İnşirâh sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 8 âyettir. Birinci âyetinde Resûlullah (s.a.s.)’in sadrının açılıp genişletilmesinden bahsedilmesi sebebiyle اَلإنْشِرَاحُ (İnşirâh) olarak isimlendirilmiştir. اَلشَّرْحُ (Şerh) ve اَلَمْ نَشْرَحْ (Elem neşrah) isimleriyle de anılır. Mushaf tertîbine göre 94, iniş sırasına göre 12. sûredir.
Konu itibariyle bu sûrenin Duhâ sûresiyle çok benzerliği ve yakın bir alakası vardır. Bu sûrede de yine Efendimiz (s.a.s.)’e ihsan edilen hususi nimetler sayılır. Her zorlukla beraber elbette bir kolaylık olduğu hatırlatılarak, müşriklerin baskısı altında zor günler yaşayan müslümanlar teselli edilir. Buna mukâbil şükür, gayret ve zikrin artırılması talep edilir.
Mushaftaki sıralamada doksan dördüncü, iniş sırasına göre on ikinci sûredir. Duhâ sûresinden sonra, Asr sûresinden önce Mekke’de inmiştir.
1. Rasûlüm! Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?
2. Üzerinden kaldırıp atmadık mı o çok ağır yükünü:
3. Belini çatır çatır çatırdatan o ağır yükünü!
4. Senin ismini ve şânını yüceltmedik mi?
Yüce
Allah, Habîb-i Ekrem’ine olan lutuflarını sayarak, onun bir taraftan risâletin
ağır yükü, diğer taraftan da müşriklerden gelen aşırı baskılar altında daralan
gönlünü teselli ediyor, ferahlatıyor, huzura kavuşturuyor.
Burada
Efendimiz (s.a.s.)’e ihsan edilen üç büyük ilâhî nimet hatırlatılır:
› Cenâb-ı Hak onu
şerh-i sadra nâil kılmıştır.
اَلشَّرْحُ (şerh), açma, genişletme; اَلصَّدْرُ (sadr) göğüs anlamındadır. “Şerh-i sadr”
ise, göğsü açıp genişletmek demektir. Allah tarafından bahşedilecek gönül
rahatlığı, ilâhî bir nûr ve ruh ile onu geniş hale getirmektir. Şerh-i sadr’dan
asıl maksad, neticesi mârifet ve itaat olan manevî bir genişlemedir. Bu yolla
kalpten Allah rızâsından başka bütün tasa ve düşünceler çıkar. Böylece kalp, ne
dünyalık bir şey umar, ne de dünya ile alakalı bir şeyden korkar. Bilindiği
üzere kalbin dünyaya arzu duyması onun, aileye, çoluk çocuğa, onların faydasına
olan şeyleri elde edip zararına olanları defetmeğe bağlanıp kalmasıdır. Korkusu
ise, düşmanlarından korkmasıdır. Allah kulun kalbini genişletince onun gözünde
dünyalık her şey değerini yitirir; bunların sivrisinek kadar kıymeti kalmaz.
Böylece ne onlara rağbet eder, ne de onlardan korkar. Allah’ın dışında her şey,
onun gözünde adeta yok hükmünde olarak kalbi bütünüyle Allah’ın rızâsını
kazanmaya yönelir. Şu hadis-i şerif bu hakikati anlatır:
Bir
gün ashâb-ı kirâm Efendimiz (s.a.s.)’e:
“−
Ey Allah’ın Rasûlü! Göğüs açılır mı?” diye sordular. Peygamberimiz (s.a.s.):
“− Evet” buyurdu. Onlar:
“−
Alameti nedir?” diye sorduklarında ise Efendimiz:
“− Aldanma yurdundan uzaklaşmak, ebediyet yurduna yönelmek ve
gelmeden önce ölüm için hazırlık yapmaktır” şeklinde cevap verdi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
VIII, 37)
Buna göre “şerh-i sadır”dan maksat,
Peygamberimiz (s.a.s.)’in göğsünün mânevî bir inşiraha kavuşmasıdır. Resûl-i
Ekrem (s.a.s.), peygamberliğin ilk sıralarında karşılaştığı şiddetli
düşmanlıklar ve engellemeler yüzünden göğsü daralmış, insanlar ve cinlerle
uğraşmak önce ona zor ve ağır gelmişti. Fakat Allah Teâlâ ona yardım ve
inâyetini gönderdi. Göğsünü genişletti. Böylece o, bütün zorlukları aşma gücü
ve imkânı buldu. Yüklenmiş olduğu her meşakkat gözünde küçüldü. Kalbinden bütün
keder ve düşünceler çıktı. Orada tek düşünce olarak yalnız Rabbini razı etme
düşüncesi kaldı. Şu halde “göğsün genişletilmesi”, Efendimiz’in, dünyanın
değersizliğini ve esas hayatın âhiret hayatı olduğunu tam olarak bilmesidir. “Allah,
kimi doğru yola erdirmek isterse onun göğsünü İslâm’a açar…” (En‘âm 6/125)
ayeti de bu mânadadır. Bu sebepledir ki, İbn Abbas (r.a.) “Elem neşrah...”
ayetini, “Allah onun göğsünü İslâm’a açtı” şeklinde tefsir eder. (bk. Buhâri,
Tefsir 94)
› Belini
çatırdatan yükü kaldırmıştır.
Burada
kullanılan اَلْوِزْرُ (vizr) kelimesinin
hem “günah”, hem de “ağır yük” mânası vardır. Efendimiz (s.a.s.)’in hâline
uygun olanı “ağır yük” olarak anlaşılmasıdır. Çünkü Resûlullah (s.a.s.)’in
peygamberlik öncesi hayatı da çok nezih geçmiştir. Asla putlara tapmamış,
İslâm’ın günah saydığı hiçbir iş yapmamıştır. Nübüvvetten sonra, Kur’ân-ı Kerîm’de
de zaman zaman işaret edildiği üzere bazı ictihat hataları olmuşsa da, bunlar
günah değil, ecir ve sevap vesilesidir. Dolayısıyla burada Efendimiz (s.a.s.)’in
sırtından kaldırılan yük, arasında yaşadığı toplumun inanç ve ahlâk yönünden
içine düştüğü fecî durumdan dolayı duyduğu ıstıraptır. Cenâb-ı Hak, ona
gönderdiği vahiyle bu yükü onun sırtından kaldırmış, ona ne yapacağını
öğretmiştir. Ayrıca Peygamberimiz İslâm’ı tebliğ ederken düşmanların çok
şiddetli tepkileriyle karşılaşıyordu. Bâtıla karşı verdiği bu çetin mücadelede
birçok ilâhî yardım ve inayete mazhar kılınarak, belini çatırdatan o ağır yük
hafifletilmiştir.
› Şan ve
şerefini yüceltmiştir.
Allah
Resûlü (s.a.s.), peygamberlikten önce toplum içinde yaşayan diğer fertlerden
bir fertti. Tanınmış, meşhur biri değildi. Allah Teâlâ ona nübüvvet ve risâlet
vererek şânını yüceltti. Kısa zamanda ünü arttı. müslümanların sayısı arttıkça
onun ünü de arttı. Henüz hayattayken tüm Arabistan halkının gönlünde onun
muhabbeti çarpmaya başladı. Vefâtından sonra da şanı şöhreti tüm dünyaya
yayıldı. Gün geçtikçe ona inananlar artmakta ve onun emsalsiz şahsiyeti daha
iyi anlaşılmaktadır. Dünyada iki milyara yakın müslüman her namazda ona salavat
okumakta, namaz dışında da ona milyonlarca salât ve selâm göndermektedir. Günde
beş vakit dünyanın her bir yerinde aralıksız okunan ezanlarda Allah Teâlâ’nın
ismiyle beraber onun ismi de ufuklarda çınlamaktadır. Kelime-i şehâdette
Rabbimizin zikriyle onun zikri de büyük bir iman, saygı ve edeple tekrarlanıp
durmaktadır. Kur’an ona itaati Allah’a itaat saymıştır. (bk. Nisâ 4/80) Onun âlemlere
rahmet olarak gönderildiğini ilan etmiştir. (bk. Enbiyâ’ 21/107) Gökyüzünde
melekler, yeryüzünde müminler tarafından hürmetle anılmaktadır. (bk. Ahzâb
33/56) İşte ona nasip edilen bu cihanşumûl şeref, tâzim ve muhabbet, Allah’ın
ona büyük bir lütfu ve rahmeti, “onun zikrini yüceltmesi”nin pek hayırlı bir
neticesidir.
Öyleyse
şunu hatırdan çıkarmamak gerekir ki:
5. Her zorlukla beraber elbette bir kolaylık vardır.
Her
zorlukla beraber elbette bir kolaylık bulunduğu iki kez tekitle vurgulanır. Bu
ilâhî müjde, zorluklara göğüs germe, sabretme ve tahammül gösterme açısından
mü’min gönülleri teselli, gayret, aşk ve muhabbetle doldurur. Nitekim bu
âyetlerin indiği zamanda Allah Resûlü (s.a.s.) ve beraberindeki bir avuç
sahabî, müşriklerin bin bir türlü eziyet, işkence ve baskıları altında ıstırap
çekiyorlardı. Bu hal hem Efendimiz (s.a.s.)’i hem de müminleri üzüyordu. Yüce
Allah bu müjde ile onlara, şimdi pek çok sıkıntılarla ve zorluklarla
karşılaşsalar da sonunda İslâm davasının başarıya ulaşacağını, bu zorlukların
ardından kolaylıkların geleceğini müjdelemektedir.
Bu
sûre nâzil olunca Resûlullah (s.a.s.), her zorluğun yanında mutlaka bir
kolaylığın da bulunacağının iki kez zikredilmesinden hareketle, mü’minlere: “Müjdeler
olsun! Size kolaylık geldi; artık bir zorluk iki kolaylığa asla galip gelemez!”
buyurmuştur. (Muvatta, Cihad 6)
Efendimiz
(s.a.s.)’in bu müjdesini şâir şu beyitleriyle ne güzel terennüm eder:
اِذَا ضَاقَ بِكض
الأمْرُ تَفَكَّرْ ف۪ي اَلَمْ نَشْرَحْ
فَعُسْرُ بَيْنَ
يُسْرَيْنِ اِذَا تَفَكَّرْتَ تَفْرَحْ
“Zorlukların ve sıkıntıların içinde
boğulduğun zaman İnşirâh sûresi üzerinde derin derin tefekkür et. Çünkü orada
«bir zorlukla beraber iki kolaylığın olduğu” müjdelenmektedir. Bunu düşünüp
anladığın zaman ferahlarsın.”
Bu
mânevî ve ruhî gerçekleri dikkate alıp:
6. Evet, her zorlukla beraber elbet bir kolaylık vardır.
Her
zorlukla beraber elbette bir kolaylık bulunduğu iki kez tekitle vurgulanır. Bu
ilâhî müjde, zorluklara göğüs germe, sabretme ve tahammül gösterme açısından
mü’min gönülleri teselli, gayret, aşk ve muhabbetle doldurur. Nitekim bu
âyetlerin indiği zamanda Allah Resûlü (s.a.s.) ve beraberindeki bir avuç
sahabî, müşriklerin bin bir türlü eziyet, işkence ve baskıları altında ıstırap
çekiyorlardı. Bu hal hem Efendimiz (s.a.s.)’i hem de müminleri üzüyordu. Yüce
Allah bu müjde ile onlara, şimdi pek çok sıkıntılarla ve zorluklarla
karşılaşsalar da sonunda İslâm davasının başarıya ulaşacağını, bu zorlukların
ardından kolaylıkların geleceğini müjdelemektedir.
Bu
sûre nâzil olunca Resûlullah (s.a.s.), her zorluğun yanında mutlaka bir
kolaylığın da bulunacağının iki kez zikredilmesinden hareketle, mü’minlere: “Müjdeler
olsun! Size kolaylık geldi; artık bir zorluk iki kolaylığa asla galip gelemez!”
buyurmuştur. (Muvatta, Cihad 6)
Efendimiz
(s.a.s.)’in bu müjdesini şâir şu beyitleriyle ne güzel terennüm eder:
اِذَا ضَاقَ بِكض
الأمْرُ تَفَكَّرْ ف۪ي اَلَمْ نَشْرَحْ
فَعُسْرُ بَيْنَ
يُسْرَيْنِ اِذَا تَفَكَّرْتَ تَفْرَحْ
“Zorlukların ve sıkıntıların içinde
boğulduğun zaman İnşirâh sûresi üzerinde derin derin tefekkür et. Çünkü orada
«bir zorlukla beraber iki kolaylığın olduğu” müjdelenmektedir. Bunu düşünüp
anladığın zaman ferahlarsın.”
Bu
mânevî ve ruhî gerçekleri dikkate alıp:
7. O halde mühim bir işi bitirdiğinde hemen başka bir mühim işe sarıl.
8. Dua ve niyazla yalnızca Rabbine yönelip yalvar!
İnsan
ömrü o kadar kısa ve âhiret hayatı için o kadar mühimdir ki, onun bir
saniyesini bile boşa geçirmek akıl kârı değildir. Zira bir insanın hiçbir şey
yapmadan boşu boşuna oturması yahut gerek dünyevî olsun gerek uhrevî olsun
hayrına olmayan lüzumsuz bir işle meşgul olması, onun düşüncesinin bozukluğuna,
aklının kıtlığına ve derin bir gaflet içinde bulunduğuna işarettir. Nitekim
âyet-i kerîmede, “Kurtuluşa erecek o mü’minler, her türlü boş söz ve
faydasız işlerden yüz çevirirler” (Mü’minûn 23/3) buyrulur. Bu sebeple
hayatın her ânını, her dakika ve saatini Allah Teâlâ’nın râzı olacağı ibâdet,
taat, hizmet, cihad ve tebliğle doldurmak gerekir. Mesela farz bittiyse
nâfileye, namaz bittiyse duaya, dua bittiyse Kur’an kıraatine, o bittiyse zikre
ve tefekküre geçmek; o bittiyse fayda verecek bir başka mühim işe, o bitince de
bir başka mühim işe sarılmak lazımdır. Böylece ibâdetin ve hayırlı işlerin
zorluklarına katlanınca, bunlara müjdelenen kolaylık da artarak devam
edecektir. Ancak gelen kolaylık tembelliğe sebep olmamalı, daha çok çalışmaya
teşvik etmelidir. Nitekim bir şâirimiz de başarıya erişmek için usulüne uygun
tarzda devamlı ve ciddi çalışmanın gereğini ifade sadedinde şöyle der:
“Şem’-i ikbâlini târ eylemesün derse felek
Kişi yaktığı çerâğ üstüne pervâne gerek.” (Veysî)
“Bir
insan, saadet ve ikbâlini muhafaza etmek istiyorsa, dâimâ işinin, eserinin
başında bizzat bulunmalı, bir pervâne gibi onun etrafından ayrılmamalıdır.”
Dolayısıyla
bu âyetlerle her anı, ebedi hayatta pişmanlık sebebi olmayacak, bilakis rızâ ve
hoşnutluk vesilesi olacak hayırlı niyet, söz, fiil ve amellerle değerlendirmek
öğütlenir. Bu işleri yaparken de kulun Allah’tan gâfil olmaması, gönlünü hep
O’na yöneltmesi, O’nun rızâsını ve muhabbetini araması ve ne istiyorsa O’ndan
istemesi talep edilir. Çünkü kula yardım edecek olan, başkası değil, sadece
Allah’tır.
Duhâ
ve İnşirâh sûreleri, özellikle Resûlullah (s.a.s.)’in Hak katındaki şerefini
bildirip tebliğ ettiği İslâm’ın tüm dünyaya yayılacağını, dolayısıyla nimetten
o nimeti bahşedene geçerek yalnız Allah’a yönelmek gerektiğini hatırlattı.
Şimdi ise Resûlullah’ın halinden diğer bütün insanların durumuna ve mü’minleri
bekleyen akıbetin de güzelliğine geçilerek bu iki sûrenin âdetâ bir bağlanışı
olmak ve Allah’ın mutlak hâkimiyetini tekitle O’nun hesap ve cezasının
kesinlikle gerçekleşeceği haber vermek üzere Tîn sûresi gelecektir:
Peygamberimizin (s.a.v.) ismi Kur’an-ı Kerim’de beş defa geçmektedir. Peygamberimiz (s.a.v.) Kur’an’da dört defa “Muhammed”, bir defa da “Ahmed” olara ...
Ayet-i kerimede buyrulur: لَقَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَز۪يزٌۘ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَر۪يصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِن۪ينَ رَؤُ۫فٌ رَ ...
"O, suyu acı ve tatlı iki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir." (Rahmân Sûresi 19) "Fakat aralarında bir engel vardır; onu aşıp da birbi ...
Ayet-i kerimede buyrulur: يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِق۪ينَ Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten ...
Ahkâf sûresinin 15. ayetinde şöyle buyrulur: Ahkâf Suresi 15. Ayet Arapça وَوَصَّيْنَا الْاِنْسَانَ بِوَالِدَيْهِ اِحْسَانًاۜ حَمَلَتْهُ اُمُّهُ كُ ...
Ayet-i kerimede buyrulur: اَلتَّٓائِبُونَ الْعَابِدُونَ الْحَامِدُونَ السَّٓائِحُونَ الرَّاكِعُونَ السَّاجِدُونَ الْاٰمِرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَالنَّ ...