da o ses, yoksula zekât vermek için çağırış sesi, yahut da mahpusa
hapisten kurtuluş müjdesi sesidir. Yahut da, esas kıyamet gününde Peygamber
Efendimiz’in asîlere erişen şefaat nefesi gibidir. Yahut da o ses, zayıf
Yâkub’un rûhuna ulaşan, güzel ve latîf Yûsuf’un kokusu gibidir.
Kerpiçleri
atmamın ikinci bir faydası da şudur ki: Koparıp attığım her kerpiçle duvar
alçalıyor. Ben de suya biraz daha yaklaşıyorum. Kerpici her koparışımda yüksek
duvar, kerpicin azalması yüzünden biraz daha alçalıyor. Duvarın alçalması bir
yakınlık; onun ortadan kalkması ise kavuşmak, buluşmak olacak. İşte namaz
kılarken secde etmek de, «Secde et ve yaklaş!» (Alak 96/19) ayetinde
olduğu gibi duvardan kerpiç koparmaya benzer. Hakk’a manen yaklaşmaya sebep
olur. Bu varlık duvarı yüksek bulundukça, baş eğmeye yani secde etmeye engel
olur. Bu toprak bedenden kurtulmadıkça, eğilip ab-ı hayata secde etmek ve ondan
doya doya içmek imkânı yoktur. Bu varlık duvarı üstünde bulunanlardan kim daha
fazla susamışsa, duvarın taşını, kepricini o daha çabuk koparır atar. Suyun
sesine daha fazla âşık olan kişi ise, ona engel olan varlık duvarından daha
büyük parçalar koparır. O su âşıkı, suyun sesinden adeta boğazına kadar şaraba
batmış gibi neşelenir, mest olur. Yabancı kişi ise, kerpiç suya düşünce «bluk»
diye çıkardığı sesten başka bir şey duymaz.” (Mesnevî, 1191-1214.
beyitler)
› Alak
sûresinin son âyeti okunduğu ya da dinlendiğinde tilâvet secdesi yapılmalıdır.
Şimdi,
Allah Teâlâ’nın şânına lâyık bir kulluğun ve secdenin nasıl yapılacağını
öğretmek üzere ihsan edilen Kur’ân-ı Kerîm’in inişini ve indiği gecenin önemini
açıklamak üzere Kadr sûresi geliyor:
Hakîkaten Hazret-i Âdem’le başlayan ve Âhir Zaman Nebîsi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’de kemâle eren İslâm’ın, Kur’ân-ı Kerîm’le vâsıl oldu ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: وَاَنْذِرِ النَّاسَ يَوْمَ يَأْت۪يهِمُ الْعَذَابُۙ فَيَقُولُ الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا رَبَّنَٓا اَخِّرْنَٓا اِلٰٓى اَجَلٍ قَر۪يب ...
Kur’ân hizmetine koşan bu Kur’ân âşıkları, Rabbimiz’in rızâsına ve hatıra gelmeyecek ilâhî lûtuflara nâil olmuşlardır. Bu ilâhî lûtuf manzaralarından ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: رَبَّنَا اغْفِرْ ل۪ي وَلِوَالِدَيَّ وَلِلْمُؤْمِن۪ينَ يَوْمَ يَقُومُ الْحِسَابُ۟ “Rabbimiz, hesabın yapılacağı gün, beni ...
Âyet-i kerîmede buyrulur: “Andolsun ki Biz, öğüt alsınlar diye, bu Kur’ân’da insanlara her türlü misâli verdik.” (ez-Zümer, 27) Yine Cenâb-ı Hak âye ...
Kur’an’da şöyle buyrulur: قُلْ لِعِبَادِيَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا يُق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَيُنْفِقُوا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِرًّا وَعَلَانِيَةً مِنْ قَبْل ...