Sure | Ayet | Karşılaştır |
---|---|---|
Bakara / 1 |
“Elif.
Lâm. Mîm.”, tefsir ilminde “hurûf-i mukattaa” diye bilinen ve “ayrı ayrı okunan
harfler”dir. Kur’ân-ı Kerîm’in yirmi dokuz sûresine bu harflerle başlanır.
Bazıları sûre başlarında müstakil bir ayet iken, bazıları da âyetin bir
bölümüdür. Buradakiler ise müstakil bir ayettir. Bu harfler, Kur’an’ın
müteşâbih âyetlerindendir. Müteşâbih, birden çok mâna ifade etmesi sebebiyle
hangisinin kastedildiği okuyanların çoğu tarafından tam olarak anlaşılamayan
âyetlere denir. Bu harflerin mâhiyeti ve hangi mânaya geldiği hususunda pek çok
görüş bulunmaktadır. Bunlar arasında tercih edilen görüşler şunlardır: › Bu harfler,
Kur’ân-ı Kerîm’in Allah kelâmı olduğuna inanmayanlara meydan okumak için bazı
sûrelerin başına getirilmiş ve âdetâ şu mâna kastedilmiştir: “Kur’an-ı Kerîm, şu
gördüğünüz ve işittiğiniz harflerden oluşan kelime ve cümlelerden meydana gelmektedir.
Siz bu harfleri biliyorsunuz. O hâlde gücünüz yetiyorsa haydi siz de bu
harfleri kullanarak Kur’an’a benzer bir kitap ortaya koyun!” › Hurûf-i
mukattaa, Allah ve Rasûlü arasında hususi şifrelerdir. Mânasını ancak Allah ve
Rasûlü bilir. Bu görüşte olan âlimler, “Onlar Kur’ân’ın sırrıdır. Biz zâhirine
inanır, mânasını Allah’a bırakırız” derler. › Cenab-ı Hak,
tek tek okunan bu harflerle muhatapların dikkatlerini çekerek, bir an için her
işi bırakıp vahyedilen muazzam ilâhî hakikatleri can kulağıyla dinlemelerini
temin etmektedir. Zira insan fıtratında, görmediği ve duymadığı garib şeylere
karşı ilgi duyma özelliği vardır. İnsanlar, bu harflerin mânasını anlamaya
çalışırken, onlardan sonra gelen bölümleri de dinlerler ve böylece maksad hâsıl
olur. › Başında bulundukları
sûrelerin muhtevalarına dikkat çekmek üzere Allah Teâlâ bu harflerle yemin etmektedir.
Bu
sırlı harflerin kapleri derinden sarsan uyarıcı ve uyandırıcı sadasının
peşinden insanlığın kurtuluş muştusu olacak yüce bir kitaba işaret edilerek şöyle
buyruluyor: |
|
Bakara / 2 |
“Kitap”tan maksat, Kur’ân-ı Kerîm’dir. Arapçada “yazılı belge” anlamında da
kullanılan kitap ismi, Kur’an’ın Allah Resûlü (s.a.s.) zamanında yazıldığını
gösterir. Kur’an elimizde olmasına rağmen, ona uzağı gösteren ذٰلِكَ edatı ile işaret edilmesi, onun yüceliğine ve anlamlarının
derinliğine dikkat çekmek içindir. Gerçekten
Kur’an’ın şanı pek yücedir. Beşerî gücün muttali olamayacağı birçok ilim ve hikmetleri
de ihtiva ettiğinden, her ne kadar kitap olarak elimizde ise de, taşıdığı
sırlar ve hakikatler itibariyle bizim idrakimizden yüce bir ufuktadır, her
şeyiyle kolayca keşfedilir bir mâhiyette değildir. Bu sebeple ona, uzakta olan
bir şeyi gösterir gibi işaret edilmiştir. (Râzî, Mefâtîh, II, 12) Şüphe
diye tercüme ettiğimiz اَلرَّيْبُ (rayb) kelimesi,
“yakîn”in yani kesin bilgi ve kanaatin zıddıdır. Kişinin bir konu hakkında
kararsız ve tereddüd içinde olmasını ifade eder. Bu
kadar izzet ve şerefe sahip olan Kur’an’da hiçbir şüphe yoktur. Yani akl-ı
selîm ile ve ön yargılardan arınmış bir şekilde incelendiğinde onun: ·
Allah Teâlâ’dan geldiğinde, ·
Vermiş olduğu bilgilerde, ·
En doğru yola götüren bir kılavuz ve rehber olduğunda hiçbir
şüpheye yer yoktur. Bu bakımdan Kur’an hakkında asla şüpheye düşmeyiniz. Âyette,
şüphenin insanlarda değil, kitapta olmadığı bildirilmiştir. İnanmayanlar onun
hakkında şüphe içinde olabilirler ama o, haktır ve doğrudur. Nasıl güneşin
varlığından şüphe etmek ona bir zarar veremez ise, Kur’an’ın doğruluğundan
şüphe etmek de onun doğruluğuna bir eksiklik getirmez. Hidâyetin
iki temel mânası vardır. Birincisi delalet etmek, rehberlik yapmak ve yol göstermektir.
Kur’ân-ı Kerîm’in, Peygamberlerin ve İslâm davetçilerinin hidâyet etmeleri bu anlamdadır.
Âyet-i kerîmede: “Sen de hiç şüphesiz insanlığı dosdoğru bir yola
çağırmaktasın” (Şûrâ 42/52) buyrulur. İkincisi, tevfîk, yâni dosdoğru yola
eriştirip hedefe ulaştırmaktır. Bu mânada hidâyet yalnızca yüce Allah’a
mahsustur. Nitekim Resûlullah’a hitaben: “Rasûlüm! Sen sevdiğini doğru yola
erdiremezsin, lâkin Allah dilediğini doğru yola eriştirir. Çünkü, doğru yola
girecek olanları en iyi O bilir” (Kasas 28/56) buyrulmuştur. Kur’ân-ı
Kerîm, “bütün insanlar için hidâyet” olarak indirilmiştir. (Bakara 2/185) Böyle olmakla birlikte onun hidâyetinden
gerçekte müttakîler istifade eder. Bu sebeple Kur’an’ın müttakilere hidâyet
rehberi olduğu özellikle vurgulanmıştır. Kur’an insanları, dünya ve âhirette
kendilerine faydalı olacak, Allah’ın rızâsını kazandıracak ve nihâyet cennet ve
cemâl-i ilâhîye eriştirecek dosdoğru yolu gösterir. Bir
kısım insanların Kur’an’la buluştuğu hâlde hidâyetten uzak kalması, onu bütün insanlar
için hidâyet vesîlesi olmaktan çıkarmaz. Belli bir hastalığı olan kişinin balın
tadını alamaması onun tatlı olmadığını göstermediği gibi. Bu bakımdan Kur’an’ın
hidâyeti kendisine samimi bir şekilde yönelen gönüllere Cenâb-ı Hak’ın bir
lutfudur. Kur’an’ın
hidâyeti, inkârdan îmana, sonra da imandan ihsan ve takvâya doğru bir hidâyettir.
İmandan sonraki hidâyetin gerçekleşmesi, ancak ona uymakla ortaya çıkar.
Kur’an’ın Hak kelamı olduğunu kalben kabul etmeyen kâfir ve münafıklar ise onu
gereği gibi tefekkür ve tedebbür etmediklerinden, hidâyetten mahrum kalırlar.
Kur’an, her bir gruba, inanç, düşünce ve amellerine göre bir âkıbet belirler. Âyet-i
kerîmede buyrulur: “Hiç şüphesiz bu Kur’an, insanları her hususta en doğru yola, en
sağlam ve en isabetli tutuma iletir. Sâlih ameller yapan mü’minlere,
kendilerini çok büyük bir mükâfatın beklediğini müjdeler. Âhirete inanmayanlar
için ise, can yakıcı bir azap hazırladığımızı haber verir.” (İsrâ
17/9-10) Âyette
Kur’an’ın müttakîler için rehber olduğu haber verilmektedir. Müttakî, takvâ sahibi
olan kimsedir. Takvâ; sakınmak, korunmak, hoşa gitmeyen şeylerden uzak durmak
demektir. Arapça’da bu kelime, canlı bir varlığın kendini her türlü tehlikeden
korumasını ifade eder. Dolayısıyla müttakî: › Kalbini
küfür, şirk, nifak gibi îtikâdî hastalıklardan, › Uzuvlarını
büyük ve küçük günahlardan, › Nihâyet
gönlünü Cenab-ı Hakk’ın râzı olmayacağı her türlü menfi düşünceden koruyan,
diğer taraftan: › Farz ve
nâfilelerle ilâhî muhabbeti elde etme gayretinde olan, böylece âhirette
cehennem azabından kurtulup cennetle mükâfatlandırılan mü’min kimsedir. Mânevî
dünyamızın en önemli azığı takvâdır. (bk. Bakara 2/197) Takvânın alt sınırı
küfür ve şirkten korunmak ise de, üst sınırı yoktur. Her müttakînin önünde
devamlı olarak terfi edebileceği daha yüksek bir takvâ mertebesi her zaman var
olacaktır. Bu mânevî yolculuk ölüme kadar devam eder. Allah katında kulun şeref
ve mertebesini belirleyen yegâne ölçü de takvâdır. Rabbimizin: “Allah katında en şerefliniz, Allah’a karşı saygısı, korkusu ve
O’nun yasaklarından kaçınıp emirlerine itaati en yüksek olanınızdır” (Hucurât
49/13) beyânı bu gerçeği bildirir. Bu îtibarla takvâ, kulun mânevî yücelikler
kazanmasına ve nihayetinde Allah’ın dostluğuna ermesine en büyük vesiledir. Bir
âyet-i kerîmede: “Allah ise, gönülleri O’nun saygısıyla
dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınanların dostu ve yardımcısıdır” buyrulmuştur. (Câsiye 45/19) Allah
Rasulü (s.a.s.), gerçek takvâya ermenin yolunu şöyle gösterir: “Kul, harama düşerim korkusuyla yapılması sakıncalı olmayan, fakat vicdanını rahatsız eden bazı şeylerden bile uzak durmadıkça gerçek takvâ sahibi olamaz.” (Tirmizî,
Kıyâmet 19. Ayrıca bk. Buhârî, İman, 1; İbn Mâce, Zühd 24) Âyet-i
kerîme ve hadis-i şeriflerin beyân buyurduğu takvâ gerçeğini şu örnek ne güzel
izah etmektedir: Hz. Ömer, Übey b. Ka’b’a takvânın mâhiyetini sorunca, o: “–Dikenli
bir yolda hiç yürüdün mü?” diye sordu. Hz. Ömer: “Evet” deyince bu sefer Übey (r.a.): “–Peki
böyle bir yolda yürürken ne yaptın?” diye sordu. Hz. Ömer: “–Paçalarımı
sıvadım ve mümkün olduğu kadar kendimi korumaya çalıştım” dedi. Bunun üzerine Übey: “–İşte
takvâ da böyledir” cevabını verdi. (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, I, 40)
Kur’an
hidâyetinden gerçek mânada istifade edebilecek müttakîlerin sahip olduğu belli
başlı vasıflar, devam eden âyet-i kerîmelerde şöyle haber verilmektedir: |
|
Bakara / 3 |
Müttakîlerin
birinci vasfı gaybe iman etmeleridir. İman, kalp ile tasdik yani bir şeyin
doğruluğunu kalben kabul etmek ve bunu dil ile ikrâr etmektir. Tasdik olmazsa
iman olmaz. Tasdik bulunur, fakat kişinin tutum ve davranışları buna aykırı ve
tutarsız olursa bu, imanın zayıflığına bir işaret sayılır. Böyle bir imanla, İslâm
gerçek mânasıyla yaşanamayacağı gibi, dinin vadettiği ebedi mutluluğa erişmek
de zor olur. Dine göre îman esaslarını kalp ve diliyle tasdîk etmeyen kâfir; kalbiyle
tasdik etmediği hâlde diliyle kabul ettiğini söyleyen münafık; kalp ve diliyle
tasdik ettiği hâlde ameli olmayan ise mü’min fakat fâsık sayılır. Gerçek iman, âhirette
cehennemden kurtularak cennete girmenin yegâne şartıdır. Kur’an, pek çok
âyetinde bu hususa vurgu yapmaktadır. الْغَيْبُ (gayb) sözlükte, gerçekte var olup da görme,
işitme, dokunma ve tatma gibi duyularımızın algı sahasına girmeyen, bunların
ötesinde kalan şeylerdir. Âyetteki “gayb”den maksat ise, Allah’ın ve Resûlü’nün
var olduğunu veya meydana geleceğini haber verdiği, insanın duyularıyla
algılayamadığı fakat inanılması lazım gelen varlıklar ve olaylardır. Bunlar
Allah, melekler, kader, kıyamet, âhiret, cennet ve cehennem gibi hususlardır. Allah
Resûlü (s.a.s.) îmanı tarif ederken: “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine,
âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine iman etmendir”
(Müslim, İman 1, 5) buyurmuştur ki bunların hepsi gayb âlemindendir. Âyetin,
“gaybe îman ederler” şeklinde meâli verilen kısmı, “gaybde de iman ederler”
diye de anlaşılmıştır. Yani, mü’minler, insanlar arasında olduğu gibi kimsenin
bulunmadığı tenha yerlerde de imanlarını ikrâra ve gereğini yapmaya devam
ederler. Zira îmanda devamlılık esastır. Münafıklar ise böyle değildir. Çünkü
onlar: “İman edenlerle karşılaştıklarında «inandık»
derler. Şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise: «Emin olun! Biz sizinle
beraberiz, onlarla sadece alay ediyoruz» derler.” (Bakara
2/14) Esasen
gayb âlemine bir sınır çizmek mümkün değildir. Bununla beraber genel mânada iki
türlü gaybden söz edilebilir. Birincisi, Allah Teâlâ’nın hiçbir varlığa
bildirmediği, ancak zâtına mahsus kıldığı mutlak gaybdir: “Gaybın
anahtarları Allah’ın yanındadır; başkası onları bilemez.” (En‘âm 6/59)
Diğeri ise izâfî gaybdir ki, Allah Teâlâ’nın yarattıklarından dilediğini
dilediği kadar bilgilendirdiği ve diğerlerinden gizli tuttuğu gaybdir. Buna
göre her bir varlığa göre gayb alanı farklıdır. Ancak Kur’an ve sünnette
varlığı bildirilen fakat insanın duyularıyla tam idrak edemediği hususlara
îman, mü’min olmanın şartıdır. Üzerinde durduğumuz âyette de bu nevi gaybe işaret
edilmiştir. Allah
Teâlâ’nın her türlü tecellî ve tasarruflarıyla zâhir ve âşikâr olmasına (Hadîd
57/3), kullarına şah damarından daha yakın olmasına (Kâf 50/16), onların
kendileri ile kalpleri arasına girmesine (Enfâl 8/24), hülâsa onları her yönden
kuşatmasına (İsrâ 17/60) rağmen gayb kabul edilmesi, idraklerin O’nu
kuşatamaması (En‘âm 6/103) sebebiyledir. Nitekim ehl-i irfân demiştir ki,
“Cenâb-ı Hak o kadar zâhirdir ki, zuhûrunun şiddetinden gâiptir.” Görülemeyen
ve hissedilemeyen varlıklar, görüp hissettiklerimize nispetle kıyas edilemeyecek
derecede fazladır. Bu gerçeği kabul eden kişi, Allah’a imana ve böylece hayatın
derin bir mânası ve gayesi olduğu inancına erişir. Gözü maddeden başka bir şey görmeyen
ve tüm varlığı görüp hissettiklerinden ibaret zanneden düşünce ve sistemler,
insan muhayyile ve tefekkürünü âdetâ dondurarak onu geniş ufuklardan mahrum
bırakmaktadırlar. Bu mânada gaybe îman, insan tefekkürünün ve muhayyilesinin
önündeki izâfî engelleri kaldıran bir hürriyet iksîridir. Îman esaslarının
“gayb” alanında olması, mü’mindeki îman derinliğine sonsuz bir boyut
kazandırmaktadır. Bu sebeple Kur’an, inanılması gerekli hususlar içinden
özellikle gaybı zikretmiştir. Çünkü gaybe iman, kulun Peygamberin davetine
kulak vererek Allah’ın buyruklarına itaat etmesinde kuvvetli bir tesire
sahiptir. Maddi âlemin ötesinde başka bir âlemin olduğunu kabul etmeyenler ise
Allah’a ve âhirete iman davetinden yüz çevirirler. Müttakîlerin
ikinci vasfı, namazı dosdoğru kılmalarıdır. Âyet-i kerîmede “ikâme-i salât”
ifadesi geçmektedir. الصَّلٰوةُ (salât), Kur’an’da namaz ibâdetinin yanı sıra
dua, övgü, kıraat ve rahmet mânalarında kullanılmıştır. Namaz ibâdeti bu mânaların
hemen hepsini ihtiva eder. Nitekim namazın kıyâmında kıraat, ka’desinde senâ ve
dua nihâyetinde ise namaz kılan kimseye rahmet vardır. “İkâme”,
bir şeyi ayakta tutmak, ayakta durur hale getirmek demektir. “İkâme-i salât”
ise namazı dosdoğru edâ etmektir. Yani namazı, Allah Resûlü (s.a.s.)’in öğrettiği
şekilde âdâb ve erkânına riâyetle, vaktinde, aksatmadan, ona gerekli rağbeti
göstererek, hem şeklî şartlarını hem de huşu ve tâzim gibi kalbî ve ruhî
yönlerini gözeterek kılmaktır. “İkâme-i salât” tabiri, ayrıca, namazı cemaatle
kılmanın önemine ve onu îfa için lazım gelen şartların hazırlanmasının gereğine
de işaret etmektedir. Namaz, İslâm’ın başlangıcından itibaren meşrû olmakla birlikte beş vakit
halinde, Peygamberimizin yaşadığı en faziletli zaman
olan Mi’râc gecesinde farz kılınmıştır. (bk. Müslim, İman 259) Namaz
ibâdeti, dini hayatın omurgasını teşkil eder. Ferdin zihnî, kalbî ve fiilî
hayatının Allah ve Rasûlü’nün iradesi çerçevesinde ihyası için vazgeçilmez bir
esas olan namaz, toplum hayatının inşa ve ıslahı için de aynı derecede bir
öneme sahiptir. Namazın bu yönüne işaretle Peygamber Efendimiz: “Dinî
hayatın ana direği, namazdır” buyurmuştur. (Tirmizî, İman 8) Müttakîlerin üçüncü vasfı, Allah’ın kendilerine verdiği
rızıklardan infak etmeleridir. Onlar, Allah’ın ikram ettiği her türlü rızıktan,
O’nun muradına uygun olarak başkalarının faydasına harcamada bulunurlar.
“Rızık”, bütün canlıların maddî mânevî her türlü ihtiyaçlarını karşıladıkları nimetlerdir. Yiyecek, içecek, giyecek, mal ve benzeri her
türlü maddî nimet ve imkânlar rızık olarak adlandırıldığı gibi ilim, îman ve
ahlâk gibi mânevî ihsanlar da rızık kapsamında değerlendirilmiştir. “İnfak”, kulun, Allah’ın rızâsına nâil olma niyetiyle O’nun
kendisine verdiği rızıklardan ailesine, akrabasına, diğer insanlara ve hatta
tüm canlılara fayda sağlamak üzere sarfetmesidir. Kur’ân’da infak kavramının
kullanıldığı yerlerden biri de “fî sebîlillah” yâni Allah’ın dînini korumak,
yaymak ve yüceltmek adına yapılan her türlü harcamalardır. Âyetteki infaktan hem farz hem de nafile harcamalar kastedilmiştir.
Farz olanlar zekât ve ailesi için yaptığı zaruri masraflardır. Bunların haricinde
hayır niyetiyle yapılan tüm harcamalar ise nafile kısmına girer. Mânevî
rızıklar açısından “infak”, kişinin sahip olduğu ilim, irfan ve güzel ahlâk
gibi ilâhî ikramlardan başkalarını da istifade ettirmesidir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “İstifadeye sunulmayan
ilim, Allah yolunda infak edilmeyen hazîne gibidir” buyurur. (Ahmed b.
Hanbel, Müsned, II, 499; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, I, 184) Bu mânadan
hareketle sûfîler, âyet-i kerîmede, müttakîlerin kendilerine lutfedilen mânevî
hâl, ilim ve mârifet nûrlarından başkalarına da infak etmeleri gerektiğine
işaret bulunduğunu söylemişlerdir. Esasen Kur’ân âyetleri, kısa cümlelerde çok geniş ve
zengin mânalar ihtivâ eder. Meselâ üzerinde durduğumuz âyetin, وَممَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ (Kendilerine rızık
olarak verdiğimiz şeylerden harcama yaparlar) kısmında bulunan bir takım
nüktelere şöyle işaret edilmiştir: › İnsan,
kazancının tümünü değil, ihtiyâç fazlasını infâk etmelidir. Ba‘ziyet yani
kısmîlik anlamı ifade eden مِنْ (min) edatıyla
bu inceliğe işaret edilmiştir. › İnfak,
başkalarının malından değil kendine ait maldan yapılmalıdır. Bu şartı رَزَقْنَاهُمْ (Kendilerine
rızık olarak verdiğimiz) lafzı ifade eder. Burada, yapılan infakı Allah adına
yapmak ve başa kakmamak gerektiğine de bir işaret vardır. Âdetâ şöyle
denilmektedir: “Size rızkı biz veriyoruz. Hakîkatte siz bize vekâlet
etmektesiniz. Öyleyse bizim ihsân ettiğimiz rızıklardan kullarımıza verirken
başa kakmanız doğru olamaz.” › يُنْفِقُونَ (harcarlar)
fiilinin geniş zamanda kullanılması, sürekli bir infak duygusunun kulda
yerleşerek alışkanlık hâline gelmesini ifade eder. Bu ibare aynı zamanda
infakın, ehline, zarurî ihtiyaçlarını karşılaması
için yapılması gerektiğine işaret eder. Yoksa gereksiz ya da meşrû olmayan
yerlere harcayacak kimselere infakta bulunulmaz. Zira “infak” kelimesi, yerinde
ve aslî ihtiyaçları karşılamak üzere yapılan harcamalar anlamında
kullanılmıştır. (Bedîuzzaman, İşârâtü’l-i‘câz, s. 47) Görüldüğü üzere âyet-i kerîmenin emir ve tavsiye buyurduğu infakın
şumûlü oldukça geniştir. Bu sebeple tasavvuf âlimleri, farklı
mertebelerde bulunan insanların infakları hususunda bir kısım izahlar
yapmışlardır. Onlardan bazıları şöyledir: Zenginlerin
infâkı mallarından olup onu ihtiyaç sahiplerinden
kıskanmazlar. Âbidlerin infâkı nefislerinden olup kendilerini hizmetten
esirgemezler. Âriflerin infâkı gönüllerinden olup hiçbir zaman kendilerine
bahşedilen ilâhî feyizlerden Hak taliplerini mahrum bırakmazlar. Hak
aşıklarının infakı ise daha farklıdır. Nitekim Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (k.s.) bunu
şu beytiyle dile getirir: Sehâvet ehli olan kimseye
yakışan, fakîre ihsândır Âşıklara yakışan da Cânân yolunda fedâ-yı cândır[1] İnfâkın belli başlı derecelerini ifade etmek üzere Arapça’da
farklı kavramlar kullanılmıştır. Birinci mertebe “sehâ”dır. Malın birazını
verip geriye kalanı kendine ayırana sehâvet sahibi denir. İkinci mertebe “cûd”
seviyesidir. Malının çoğunu dağıtıp azını kendine ayıran kimseye cûd ehli
denir. İnfakta nihai mertebe ise “îsâr”dır. Zarûret miktarı mal ile hayatını
idâme ettirip kendi ihtiyacı olan şeyi bile başkasına verebilme fedakârlığını
gösteren kimse ise îsâr sahibi, diğergâm, yani başkasını kendinden fazla
düşünen kişi olarak vasfedilir. Kur’an’ın infak emri, ferd ve cemiyet açısından pek büyük bir
öneme sahiptir. İctimaî hayatın intizamlı olması ve toplumda sosyal adâletin
sağlanabilmesi için, maddi imkânlar ve refah itibariyle insan tabakaları
arasında boşluk kalmamalıdır. Zenginlerin fakirlerden, aradaki irtibat kopacak
derecede uzaklaşmamaları lazımdır. Bu tabakalar arasında irtibatı sağlayan
yegane vasıta, zekât başta olmak üzere her türlü infak ve yardımlaşmadır.
Cemiyet içinde zekâtın farz, faizin ise haram kılınışının hikmetleri dikkate alınmaz
ve bu ilâhî emirlere harfiyen uyulmazsa, tabakalar arası bağlar kopar. Aşağı
tabakadan yukarı tabakaya hürmet, itaat, muhabbet yerine ihtilal sadâları,
haset alevleri, kin ve nefret feryatları yükselir. Aynı şekilde yüksek
tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, baskılar
ve şimşek gibi hakaretler yağar. Hülasa toplumdaki insan tabakaları arasında
barış ve huzurun temini, ancak İslâm’ın temel şartlarından biri olan zekât,
sadaka ve diğer yardımların herkes tarafından en güzel şekilde edâ edilmesine
bağlıdır. Müttakîlerin dördüncü önemli özelliklerini açıklamak
üzere buyruluyor ki:
[1] Sehâvet ehli:
Cömert olanlar; Cânân: Sevgili, kula en sevgili olan Allah Teâlâ; Fedâ-yı
cân: can vermek |
|
Bakara / 4 |
Hz. Âdem’den son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)
Efendimiz’e kadar bütün peygamberler insanlara aynı dini tebliğ etmiş, sahife veya
kitap halinde onlara gelen vahiyler de aynı dinin esaslarını haber
vermişlerdir. İlâhî risâlet ve vahiy, tarihî akış içerisinde birbirinden kopuk bir vaziyette değil,
birbirini tasdik ve tasvip ederek gelmiştir. İnsan hayatı, kültür ve
medeniyeti geliştikçe Allah Teâlâ yeni peygamberler ve yeni dinler göndermiş, önceki
ümmetlerin ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik amelî hükümlerden bazılarını
yenilemiştir. Nihayetinde yegane din olan İslâm, Peygamberimiz ve Kur’an ile
son şeklini alarak tamamlanmıştır. Bu bakımdan biz, “Allah’ın peygamberleri
arasında hiçbir ayırım yapmayız” (Bakara 2/285) düstûrunca hepsine
inanırız. “Sana indirilen”den maksad, bu ayetin indiği zamana
kadar gelen ve daha sonra gelecek olan kısımlarıyla birlikte Kur’ân’ın tamamı
ve Peygamberimizin Kur’an’ın beyânı sadedinde ortaya çıkan sünnetidir.
Mü’minlerin buna tafsilatlı olarak inanması, emir ve nehiylerini öğrenerek
gereğince amel etmesi gerekir. “Senden önce indirilen”den maksad ise, önceki
peygamberlere indirilen ilâhî vahiyler ve kitaplardır. Bu kitaplara da icmâlî
yani bir bütün halinde iman etmek farzdır. Allah Teâlâ, bizi önceki kitaplarda bulunan hükümlerle mes’ûl tutmadığından
onları tafsilatlı olarak bilmemiz gerekli değildir. Ayetin dikkat çektiği önemli hususlardan biri de
şudur: İnsanlığın doğru hayat tarzını öğrenip yaşamaları için vahye dayanan bilgi bir zarurettir. Bu bilgi herkese tek tek değil,
sadece Allah’ın insanlar arasından seçtiği peygamberlere indirilmiştir.
Dolayısıyla istikamet üzere bir hayat sürmenin yolu, ancak o peygamberlere
indirilen kitaplardan öğrenilebilir. Bugüne kadar tahrif edilmeden gelmiş
Kur’an’dan başka ilâhî kitap bulunmadığından, böyle bir hayatın yegâne müracaat
kaynağı odur. O halde doğru yolu bulmak isteyenler, Kur’an’a inanmak ve ona
tabi olmak mecburiyetindedirler. Müttakilerin beşinci vasfı, âhiret gününe yakînen,
yani şeksiz, tereddütsüz inanmalarıdır. Onlar, bir gün bu fanî dünyanın sona
ereceğine, insanların hesap vermek üzere yeniden diriltileceğine, insanların
amellerine göre cennet veya cehenneme gideceğine hiç şüpheye yer bırakmayacak
şekilde kesin bir imanla inanırlar. الْاٰخِرَةُ (âhiret), “birinciden sonra gelen” mânasındadır. Birinci hayat dünya olup,
âhiret ondan sonra gelmektedir. “Âhiret yurduna
gelince, işte gerçek hayat odur” (Ankebût 29/64) ayetinde “âhiret”, ebedi kalınacak diyarın bir sıfatı olarak kullanılmıştır. Onun,
yarını olmayan “son gün” mânası da vardır. “Yakîn ve
îykan”, bir şeyi kesin ve sağlam bilmek demektir. Araştırma ve gerekli delillerden
hareketle her türlü şüphe, ihtimal ve tereddütten uzak olarak bir şeye tam
inanmaktır. Yakînin; bilme, görme ve hakikatine erme şeklinde üç derecesi
vardır. Cennete girileceğini bilmemiz “ilme’l-yakîn”, cenneti görmemiz
“ayne’l-yakîn”, Allah’ın izniyle cennete girip nimetlerinden istifade etmemiz
ise “hakka’l-yakîn”dir. (Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât, “yakîn” md.)
Âhirete iman, ona hazırlanmayı gerektirir. Hesabın,
sevap ve cezanın varlığına yakînî iman, kişiyi azaptan ve hazin akıbetten
korunmaya ve nimetlere erdirecek hayırlı ameller yapmaya sevkeder. Kısacık
ömrünü lüzumsuz uğraşlardan arındırarak, onu en anlamlı ve en kazançlı bir
şekilde değerlendirmeye yönlendirir. Âhirete iman, insanların dindarca yaşamalarının
ve sıhhatli bir dünya düzeni kurmalarının temel unsurlarından biridir. Dünya
gelip geçici, âhiret ise ebedîdir. Dünyada kesintisiz bir saadet ve
mutluluk aramak boşunadır. Esas saadet nihayetsiz olan âhiret saadetidir. Kul,
o saadete erişmenin yollarını bulmalıdır. Fani dünyaya ve boş hayallere aldanmamalıdır: |
|
Bakara / 5 |
Kur’ân-ı Kerîm’in ve sünnet-i seniyyenin beyân
buyurduğu tarzda iman, ibâdet, muamelât ve ahlâk yolunu tutan müttakî kullar,
bu vasıflarıyla Rablerinden gelen bir hidâyet üzere bulunmaktadırlar. Bu onlara
Allah Teâlâ’nın büyük bir tevfikı, ikrâmı ve ihsânıdır. Hidâyete erenler ancak müttakîler olduğu gibi, felâha,
yani gerçek kurtuluşa erecek olanlar da sadece onlardır. Hidâyet, felâhın
anahtarıdır. Önce hidâyet olacak, peşinden felâh gelecektir. İslâm, her gün beş
kere ezanla “haydin felâha!” davetinde bulunarak insanları kurtuluşa, iki cihan
saadetine çağırmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’i rehber edinenlerin buna erişecekleri
müjdesini ise birçok ayet gibi bu âyet de en güçlü bir üslûpla haber vermektedir. اَلْفَلَاحُ (felâh), sözlükte “arzu
edilen şeyleri elde etme, istenmeyen şeylerden kurtulma, zafer ve başarı” gibi mânalara
gelir. İnsanın, önündeki engelleri bir bir aşarak kendini kurtarması, arzu
ettiği gayeye ulaşması ve zafer elde etmesidir. Felâhın dünyevi ve uhrevi olmak
üzere iki boyutu vardır. Dünyada felâh; zenginlik, izzet ve şeref gibi hayatı
güzelleştirecek ve mutluluğa vesile olacak hususları elde etmektir. Âhirette felâh
ise yokluğu olmayan bir bekâ, fakirliği olmayan bir zenginlik, zilleti olmayan
bir izzet ve cehâleti olmayan bir ilim elde etmektir. (Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât,
“felâh” md.) “Felâh” kelimesinde yarılma, açılma ve kesilme mânası
da vardır. Toprağı yarıp açması ve kazması sebebiyle çiftçiye “fellâh”
denilmektedir. Buna göre âyetin mânası şöyle olur: “Onlar, dünyada büyük bir
sabır, cehd ve gayret gösterip, inkâr ve zulmet perdelerini açarak imanın
gereğini îfa etmiş ve böylece kıyâmet günü hesabın şiddetinden ve cehennemden
kurtulmuş ve cennete kavuşmuş kimselerdir. Tüm dünya ve âhiret hayırları onlar
için ayrılmıştır.” Zaten dini bir terim olarak “felâh”, “âhirette cehennem
azabından kurtulma başarısını kazanabilmek” demektir. (İbn Âşûr, et-Tahrîr
ve’t-tenvîr, I, 247)
Bakara sûresinin ilk beş ayetinde Kur’an’ın hidâyetinden
faydalanan müttakîlerin vasıfları açıklandıktan sonra şimdi de Kur’an
hidâyetine karşı âdeta kör ve sağır davranan kâfirlerin bir kısım temel
özelliklerine dikkat çekilmektedir: |
|
Bakara / 6 |
اَلْكُفْرُ (küfür), sözlükte “örtmek”,
“kâfir” ise “örten” mânasına gelir. Nitekim Arapça’da varlıkları örtüp görünmez
hale getirdiği için geceye, tohumu toprağa gömdüğü için çiftçiye “kâfir”,
içindeki çekirdeği gizlediği için meyve tomurcuğuna da “kâfur” denilir. (Ragıb,
Müfredât, “küfr” md.) En büyük ve en açık bir gerçek olan Allah’ı ve
âyetlerini, körü körüne saplandığı ön kabulleri sebebiyle âdeta örtüp yok
farzeden inkârcılara da bu sebeple “kâfir” denilmiştir. Dilimizde kullanılan
“nankörlük” ifadesi de, kendisine verilen nimetleri görmezlikten gelerek onları
yok saymak ve şükrünü edayı terk etmek anlamında kullanılagelmiştir. Dini bir terim olarak “küfür”, imansızlık demektir.
Yani Peygamber Efendimiz’in getirdiği ve inanılması zaruri olan şeylerin
hepsini veya herhangi birisini kabul ve tasdik etmemektir. Bu bakımdan Allah’ın
varlığı, birliği ve sıfatlarını, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in nübüvvetini, Kur’ân-ı
Kerîm ve onun hükümlerini inkâr eden kimse kâfir olur. İmanda olduğu gibi, küfürde de yalanlama ve kabul
etmeme kalp, söz ve fiil ile olur. Kalp ile yalanlama kesinlikle küfürdür.
Zorlama olmaksızın sözlü veya fiili yalanlama da aynen öyledir. İman edilmesi
lazım gelen mukaddes şeylere sözle veya fiille hakaret etmek, alay etmek, küçümsemek
ve hafife almak, bunları bozmaya çalışmak gibi yanlış davranışların da küfür
olduğunda şüphe yoktur. Fakat zaruri bir zorlama neticesinde vuku bulan ve
küfrü gerektiren söz veya fiil küfür sayılmaz. Zira âyet-i kerîmede şöyle
buyrulmaktadır: “Kalbi imanla dopdolu ve doygun
olduğu halde baskı altında kalarak inkâra zorlanıp da bunu ancak diliyle yapan
hâriç; onlar kâfir olmazlar…” (Nahl 16/106) اَلْإنْذَارُ (inzâr), sözlük olarak
“korkutucu bir haber vermek” demektir. Sakındırmak niyetiyle bir işin sonundaki
tehlikeyi açıkça anlatmak ve o tehlikeye dikkat çekmektir. “Gittiğin yolun
sonunda seni şöyle şöyle bir fenalık beklemektedir, dikkatli ol ve ondan
sakın!” irşadında bulunmaktır. Ayetteki inzârdan maksad, kâfirleri Allah’ın
azâbı, cehennemi ve isyânkârlara vereceği cezası ile korkutmaktır. Böyle kimselere
müjdeli haber değil korkutucu haber lâyıktır. Çünkü korkutucu haber, nefisleri
kuvvetle sarsar ve kalplere daha çok tesir eder. İnsan, ne derece derin bir küfür ve şirk içinde
bulunsa, ne kadar büyük günahlar işlemiş olsa da, ölüm vakti gelinceye kadar
iman ve tevbe etme imkânı vardır. Hatta kâfirler, iman ettiklerinde önceki
bütün günahları affedilecektir. (bk. Enfâl 8/38) Dolayısıyla ayette bahsedilenler;
Allah’ı, Peygamber’i ve onun getirdiği hak dini inkâr edip küfürlerinde ısrar
edenler; kalplerini, göz ve kulaklarını ilâhî irşada kapatanlardır. Bunlar,
netice itibariyle iman edip hidâyete erişmeleri mümkün olmayanlardır. Böyle
durumda olanlara, nebevî uyarı hiçbir fayda sağlamayacaktır. Allah Resûlü (s.a.s.), âlemlere rahmettir. Bütün
insanlara karşı son derece şefkat ve merhamet sahibidir. Onun yufka yüreği,
hiçbir kulun ebedi nimetlerden mahrum kalmasına, üstelik nihayetsiz bir azaba
düçar olmasına razı değildi. Bu sebeple Efendimiz, insanları hidâyete erdirmek
için büyük bir aşkla gece gündüz çalışmıştır. Hatta bu hususta gösterdiği
fevkalade arzu sebebiyle zaman zaman uyarıldığı olmuştur. Şu âyet-i kerîme ne
kadar dikkat çekicidir: “Rasûlüm! Onlar bu Kur’an’a
inanmıyorlar diye arkalarından üzülerek neredeyse kendini helak edeceksin!
Hayır böyle yapma!” (Kehf 18/6) Bu sebeple, ayette küfürde ısrar edenlerin iman
etmeyeceklerinin beyânı, bütün gücüyle tebliğe devam eden Peygamberimizi
teselli etmektedir. Çünkü böyle bir neticenin ortaya çıkmasında, suç Peygambere
değil, kâfirlere aittir. O halde tebliğde de itidalli olmalı ve Allah’ın takdir
ettiği neticeye teslimiyet göstermelidir. Allah Teâlâ peygamberlerini, ister inansınlar ister
inanmasınlar bütün insanları dine davetle vazifeli kılmıştır. Çünkü kimin iman
edeceğini, kimin etmeyeceğini bilen sadece O’dur. Bu kader sırrı bize gizlidir.
Tebliğ ve uyarının umûmi olarak yapılması, hiç kimsenin Allah’a karşı bir
mâzeret ve delilinin kalmaması içindir. Âyet-i kerîmelerde buyurulur: “Müjdeleyici ve korkutucu böyle
nice peygamberler gönderdik; tâ ki peygamberlerden sonra insanların Allah’a
karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri kalmasın!” (Nisâ 4/165) “Şayet biz, kitap ve peygamber
göndermeden önce kendilerini aslında hak ettikleri bir felâketle helâk edecek
olsaydık, bu takdirde: «Rabbimiz, ne olurdu bize bir peygamber gönderseydin de,
böyle rezil ve perişan olmadan önce senin âyetlerine uysaydık!» diyeceklerdi.” (Tâhâ 20/134)
Bahsedilen kâfirlerin bir daha inanamayacak
olmalarının sebebine gelince: |
|
Bakara / 7 |
Bu âyette, kullarına engin merhametinin tabii bir
neticesi olarak onlara gönderdiği peygamberlerine karşı inkârcıların hakikati
görme, ona kulak verme ve mesajın keyfiyetini idrak etme adına herhangi bir gayrette
bulunmamak suretiyle adeta kendilerini kilitleyerek kalplerini mühürlenmeye
hazır hale getirmeleri beyân edilmektedir. Ayette geçen اَلْخَتْمُ
(hatm) kelimesi, lügat olarak “mühürlemek” ve “mühür” mânasına gelir. Mektup
mühürlemek, kapı ya da oda mühürlemek gibi giriş ve çıkışa engel olmak
suretiyle bir şeyi emniyete almak da “hatm” kelimesiyle ifade edilir. “Kalp”
ise, Kur’ân-ı Kerîm’de iki mânada kullanılmıştır. Bedenin orta bölgesinde yer
alması ve maddi varlığımızın hayatiyetini sürdürmesinde çok önemli bir öz
olması itibariyle bir et parçası olan yüreğe kalp denildiği gibi, mânevî
varlığımızın özü ve insanî hakikatin merkezi olması yönüyle de nuranî ve rabbânî
latifeye kalp ismi verilmiştir. Çam kozalağı şeklindeki zahirî kalple, insanın
bütün duygularının hayat kaynağı olan manevî kalp, bir hakikatin iki yüzü
denebilecek şekilde iç içedir. Kalbin ve kulağın mühürlenmesi ise, mânevî
istidatlarının sona ermesi ve içine imanın giremeyeceği bir hale gelip,
üzerlerine “bu kalbin inanması ve bu kulağın hakikat sözünü duyması mümkün
değildir” damgasının vurulmasıdır. Bu haliyle kalp ve kulağın, ilâhî hakikatler
karşısında tamamen duyarsız, idraksiz ve anlayışsız bir hâle gelmesidir. Böyle
kimselerin gözleri üzerinde de, hakikati görmelerine engel olan kalın bir mânevî
perde vardır; Hakk’ın varlığını gösteren âfâkî ve enfüsî delilleri göremezler. Yüce Rabbimiz, hakka davet için peygamberler göndermiş
ve kitaplar indirmiştir. “De ki: «Gerçek, Rabbinizden gelmiştir. Artık dileyen iman etsin, dileyen
inkâr etsin!»” (Kehf
18/29) âyet-i kerîmesi gereğince insanları tercihte serbest bırakmıştır. Onları
zorla imandan alıkoymadığı gibi, küfre de zorla yönlendirmemiştir. “Allah’a
ve Rasûlü’ne iman edin” (Nisâ 4/136) âyeti bütün insanların imana muhâtap olduğunu
gösterir. “Onlara ne oluyor ki inanmıyorlar?” (İnşikak 84/20) kınaması ise, imandan men’, küfre de
zorlama olmadığının açık delîlidir. Âyet-i kerîmede “mühürleme” fiili, Cenâb-ı Hakk’a
nispet edilmektedir. Zira vuku bulan bütün hadiseler Allah’a dayanmakta ve
O’nun kudreti ile meydana gelmektedir. Bir davranış ve amelin ortaya çıkması,
isteme ve girişimde bulunma cihetiyle kula, yaratma yönüyle de Allah’a nispet
edilmiştir. Bu bakımdan amellerin neticesinden kul sorumludur. Nitekim inkârda
ısrar edenlerin kalplerinin mühürlenmesi, yaptıklarının bir sonucu olarak
gerçekleştiğini âyet-i kerîmeler şöyle haber vermektedir: “Aslında Allah, onların kalplerini
inkârları yüzünden mühürlemiştir.” (Nisâ 4/155) “Önce dilleriyle inandıklarını
söyleyip, sonra kalpleriyle inkâr ettiklerinden dolayı kalpleri mühürlenmiştir.” (Münafıkun 63/3) Allah Resûlü (s.a.s.), büyük küçük her türlü günahın,
nihayetinde kalbin mühürlenmesine olan tesirini şöyle izah eder: “Günah ilk defa yapıldığı zaman, kalpte
kara bir leke olur. Eğer sahibi pişman olur, tevbe ve istiğfâr ederse kalp yine
parlar. Etmez de günah tekrarlanırsa, o leke de artar. Sonra arta arta bir
dereceye gelir ki, leke bir kılıf gibi bütün kalbi kaplar. İşte «Aslında onların işledikleri günahlar, kalplerini bütün bütün paslandırmıştır» (Mütaffifîn 83/14) âyetinin mânası
budur.” (İbn Mâce, Zühd 29; Tirmizî, Tefsir 83) İnkarcıların kalplerinin mühürlenme sürecini
psikolojik bir tahlille şu şekilde açıklamak mümkündür: Bu kimseler, inkâr ve
günah yolunu tutmak suretiyle kalplerinin temizliğini süflî ve nefsânî
amellerle yok ederler. Kendilerine lütfedilen temiz fıtratlarını hayvânî ve
şeytânî sıfatlarla değiştirip bozarlar. Böylece onların temiz ruhları, beş
duyunun şiddetli arzusuna râm olarak çirkin sûret âlemine yönelir ve ulvî
muhabbetlere perdelenir. Sonra da nefsin yoldaşlığına ünsiyet peydâ etmeye
başlar. Rûh, nefisle beraberliği sebebiyle kötü özellikler kazanır. Artık
nefsin güzel gördüğünü güzel görmeye, onun haz aldığı şeylerden haz almaya ve
hayvânî meralardan nemâlanmaya başlar. Nihâyet rûhânî gıdâlardan kesilir, üns
bahçelerinde Hakk ile komşu olmayı ve yüce mekânları unutur. Nefsin esîri olan
insan, hüsran vâdîlerinde şaşkına döner ve şeytanın oyuncağı haline gelir.
Nankörlük edip nimetleri görmezden gelenler, ilâhî yardımdan mahrum kalır ve
hevâlarına yenik düşerler. Tehlikeli uçurumlardan yuvarlanarak nefisleri
dipdiri, kalpleri ise ölü bir hâle gelirler. Bunlara hiçbir uyarı fayda vermez.
Onların kalpleri, dünyevî lezzetlerin verdiği kasvet sebebiyle gayb âlemine
kapalıdır. Böyle kalpler, dünya muhabbetiyle örtülü ve nefse tâbi olmaları
sebebiyle iyice kilitlidir. Bu durumda olanlar için âyet-i kerîmede: “Onlar
Kur’an’ı inceden inceye düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde üst üste
kilitleri mi var?” (Muhammed 47/24) buyrulur. Bunlar kuds
bahçelerinden üns kokusu koklayamazlar. Ancak üzerlerine şekâvet ve bedbahtlık
rüzgârı eser. Neticede kalplerindeki kilitler üzerine bir de mühür vurulur. (Bursevî,
Rûhu’l-Beyân, I, 47) Şunu da ifade etmek gerekir ki, hiçbir insan bir
diğeri hakkında kalbinin mühürlü olduğu bilgisine sahip olamayacağından, bu
yönde bir hüküm vermesi doğru değildir. Yine bilinmelidir ki, mühürlenen bir
kalbe sahip olan kişinin, Allah’ın dilemesi hariç, imana gelmesi imkânsızdır. İman etmeden ve kalpleri mühürlü olarak âhirete
göçenlere ağır bir ceza, büyük bir azap hazırlanmıştır. “Azap”; tatlılığın yok
olması, acı, elem ve ızdırap demektir. Çünkü azap, hayatın tatlılığını, lezzet
ve halâvetini yok eder. Azabı tavsif eden “azîm” kelimesinde “büyüklük, çokluk
ve devamlılık” mânaları vardır. Dolayısıyla bu, cehennemde dâimî olarak azâba
uğramak; dehşeti, korkusu büyük; ateşten halkaları, susuzluğu, acı ve ızdırabı
çok olan azâba mahkum olmaktır. Bu, hem tehdit mânası ifade etmekte hem de âhirette
vaki olacak cezayı haber vermektedir. Ayrıca “azâp” ve “azîm” kelimelerinin
nekre olması, gerçek mâhiyetini Allah’tan başkasının bilmeyeceği pek çok ve pek
büyük azap çeşitlerinin bulunduğunu haber vermektedir. Sûrenin başında önce şeref ve faziletleri sebebiyle
müttakîlerden, sonra onların tam zıddı olan kâfirlerden bahsedildi. Kur’ân
hidâyetine karşı kör ve sağır davranan bu grup hakkında söz fazla uzatılmadan
önemli vasıfları Sadece iki âyette bildirildi. Şimdi de bu iki grup arasında
gidip gelen ve hastalıklı bir şahsiyet sergileyen münafıkların durumuna dikkat
çekilmektedir. Onların hâl ve tavırlarından gelen on üç âyette tafsîlâtlı bir
şekilde bahsedilmiştir. Bu grup üzerinde uzunca durulması, hem tehlikelerinin
daha gizli ve daha büyük olması hem de imana gelme ihtimallerinin bulunması
sebebiyledir. Çünkü düşünce, niyet, hâl ve davranışlarının kötülüğünü ortaya
koymak; tâkîb ettikleri yolun yanlışlığını misâllerle anlatmak sûretiyle münafıklara
tesir etmek mümkündür. Bu vesileyle, kalplerinin yumuşaması ve içinde bulundukları
durumun doğru olmadığını anlayıp bundan vazgeçmeleri umulur. Böylece hastalıkları
iyileşir, manen temizlenir, İslâm’ın emirlerine boyun eğerek şu âyetle istisnâ
edilen kullardan olabilirler: “Şüphesiz münafıklar cehennemin en
alt tabakasındadırlar. Onları oradan kurtaracak hiçbir yardımcı da bulamazsın.
Ancak tevbe edip hallerini düzeltenler, Allah’a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini
tam bir ihlasla yaşayıp bütün samimiyuetleriyle Allah’a yönelenler başka. İşte
onlar gerçek mü’minlerle beraberdirler. Allah mü’minlere pek büyük bir mükâfat
verecektir.” (Nisâ 4/145-146).
Yüce Allah, İslâm toplumu için son derece tehlikeli
olan bu zümre hakkında mü’minleri uyanık tutmak, münafıkları da ihtar etmek
üzere onları ele verecek belli başlı vasıfları şöyle beyân buyuruyor: |
|
Bakara / 8 |
Münafıklar, inanmadıkları halde başkalarını kandırmak
ve alay etmek gayesiyle sadece dilleriyle inandıklarını söyleyen iki yüzlü
kimselerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de münafıkların îtikâdî, amelî ve ahlâkî bakımdan
pek çok vasıfları yeri geldikçe açıklanmıştır. Bu âyetlerde onların daha çok
îtikâdî yönden hastalıklarına dikkat çekilmiştir. Münafıkların burada zikredilen birinci vasfı, kalben
îman etmedikleri hâlde dilleriyle Allah’a ve âhiret gününe îman ettiklerini
söylemeleridir. Münafık denildiğinde anlaşılması gereken esas mâna da budur. Bu âyet, nifaklarında ısrar eden ve müslümanları
kandırmaya çalışan münafıkların üzerindeki gizlilik örtüsünü parçalamış ve iman
konusundaki aldatıcı beyânlarının arka planını deşifre etmiştir. Mü’min olmak için sadece söz kâfi değildir. Îmanın
aslı ve kökleri kalptedir. Önce kalp tasdik etmeli, dil ikrârda bulunmalı,
ameller de bunu desteklemelidir. Îman etmediği hâlde münâfığı mü’min olduğunu söylemeye
sevkeden iki temel sâikten bahsedilebilir: Birincisi; İslâm toplumuna daha büyük zarar verebilmek
için kendini gizlemesi, İkincisi; korkaklık ve menfaatperestlik gibi
zaaflarından dolayı safını netleştirmeyip nereyi güvenli ve menfaatli görürse
kendini oraya nisbet etmesidir.
Münafıkların ikinci vasfı, “inandık” şeklindeki yalan
beyânlarıyla Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışmalarıdır: |
|
Bakara / 9 |
Bir insan aldatma işine, genelde, zarar verebilecek
şeylerden korunarak kendini garanti altına almak veya yapmak istediği bir
kötülüğü gizlemek ya da belli bir fayda elde etmek maksadıyla teşebbüs eder.
Başkalarını aldatmak dinî, insanî ve ahlâkî yönlerden karaktersizliğin ve
olgunlaşmamış bir kişiliğin göstergesi sayılmıştır. Buna inançta münafıklık ve
amelde gösteriş misal verilebilir. Münafıkların, bütün gizlilikleri bilen ve her şeyden
haberdar olan Allah’ı aldatmaları asla mümkün değildir. Onlar, Allah’ın zâtını
ve sıfatlarını hakkiyle tanımadıklarından dolayı Allah’ı aldatabileceklerini
düşünmüşlerdir. Ayetteki “Allah’ı aldatma” ifadesiyle, Allah’ın Rasûlünü
aldatma da kastedilmiş olabilir. Çünkü Rasûl, Allah adına söz söyleyen, O’nun
emir ve nehiylerini tebliğ eden kişidir. Dolayısıyla burada Allah lafzının
zikredilip Hz. Peygamber’in kastedilmesi, Peygamberi aldatmaya teşebbüsün
Allah’ı aldatmaya kalkışmak kadar büyük bir cür’et olduğuna işaret etmektedir.
Nitekim Kur’an, Peygambere itaati Allah’a itaat (Nisâ 4/80), Peygamber’e biatı
da Allah’a biat (Fetih 48/10) saymıştır. Yapılan açıklamalardan anlaşılacağı üzere münafıklar,
görünürde mü’minleri aldatmaya çalışmaktadırlar. Onlar, yanlış düşüncelerine
göre, kendilerini mü’minlerden gelebilecek zarardan korumak, onlara yapacakları
kötülüğü gizlemek ve maddî-manevî bir kısım menfaatler elde etmek üzere aldatma
yoluna baş vurmaktadırlar. Münafıklar, mü’minleri aldatmaya kalkışmakla gerçekte
kendilerini aldatmaktadırlar. Bu gayr-i ahlâkî tutumlarının zararı nihâyetinde
kendilerine dönecektir. Zira Allah Teâlâ Peygamberine onların gerçek yüzlerini
haber verecek, böylece dünyada rezîl-rüsvâ olacaklardır. Âhirette ise can
yakıcı bir azâba uğrayacak, cehennemin en alt tabakasına gireceklerdir.
Allah’ın rızâsını ve ebedi olan âhiret hayatını kaybetmekten daha büyük bir
ziyân düşünülemez. Onlar bu hakîkati, içinde bulundukları bâtıl duyguları sebebiyle
fark ve hissedemeyecek kadar şuursuzdurlar. Ayetteki “bunun farkına varmazlar” ifadesi, münafıkların,
nefsânî ve dünyevî hesaplarla his, şuur ve bilinç gibi nitelik ve
kabiliyetlerini perdelemiş olduklarını bildirir. Bu yönleriyle onlar, şu ayette
anlatılan inkârcı kâfirlerle aynı durumdadırlar: “…onların
kalpleri var, fakat bununla gerçeği anlamazlar; gözleri var onunla görmezler;
kulakları var onunla işitmezler. Hâsılı bunlar hayvanlar gibidirler, hatta
onlardan daha şaşkındırlar. İşte asıl gafil olanlar da bunlardır.” (A‘râf 7/179)
Münafıkların üçüncü vasfı, kalplerinde hastalık
olmasıdır: |
|
Bakara / 10 |
Bu âyet, münafıklarda bulunan kötü sıfatların
kaynağını açıklamaktadır. Buna göre onların sergiledikleri her türlü kötü tutum
ve davranışların temelinde sahip oldukları söz konusu hastalık
yatmaktadır. Kalplerinde bulunan
hastalıktan maksat, maddî kalplerine arız olan bir hastalık değil, şahsiyetsizlik
ve inkârlarından kaynaklanan yalan başta olmak üzere nifak, cehâlet, şüphe,
haset gibi insanı helâke sürükleyen mânevî kalbin hastalıklarıdır. Cenâb-ı Hak,
benzer bir ifadeyi münafıklardan ayrı olarak henüz iman ile mutmain olmayıp
kalplerinde bir nevi şüphe veya tereddüt kalmış olanlar için de kullanmaktadır.
(Enfâl 8/49; Ahzâb 33/12, 60) Münafıklar, her insan gibi, fıtraten kalpleri temiz ve
hastalıksız olarak yaratılmışlardır. Sözü edilen hastalık bizzat kendilerinden
kaynaklanmıştır. Yanlış düşünce, tutum ve davranışları sebebiyle kalplerinin
safiyetini kaybetmesine ve hastalanmasına kendileri yol açmışlardır. Aslında bu
hastalığın tedavisi mümkündür. Fakat bunu samimiyetle talep etmek gerekir.
Halbuki münafıklar böyle bir talep ve gayrette bulunmadıkları, gönüllerdeki
hastalıklara şifa olan Kur’an’a sarılmadıkları gibi, tam aksine hastalıklarını
artıracak yollara tevessül etmektedirler. Erken teşhis ve tedavi edilmeyen
maddî hastalıkların zamanla daha da ilerlemesi gibi, mânevî hastalıklar da
vaktinde tedavi edilmedikleri sürece artar ve derinleşir. Cenâb-ı Hakk’ın, insanların
iman-küfür gibi kalbî hallerine ve psikolojik durumlarına yönelik koymuş olduğu
kanun (sünnetullâh) böyle cereyan etmektedir. Bu gerçek, âyet-i kerîmede her
şeyin yaratıcısı olması cihetiyle “Allah Teâlâ, onların hastalıklarını daha da
artırmıştır” şeklinde ifade edilmiştir. Ayetin bu kısmı, “Allah onların
hastalıklarını artırsın!” şeklinde de anlaşılmıştır. Böylelikle münafıklar,
Allah’ın lânetine uğrayan azılı inkârcı gruplardan olmuşlardır. Münafıkların hastalıklarını artıran sebepler arasında,
İslâm davetinin günden güne yayılıp gelişmesi ve bunun karşısında toplum
içindeki mevkilerini kaybetme endişesi, başta savaş olmak üzere nefse zor gelen
bir takım sıkıntıların ortaya çıkması ve inen her yeni âyetin ilâve
yükümlülükler getirmesi sayılabilir. Daha da önemlisi onların ilâhî lutuf ve
inâyetten mahrum bırakılmış olmalarıdır. Bu durumda olan kimseler, kalbî
sıkıntılardan, ruhî bunalımlardan ve çeşitli keder ve endişelerden bir türlü
yakalarını kurtaramazlar. Âyetin son kısmı olan “Yalan söylemeleri sebebiyle
onlar için pek elem verici bir azap vardır” ifadesi, münafıkların dünyada
ve özellikle âhirette acı verici, daimî bir azap içerisinde kalacaklarını
bildirir. Kıyâmet günü, onların kalpleri hasret ve pişmanlıktan yanacak,
mü’minlerin nâil oldukları büyük nimetleri gördükçe kaybettiklerinin acısıyla
perişan olacaklardır. Esas acı ve sıkıntıyı ise sonu olmayan cehenneme girmekle
tadacaklardır. Münafıkları, acı veren azaba sevkeden temel sebep,
onların “inandık” sözlerinde yalancı olmalarıdır. Yani gerçekte inkârcı
olmaları sebebiyle bu duruma düşmüşlerdir. Yalan, mutlak olarak, dinî, insanî
ve ahlâkî yönlerden çirkin bir fiil olarak görülmüştür. Bir hadis-i şerifte,
yalancılık, insanı yoldan çıkarıp günahlara sevkeden ana âmil olarak
gösterilmiştir. (Buhârî, Edeb 69; Müslim, Birr 103-105) Bir başka hadis-i
şerifte ise yalancılık, bu ve benzeri âyetlerden mülhem olarak münâfığın üç
alametinden biri olarak zikredilmiştir: “Münafığın alâmeti üçtür:
Konuştutuğunda yalan söyler, söz verdiğinde yerine getirmez ve kendisine bir
şey emanet edildiğinde hıyânet eder.” (Buhârî, Şehâdât 28; Müslim, İman
107) Hadiste zikredilen üç vasıf, öncelikle itikâdî ve dinî açıdan
değerlendirilmelidir. Günlük hayatta bir mü’minin yalan söyleme, sözünde
durmama ve emanete hıyanet gibi dînen ve ahlâken kötü olan tutum ve
davranışlarda bulunması, onu gerçek münafık grubuna sokmasa da, onu büyük bir günahın
içine düşürdüğü muhakkaktır. Âyetin sonundaki يَكْذِبُونَ
(yekzibûn) “yalan söylerler” fiili, diğer bir mütevâtir kıraatte يُكَذِبُونَ
(yükezzibûn) şeklinde de okunmuştur. Buna göre âyet, münafıkların çokça ve
devamlı surette yalan söylediklerini veya doğru olanı kabul etmeyip
yalanladıklarını ifade eder. Bu açıklamadan anlaşılır ki, münafıklar yalancı
olmalarının yanı sıra, doğruyu kabule yanaşmama ve onu reddetme hastalığına da
müptelâdırlar. Böyle kimseler eğriyi doğru, doğruyu eğri görür ve gösterirler.
Hak dini benimsemelerine mâni olan temel sebep de işte budur. Münafıkların kalplerindeki hastalıktan bahseden bu
âyetten, Hakk’a vâsıl olma yoluna girmiş takvâ yolcuları, kendileri için şöyle
bir işârî mâna çıkarmışlardır: Nifak hastalığına yakalanmış bir kimse tedavi
görerek aslî ve fıtrî olan iman haline döndüğü takdirde âhiret azabından emin
olacağı gibi, Allah’a giden mânevî yolculuğunda mürid de, seyr ü sülûküne mâni
olacak inkâr, şüphe, tereddüt hastalıklarından, daha genel bir ifadeyle mâsivaya
meyilden kalbini arındırarak muradını elde etme isteğinde samimi olduğu
takdirde vuslat hakîkatlerine vâsıl ve sıdk bereketlerine nâil olacaktır. Bu
yolculukta mürid, sözü edilenleri yapmaz ve ibâdetleri ihmal ve samimiyetsizlik
türü hastalıklar taşırsa kendisi ile cennet dereceleri arasına engeller konur.
Şayet iradesi hastalıklı olursa bu durumda kendisi ile Allah’a yakınlık ve
münacât makamları arasına engeller konur. Dünyaya yönelen ve hevâsına tabi olan
kimsenin aldanış yurduna bağlanıp kalması, kalbi için büyük bir hastalıktır.
Onun dünya hırsı arttıkça kalbî hastalığı da artar. Nefsânî hevesleri
istikametinde dünyaya dair ne zaman bir şey elde etse, elde edemediği şeylere
karşı hırsı kat kat artar. Hırsla elde ettiği her bir dünyalığın ardından hemen
cezasını da görür. Allah’ın ona verdiği dünyevî cezalardan birisi himmetinin
dağınıklığı, sonra buna bağlı olarak huzursuzluk, kin ve nefret saçan bir
hayattır. Zira o, Mevlâ’sından yüz çevirip bu hayatı tercih etmiştir. Hevâsına
tabi olmayı seçmesi sebebiyle doğru dürüst ne bir fayda ne de rahat yüzü görür.
Mevlâ’sının dostluğundan yüz çevirenin cezası işte budur. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât,
I, 23-24)
Münafıkların dördüncü vasfı, bozguncu olmalarıdır: |
|
Bakara / 11 |
Türkçe’ye genelde “bozguncu” olarak çevrilen الْمُفْسِدُ
(müfsid) kelimesi “fesâd” kelimesinden gelmektedir. Fesâd, bir şeyin faydalı
olmaktan çıkması, normal hâlinden uzaklaşması ve bozulması mânalarına gelir. Ayrıca
doğru olanı bırakıp, yanlış olana geçmek, gerçeğe teslim olmamak ve bozgunculuk
yapmak anlamları da vardır. Bu kelimenin zıddı “sulh” ise barış, ıslah etmek,
bozulan bir şeyi tamir etmek, bir şeyi iyi ve sağlam yapmak anlamınadır. Buna
göre fesat, her türlü zararı, sulh ise her türlü faydayı içine alır. Âyette
geçtiği şekliyle “müfsid”, bozgunculuk yapan; bir şeyi bozup faydalı olmaktan
çıkaran, daha açık bir ifadeyle işi gücü fesat çıkarmak olan kimsedir. Münafıkların yaptıkları bozgunculuk, insanlar arasındaki
münâsebetleri bozarak toplumda düzensizliğin meydana gelmesine sebep olmaktır.
Meselâ onlar, müminlerin sırlarını kâfirlere söyleyerek onları mü’minlere karşı
kötülük yapmaya yönlendiriyorlardı. Ayrıca kâfirlerle dostluk kurarak,
insanları hidâyet yollarından uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Böylece münafıklar,
tarih boyunca içinde yaşadıkları toplumlarda fitne unsuru haline gelmişler,
sulh ortamını bozarak insanları birbirine karşı kışkırtmak suretiyle neticesi
savaşlara kadar varan düşmanlıklara sebep olmuşlardır. Aslında en büyük bozgunculuk, Allah’a isyan etmektir.
Zira dinin emirleri ve nehiyleri hem dünya hem de âhiret hayatını en iyi
şekilde tanzim ve sulh ortamını temin etmek için konulmuştur. Bu itibarla dini
emirler terk edilip, herkes nefsinin arzusuna göre hareket ederse, o takdirde
her tarafı fesat, kargaşa ve anarşi kaplayacağında şüphe yoktur. Toplumda fesat ve kargaşaya sebep olan münafıklara
bozgunculuk yapmamaları söylenince “Biz Sadece ıslah edicileriz” derler.
Yapılan şiddetli bir uyarıya karşı, vicdanlarına dokunduğundan dolayı
psikolojik olarak o nispette tepki gösterirler. “…Size samimi
olarak nasihatte bulundum. Fakat siz nasihat edenleri sevmiyordunuz” (A‘râf 7/79)
ayeti gereğince nasihat edeni benimsemez; ona kulak verecek yerde tam aksi bir
istikamette cevaba yeltenirler. Esasen gururlarını rencide eden bu nasihatin
muhtevasına uymanın, hastalıklarını tedavide ne kadar önemli olduğunu
bilselerdi, böyle demezlerdi. Yine onlar, kalplerinde bulunan hastalık
sebebiyle, idrakleri köreldiğinden yaptıklarının güzel bir şey olduğuna inanmış
ve ifsadı ıslâh olarak tasavvur etmişlerdir. Yahut böyle söylerken, inkâr etmek
suretiyle yaptıkları fesat ve bozgunculukları örtmeye çalışmışlardır. Hangi yola girerlerse girsinler, hangi mazeretin
arkasına sığınırlarsa sığınsınlar, kendilerini ne kadar tezkiye ederlerse
etsinler ilâhî fermanın beyânıyla onlar, bozguncuların ta kendileridir. Zira
kalpleri bozuk, itikatleri bozuk, söz ve fiilleri de bozuktur. Bu kadar bozukluktan
nasıl bir ıslah zuhur edebilir? Bu sebeple ayet, oldukça tekitli bir üslupla
onların kanaatlerini ve söylediklerini yalanlamakta; onları kelimenin tam mânasıyla
“müfsit” olarak nitelemektedir. Fakat onlar bu gerçeğin farkında değildirler.
Zira manevî his yolları kapanmış ve bilinçleri kaybolmuştur. Ayet aynı zamanda
mü’minleri de, münafıklar karşısında uyanık olmaya ve onların hakikate aykırı
sözlerine aldanmamaya davet etmektedir.
Münafıkların beşinci vasfı, onların sefih yani aptal
ve beyinsiz kimseler olmalarıdır: |
|
Bakara / 13 |
Onlar bir önceki ayette yeryüzünde fesat çıkarmaktan
nehyedilmişlerdi. Bu ayette ise onlara diğer “insanlar” gibi iman etmeleri
emredilmektedir. Ayetteki “insanlar” dan maksat, Peygamberimiz ve ona inanan
mü’minlerdir. Zira iman, akıl ve idrakleri itibariyle gerçek insanlık şerefine layık
olanlar, onlardır. اَلسَّف۪يهُ (sefîh) kelimesinin aslı olan
“sefeh” sözlük olarak görüş ve gidişatta hafiflik, yufkalık, fikirsizlik ve
temkinsizliktir. Bunlar akıl noksanlığından doğar. Dolayısıyla sefehin zıddı,
ağır başlılık ve akıllı olmaktır. Terim olarak sefeh ise, akıl ve dinin
gereklerinin zıddına hareket etmektir. Münafıklara, hakiki mü’minler gibi, nifak
şâibelerinden uzak ve ihlâslı bir şekilde iman etmeleri söylenince; kendilerine
yapılan bu güzel tavsiyeye karşı çıkarlar. Ruhen duydukları rahatsızlık
sebebiyle o vakûr ve kâmil mü’minlere hakarete yeltenirler. Onları, sahip
oldukları kamil sıfatların zıddı ile vasfederek, “ne yâni, şimdi kalkıp da şu
beyinsizlerin, akılsızların inandığı gibi mi inanalım?” derler. Onların
“süfehâ” yani akılsız ve beyinsiz olarak niteledikleri kimseler genel anlamda
kâmil insanlar, mü’minler veya iman etmiş belli şahıslardır. Menfaatlerini her şeyin önünde gören münafıkların
böyle söylemeleri, şu iki sebepten kaynaklanır. Birincisi, Allah’a ve âhirete
imanları olmadığından, kendi akıllarınca böyle bir iman uğruna her türlü fedakârlığa
katlananlar, sefih kimselerdir. İkincisi ise kendilerine örnek gösterilen
mü’minlerden birçoğunun fakir ve çaresiz kimseler olmasıdır. Onlara göre, müslümanların
imanları uğruna inanmayan bütün insanları kendilerine düşman edinmeleri
ahmaklık ve akılsızlıktan başka bir şey değildir. İşte bu sebeple onlar,
İslâm’ı samimiyetle kabul edip, kendilerini her türlü eziyet, zorluk ve
tehlikelere atan kimseleri aptal ve sefih olarak nitelerler. Münafıklar, bu sözü, mü’minlerin yanında değil,
gizlice ve alay yollu söylüyorlardı. Allah Teâlâ, Peygamberini ve mü’minleri
bundan haberdar etmiştir. Üstelik asıl sefihliğin, hafifliğin ve basîretsizliğin
münafıklar için geçerli olduğunu ve gerçek sefihlerin de onlar olduğunu haber
vermiştir. Zira onlar, içinde bulundukları cehâletin farkında olmadıkları gibi,
fâni menfaatleri uğruna en büyük kazanç olan ebedi âhiret hayatını kaybetmektedirler.[1] Gerçeği kabule davet edilen münafıkların, müslümanları
sefihlikle suçlamalarından hareketle âyetten şöyle bir işaret
çıkarılmıştır: Kendini zengin görüp
malıyla gururlanan ve bu hâliyle fakir mü’minleri küçük gören kişilerin hali de
aynen böyledir. Onlara kalben dünyayı terk etmeleri söylenince, rüşd ve kemâl
ehlini tembellik ve acizlikle suçlarlar. Fakirlerin hiçbir değeri olmadığını
söylerler. Zira onların ne malı, ne şöhreti, ne rahatı ne de geçinebilecekleri
bir şeyleri vardır. Hakikatte ise gerçek fakirler ve mihnet sahipleri, işte
kendini zengin sanan o mağrurlardır. Zira onlar zillet korkusuyla zillete,
hakirlik korkusuyla da hakirliğe düştüler. Saraylar bina ettiler fakat fazla
geçmeden kabirleri mesken tuttular. Bir beşikten ibaret olan dünyayı tezyin
ettiler, fakat kabre mahkum edildiler. Dünyada gaflet meydanlarında dolaştılar,
fakat neticede hasret vadilerinde perişan oldular. Yakın zamanda gerçeği bilecekler,
fakat o zaman bu bilgileri kendilerine hiçbir fayda vermeyecektir. Allah muhafaza
eylesin! (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 25) Münafıkların altıncı vasfı, ikiyüzlü olmalarıdır:
[1] Münafıklar
hakkında 9. ayette geçen مَا يَشْعُرُونَ (mâ yeş‘urûn) “farkında
değillerdir” sözü, onlarda “farketme, hissetme” özelliğinin; 12. ayette
geçen
لَا
يَشْعُرُونَ
(lâ yeş‘urûn) “farkında değillerdir” kaydı ise onlarda
geleceğe yönelik “firâset, zekâ ve anlayışın” olmadığını haber verir. 13.
âyetteki
لَا
يَعْلَمُونَ
(lâ ye‘lemûn) “bilmezler” ifadesi ise onların bu halleriyle
“gerçek bir bilgiye ulaşamayacaklarını ve sürekli zan ve vehimlerine tabi
olacaklarını” belirtir. Burada şöyle ince bir mâna ve tenbîhin varlığı söz
konusudur: Birincisinde münafıkların, Allah ve mü’minleri aldatma
teşebbüslerinde hissiz ve şuursuz davrandıkları, dolayısıyla koyu bir cehâlet
içinde bulundukları açıklanır. İkincisinde “hissi olmayanın firâset ve aklı da
olmaz” gerçeğinden hareketle, yapılan uyarıları kavrayamayacakları; üçüncüsünde
ise “ilim akla tabi olduğu için aklı olmayanın ilmi de olmayacağı”ndan, yapılan
tenbîh ve ikazların mâhiyetini bilemeyecekleri ifade edilir. |
|
Bakara / 14 |
الشَيَاط۪ينُ (şeyâtîn) kelimesi “şeytanlar”
demektir. Şeytan ismi, özelde Allah’a isyan ederek O’nun lânetine uğramış İblîs’e
verilen bir isim olmakla birlikte, ayrıca kibirli, âsi, zarar verici, hak
yoldan saptıran insan ve cinler için de kullanılmıştır. (En‘âm 6/112) Burada
“şeytanlar”dan maksat özellikle münafıkların reisleri ve küfrün elebaşlarıdır.
“İstihzâ” kelimesi ise hafife alma, alay etme, izzet ve haysiyetini kırma ve
karşıdakini câhil sanma gibi mânalara gelir. Âyette, hastalıklı bir karaktere sahip olan münafıkların,
yaşadıkları toplum içinde menfaatlerini koruyabilmek ve farklı inanç gruplarına
eşit mesafede durabilmek için nasıl bir uğraş içine girdikleri görülmektedir.
“İnandık” sözüyle mü’minlerin gözlerini bağlamak isterler. Mü’minlerden ayrılıp
dostlarıyla baş başa kaldıklarında ise: “Biz sizin dostunuzuz ve sizinle
beraberiz. Hiçbir şekilde sizden ayrılmayız” derler. “Niçin kelime-i şehâdet
getiriyor, mü’minlerle beraber oluyor, onların topluluklarına katılıyor ve
onlarla birlikte hacca gidiyor ve cihad ediyorsunuz?” gibi sorulara da: “Biz
bunu ancak onlarla alay etmek için yapıyoruz. Gerçek mânada iman etmek
gönlümüzden dahi geçmiyor. Onlara hem dışımızın, hem de içimizin dinlerine
uygun olduğunu göstermeye çalışıyoruz. Gayemiz, müslümanların ganimetlerine
ortak olmak, kızlarını nikâhlamak, sırlarını öğrenmek, malımızı, çocuklarımızı
ve âilemizi onların ellerine düşmekten kurtarmaktır” derler. İşte: “Onlar,
mü’minlerle kâfirlerin arasında bocalayıp duranlardır. Tam olarak ne mü’minlere
ne de kâfirlere bağlanabilirler” (Nisâ 4/143) âyet-i kerîmesi onların bu
perişan ve dağınık hallerini tasvir eder.
Münafıkların, zâhiren inandıklarını beyânla müslümanlarla
alay ettiklerini söylemeleri üzerine, onların bu sözleri şöyle reddediliyor: |
|
Bakara / 15 |
“Allah’ın alay etmesi”nden maksat, münafıkların
mü’minlerle alay edip şeref ve haysiyetleriyle oynamalarının cezasını
vermesidir. Dolayısıyla burada benzer lafızla farklı mâna kastedilmiştir. Allah Teâlâ’nın, nifak ehlinin alaylarına mukabelesi
şu yollarla olabilir: Müminlerle alay etmelerinin zararını kendilerine
döndürür. Neticede hor ve hakir olarak alay edilecek perişan bir duruma
düşerler. Müminlere ise ciddi bir zarar veremezler. Dünyada onlara müslüman muamelesi yapılmasını emreder,
onların azgınlıklarına mühlet verir, mal ve nimetlerini artırır. Pek çok lutuf
ve ihsanda bulunur. Böylece onlar, Allah’ın kendilerinden razı olduğunu
sanırlar. Halbuki Allah, onları derece derece azaba yaklaştırmaktadır. Âhirette
de kesinlikle onlara azap edecektir. Bu mânada Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur: “Aziz ve celil olan Allah’ın bir kula,
isyana devam ettiği halde sevdiği şeyleri verdiğini görürseniz, bilin ki bu
Allah tarafından bir istidrâc yani derece derece azaba yaklaştırmaktır”. Sonra şu âyet-i kerîmeyi okudu: “Kendilerine verilen öğüt ve
yapılan uyarıları unutunca, bu defa üzerlerine bütün nimetlerin kapılarını
açtık. Nihayet kendilerine verilen nimetler yüzünden iyice şımardıkları sırada,
onları ansızın yakalayıverdik de birdenbire bütün ümitlerini yitirdiler.” (En‘âm 6/44; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 145) Âhirette ise münafıklar cehennemin en alt tabakasında
azap görmekte iken cennet nimetleri içinde yaşayan mü’minler de onlara
gülerler. Bu gerçeğe işaret edilmek üzere âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “İşte bu gün de, iman edenler o kâfilere gülerler. Koltuklar
üzerine oturmuş, onların cehennemdeki hallerini seyrederken! Nasıl, buldu mu o
kâfirler yaptıklarının tam karşılığını?” (Mutaffifîn
83/34-36) Âyette اَلطُّغْيَانُ
(tuğyân) kelimesi, küfre iyice dalmak, azgınlık yapmak ve isyanda haddi aşmak mânalarına
gelir. Bu vasfın münafıklara izâfe edilmesi; tuğyanın onlarda galip bir sıfat
olduğunu gösterir. اَلْعَمَهُ (‘ameh) kelimesi ise,
hangi yöne gideceğini bilememek, şaşkınlık ve tereddüt içinde olmaktır. Basîret
ve fikir körlüğü demektir. Allah Teâlâ, onlara mühlet verir de, alay etmelerine
bir ceza olarak dünyada şaşkınlık, tereddüt ve basîret körlüğü içinde bocalayıp
dururlar. Yahut, Allah onların azgınlıklarını artırır da işe yarar bir duygu ve
düşünceleri olmaksızın basîretsiz bir halde dolaşır dururlar. Küfür içerisinde
şaşkın şaşkın gidip gelirler.
Münafıklar, hür iradeleriyle doğru yolu bırakıp
sapıklığı almışlar, iman yolunu terk edip küfür yolunu tercih etmişlerdir.
İnsan, ancak sevdiği şeyi satın alır. Dolayısıyla onlar, küfrü imandan daha çok
sevmişlerdir: |
|
Bakara / 16 |
Münafıklar yaptıkları bu alışverişte kazançlı
çıkmamışlar, bilakis tam bir zarara uğramışlardır. Zira onlar, karlı ticâretin
hangi şartlar altında yapılacağını bilememişlerdir. Ticâretten maksat; kâr elde
etmekle beraber, sermâyeyi korumaktır. Onların sermâyeleri selîm fıtrat ve
temiz bir akıldır. Yaratılışta ilâhî bir mevhibe olarak kendilerine bu
bahşedilmişti. Bu sermayeyi kullanarak, yine ilâhî bir ihsan olarak kendilerine
lutfedilen Kur’an ve Peygamber hidâyetini kabul etmiş olsalardı büyük bir
kazanç elde edeceklerdi. Fakat bunlar, yanlış îtikâtlara saplanınca fıtrat-ı
selîmeleri yâni hidâyeti kabul edebilme melekeleri arızâlanmış ve böylece
akılları da bozularak tam bir sefih olmuşlardır. Neticede cennet ve ebedi
nimetleri kazandıracak hidâyeti vererek dünyada zilleti, ukbada ise ebedi azap
mekanı olan cehennemi satın almışlardır. Âyet-i kerîmede şöyle latîf bir işaret ve ince bir mâna
vardır: Nefsânî hazları ilâhî hakikatlere tercih edenlerin alışverişleri zarar
etmiştir. Âhireti bırakıp dünyaya râzı olanlar da apaçık bir hüsrân
içindedirler. Dünyayı ve ukbâyı Hak Teâlâ’ya tercih edenler ise daha büyük bir
ziyan içindedirler. Nimetleri kaybedenler aldanmış olurlarsa; nimetlerin gerçek
sahibi olan Allah’a münâcâttan uzak düşenler, gönül âleminde O’na yöneliş ve O’nun
tecellilerini müşâhededen mahrum kalanlar, elbette en çok aldananlar olacaktır.
(Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 26)
Buraya kadar münafıkların birtakım ayırıcı vasıfları
anlatıldı. Gelecek ayetlerde ise, muhatapların zihnine iyice yerleşmesi için
onların mânevî durumları misallerle izah edilmektedir: |
|
Enbiya suresinin 89. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 89. Ayet Arapça: وَزَكَرِيَّٓا اِذْ نَادٰى رَبَّهُ رَبِّ لَا تَذَرْن۪ي فَرْدًا وَاَنْتَ ...
Enbiya suresinin 81. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 81. Ayet Arapça: وَلِسُلَيْمٰنَ الرّ۪يحَ عَاصِفَةً تَجْر۪ي بِاَمْرِه۪ٓ اِلَى الْاَرْضِ ...
"Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder. O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır." (Saf Sûresi ...
"Meryem oğlu İsa da: “Ey İsrâiloğulları! Ben size Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim; daha önce inen Tevrat’ı doğrulamak ve benden sonra g ...
Enbiya suresinin 69. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 69. Ayet Arapça: قُلْنَا يَا نَارُ كُون۪ي بَرْدًا وَسَلَامًا عَلٰٓى اِبْرٰه۪يمَۙ Enbi ...
"Allah’a ve Rasûlü’ne gerektiği gibi inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, sizin için hayırlı olan bu ...