Sure | Ayet | Karşılaştır |
---|---|---|
Bakara / 165 |
İnsanlardan
bir kısmı dosdoğru yolun, tevhid caddesinin dışında kalmaktadır. Sonsuz
merhamet, sınırsız kudret, sayısız nimet sahibi olan Allah’ı bir tarafa
bırakıp, O’nun dışında bir kısım eşler, ortaklar ve önderler edinmekte, üstelik
Allah’ı sever gibi onları sevmektedirler. Allah’ı ve emirlerini unutacak
derecede onlarla hemhâl olmaktadırlar. Allah’a isyanı göze alarak onların
yanlış yollarından gitmektedirler. Bu ne büyük bir gaflet ve ne büyük bir
dalâlettir. Abdullah
b. Mesud (r.a.), Peygamber Efendimiz’e, “Hangi günah daha büyüktür?” diye
sorduğunda Allah Rasulü (s.a.s.): “Seni yaratan yalnızca Allah olduğu
halde, O’na başkasını ortak tutmandır”
buyurmuştur. (Buhârî, Edeb 20; Müslim, İman 141-142) İmrân b. Husayn şöyle anlatıyor: Resûlullah (s.a.s.)
babam Husayn’a: “Kaç tane ilâha tapıyorsun?”
diye sorunca babam: “Altısı yerde ve biri gökte olmak üzere yedi ilâha
tapıyorum” dedi. Peygamberimiz: “Azâbından
korkarak ve faydasını umarak hangisine ibâdet ediyorsun?” diye sordu. O da:
“Göktekine” şeklinde cevap verince Resûlullah (s.a.s.): “Sana gökteki ilâh yeter” buyurarak onu tevhid inancına çağırdı.
Sonra: “Ey Husayn! Eğer müslüman olursan
sana faydalı iki söz öğreteceğim” dedi. Husayn müslüman oldu ve: “Ya Rasûlallah,
bana o iki sözü öğret” diye talepte bulundu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.s.)
ona: “Allahım! Bana doğruyu ilham et ve
beni nefsimin şerrinden koru, de!” buyurdu. (Tirmizî, Da‘avat 69) Dolayısıyla
bu hususta iman edenlerin tuttuğu yol, en güzel yoldur. Zira onlar, şirkin her türünden
uzak durarak zâtı, sıfatları ve fiilleriyle Allah’ı tanır ve O’nu her şeyden
çok severler. Gerçekten mü’minlerin Allah’a olan sevgileri, bütün sevgilerin
üstünde, son derece sağlam ve kuvvetlidir. Onlar mal, evlat, akraba, dost ve
arkadaş gibi Allah’ın dışındaki varlıkları ise durumlarına göre ve yine Allah
için severler. Dolayısıyla muhabbet açısından bir hata içine düşmezler. Dostlarından
biri, Mârûf-i Kerhî Hazretleri’ne: “–Ey
Mârûf! Seni bu derece ibâdete sevk eden nedir?” diye sormuştu. Hazret sükût
etti. Arkadaşı ısrâr ederek: “–Ölümü
hatırlamak mı?” dedi. Mârûf-i Kerhî cevap verdi: “–Ölüm
dediğin nedir ki?” “–Kabir
ve âlem-i berzahı düşünmek mi?” “–Kabir
dediğin nedir ki?” Arkadaşı yine ısrâr ederek: “–Cehennem
korkusu veya cennet ümîdi mi?” diye sordu. Bunun üzerine Mârûf-i Kerhî
Hazretleri şu muhteşem cevâbı verdi: “–Bunlar
da nedir ki?!. Bu saydığın şeylerin hepsini elinde tutan Zât-ı Kibriyâ öyle
yüce bir Rab’dır ki, eğer O’na karşı derin bir muhabbet ve iştiyâka sahip
olabilirsen, bu dediklerinin hepsini sana unutturur. Allah ile aranda bir
mârifet, bir muhabbet meydana gelir ve bu sâyede O, saydıklarının hepsinden
seni kurtarır!” (Topbaş, Faziletler Medeniyeti-1, 217-218) Hz.
Mevlânâ, Hak âşıklarının ilâhî muhabbet bağı içinde yaşadıkları müstesnâ hâli
ne güzel anlatır: “Hak
âşıkları, ilâhî muhabbet deryâsının balıklarıdır. Onlar vuslat suyuna
kanmazlar, bu sebeple balıktan başka herkes suya kandı, nasibi olmayanın da
günü uzadıkça uzadı.” (Mevlânâ, Mesnevî, 17. beyt) Fakat
Allah’a karşı başkalarını eş ve ortak tutan, onları Allah’ı sever gibi seven ve
Allah’a karşılık onları bizzat kendilerine uyulacak varlıklar edinerek
emirlerine itaat eden, özellikle Allah Teâlâ’nın hakkı olan ilâhlık sıfatına ve
mabudluğuna başkalarını da ortak kılanlar büyük bir zulüm ve haksızlık
içindedirler. İşte “Şüphe yok ki şirk, gerçekten çok büyük bir zulümdür!”
(Lokmân 31/13) ayeti bu gerçeği beyân etmektedir. Böyle yapan zâlimler, birgün
gelecek, mutlaka Allah’ın azabını göreceklerdir. İşte o zaman ne kadar kuvvet
ve kudret varsa hepsinin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının ne kadar
şiddetli bulunduğunu da elbette anlayacaklardır. Fakat bu durum, onlara bir
fayda sağlamayacaktır. Çünkü artık dünya sayfası kapanmış, iman ve amel etme
fırsatları tükenmiş, imtihan bitmiş ve sonuçların açıklanması beklenmektedir.
Geriye dönüş yolları bütünüyle kapatılmış ve hesap vermek üzere ilâhî divan
huzurunda durulmuştur. Bu sebeple Yüce Rabbimiz, yanlış yolda yürüyen
insanların, dönüşü mümkün olmayan bu noktaya gelmeden ve çaresiz bir pişmanlık
içine düşmeden önce akıllarını başlarına almalarını, Allah’ın kudret ve
kuvvetini tanımalarını ve O’nun şiddetli azabından korunmaya çalışmalarını
öğütlemektedir. Zira
kıyâmet günü, çok dehşetli bir gündür. O günün durumu, dünya hayatına benzemez.
O gün kişi anasından, babasından, kardeşinden, eşinden ve evladından, yani en
sevdiklerinden kaçacaktır. (Abese 80/34-36)
Dolayısıyla o gün gelip de azâbı gördükleri zaman kendilerine uyulan
önderler dünyadayken savundukları dâvânın bâtıl olduğunu itiraf ederek,
kendilerine uyanlardan uzaklaşırlar, onlara lânetle mukabelede bulunurlar ve
böylece aralarındaki bütün bağlar kopup parçalanır. Kötülerin ardından
gidenler, uydukları o meymenetsizlerin kendilerinden uzaklaştıklarını görünce, dünyada
onlara uyduklarına pişman olurlar; “keşke tekrar dünyaya dönebilsek de bunların
şu anda bizden kaçtıkları gibi biz de orada onlardan kaçabilsek ve onlara
uymasak!” derler. Fakat artık bu mümkün değildir. Allah Teâlâ onlara, azâbın
inişini ve birbirlerinden uzaklaşmalarını gösterdiği gibi, şiddetli
pişmanlıklar doğuracak amellerini de gösterecektir. Onlar, küfürleri sebebiyle
iyi amellerinin boşa çıkmasına ve yaptıkları kötülüklere pişman olacaklardır.
“Keşke iyiliklerimiz yok olmasaydı, keşke günah işlemeseydik” diye yakınıp
duracaklardır. Müfessir Süddî’nin nakline göre, kıyâmet günü kâfirlere cennet
gösterilir. Onlar Allah’a itâat etmiş olanlara verilecek köşklere bakarlarken:
“Eğer siz Allah’a itaat etmiş olsaydınız bu köşkler sizin olacaktı” denilir.
Bunlar mü’minler arasında taksim edilince kâfirler son derece pişmanlık
duyarlar. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 102-103) Sonra cehenneme atılırlar
ve oradan asla çıkamazlar.
Bu
değişmez gerçekler ve kaçınılmaz sonuçlar sebebiyle, takip eden ayetlerde
Cenab-ı Hak bütün insanları ikaz etmekte ve şeytana uymaktan sakındırmaktadır: |
|
Bakara / 168 |
Allah
Teâlâ yeryüzünde kullarına sayısız nimetler; yiyecek ve içecekler ikram
etmiştir. Ancak onların kullanımıyla alakalı bir kısım ilâhî ölçüler
konulmuştur. Bu ölçülerin başında, nimetin “helâl” ve “tayyib” olması
gelmektedir. Helâl; dinin izin verdiği, yapılmasına müsaade ettiği, hakkında
bir yasaklama ve kısıtlama bulunmayan durumlardır. Tayyib ise akıl sahibi ve
temiz tabiatlı insanların hoşlandığı ve lezzet aldığı temiz, güzel ve faydalı
şeylerdir. Bu gibi prensipleri dikkate alarak bu nimetlerden istifade etmek
gerekir. Dinimiz, haram ve pis olan şeyleri yasakladığı gibi, Allah’a daha
fazla ibâdet kastıyla aşırı gidip, mübah olan bu ilâhî ikramlardan kendimizi
mahrum bırakmayı da hoş karşılamaz. Aksine dengeli bir tutum içinde olmamızı
tavsiye eder. Yeme içme konusunda şeytanın adımlarını takip etmekten bizi
sakındırır. Çünkü o, bizim apaçık düşmanımızdır. Gözümüzle göremesek de
gizliden gizliye içimize, kanımıza girer ve kalbimize hep kötü vesveseler
verir. Bize hep günahları, ruhumuzu karartıp kalbimize acı verecek kötülükleri,
çirkin ve fenâ şeyleri emreder. Daha ötesi Allah hakkında bilgimiz olmayan
yanlış sözleri söylememizi de emreder: ·
Allah’ın zâtı ve mâhiyeti, ·
O’nun sıfatları, gayb ve varlık âlemindeki sırları ve hikmetleri, ·
Yine O’nun helâl veya haram saydığı, murdar veya temiz buyurduğu
şeyler hakkında delilsiz olarak zannımıza göre konuşmamızı, akıl ve mantığımıza
göre hüküm vermemizi ister. Halbuki
yapmamız gereken şeytanın adımlarına uymak değil, Allah ve Rasulü’nün emrini
tutmaktır. Rabbimiz hakkında, dinimiz hakkında, neyin helâl neyin haram olduğu
hususunda kesin bir bilgi ve delile dayanmaksızın konuşmamaktır.
Buna
rağmen: |
|
Bakara / 170 |
Bu
âyet-i kerîmeler, Peygamberimiz’in yahudileri İslâm’a davet edip Allah’ın
azabından sakındırdığı vakit onlardan bazılarının: “Biz, babalarımızı hangi yol
üzere bulduysak ona uyarız. Çünkü onlar bizden daha âlim ve daha hayırlı
idiler” demeleri üzerine inmiştir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 107-108)
Fakat âyetler, bu şekilde davranan herkesi şumûlüne almaktadır. Kur’an,
insanların şahsî telakkilerini ve atalarından gördükleri bir kısım İslâm’a
aykırı adet ve gelenekleri bir tarafa bırakıp kayıtsız şartsız Allah’ın
buyruklarına tabi olmalarını ister. Nefsânî bir hayatı terk edip, Rahmânî bir
hayata yönlendirir. Körü körüne taklidi yasaklar ve reddeder. “Biz atalarımızın
yolunu takip eder, onlardan gördüğümüzü uygular, başka bir şey tanımayız”
şeklindeki, hiçbir akıl, mantık ve sağduyunun kabul etmeyeceği, sırf taklit,
inat ve ısrar kokan bâtıl düşünceleri kökünden söküp atar. Böyle bir ön kabulü,
kendisine akıl, zeka, ilim ve irfan verdiği kuluna yakıştıramaz. Ondan aklını,
tefekkür melekelerini ve hür iradesini çalıştırmasını ister. Atalarının akıllı
davranamadıklarını, doğruyu bulamadıklarını ve hidâyete eremediklerini yani
yanlış yolda olabileceklerini sorgulamasını talep eder. Günahıyla sevabıyla
kendinden ve kendi istikbalinden sorumlu olan kişinin yapması gereken en doğru
hareket; hakla bâtılı, hayırla şerri, faydalıyla zararlıyı, iyiyle kötüyü
birbirinden ayırmaktır. Bunun için de ilâhî hükümleri ve doğru delilleri bilmek
lazımdır. Zira bir şeye uymak için, onun eskiliği veya yeniliğine değil,
Allah’ın emrine uygun olup olmadığına bakmak gerekir. Bu
gerçeği kavrayıp şuurlu bir şekilde hakka kulak vermeyen ve taklit yolunu tutup
inkâr çukurlarında kaybolan kâfirlerin durumunu devam eden âyet-i kerîme bir
hayvan sürüsüne benzetmektedir: Ortada kulakları dikkat çeken bir hayvan sürüsü
bulunuyor. Ama bu kulaklar, çobanın bağırış ve çağırıştan başka bir şey
işitmiyor. O hayvanlar duydukları sözlerin mânasını ise hiç anlamıyorlar. İşte
kâfirlerin hali de böyledir. Hayvanın, kendisine
seslenen çobanın sesini duyduğu halde ne söylediğini anlamadığı gibi, kâfirler
de kendilerine açıklanan ayetleri, tebliğ ve davetleri duyar da bunların ihtiva
ettiği hakikatleri bir türlü anlamaz ve inkârlarından vazgeçemezler. Bir
taraftan sadece kuru gürültülere, mânasız konuşmalara kulak verirler; diğer
taraftan da haykırma kabilinden daha çok faydasız ve boş sözler sarfederler.
Kendileri için son derece faydalı olan Allah’ın buyruklarına kulak vermez, dini
mevzulara alaka duymazlar. Bu bakımdan onlar hayvandan da daha aşağı
seviyededirler. Zira hayvanlar görür, işitir ve bağırırlar. Fakat kâfirler
manen sağır, dilsiz ve kördürler; ilâhî hakikatleri ne dinler, ne konuşur ne de
görürler. Bu sebeple akılları da dumura uğradığından, istenen şekilde
çalışamaz. Hz.
Mevlânâ, inkâr ve günahlara dalmış bu tip kimselerin, gönül kapılarını İslâm’ın
güzelliklerine nasıl kapadıklarını şu misalle ne güzel dile getirir: Adamın
biri, büyük bir şehre gelmişti. Çarşıyı gezerken güzel kokular satan attarların
sokağına saptı. Dükkanlardan gül, menekşe kokuları dalga dalga sokağa
dökülüyordu. Adam birkaç adım attı. Güzel kokular başını döndürmüştü. Fazla dayanamadı,
düşüp bayıldı. Halk, bayılan adamın başına üşüşmüştü. Kimi kalbini yokluyor,
bileklerini ovuyor, kimisi de gül suyu ile yüzünü yıkıyordu. Ne yaptılarsa
adamı ayıltamamışlardı. Ferahlatıcı kokular, gülsuları boşuna harcanmış, adam
bir türlü kendine gelememişti. Baygınlığı daha çok artmıştı. Çaresiz kaldılar.
Etrafa haber salarak akrabalarını arattılar. Hiç kimse adama sahip çıkmıyor,
saatler geçtiği halde adam da bir türlü kendine gelemiyordu. Akşama doğru
oradan geçen bir debbağ[1],
adamı tanımıştı. Kalabalığa seslendi: “-
Sakın ona gülsuyu serpmeyin! Ben onun hastalığının ne olduğunu biliyorum. Siz
ona hiç dokunmayın, ben biraz sonra geleceğim” diyerek uzaklaştı. Bir virâneye
girdi. Avucuna bir parça hayvan pisliği aldı. Attarlar sokağına gelerek,
elindeki hayvan pisliğini gizlice bayılan adamın burnuna tuttu. Hayret!.. Adam
kendine gelmeye başladı. Biraz sonra da ayağa kalktı. Debbağla birlikte
yürüyerek gitti. Çünkü bayılan adam da bir debbağdı. Yıllarca kokmuş deriler
arasında pis kokulara alışmış, attarlar sokağında güzel kokulara dayanamayarak
düşüp bayılmıştı. (bk. Mevlânâ, Mesnevî, 260-300. beyitler) Hz.
Mevlânâ bu hikayeyi naklettikten sonra şu öğütlerde bulunur: “Mayıs
böceği dâima pislik taşır durur. Bu yüzden de gül suyundan bayılır. Onun ilâcı
yine pis kokulu şeylerdir. Çünkü ona alışmıştır, onunla hall ü hamur olmuştur.
Nasîhatçiler de, kasvetli kişiyi, kendisine bir kapı açılması, iyileşmesi ve şifa
bulması için hikmetli güzel sözlerle, amberle, gülsuyu ile tedâvî etmek
isterler. Kime öğüdün güzel kokusu fayda vermezse, muhakkak o, kötü kokulara
alışmıştır. Sen de nurdan, öğütten, iyilik ve güzellikten nasîbini al!..
Burnunu pisliğe sokma da, mayıs böceği olma! İnsan ol, insan!” Sabah
meltemi; gül, karanfil ve nâdîde çiçeklerini açmış bir bahçe üzerinden eserek
geçtiği zaman, nefis, leziz ve gönüllere bahar ferahlığı veren kokularını,
estiği yerlere alır götürür. Gönül erleri, sâlihler ve arifler de,
kalblerindeki muhabbet, aşk ve vecdlerini sohbetlerine taşırlar. Kalblerindeki
esrârın nûru cemâate akseder. İn’ikâs ve insibağ yani boyanma neticesinde
kâbiliyyet ve istidada göre gönüller, feyz ve hakikatin nûru ile dolar. Teaffün
etmiş, kokuşmuş mezbele ve leşler üzerinden geçip gelen bir meltem de, onların
mülevves kokularını alarak etrafa yayar, nefesleri tıkar ve ruhları daraltır.
Kulluk lezzetinden mahrum fâsıkların meclislerinde de çevrelerine kasvet
yayılır. Onlar da birbirlerinin kasvetleri ile hem-hâl olurlar. Kasvetlerinin
yârenliği ile lezzetlenirler. Şunu unutmamak gerekir ki, insanın manen dirilip gönlünün harekete geçmesi ve semâvî gerçeklere kulak verebilmesi için yediği Lokmânın helâl ve temiz olmasının çok büyük bir ehemmiyeti vardır. Gelen ayetler bu gerçeğe temas etmektedir: [1] Debbağ: Deri işiyle
uğraşan, derilerileri terbiye eden kişi.. |
|
Bakara / 171 |
Bu âyet-i kerîmeler, Peygamberimiz’in yahudileri İslâm’a davet edip Allah’ın azabından sakındırdığı vakit onlardan bazılarının: “Biz, babalarımızı hangi yol üzere bulduysak ona uyarız. Çünkü onlar bizden daha âlim ve daha hayırlı idiler” demeleri üzerine inmiştir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 107-108) Fakat âyetler, bu şekilde davranan herkesi şumûlüne almaktadır. Kur’an, insanların şahsî telakkilerini ve atalarından gördükleri bir kısım İslâm’a aykırı adet ve gelenekleri bir tarafa bırakıp kayıtsız şartsız Allah’ın buyruklarına tabi olmalarını ister. Nefsânî bir hayatı terk edip, Rahmânî bir hayata yönlendirir. Körü körüne taklidi yasaklar ve reddeder. “Biz atalarımızın yolunu takip eder, onlardan gördüğümüzü uygular, başka bir şey tanımayız” şeklindeki, hiçbir akıl, mantık ve sağduyunun kabul etmeyeceği, sırf taklit, inat ve ısrar kokan bâtıl düşünceleri kökünden söküp atar. Böyle bir ön kabulü, kendisine akıl, zeka, ilim ve irfan verdiği kuluna yakıştıramaz. Ondan aklını, tefekkür melekelerini ve hür iradesini çalıştırmasını ister. Atalarının akıllı davranamadıklarını, doğruyu bulamadıklarını ve hidâyete eremediklerini yani yanlış yolda olabileceklerini sorgulamasını talep eder. Günahıyla sevabıyla kendinden ve kendi istikbalinden sorumlu olan kişinin yapması gereken en doğru hareket; hakla bâtılı, hayırla şerri, faydalıyla zararlıyı, iyiyle kötüyü birbirinden ayırmaktır. Bunun için de ilâhî hükümleri ve doğru delilleri bilmek lazımdır. Zira bir şeye uymak için, onun eskiliği veya yeniliğine değil, Allah’ın emrine uygun olup olmadığına bakmak gerekir. Bu gerçeği kavrayıp şuurlu bir şekilde hakka kulak vermeyen ve taklit yolunu tutup inkâr çukurlarında kaybolan kâfirlerin durumunu devam eden âyet-i kerîme bir hayvan sürüsüne benzetmektedir: Ortada kulakları dikkat çeken bir hayvan sürüsü bulunuyor. Ama bu kulaklar, çobanın bağırış ve çağırıştan başka bir şey işitmiyor. O hayvanlar duydukları sözlerin mânasını ise hiç anlamıyorlar. İşte kâfirlerin hali de böyledir. Hayvanın, kendisine seslenen çobanın sesini duyduğu halde ne söylediğini anlamadığı gibi, kâfirler de kendilerine açıklanan ayetleri, tebliğ ve davetleri duyar da bunların ihtiva ettiği hakikatleri bir türlü anlamaz ve inkârlarından vazgeçemezler. Bir taraftan sadece kuru gürültülere, mânasız konuşmalara kulak verirler; diğer taraftan da haykırma kabilinden daha çok faydasız ve boş sözler sarfederler. Kendileri için son derece faydalı olan Allah’ın buyruklarına kulak vermez, dini mevzulara alaka duymazlar. Bu bakımdan onlar hayvandan da daha aşağı seviyededirler. Zira hayvanlar görür, işitir ve bağırırlar. Fakat kâfirler manen sağır, dilsiz ve kördürler; ilâhî hakikatleri ne dinler, ne konuşur ne de görürler. Bu sebeple akılları da dumura uğradığından, istenen şekilde çalışamaz. Hz. Mevlânâ, inkâr ve günahlara dalmış bu tip kimselerin, gönül kapılarını İslâm’ın güzelliklerine nasıl kapadıklarını şu misalle ne güzel dile getirir: Adamın biri, büyük bir şehre gelmişti. Çarşıyı gezerken güzel kokular satan attarların sokağına saptı. Dükkanlardan gül, menekşe kokuları dalga dalga sokağa dökülüyordu. Adam birkaç adım attı. Güzel kokular başını döndürmüştü. Fazla dayanamadı, düşüp bayıldı. Halk, bayılan adamın başına üşüşmüştü. Kimi kalbini yokluyor, bileklerini ovuyor, kimisi de gül suyu ile yüzünü yıkıyordu. Ne yaptılarsa adamı ayıltamamışlardı. Ferahlatıcı kokular, gülsuları boşuna harcanmış, adam bir türlü kendine gelememişti. Baygınlığı daha çok artmıştı. Çaresiz kaldılar. Etrafa haber salarak akrabalarını arattılar. Hiç kimse adama sahip çıkmıyor, saatler geçtiği halde adam da bir türlü kendine gelemiyordu. Akşama doğru oradan geçen bir debbağ[1], adamı tanımıştı. Kalabalığa seslendi: “- Sakın ona gülsuyu serpmeyin! Ben onun hastalığının ne olduğunu biliyorum. Siz ona hiç dokunmayın, ben biraz sonra geleceğim” diyerek uzaklaştı. Bir virâneye girdi. Avucuna bir parça hayvan pisliği aldı. Attarlar sokağına gelerek, elindeki hayvan pisliğini gizlice bayılan adamın burnuna tuttu. Hayret!.. Adam kendine gelmeye başladı. Biraz sonra da ayağa kalktı. Debbağla birlikte yürüyerek gitti. Çünkü bayılan adam da bir debbağdı. Yıllarca kokmuş deriler arasında pis kokulara alışmış, attarlar sokağında güzel kokulara dayanamayarak düşüp bayılmıştı. (bk. Mevlânâ, Mesnevî, 260-300. beyitler) Hz. Mevlânâ bu hikayeyi naklettikten sonra şu öğütlerde bulunur: “Mayıs böceği dâima pislik taşır durur. Bu yüzden de gül suyundan bayılır. Onun ilâcı yine pis kokulu şeylerdir. Çünkü ona alışmıştır, onunla hall ü hamur olmuştur. Nasîhatçiler de, kasvetli kişiyi, kendisine bir kapı açılması, iyileşmesi ve şifa bulması için hikmetli güzel sözlerle, amberle, gülsuyu ile tedâvî etmek isterler. Kime öğüdün güzel kokusu fayda vermezse, muhakkak o, kötü kokulara alışmıştır. Sen de nurdan, öğütten, iyilik ve güzellikten nasîbini al!.. Burnunu pisliğe sokma da, mayıs böceği olma! İnsan ol, insan!” Sabah meltemi; gül, karanfil ve nâdîde çiçeklerini açmış bir bahçe üzerinden eserek geçtiği zaman, nefis, leziz ve gönüllere bahar ferahlığı veren kokularını, estiği yerlere alır götürür. Gönül erleri, sâlihler ve arifler de, kalblerindeki muhabbet, aşk ve vecdlerini sohbetlerine taşırlar. Kalblerindeki esrârın nûru cemâate akseder. İn’ikâs ve insibağ yani boyanma neticesinde kâbiliyyet ve istidada göre gönüller, feyz ve hakikatin nûru ile dolar. Teaffün etmiş, kokuşmuş mezbele ve leşler üzerinden geçip gelen bir meltem de, onların mülevves kokularını alarak etrafa yayar, nefesleri tıkar ve ruhları daraltır. Kulluk lezzetinden mahrum fâsıkların meclislerinde de çevrelerine kasvet yayılır. Onlar da birbirlerinin kasvetleri ile hem-hâl olurlar. Kasvetlerinin yârenliği ile lezzetlenirler. Şunu unutmamak gerekir ki, insanın manen dirilip gönlünün harekete geçmesi ve semâvî gerçeklere kulak verebilmesi için yediği Lokmânın helâl ve temiz olmasının çok büyük bir ehemmiyeti vardır. Gelen ayetler bu gerçeğe temas etmektedir: [1] Debbağ: Deri işiyle uğraşan, derilerileri terbiye eden kişi.. |
|
Bakara / 172 |
168.
ayette bütün insanlara hitap edilerek yalnızca helâl ve temiz rızıklardan
yemeleri emredilmişti. Bu âyet-i kerîme ise, mü’minlere hitapla başlamakta ve
olardan: › İhsan edilen
rızıkların temiz ve helâl olanlarından yemelerini; kötü ve haram olanlarından
kaçınmalarını, › Sadece Allah
Teâlâ’ya kulluk şuuru içinde, yine O’na şükretmelerini istemektedir. Zira
Cenab-ı Hakk’ın rızık olarak verdiği şeylerin imtihan gerçeği ve hayatın bir
kısım dengeleri açısından helâli olduğu gibi haramı, temizi olduğu gibi temiz
olmayanı da mevcuttur. O halde rızıkların temizlerinden ve kimsenin hakkı
geçmeden, meşrû şekilde kazanılan helâllerinden insana yakışır tarzda
yenmelidir. Yemede ölçülü olmak gerektiği gibi helâl, hoş ve temiz şeyleri de
haram saymamak lazımdır. Âyet-i
kerîmedeki “yiyiniz” emri genel mânada “mübahlık” ifade etse de, bir kısım
“yeme”lerin vacip olmasını engellemez. Zira yemenin mübah olan kısmı olduğu
gibi, farz olan kısmı da vardır. Mesela bir insanın ölmeyecek kadar yemesi
farzdır. Bir kimse, imkânı olduğu halde yemez de açlıktan ölürse intihar etmiş
sayılır ve günahkâr olur. Sonra zarûret miktarından fazla olarak ibâdete kuvvet
kazanmak için yemek menduptur. Doyacak kadar yemek mübah, ondan fazlası ise
haramdır. İşte “yiyiniz” emri bütün bunları içine almaktadır. (Râzî, V, 9) O
halde mü’min, temiz ve helâl olan rızıklardan geçimini temin edecek, kendisine
bu nimetleri ikram eden Allah Teâlâ’ya şükredecektir. Sahip olduğu her türlü
nimeti, helâl ve temiz rızıklarla beslenen vücudunu, görünen ve görünmeyen
azalarını, yaratılış gayelerine uygun bir şekilde kullanacaktır. Çünkü şükrün
gerçek bir şekilde yerine getirilmesi, nimeti ihsan edene bu suretle karşılık
vererek saygı göstermektir. Habîb-i
Ekrem Efendimiz, bir insanın duasının kabul edilebilmesi için, harâm ve helâle
dikkat etmesi gerektiğini vurgulayarak şöyle buyurur: “Allah Teâlâ temizdir, ancak temiz olanları kabul eder. O,
peygamberlerine emrettiği şeyi mü’minlere de emretmiştir. Cenâb-ı Hak
peygamberlere: «Ey
peygamberler! Temiz ve helâl olan rızıklardan yiyin ve dâima sâlih ameller
işleyin» (Mü’minûn
23/51) buyurmuştur. Mü’minlere de aynı şekilde: «Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz ve helâl
olanlarından yiyin!» (Bakara 2/172) buyurmuştur. Bir kimse Allah yolunda uzun
seferler yapıyor. Saçı başı dağınık, toza toprağa bulanmış vaziyette ellerini
gökyüzüne açarak: «Yâ Rabbî! Yâ Rabbî!» diye yalvarıyor. Halbuki onun yediği
harâm, içtiği harâm, gıdası da harâmdır. Böyle birinin duası nasıl kabul
edilir!” (Müslim, Zekât 65) Helâl
lokma yeme bakımından Seyyid Nur Muhammed Bedvânî (k.s.)’un şu gayreti örnek
alınmaya değer bir davranıştır: “Hazret
midesine haram girmemesi için elinden geleni yapardı. Yiyeceği ekmeğin
buğdayını bulur, ununu öğütür, hamurunu eli ile yoğurur, ekmeğini de kendisi
pişirirdi. Ekmeği kurutur, bir yere bırakır, açlık bastırınca ondan alır yerdi.
Çok da yemezdi, açlığını giderecek kadar bir parça alırdı. Sonra yine murakabe
hâline dalar giderdi. Ekmeği bitince yine kendisi ekmeğini pişirirdi. Önceki
gibi yer, ibâdetine, taatine, murakabesine devam ederdi. Murakabe hâli o kadar
çok idi ki, bu yüzden beli yay gibi olmuştu.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s.
808) İşte
Yüce Rabbimiz, insanın maddi-mânevî hayatına, onun dünya ve âhiret saadet ve
selametine büyük önem verdiği için neyin helâl neyin haram olduğunu bizzat
kendisi beyân etmektedir. Çünkü akıl ile bunları tam olarak belirleyebilmek
çoğu zaman mümkün olmamaktadır. Âyet-i kerîmede haram olan yiyeceklerin dört
tanesi zikredilmektedir:
Leş: Kendiliğinden ölmüş ya da usulüne uygun kesilmeden öldürülmüş
hayvanın eti haramdır. Hayvanın etinin yenilebilmesi için kesim esnasında
canlı olması, bu kesim sonucunda ölmüş olması gerekir.
Kan: Eti yenen hayvan bile olsa, canlı veya ölü hayvanın
vücudundan akıp ayrılmış olan kan haramdır. En‘âm sûresinin 145. âyetindeki
“akıtılmış kan” ifadesi bunu açıklamaktadır. Buna göre bedende et içinde,
ciğerlerde ve dalakta kalan kan et hükmünde olup, helâldir.
Domuz eti: İslâm’da domuz eti kesin olarak haram kılınmıştır.
Allah’tan başkasının adına kesilmiş hayvanın eti haramdır. Âyetin
bu kısmıyla her şeyden önce, putlar adına kesilen, onlara kurban edilen
hayvanlar kastedilmektedir. Zira müşrikler, putlar için kurban keserken
seslerini yükseltip “Lât’ın ismiyle, Uzzâ’nın ismiyle” derlerdi. Bir müslümanın
veya Ehl-i kitabın unutarak veya unutmadan kasdi olarak besmele çekmeksizin
kestiği hayvanın etinin yenilip yenilmeyeceği hususunda mezhep âlimleri
arasında görüş ayrılığı vardır. Hanefilere göre sadece kasıtlı olarak Allah’ı
anmadan kesilen hayvanın eti haramdır. Burada
Allah Teâlâ bir istisna yaparak, zaruret hallerinde nasıl davranılması
gerektiğine ışık tutmaktadır. Helâl yiyecek bulamadığı için hayâtî tehlike, bir
kısım uzuvların kaybolmasına etki edecek şiddetli açlık veya zorlama ile
yüzyüze gelenlerin, Allah’ın haram kıldığı şeylerden zarûret miktarı
yemelerinde bir günah yoktur. Ancak iki şarta dikkat edilmelidir: Birincisi
böyle bir durumda kalan kişi, aynı durumdaki bir başkasına haksızlık
yapmamalıdır. Meselâ kendisi gibi zaruret içinde olan bir kimsenin yanında
bulduğu bir leşten kendi açlığını giderecek kadar alıp bunu yalnız başına yer
ve diğeri yiyecek hiçbir şey bulamadığı için açlıktan ölürse bu haramdır.
İkincisi, haram şeyi yemek zorunda kalan kimsenin, sadece açlığını giderecek
miktar yemesi, ondan fazlasını yememesi lazımdır. Allah Gafûrdur; kullarının
her türlü günahlarını, hususiyle böyle durumlarda yenilen haram şeyin günahını
bağışlar. Rahîmdir; merhameti sınırsızdır, özellikle böyle zor durumda
kalanlara bir kısım ruhsatlar vermek sûretiyle merhamet eder.
Ancak
bile bile Allah’ın ayetlerini gizleyen, hükümlerini az bir dünyalık karşılığı
satan ve tercihini sapıklık istikametinde kullananlar ilâhî bağış ve
merhametten istifade edemeyecekler, bilakis cehenneme atılacaklardır: |
|
Bakara / 174 |
Bu
âyetler öncelikle Tevrat ve İncil’deki Peygamberimizle alakalı bilgileri
gizleyen ve bir kısım dünya menfaati beklentisi içinde dini metinleri bilinçli
olarak maksadının aksine yorumlayan yahudi din âlimlerini hedef alsa da, umumi mânada
Allah’ın ayetlerini, dini hakikatleri çıkarları doğrultusunda insanlardan
gizleyen, yanlış yorumlayan ve dini bir ticaret vasıtası yapan her kişi ve
toplulukları ikaz etmektedir. Zira insanlığı sapıklıktan kurtarıp doğru yola
erdirmek, onlara iki dünyanın saadet yollarını göstermek üzere gönderilen ilâhî
kitapları ve ayetleri böyle dünyevî ve süflî arzularla gizlemek ve bir menfaat
aracı olarak kullanmak, gerçekten büyük bir günahtır. Onlar, bu cüretlerinin
karşılığında ne kadar yüksek meblağlar elde ederlerse etsinler bu, âhirette
karşılaşacakları azaplar ve kaybedecekleri nimetlerle mukayese edildiğinde “çok
az bir şey” hükmünde olacaktır. Bu şekilde onlar karınlarına, hiç boş yer
kalmayacak biçimde sadece ateş doldurmaktadırlar. Haksız yollarla aldıkları
ücretler ve yedikleri şeyler, içlerinde gerçek bir ateş olacak ve onları
devamlı yakacaktır. Kıyamet gününde Allah, onlara söz söylemeyecek, rahmetle
iltifat etmeyecektir. “Kötülüğün karşılığı, ona denk bir cezadır” (Şûrâ
42/40) kaidesi gereğince, dünyada Allah’ın kelâmını gizleyen bu bahtsızlar, âhirette
Yüce Yaratıcı’nın rahmet sözünden mahrum kalacaklardır. Allah onları tezkiye
etmeyecek, günahlarını affetmeyecek ve onları temize çıkarmayacaktır. Böylece
bütün günah kirleriyle perişan bir halde mahşer yerine geleceklerdir. Neticede
onlar, acı ve ıstırap veren devamlı bir azaba düçâr kalacaklardır. Çünkü
onlar, hem kendileri hem de hitap ettikleri insanlar için hidâyet kaynağı olan
Allah’ın ayetlerini gizlemek ve onları hedefinden saptırmak suretiyle doğru yol
karşılığında sapıklığı satın almışlardır. Aynı şekilde kıymetini bilenlerin
elde etmek için büyük gayret gösterdikleri ilâhî affı vererek de âhirette
çekecekleri azâbı satın almışlardır. Dolayısıyla kazandıkları en büyük sermaye
sadece sapıklık ve azap olmuştur. Âyet-i kerîme bir taaccüp ifadesiyle son
bulmaktadır: “Onlar, ateşe karşı ne kadar da dayanıklı imişler!” (Bakara
2/175) Burada ateşten maksat, ona sürükleyen sebepler ve günahlardır. Hayırlı
işler ve iyilikler yapmaya, istikamet, doğruluk ve dürüstlüğe, ilâhî
hakikatleri açıklamaya, dünya zevklerinden birini bile fedâ etmeye asla
sabredemeyen bu kişiler, ateşe götürecek ameller yapmakta ne kadar büyük
sabırlar göstermektedirler. Hâsılı ebedî olarak ateşte yanmak için ne kadar zor
işlere katlanmaktadırlar. Fakat görüldüğü üzere bu sabır, övgüye layık ve sonu
selâmet olan bir sabır değil, akıbeti ebedî bir felâket olan çaresizliktir. Onların
böyle hazin bir akıbet ve büyük bir azaba uğramaları sebepsiz ve haksız
değildir. Şüphesiz Cenâb-ı Hak, bütün ilâhî kitapları gerçekleri açıklamak
üzere indirmiştir. Kur’ân-ı Kerîm gibi asılları itibariyle Tevrat, İncil ve
Zebur da bu hükme tabidir. Hepsi Allah kelâmıdır ve hepsine iman etmek şarttır.
Dolayısıyla ilâhî kitaplar hakkında anlaşmazlığa düşenler; bunların hepsine
inanmayıp da bir kısmına inananlar, Kur’an’ın bazı ayetlerini kabul edip bazı
ayetlerini reddedenler ve yine Kur’an hakkında şiir, sihir ve kehânet gibi
iddialarda bulunanlar, elbette doğru olandan çok uzak bir ayrılık, anlaşmazlık
ve sapkınlık içine düşmüşlerdir. Bu durumda olan kimselere layık olan ise,
ebedî cehennemdir.
O
halde kişiyi cehennem azabından kurtaracak ve cennete ulaştıracak gerçek
iyilikler nelerdir? Gelen âyet-i kerîme bunu haber vermektedir: |
|
Bakara / 177 |
Âyet-i
kerîme, bütün insanlara hitap etmektedir. Bu beyânıyla, en faziletli amelin
kendi kıblelerine yönelmek olduğunu düşünen ve Kâbe’nin kıble olmasına şiddetle
karşı çıkan Ehl-i kitab’ın iddialarını çürüttüğü gibi, Kâbe’ye yönelmekle
gayelerine ulaşmış olduklarını zanneden mü’minlere de gerçek iyiliğin yollarını
göstermektedir. Allah Teâlâ’nın muradı ise, sadece kıbleye dönülmesi değil,
sayılan bu iyilikleri yapmak ve bu güzel ahlâkî vasıflara sahip olmaktır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
V, 30-31) Âyet-i
kerîme özellikle “birr”i tanımlar. اَلْبِرُّ (birr) kelimesi, “hayırlı işlerde bolluk ve
genişlik” mânasındadır. Bundan hareketle bu kelime Kur’ân-ı Kerîm’de iman ve ibâdetten
başlamak üzere her türlü hayır, iyilik, ihsan, itaat, doğruluk ve takvâ mânalarını
içine alacak şekilde kullanılmıştır. Peygamber Efendimiz ise “birr”i, “güzel
ahlâk” olarak tarif etmiştir. (Müslim, Birr 14-15) Âyette
“birr” tarif edilirken dört hususa dikkat çekilmektedir: Birincisi,
iman esasları: Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere
iman etmek. Bütün güzelliklerin ve mânevî kemâlâtın başı imandır. İman kalbe
yerleşmeden ve orada kökleşmeden sâlih amellerin yapılması zor olacağı gibi,
bundan hayırlı bir semere beklemek de nâfiledir. Bu bakımdan âyet-i kerîmelerde
öncelikle imana yer verilmektedir. İmanın makbul olması için de inanılması
gereken bütün esaslara, Rabbimizin istediği şekilde iman etmek lüzumu vardır.
Peygamberimiz (s.a.s.): “Allah’ı rab, İslâm’ı din, Muhammed’i peygamber olarak benimseyip
onlardan razı olan kişi, imanın tadını tadar” (Müslim, Îman 56; Tirmizî, İmân
10/2623) buyurmaktadır. İkincisi,
ibâdetler: İhtiyaç sahiplerine gönüllü olarak ve seve seve harcamada bulunmak,
namazı kılmak ve zekâtı vermek. İmandan sonra ibâdetler gelmektedir. İman,
adeta İslâm ağacının kökleri, ibâdetler ise onun gövdesi, dal ve budakları
gibidir. Güzel ahlâk ve coşkun manevî duygular ise onun çiçek ve meyveleri
mesâbesindedir. İslâm’da ibâdet hayatının ne kadar önemli olduğunu göstermesi
açısından şu rivayetler oldukça dikkat çekicidir: Sa‘d
b. Ebî Vakkâs (r.a.) anlatıyor: “İki
kardeş vardı. Bunlardan biri diğerinden kırk gün evvel vefat etti. Resûlullah (s.a.s.)’in
yanında birinci kardeşin faziletinden bahsedildi. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.): «–Diğeri müslüman değil miydi?» diye sordu. «–Evet
ey Allah’ın Rasûlü, müslümandı ve fenâ biri de değildi!» dediler. Resûlullah (s.a.s.): «–Namazının ona ne dereceler kazandırdığını siz nereden
bileceksiniz? Namazın misali, sizden birinin kapısının önünde akan ve her gün
içine beş defâ girip yıkandığı, suyu bol ve tatlı bir nehir gibidir. Ne
dersiniz, bu durum onda hiç kir bırakır mı? Siz namazın onu hangi derecelere
ulaştırdığını bilemezsiniz.»” (Muvatta’,
Kasru’s-Salât 91) Abdullah
b. Şeddâd şöyle anlatıyor: Benî Uzre kabilesinden üç kişi Resûlullah (s.a.s.)’e
geldiler ve müslüman oldular. Allah Resûlü: “−Bunların bakımını kim üstlenir?” diye sordu.
Talha (r.a.): “−
Ben yâ Resûlallah!” dedi. Onlar
Talha (r.a.)’ın yanında iken Resûlullah (s.a.s.) bir seriye gönderdi. O üç
kişiden biri bu birlik içinde çıktı ve şehîd oldu. Daha sonra bir seriyye daha
gönderdi. Bununla da ikincisi çıktı ve o da şehîd oldu. Üçüncü şahıs ise bir
müddet sonra yatağında vefât etti. Talha (r.a.) bundan sonrasını şöyle anlatır: “−Yanımda
kalan bu üç şahsı rüyamda cennette gördüm. Yatağında ölen en öndeydi, ikinci
sırada şehîd olan onu takip ediyordu, ilk defa şehîd düşen de en sondaydı.
Şaşırdım ve bu bana ağır geldi. Hemen Nebi (s.a.s.)’e gelerek gördüklerimi
anlattım. Allah Rasulü şöyle buyurdu: «−Bunda şaşılacak bir şey yok! Allah katında tesbih, tekbir ve
tehlili dilinden düşürmeden İslâm üzere ömür süren mü’minden daha faziletli bir
kimse yoktur»” (Ahmed
b. Hanbel, Müsned, I, 163) Hadisin
bir başka rivayetinde ise şöyle bir izah yer alır: “O,
şehîd olan kardeşinden sonra Ramazan orucunu tutmadı mı, bir senede altı bin şu
kadar rekât namaz kılmadı mı? O halde ikisi arasında bu kadar fark tabiî ki
olacak!” (Ahmed
b. Hanbel, Müsned, II, 333) Ayette
malın ihtiyaç sahiplerine seve seve harcanmasına öncelik verilmiştir. Çünkü
din, candan ve maldan fedakârlığı gerektirir. Huzurlu bir ibâdet ortamının
teşekkülünde, zaruri ihtiyaçların karşılanarak İslâm kardeşliğinin tesis
edilmesinin, emniyet ve barışın yayılmasının çok büyük bir ehemmiyeti vardır.
Bunun için de genişlikte olduğu gibi darlıkta ve zorlukta da infaka sarılmak
gerekmektedir. Resûlullah (s.a.s.): “Hangi sadaka daha faziletlidir?” sorusuna
şöyle cevap vermiştir: “Sağlıklı ve ihtiyaçlı olduğun, geçim sıkıntısı çekip fakirlikten
korktuğun halde verdiğin sadakadır. Sakın can boğaza gelinceye kadar
geciktirme! Sonra o zaman: «Şunu falana, şunu da falana verin. Şu da falanın
hakkıydı» dersin.” (Müslim, Zekât 93; Nesâî, Zekât 60) Âyetin
istediği yardım ve cömertlik sadece insanlara değil, tüm canlılar için
geçerlidir. Şu misal, malı hak yolunda seve seve harcamanın ve cömert olmanın
derin boyutlarını ne güzel ortaya çıkarır: Abdullah
b. Câfer (r.a.) bir seyahat esnâsında, bir hurma bahçesine uğradı. Bahçenin
hizmetçisi siyahî bir köle idi. Köleye üç adet ekmek getirmişlerdi. Bu sırada
bir köpek geldi. Köle, ekmeklerden birini ona attı. Köpek, ekmeği yedi. Öbürünü
attı. Onu da yedi. Üçüncüyü de attı. Onu da yedi. Bunun üzerine Abdullah b.
Câfer ile köle arasında şöyle bir konuşma geçti: “–Senin
ücretin nedir?” “–İşte
gördüğünüz üç ekmek.” “–Niçin
hepsini köpeğe verdin?” “–Buralarda
hiç köpek yoktu. Bu köpek uzaklardan gelmiş olmalı. Aç kalmasına gönlüm râzı
olmadı.” “–Peki
bugün sen ne yiyeceksin?” “–Sabredeceğim,
günlük hakkımı Rabbimin bu aç mahlûkuna devrettim.” Bu
güzel ahlâk karşısında hayran kalan Abdullah (r.a.): “–Sübhânallah!
Bir de benim çok cömert olduğumu söylerler. Halbuki bu köle benden daha
cömertmiş!” buyurdu. Ardından da o köleyi ve hurma bahçesini satın aldı ve
köleyi âzâd edip, hurmalığı ona bağışladı. (Gazâlî, Kimyâ-yı Saadet, s.
467) Şâir,
şu beytiyle böyle yüksek ruhlu insanların durumunu dile getirir: “Ehl-i rif’attır eden cezb-i kulûb-i zuafâ Zerre-perverlik olur fâide-i mihr-i münîr.” (Sâmî,
Arpaemînizâde) “Yüksek
ruhlu insanlar, âciz ve muhtaç kişilerin gönüllerini fethederler. Güneşin de en
büyük faydası, kâinatın her zerresine ışık ve sıcaklık vermek değil midir?” Üçüncüsü;
içtimâi hususlar, muamelât ve beşeri münasebetler: Bunların başında gelen ise
verilen söz ve yapılan anlaşmaların gereğini yerine getirmek, sözden
dönmemektir. Yüce Rabbimiz, kurtuluşa erecek mü’minlerin vasıflarını
açıklarken: “O mü’minler, kendilerine tevdî edilen her türlü emâneti korur ve
verdikleri sözleri tastamam yerine getirirler” (Mü’minûn
18/8) buyurur. Allah
Resûlü (s.a.s.) de: “Ben kıyâmet günü şu üç kısım insanın düşmanıyım”
dedikten sonra, ilk olarak “Allah adına yemin ettikten sonra sözünden cayan
kişi”yi zikretmiştir. (Buhârî, Buyû 106) Diğer bir hadisinde, verdiği
sözden dönen kimsenin, bu huyu terk edinceye kadar münafıklıktan bir sıfat
taşıdığını haber verir. (Buhârî, İman 24) Efendimiz, ahdine vefa
göstermeyenlerin kıyâmet gününde karşılaşacakları acı manzarayı ise şöyle
tasvîr eder: “Kıyâmet günü, sözünde durmayan kimselerin arkasında bir bayrak
bulunacak ve vefâsızlığı ölçüsünde o bayrak yükseltilecektir.” (Müslim,
Cihâd 15) Habîb-i
Ekrem (s.a.s.)’in ahdine vefâ göstermesi o derece zirveleşmiştir ki düşmanları
bile bu rahmetten istifade etmişlerdir. Huzeyfe (r.a.) şöyle anlatır: “Babam
Hüseyl ile beraber yola çıkmıştık. Kureyş
kâfirleri bizi tuttular ve: «-
Siz muhakkak Muhammed’in safına katılmak istiyorsunuz» dediler. Biz de: «-
Hayır, Medine’ye bu sebeple değil, başka bir iş için gidiyoruz» dedik. Bunun
üzerine bizden, Efendimiz’in safında yer alıp onunla birlikte savaşmayacağımıza
dâir Allah adına söz aldılar. Medine’ye gelip durumu Resulullah’a arzedince
gönüller Sultânı Efendimiz: «- Haydi gidin. Biz sizin verdiğiniz sözü tutar, onlara karşı da Allah’tan
yardım dileriz!» buyurdular. İşte benim Bedir savaşına iştirâk etmememin sebebi
budur.” (Müslim, Cihâd 98) Zira
içtimâî nizamın teşekkülünde ve devamında ahde vefânın, verilen sözde durmanın
mühim bir yeri vardır. Fert ve cemiyet hayatının gelişmesi karşılıklı
münâsebetlere, bunlar da çeşitli anlaşma ve sözleşmelere bağlıdır. Bunlar
olmaksızın içtimâî ve iktisâdî hayatın gelişmesi ve devam etmesi mümkün
değildir. Bu sebeple insanların şikâyetlerinin önemli bir kısmı ve işlerin
aksamasının temel sebebi umûmiyetle ahde vefâsızlıktır. Yapılan ahde uymayı
istemek kazanılmış bir hak, onu yerine getirmek de kabul edilmiş bir vazîfedir.
Verdiği sözü tutmayan kimse, karşı tarafın hakkını ödememiş ve kendi vazîfesini
de yerine getirmemiş olur. Allah Teâlâ: “Verdiğiniz sözü de yerine getirin;
çünkü herkes verdiği sözden mutlaka sorguya çekilecektir” (İsrâ 17/34)
buyurarak kullarını bu hususta dikkatli olmaya çağırmaktadır. Dördüncüsü,
ahlâkî vasıflar: Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet-i seniyyenin öğrettiği pek çok ahlâkî
güzellik bulunmaktadır. Bunların temeli de sabırdır. Her türlü zorluk
karşısında, darlık ve sıkıntıda, özellikle savaşların sebep olduğu ölüm, açlık
ve perişanlık hallerinde sabırlı davranabilmektir. Hz.
Mevlânâ şöyle der: “Senin
işittiğin tesbihlerin rûhu sabretmektir. Sen de başına gelen musibetlere,
belalara sabret ki, en doğru dürüst tesbih budur. Hiç bir tesbih sabır
derecesine varmamıştır. Sabret ki, sabır, ferahlığın neşenin anahtarıdır.
Sabır, sırat köprüsüne benzer; cennetse öbür taraftadır. Her güzelin yanında
çirkin bir lala vardır. Laladan kaçarsan güzeli de göremezsin. Çünkü lala
güzelden hiç ayrılmaz. Ey hafif bir şeyden kırılan sırça gönüllü! Sen sabrın
zevkini, hususiyle Hakk’a kavuşmak için çekilen sabrın, sıkıntının tadını ne
bilirsin?” (Mevlânâ, Mesnevî, 3145-3149. beyitler) İşte
iman, ibâdet, muamelât ve ahlâk boyutlarıyla bütün vazifelerini tam olarak
yerine getirebilen bu talihli kullar, iman ve amellerinde doğru, samimi ve
dürüst olan kimselerdir. Onların sözleriyle özleri ve işleri birbirine
uygundur. Onlar sadâkat imtihanını başarıyla vermişlerdir. İşte gerçek mânada
müttakî olanlar da bunlardır. Bu iman ve amelleriyle, korunması gereken şeyleri
en güzel şekilde korumuş, Allah’ın rızâsına erişmiş, cehennem azabından
kurtulmuş ve ebedi cenneti kazanmışlardır.
Allah
Teâlâ’nın mü’min kullarından istediği bir diğer husus da insanların hayat
haklarına önem vermek, haksız yere cana kıyılmasını engellemek ve bunu sağlamak
üzere de “kısas” emrinin gereklerini yapmaktır: |
|
Bakara / 178 |
İslâm,
insanın her türlü haklarını koruyan, onun can ve mal emniyetini sağlayan bir
dünya düzeni tesis etmekte, bunu gerçekleştirmek için lazım gelen temel
kaideleri bildirmektedir. Bu temel kaidelerden biri, insanın can güvenliğidir.
İslâm, kısas emriyle bu hususta en keskin çareyi ortaya koymuştur. الْقِصَاصُ
(kısas) kelimesinin türediği الْقَصُّ
(kass) sözlükte bir haberi anlatmak, izini takip etmek, katili öldürmek, saç
veya tırnakları kesmek, takas etmek gibi mânalara gelmektedir. Kâtil,
öldürmekte bir yol izlemekte, daha sonra onun izi takip edilerek, onun izlediği
yoldan gidilerek, takas yapılarak kendisine aynı ceza verilmektedir. Hukukta
kısas, kasten adam öldüren veya yaralayan kişinin gerekli şartlar çerçevesinde
işlediği fiil cinsinden ve ona denk bir ceza ile cezalandırılmasıdır. Yani
kasten öldürdüğü kişiye karşılık öldürülmesi ya da kasten işlediği yaralama
fiiline karşılık benzeri şekilde cezalandırılmasıdır. (DİA, “Kısas” maddesi,
XXV, 488) Âyet-i
kerîmenin nüzûl sebebi, Allah Resûlü (s.a.s.) peygamber olarak gönderilmeden
önce bu konuda mevcut olan hükümleri ortadan kaldırarak en âdil hükmü
getirmektir. Zira yahudiler sadece öldürmeyi, hıristiyanlar sadece diyet alıp
affetmeyi benimsemişlerdi. Araplar ve onlarla beraber yahudilerin bir kısmı ise
bazan öldürmenin vacib olduğuna, bazan da diyetin vacib olduğuna
hükmediyorlardı. Fakat bu iki hükümden her birinin uygulamasında da haksızlık
yapıyorlardı. Mesela Arap kabilelerinden Ensar’ın iki kabilesi arasında
cahiliye devrinden kalma kan davaları vardı. Bir taraf, şeref ve kuvvetine
güvenerek diğerine karşı ileri gidip “Bizden bir köle karşılığında sizden bir
hür, bir kadın karşılığında bir erkek öldüreceğiz” diye yemin etmişlerdi. müslüman
olduktan sonra Resulullah (s.a.s.)’e gelip muhakeme olmak istediklerinde bu
âyet indi. (Buhârî, Tefsir 2/23; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 52-53;Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 40-41) Bu
âyet-i kerîmede ölümle alakalı kısas cezası ve ona dair hükümler zikredilir.
Bunun için öldürme olayının “kasten” gerçekleştirilmiş olması gerekir. Hata ile
meydana gelen öldürme olaylarında geçerli olan hükümleri Nisâ sûresi 92. âyet-i
kerîme[1];
ölüm hâricinde vuku
bulan yaralamalarla alakalı hükümleri ise Mâide sûresi 45. âyet-i kerîme beyân
etmektedir.[2] İslâm’a
göre herkes kendi işlediği suçtan sorumlu olur. (bk. Tûr 52/21) Suçluya da
işlediği suça denk bir ceza verilmesi istenir. (bk. Nahl 16/126) Kasten adam
öldürenin öldürülmesi ve kasten yaralayıp sakat bırakanın da aynı şekilde
cezalandırılması, bu yüzden mağdur olan kimselerin haklarının korunması esasına
dayanır. Bu gibi suçlar şahsî hakların ihlali olarak değerlendirildiği için bu
hususta mağdur olan tarafa yani öldürülen kimsenin yakınlarına ve yaralanan
şahsa söz hakkı tanınmıştır. Suç kasten işlenmişse, mağdur tarafın kısas isteme
veya kısas yerine diyet talep etme hakları vardır. Kısas,
insanın hayat hakkını emniyet altına almayı hedefleyen bir cezadır. Zira hayat
hakkı, insan haklarının temelini oluşturur. Diğer hakların kullanılması ise
tümüyle hayat hakkına bağlıdır. Kasten adam öldürme ve yaralamalar kısasla
cezalandırılarak insan hayatına yönelik haksız tecavüzlerin önü kesilir. Ayrıca
suçlu, işlediği suça denk bir ceza görerek adâlet gerçekleşmiş olacaktır. İslâm,
suçsuz ya da suçlu, mü’min ya da kâfir, zengin ya da fakir herkesin hakkını
savunan adâlet dinidir. Bu sebeple vuku bulan bir suçu cezalandırırken mağdur
taraf kadar, suçlunun haklarını da koruyucu tedbirler alır. Bu esasa
dayanılarak ceza verirken suçun “kasten” mi, yoksa hata ile mi işlendiği
ayrımına dikkat eder. Eğer suçun işlenmesinde kasıt yoksa veya kısasın tatbiki
mümkün değilse yahut kısas düşerse bedenî ceza yerine diyet ödetme yönüne
gidilir. Ayrıca ödenecek diyete suçlunun kan akrabaları veya yakın çevresi
ortak edilir. Böylece bir taraftan suçlunun maddi külfetini hafifleten, bir
taraftan da yaralanması veya bir azasını kaybetmesi halinde mağduru, ölmesi
durumunda da destekten mahrum kalan ailesini koruyan ortak bir tazmin sistemi
oluşturulur. Böylece hem suçluyu hem de mağduru yalnız bırakmayan, bilakis toplumu
bozacak suçlarla birlikte mücadeleyi sağlayacak yardımcı müesseseler ihdas
edilmiş olur. İslâm
hukukunda kısas için zaruri şart olan mağdurun kısas talebi yeterli görülmez.
Bu cezanın verilebilmesi için suçun işleyende, mağdurda ve suçu oluşturan fiilde
birtakım şartlar aranır. Kısas, ancak ehliyetli mahkemenin kararı ve ilgili
resmî görevlilerinin sorumluluğunda uygulanır. Böylece ferdî hak arama yolu
kapatılıp, kan davalarının önüne geçilmiş olur. Kısasla
alakalı ayetlerde “affetmek” özellikle tavsiye edilmiştir. “Kim kısas hakkını bağışlarsa
bu, onun günahları için bir keffâret olur” (Mâide 5/45) beyânıyla bunun âhirette günahlara
kefaret olacağı bildirilir. Böylece yüksek ahlâkî duyguların hâkim olduğu ve
İslâm kardeşliğinin yaşandığı bir toplum hayatı hedeflenir. Kısas, aslî bir hak
ve ilk borçtur. Af ise bunun üzerine gerekebilecek bir fazilettir. Bu fazilet,
ya tam olarak kayıtsız ve bedelsiz yahut eksik olarak diyet ya da başka bir
bedel karşılığında yapılır. Bu şekilde kısas, aslî bir vacib olarak meşrû
olmasaydı, af bir fazilet değil, insanları öldürme cinayetini mübah kılacak
olan bir ihmal olurdu. Yani kısas meşrû olmasaydı, affın hiçbir mânası
kalmazdı. İşte Kur’ân, bu gerçekten hareketle kısası, öldürülen kimse için bir
hak, toplum için aslî bir görev, affı da öldürülen kimsenin velisi için bir
fazilet, “iyilik ve ödeme” kelimeleri altında diyet almayı da bir ruhsat olmak
üzere meşrû kılmıştır. Bununla birlikte “Bütün bunlara
rağmen kim Allah’ın koyduğu sınırı aşarsa, pek acı bir azabı haketmiş olur” (Bakara 2/178) buyrularak
kısas, diyet veya af, bunlardan hangisi olursa olsun karşılıklı anlaşma
gerçekleşip, hüküm karara bağlandıktan ve icra edildikten sonra tarafların
birbirlerinin hukukuna saygılı olmaları istenmekte, buna riayet etmeyenler acı
bir azapla tehdit edilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de
bir insanı haksız yere öldüren kimsenin sanki bütün insanları öldürmüş gibi
büyük bir cinâyet işlediği haber verilmiştir. (Mâide 5/32) Kasten işlenen
cinayetlerde de gerek mağdur tarafın ve toplumun ortak duygularının tatmin
edilmesi, gerekse suçun önlenip insan hayatının ve sağlığının her şeyin üstünde
tutulmasını sağlamak üzere suça denk bir ceza demek olan kısas hükmü
konulmuştur. Ancak İslâm’da hata ile, sebep olarak veya kastını aşarak adam öldürene
kısas cezası uygulanmaz. Buna karşılık bilerek, isteyerek ve tasarlayarak bir
kimseyi öldüren câniyi korumanın, affetmenin veya birkaç sene hapis cezasıyla yetinmenin
savunulacak bir yönü yoktur. Üstelik bu hususta af ve müsamaha olacaksa, bu
konuda öncelikle mağdur tarafa söz hakkı tanımak gerekir. Günümüz batı kökenli
ceza hukuklarında adam öldürme, ırza tecavüz, silahlı gasp gibi ağır suçlarda
suçluya neticede 5-10 yılı aşmayan hapis cezalarını uygulanması hem mağdur
tarafta ve toplumda büyük bir tepki ve hoşnutsuzluğa yol açmakta, hem de suçun
işlenmesinde hiçbir caydırıcı rol oynamamaktadır. Bunu en iyi bilen Rabbimiz
suça denk bir ceza emrederek, insan hayatını ve sağlığını korumanın en
emniyetli yolunun kısas olduğunu şöyle beyân buyurmaktadır: “Ey akıl sahipleri! Sizin için kısasta hayat vardır. Umulur ki
böylece hem öldürmekten hem de öldürülmekten korunursunuz.” (Bakara 2/179) Kısas, hayat
hakkının ve canı korumanın gereğidir. Kısasın emredilmesinde insanlık
haysiyetine sahip, insanlığın hayrını isteyen, özü sağlam, temiz akıl sahibi
kimseler için büyük bir hayat vardır. Affın kıymeti de buna bağlıdır. Gerçi
kısasın kendisi, bir hayatı yok etmektir ama, aynı zamanda haksız yere bir
hayatı yok etmeye karşı, hayatın ve yaşama hakkının sağlanmasının en büyük
müeyyidesidir. Şöyle ki: ›
Kısas,
hem katil olmak isteyen kimse, hem de öldürülmesi istenen kimse hakkında hayatı
korumaya sevketmektedir. Çünkü katil olmak isteyen kimse, öldürürse ve
öldürdüğünde kendisinin de öldürülmeyi hak edeceğini bilirse akıl gereği
olarak, öldürmekten vazgeçer. Böylece hem kendisi hem de karşısındaki hayatta
kalır. ›
Kısasta,
cinayet işleyecek ve cinayete kurban gidecek olandan başka bütün toplumun
yaşama hakkını da teminat altına alma vardır. Çünkü bu yolla öldürmenin önüne
geçilmesi, bu ikisinden başka, bunlarla uzaktan yakından ilgisi olan insanların
da hayatlarının devamına ve güvenliğine bir garantidir. Zira bir öldürme olayı,
öldürenle öldürülenin yakınları arasında düşmanlık ve fitneye, bu da büyük kan
davalarına sebep olabilmektedir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,
V, 48-49; Elmalılı, Hak Dini, I, 609) İşte kısasın
emredilmesi, bu kadar önemli bir yaşama sebebi olduğu gibi, bu “Sizin için
kısasta hayat vardır” vecizesi de belağatın en yüksek derecesine ulaşmış, özlü
bir îcâz ve i’câz prensibini teşkil eder. Kısasın meşrû oluşunun güzellikleri
bu prensiple beyân buyrulmuştur. İhtivâ ettiği
hayatî güzellikler ve hedefler itibariyle çok önemli olan kısas, günahlardan
korunabilmemiz, öldürmeden, kısası ihmal veya kötüye kullanmadan sakınıp,
hayatımızı ve yaşama hakkımızı muhafaza edebilmemiz için farz kılınmıştır.
Ancak bu surette dünya hayatında kötülüklerden sakınır, âhiret hayatında da
kurtuluşa erebiliriz. Önceki ayetlerde bir münasebetle ölümden bahsedilmişken, bu vesileyle ölüm anında yapılması lazım gelen bir kısım dinî vazifeler, bunlar içinde de hususiyle vasiyetten bahsedilerek şöyle buyrulur: [1] “Bir mü’minin diğer bir mü’mini öldürmesi olacak şey değildir. Fakat yanlışlıkla olabilir. Kim yanlışlıkla bir
mü’mini öldürürse, cezası, mü’min bir köleyi azat etmesi ve ölenin ailesine
diyet ödemesidir. Ancak ölenin ailesi bağışlarsa, diyet ödemesi gerekmez. Şâyet
ölen mü’min olmakla birlikte size düşman olan bir kavimden ise, öldürenin
cezası, sadece mü’min bir köleyi azat etmesidir. Eğer öldürülen kişi, aranızda
anlaşma bulunan kâfir bir kavimdense, o takdirde ceza, ölenin ailesine diyet
ödemesi ve mü’min bir köleyi azat etmesidir. Bunları yerine getirmek için
yeterli imkânlara sahip olamayan, bunun yerine peş peşe iki ay oruç tutmalıdır.
Allah bu cezaları, yanlışlıkla adam öldüren kimsenin tevbesini kabul etmek için
koymuştur. Allah, hakkiyle bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.” (Nisâ
4/92) [2] “Biz Tevrat’ta onlara şunu farz kılmıştık: “Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş karşılıktır; yaralamalar da böyle kısas yapılacaktır.” Fakat kim kısas hakkını bağışlarsa bu, onun günahları için bir keffâret olur. Her kim de Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir.” (Mâide 5/45) Tevrat’ta yazılan bu hükümler, Kuran-ı Kerîm bunları alıp doğrulayarak bize takdim ettiği için, İslâm hukukundaki “şer’u men kablenâ: bizden öncekilerin şeriati” gereğince bizim için de aynen geçerlidir. |
|
Bakara / 179 |
İslâm, insanın her türlü haklarını koruyan, onun can ve mal emniyetini sağlayan bir dünya düzeni tesis etmekte, bunu gerçekleştirmek için lazım gelen temel kaideleri bildirmektedir. Bu temel kaidelerden biri, insanın can güvenliğidir. İslâm, kısas emriyle bu hususta en keskin çareyi ortaya koymuştur. الْقِصَاصُ (kısas) kelimesinin türediği الْقَصُّ (kass) sözlükte bir haberi anlatmak, izini takip etmek, katili öldürmek, saç veya tırnakları kesmek, takas etmek gibi mânalara gelmektedir. Kâtil, öldürmekte bir yol izlemekte, daha sonra onun izi takip edilerek, onun izlediği yoldan gidilerek, takas yapılarak kendisine aynı ceza verilmektedir. Hukukta kısas, kasten adam öldüren veya yaralayan kişinin gerekli şartlar çerçevesinde işlediği fiil cinsinden ve ona denk bir ceza ile cezalandırılmasıdır. Yani kasten öldürdüğü kişiye karşılık öldürülmesi ya da kasten işlediği yaralama fiiline karşılık benzeri şekilde cezalandırılmasıdır. (DİA, “Kısas” maddesi, XXV, 488) Âyet-i kerîmenin nüzûl sebebi, Allah Resûlü (s.a.s.) peygamber olarak gönderilmeden önce bu konuda mevcut olan hükümleri ortadan kaldırarak en âdil hükmü getirmektir. Zira yahudiler sadece öldürmeyi, hıristiyanlar sadece diyet alıp affetmeyi benimsemişlerdi. Araplar ve onlarla beraber yahudilerin bir kısmı ise bazan öldürmenin vacib olduğuna, bazan da diyetin vacib olduğuna hükmediyorlardı. Fakat bu iki hükümden her birinin uygulamasında da haksızlık yapıyorlardı. Mesela Arap kabilelerinden Ensar’ın iki kabilesi arasında cahiliye devrinden kalma kan davaları vardı. Bir taraf, şeref ve kuvvetine güvenerek diğerine karşı ileri gidip “Bizden bir köle karşılığında sizden bir hür, bir kadın karşılığında bir erkek öldüreceğiz” diye yemin etmişlerdi. müslüman olduktan sonra Resulullah (s.a.s.)’e gelip muhakeme olmak istediklerinde bu âyet indi. (Buhârî, Tefsir 2/23; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 52-53;Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 40-41) Bu âyet-i kerîmede ölümle alakalı kısas cezası ve ona dair hükümler zikredilir. Bunun için öldürme olayının “kasten” gerçekleştirilmiş olması gerekir. Hata ile meydana gelen öldürme olaylarında geçerli olan hükümleri Nisâ sûresi 92. âyet-i kerîme[1]; ölüm hâricinde vuku bulan yaralamalarla alakalı hükümleri ise Mâide sûresi 45. âyet-i kerîme beyân etmektedir.[2] İslâm’a göre herkes kendi işlediği suçtan sorumlu olur. (bk. Tûr 52/21) Suçluya da işlediği suça denk bir ceza verilmesi istenir. (bk. Nahl 16/126) Kasten adam öldürenin öldürülmesi ve kasten yaralayıp sakat bırakanın da aynı şekilde cezalandırılması, bu yüzden mağdur olan kimselerin haklarının korunması esasına dayanır. Bu gibi suçlar şahsî hakların ihlali olarak değerlendirildiği için bu hususta mağdur olan tarafa yani öldürülen kimsenin yakınlarına ve yaralanan şahsa söz hakkı tanınmıştır. Suç kasten işlenmişse, mağdur tarafın kısas isteme veya kısas yerine diyet talep etme hakları vardır. Kısas, insanın hayat hakkını emniyet altına almayı hedefleyen bir cezadır. Zira hayat hakkı, insan haklarının temelini oluşturur. Diğer hakların kullanılması ise tümüyle hayat hakkına bağlıdır. Kasten adam öldürme ve yaralamalar kısasla cezalandırılarak insan hayatına yönelik haksız tecavüzlerin önü kesilir. Ayrıca suçlu, işlediği suça denk bir ceza görerek adâlet gerçekleşmiş olacaktır. İslâm, suçsuz ya da suçlu, mü’min ya da kâfir, zengin ya da fakir herkesin hakkını savunan adâlet dinidir. Bu sebeple vuku bulan bir suçu cezalandırırken mağdur taraf kadar, suçlunun haklarını da koruyucu tedbirler alır. Bu esasa dayanılarak ceza verirken suçun “kasten” mi, yoksa hata ile mi işlendiği ayrımına dikkat eder. Eğer suçun işlenmesinde kasıt yoksa veya kısasın tatbiki mümkün değilse yahut kısas düşerse bedenî ceza yerine diyet ödetme yönüne gidilir. Ayrıca ödenecek diyete suçlunun kan akrabaları veya yakın çevresi ortak edilir. Böylece bir taraftan suçlunun maddi külfetini hafifleten, bir taraftan da yaralanması veya bir azasını kaybetmesi halinde mağduru, ölmesi durumunda da destekten mahrum kalan ailesini koruyan ortak bir tazmin sistemi oluşturulur. Böylece hem suçluyu hem de mağduru yalnız bırakmayan, bilakis toplumu bozacak suçlarla birlikte mücadeleyi sağlayacak yardımcı müesseseler ihdas edilmiş olur. İslâm hukukunda kısas için zaruri şart olan mağdurun kısas talebi yeterli görülmez. Bu cezanın verilebilmesi için suçun işleyende, mağdurda ve suçu oluşturan fiilde birtakım şartlar aranır. Kısas, ancak ehliyetli mahkemenin kararı ve ilgili resmî görevlilerinin sorumluluğunda uygulanır. Böylece ferdî hak arama yolu kapatılıp, kan davalarının önüne geçilmiş olur. Kısasla alakalı ayetlerde “affetmek” özellikle tavsiye edilmiştir. “Kim kısas hakkını bağışlarsa bu, onun günahları için bir keffâret olur” (Mâide 5/45) beyânıyla bunun âhirette günahlara kefaret olacağı bildirilir. Böylece yüksek ahlâkî duyguların hâkim olduğu ve İslâm kardeşliğinin yaşandığı bir toplum hayatı hedeflenir. Kısas, aslî bir hak ve ilk borçtur. Af ise bunun üzerine gerekebilecek bir fazilettir. Bu fazilet, ya tam olarak kayıtsız ve bedelsiz yahut eksik olarak diyet ya da başka bir bedel karşılığında yapılır. Bu şekilde kısas, aslî bir vacib olarak meşrû olmasaydı, af bir fazilet değil, insanları öldürme cinayetini mübah kılacak olan bir ihmal olurdu. Yani kısas meşrû olmasaydı, affın hiçbir mânası kalmazdı. İşte Kur’ân, bu gerçekten hareketle kısası, öldürülen kimse için bir hak, toplum için aslî bir görev, affı da öldürülen kimsenin velisi için bir fazilet, “iyilik ve ödeme” kelimeleri altında diyet almayı da bir ruhsat olmak üzere meşrû kılmıştır. Bununla birlikte “Bütün bunlara rağmen kim Allah’ın koyduğu sınırı aşarsa, pek acı bir azabı haketmiş olur” (Bakara 2/178) buyrularak kısas, diyet veya af, bunlardan hangisi olursa olsun karşılıklı anlaşma gerçekleşip, hüküm karara bağlandıktan ve icra edildikten sonra tarafların birbirlerinin hukukuna saygılı olmaları istenmekte, buna riayet etmeyenler acı bir azapla tehdit edilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de bir insanı haksız yere öldüren kimsenin sanki bütün insanları öldürmüş gibi büyük bir cinâyet işlediği haber verilmiştir. (Mâide 5/32) Kasten işlenen cinayetlerde de gerek mağdur tarafın ve toplumun ortak duygularının tatmin edilmesi, gerekse suçun önlenip insan hayatının ve sağlığının her şeyin üstünde tutulmasını sağlamak üzere suça denk bir ceza demek olan kısas hükmü konulmuştur. Ancak İslâm’da hata ile, sebep olarak veya kastını aşarak adam öldürene kısas cezası uygulanmaz. Buna karşılık bilerek, isteyerek ve tasarlayarak bir kimseyi öldüren câniyi korumanın, affetmenin veya birkaç sene hapis cezasıyla yetinmenin savunulacak bir yönü yoktur. Üstelik bu hususta af ve müsamaha olacaksa, bu konuda öncelikle mağdur tarafa söz hakkı tanımak gerekir. Günümüz batı kökenli ceza hukuklarında adam öldürme, ırza tecavüz, silahlı gasp gibi ağır suçlarda suçluya neticede 5-10 yılı aşmayan hapis cezalarını uygulanması hem mağdur tarafta ve toplumda büyük bir tepki ve hoşnutsuzluğa yol açmakta, hem de suçun işlenmesinde hiçbir caydırıcı rol oynamamaktadır. Bunu en iyi bilen Rabbimiz suça denk bir ceza emrederek, insan hayatını ve sağlığını korumanın en emniyetli yolunun kısas olduğunu şöyle beyân buyurmaktadır: “Ey akıl sahipleri! Sizin için kısasta hayat vardır. Umulur ki böylece hem öldürmekten hem de öldürülmekten korunursunuz.” (Bakara 2/179) Kısas, hayat hakkının ve canı korumanın gereğidir. Kısasın emredilmesinde insanlık haysiyetine sahip, insanlığın hayrını isteyen, özü sağlam, temiz akıl sahibi kimseler için büyük bir hayat vardır. Affın kıymeti de buna bağlıdır. Gerçi kısasın kendisi, bir hayatı yok etmektir ama, aynı zamanda haksız yere bir hayatı yok etmeye karşı, hayatın ve yaşama hakkının sağlanmasının en büyük müeyyidesidir. Şöyle ki: › Kısas, hem katil olmak isteyen kimse, hem de öldürülmesi istenen kimse hakkında hayatı korumaya sevketmektedir. Çünkü katil olmak isteyen kimse, öldürürse ve öldürdüğünde kendisinin de öldürülmeyi hak edeceğini bilirse akıl gereği olarak, öldürmekten vazgeçer. Böylece hem kendisi hem de karşısındaki hayatta kalır. › Kısasta, cinayet işleyecek ve cinayete kurban gidecek olandan başka bütün toplumun yaşama hakkını da teminat altına alma vardır. Çünkü bu yolla öldürmenin önüne geçilmesi, bu ikisinden başka, bunlarla uzaktan yakından ilgisi olan insanların da hayatlarının devamına ve güvenliğine bir garantidir. Zira bir öldürme olayı, öldürenle öldürülenin yakınları arasında düşmanlık ve fitneye, bu da büyük kan davalarına sebep olabilmektedir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 48-49; Elmalılı, Hak Dini, I, 609) İşte kısasın emredilmesi, bu kadar önemli bir yaşama sebebi olduğu gibi, bu “Sizin için kısasta hayat vardır” vecizesi de belağatın en yüksek derecesine ulaşmış, özlü bir îcâz ve i’câz prensibini teşkil eder. Kısasın meşrû oluşunun güzellikleri bu prensiple beyân buyrulmuştur. İhtivâ ettiği hayatî güzellikler ve hedefler itibariyle çok önemli olan kısas, günahlardan korunabilmemiz, öldürmeden, kısası ihmal veya kötüye kullanmadan sakınıp, hayatımızı ve yaşama hakkımızı muhafaza edebilmemiz için farz kılınmıştır. Ancak bu surette dünya hayatında kötülüklerden sakınır, âhiret hayatında da kurtuluşa erebiliriz. Önceki ayetlerde bir münasebetle ölümden bahsedilmişken, bu vesileyle ölüm anında yapılması lazım gelen bir kısım dinî vazifeler, bunlar içinde de hususiyle vasiyetten bahsedilerek şöyle buyrulur: [1] “Bir mü’minin diğer bir mü’mini öldürmesi olacak şey değildir. Fakat yanlışlıkla olabilir. Kim yanlışlıkla bir mü’mini öldürürse, cezası, mü’min bir köleyi azat etmesi ve ölenin ailesine diyet ödemesidir. Ancak ölenin ailesi bağışlarsa, diyet ödemesi gerekmez. Şâyet ölen mü’min olmakla birlikte size düşman olan bir kavimden ise, öldürenin cezası, sadece mü’min bir köleyi azat etmesidir. Eğer öldürülen kişi, aranızda anlaşma bulunan kâfir bir kavimdense, o takdirde ceza, ölenin ailesine diyet ödemesi ve mü’min bir köleyi azat etmesidir. Bunları yerine getirmek için yeterli imkânlara sahip olamayan, bunun yerine peş peşe iki ay oruç tutmalıdır. Allah bu cezaları, yanlışlıkla adam öldüren kimsenin tevbesini kabul etmek için koymuştur. Allah, hakkiyle bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.” (Nisâ 4/92) [2] “Biz Tevrat’ta onlara şunu farz kılmıştık: “Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş karşılıktır; yaralamalar da böyle kısas yapılacaktır.” Fakat kim kısas hakkını bağışlarsa bu, onun günahları için bir keffâret olur. Her kim de Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir.” (Mâide 5/45) Tevrat’ta yazılan bu hükümler, Kuran-ı Kerîm bunları alıp doğrulayarak bize takdim ettiği için, İslâm hukukundaki “şer’u men kablenâ: bizden öncekilerin şeriati” gereğince bizim için de aynen geçerlidir. |
|
Bakara / 180 |
Miras ayetleri
inmeden önce nâzil olan bu ayetlerde vasiyetin kimlere ve ne şekilde yapılacağı
beyân edilmektedir. Tefsirlerimizde âyetin iniş sebebiyle alakalı olarak şöyle
bir durum tespiti yapılmaktadır: Câhiliye döneminde
insanlar, gösteriş yapmak, övülmek ve şeref sahibi olarak bilinmek için uzak
kimselere mallarını vasiyet ederler, diğer taraftan fakir olan akrabalarını
ihmâl ederlerdi. Allah Teâlâ bu âyeti indirerek, söz konusu kimseler hakkında
vasiyette bulunmayı vâcib kılmıştır. Böylece insanları daha önce alışkanlık
haline getirdikleri bu durumdan menedip, akraba olmayan insanlara yapılan
yardımları ana, baba ve yakın akrabaya çevirmeyi murad etmiştir. (Fahreddin
er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 52) İçtimai şartlar,
hikmet ve maslahatların gerektirdiği kadar bu âyetle amel edildikten sonra Nisâ
sûresindeki ana, baba ve diğer akrabaların mirastan alacakları payları net bir
şekilde belirleyen âyetlerle (bk. Nisâ 4/11-12) bu âyetin hükmü sınırlandırılmıştır.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de: “Allah
Teâlâ, her hak sahibine hakkını vermiştir. Artık bundan sonra vâris lehine
vasiyet yoktur” (Ebû Dâvûd, Vesâyâ 6; Tirmizî, Vesâyâ 5) buyurmuştur. Vasiyet yoluyla
verilen mallar, vasiyet edenin verdiklerine bir bağışıydı. Miras ayetleriyle,
Allah Teâlâ her hak sahibinin hakkını belirtmiştir. Şüphesiz Allah’ın verdiği,
vasiyet edenin verdiğinden daha üstündür. Durum böyle olunca, varis
olabileceklere vasiyette bulunmaya gerek kalmamıştır. Fakat isteyen, farz veya
vacip olmamakla beraber, vârisleri dışında kalan yakın veya uzak diğer
şahıslara vasiyette bulunabilir. Bu yasaklanmış değildir. Yapılan vasiyeti
duyanlar ve görenlere büyük bir sorumluluk düşmektedir. Bu bir emanettir ve
emanetin hakkının verilmesi gerekir. Vasiyeti değiştirmeye kalkışmak büyük bir
günahtır. Nelerin vasiyet edildiğini bilen kişi, yazarken veya hakları
paylaştırırken doğrusunu bile bile gerçeğe aykırı davranır; şâhit olan kişi de
yalancı şâhitlik yapmak veya şâhitliği gizlemek sûretiyle diğerine ortaklık
ederse, büyük bir günah kazanmış olurlar. Çünkü emanete hıyânet etmiş ve dinin
emrine aykırı davranmışlardır. Suça ortak olan herkes, aynı zamanda günaha da
ortaktır. Fakat onların hatalı davranışları sebebiyle, vasiyette bulunan
kimseye bir vebâl söz konusu olamaz. Allah’ın her şeyi işittiğini ve bildiğini
dikkate alarak, ilgililer bu hususta dikkatli davranmak zorundadırlar. Ancak vasiyette
bulunan kişinin de bilerek veya bilmeyerek hata yapma ihtimali vardır. Mesela meşrû
ve helâl olmayan bir mal, menfaat ve fiil vasiyet etmiş olabilir. Vasiyetin
dinî ve hukukî bir kısım kaidelerine uymamış, kasten veya bilmeyerek yanlışlar
yapmış olabilir. Hâsılı hata ile veya bile bile haktan sapıp, adâlet ve
iyilikten ayrılabilir. Bundan haberdar olan herhangi bir kimse mesela veli,
vâli, müftü, kadı veya vâris, samimi olarak bir haksızlık ve kötülüğün vuku
bulmasından korkar da, vasiyetle alakası olan kimselerin aralarını düzeltir, haksızlığın
giderilip adâletin gerçekleşmesini sağlarsa, böyle bir değiştirmede, onun
üzerine günah yoktur. Hatta böyle bir davranış, sakıncalı olmak bir yana,
müminlerin önde gelen vazifelerinden biridir.
Allah Teâlâ’nın bildirdiği
her türlü emir ve yasaklara güzelce riayet edebilmek, ancak iyi bir takvâ eğitimi,
kalp tasfiyesi ve nefis terbiyesine bağlıdır. Bu terbiye ise sabır, nefsin
arzularını bertaraf etmek, etkili bir ibâdet, bedenî ve ruhî bir riyâzatla
gerçekleşebilir. Bunu sağlayacak amellerin başında da oruç geldiğinden devam
eden ayetlerde şöyle buyrulur: |
|
Bakara / 181 |
Miras ayetleri inmeden önce nâzil olan bu ayetlerde vasiyetin kimlere ve ne şekilde yapılacağı beyân edilmektedir. Tefsirlerimizde âyetin iniş sebebiyle alakalı olarak şöyle bir durum tespiti yapılmaktadır: Câhiliye döneminde insanlar, gösteriş yapmak, övülmek ve şeref sahibi olarak bilinmek için uzak kimselere mallarını vasiyet ederler, diğer taraftan fakir olan akrabalarını ihmâl ederlerdi. Allah Teâlâ bu âyeti indirerek, söz konusu kimseler hakkında vasiyette bulunmayı vâcib kılmıştır. Böylece insanları daha önce alışkanlık haline getirdikleri bu durumdan menedip, akraba olmayan insanlara yapılan yardımları ana, baba ve yakın akrabaya çevirmeyi murad etmiştir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 52) İçtimai şartlar, hikmet ve maslahatların gerektirdiği kadar bu âyetle amel edildikten sonra Nisâ sûresindeki ana, baba ve diğer akrabaların mirastan alacakları payları net bir şekilde belirleyen âyetlerle (bk. Nisâ 4/11-12) bu âyetin hükmü sınırlandırılmıştır. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de: “Allah Teâlâ, her hak sahibine hakkını vermiştir. Artık bundan sonra vâris lehine vasiyet yoktur” (Ebû Dâvûd, Vesâyâ 6; Tirmizî, Vesâyâ 5) buyurmuştur. Vasiyet yoluyla verilen mallar, vasiyet edenin verdiklerine bir bağışıydı. Miras ayetleriyle, Allah Teâlâ her hak sahibinin hakkını belirtmiştir. Şüphesiz Allah’ın verdiği, vasiyet edenin verdiğinden daha üstündür. Durum böyle olunca, varis olabileceklere vasiyette bulunmaya gerek kalmamıştır. Fakat isteyen, farz veya vacip olmamakla beraber, vârisleri dışında kalan yakın veya uzak diğer şahıslara vasiyette bulunabilir. Bu yasaklanmış değildir. Yapılan vasiyeti duyanlar ve görenlere büyük bir sorumluluk düşmektedir. Bu bir emanettir ve emanetin hakkının verilmesi gerekir. Vasiyeti değiştirmeye kalkışmak büyük bir günahtır. Nelerin vasiyet edildiğini bilen kişi, yazarken veya hakları paylaştırırken doğrusunu bile bile gerçeğe aykırı davranır; şâhit olan kişi de yalancı şâhitlik yapmak veya şâhitliği gizlemek sûretiyle diğerine ortaklık ederse, büyük bir günah kazanmış olurlar. Çünkü emanete hıyânet etmiş ve dinin emrine aykırı davranmışlardır. Suça ortak olan herkes, aynı zamanda günaha da ortaktır. Fakat onların hatalı davranışları sebebiyle, vasiyette bulunan kimseye bir vebâl söz konusu olamaz. Allah’ın her şeyi işittiğini ve bildiğini dikkate alarak, ilgililer bu hususta dikkatli davranmak zorundadırlar. Ancak vasiyette bulunan kişinin de bilerek veya bilmeyerek hata yapma ihtimali vardır. Mesela meşrû ve helâl olmayan bir mal, menfaat ve fiil vasiyet etmiş olabilir. Vasiyetin dinî ve hukukî bir kısım kaidelerine uymamış, kasten veya bilmeyerek yanlışlar yapmış olabilir. Hâsılı hata ile veya bile bile haktan sapıp, adâlet ve iyilikten ayrılabilir. Bundan haberdar olan herhangi bir kimse mesela veli, vâli, müftü, kadı veya vâris, samimi olarak bir haksızlık ve kötülüğün vuku bulmasından korkar da, vasiyetle alakası olan kimselerin aralarını düzeltir, haksızlığın giderilip adâletin gerçekleşmesini sağlarsa, böyle bir değiştirmede, onun üzerine günah yoktur. Hatta böyle bir davranış, sakıncalı olmak bir yana, müminlerin önde gelen vazifelerinden biridir. Allah Teâlâ’nın bildirdiği her türlü emir ve yasaklara güzelce riayet edebilmek, ancak iyi bir takvâ eğitimi, kalp tasfiyesi ve nefis terbiyesine bağlıdır. Bu terbiye ise sabır, nefsin arzularını bertaraf etmek, etkili bir ibâdet, bedenî ve ruhî bir riyâzatla gerçekleşebilir. Bunu sağlayacak amellerin başında da oruç geldiğinden devam eden ayetlerde şöyle buyrulur: |
|
Bakara / 183 |
Ancak
insanların mânevî derecelerine göre tuttukları orucun keyfiyeti de
değişmektedir. Mesela oruç tutarken sadece yeme, içme ve cinsî münâsebetten
uzak durma avamın işidir. Havasın orucu bütün haramlardan uzak durmaktır.
Havas-ı havassın orucu ise yine farz olan oruçla birlikte gönlü Allah Teâlâ dışında
her şeyden uzak tutmaktır. Bu bakımdan orucun hakikatine erişmek için sadece
mîdenin değil, bütün uzuvlarla birlikte kalbin de oruç tutması
gereklidir. Kalp, Allah’ın verdiği nimetlerin kıymetini düşünerek, orucun
rûhânî derinliğine nüfuz etmelidir. Âyet-i
kerîmedeki “Sizden öncekilere farz kılındığı gibi” (Bakara 2/183) ifadesi
şu incelikleri içerir: ›
Oruç ibâdetine ehemmiyet vermek. Allah Teâla onu önceki toplumlara
emrettiği gibi, İslâm ümmetine de emretmiştir. Bu, orucun nefisleri ıslah etmedeki
tesirini ve sevabının bolluğunu gösterir. İnsanlığın, terbiye ve nizam
bakımından bu ibâdete büyük bir ihtiyacı ve tatbikinde hesaba gelmez faydası
olduğunu bildirir. ›
Öncekilerden geri kalmamak için müslümanları bu ibâdeti iştiyakla
yapmaya teşvik etmek. Zira müslümanlar ibâdetlerde yarışıyorlar, özellikle
Ehl-i kitaba üstün gelmeyi seviyorlar ve onların “Biz şeriat ehliyiz” diyerek
kendilerine karşı övünmelerini engellemek istiyorlardı. ›
Belli bir zorluğu olan oruç ibâdetinin sadece bu ümmete
yüklendiğini sanıp da muzdarip olmamalarını temin etmek ve orucun, öteden beri uygulanagelen
ilâhî bir kanun olduğunu bildirmek. Zira bir bir zorluk ve sıkıntı genele
yayıldığı zaman, ona tahammül etmek kolaylaşır. ›
Mü’minlerin azimlerini kamçılamak, bu hususta gevşek
davranmalarını engellemek, önceki ümmetlerden daha üstün bir gayretle bu ibâdeti
ifa etmelerini sağlamak. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, II, 156-157) Oruç,
İslâm’ın önemli şartlarından biridir. Başlı başına nefisle cihattır; nefsin
terbiye ve tezkiyesinde pek mühim bir yere sahiptir. Günahlara ilgisi olan
nefsanî temayüller bununla sakinleştirilir. Oruç, bir irade ve kalb işidir.
Hayatın lezzetini, iradenin kıymetini tattıracak en güzel bir özelliktir. Fakat
o nefse, ilâhî emirlerin en meşakkatlisi gibi görünür. Bu hikmete binâen önce dinî
emirlerin en hafifi olan namaz, ikinci olarak ortası olan zekât, üçüncü olarak
da en zoru olan oruç emredilmiş, böylece
dinî emirlerin bildirilmesinde tedricî bir yol takip edilerek insanlara
bir alıştırma yapılmıştır. (Elmalılı, Hak Dini, I, 627-628) Oruç
ibâdetinde, yaratılıştan gelen bir yardım olmadığı gibi aksine insan fıtratının
ona karşı direnmesi sözkonusudur. Bunun için oruç ibâdetinde en açık yön
ihlastır. Ona riyanın karışması mümkün değildir. Nitekim bir hadis-i şerifte
şöyle buyrulur: “Âdemoğlunun her ameli katlanır.
Hayır ameller, en az on katıyla yazılır. Bu, yedi yüz katına kadar çıkar. Allah
Teâlâ şöyle buyurmuştur: «Oruç, bu kâidenin dışındadır. Çünkü o, sırf benim
içindir. Ben de onu dilediğim gibi mukâfatlandıracağım.
Zira kulum benim için şehvetini, yemesini ve içmesini terketti.” Oruçlu için
iki sevinç vardır: Biri, iftar vaktindeki, diğeri de Rabbine kavuştuğu andaki
sevincidir. Oruçlunun ağzından çıkan koku, Allah yanında misk kokusundan daha
hoştur.”
(Müslim, Sıyâm 164) İnsan
psikolojisi açısından baktığımız zaman orucun daha farklı hikmetleri gün yüzüne
çıkar. Oruç, psikolojik açıdan insanı destekler, beden ve ruh dengesini sağlar.
İnsan iradesini kuvvetlendirir. Başka zamanlar bir saat tahammülü olmayan
tiryakiler, oruçlu oldukları müddetçe sabredebilmektedirler. Oruç, heyecan ve
korkulara, sinir ve şuur bozukluklarına karşı müspet tesir yapmakta, ağır rûhî
bunalımlara karşı sinirlerin dayanma gücünü artırmaktadır. Böylece insanın ruhî
açıdan tedavisine yardımcı olmaktadır. Oruç şehveti kırar, nefsin heveslerini
mağlub eder. Oruç, aynı zamanda midenin ve bedenin dinlenmesiyle vücuda ait
birtakım sıhhî ve tıbbî faydaları bulunan bir beden terbiyesini de içine alır.
Oruç, on bir ay durmadan çalışan midemizin ve diğer hazım azalarımızın
dinlenmesini ve sıhhat kazanmasını temin eder. Vücudun hastalıklara karşı
mukavemetini artırır. İçtimai açıdan oruç, zengin ile fakir arasındaki
dengesizliği gidererek, bunlar arasında rûhî, iktisâdî ve içtimaî bir âhenk
tesisine yardımcı olur. Oruç zengine açlığın ve imkânsızlığın ne demek olduğunu
hissettirerek, fakirin halini anlamaya ve ona yumuşak davranmaya sevk eder. Oruç,
insandaki şehevî arzuları dizginleyerek nesli ve cemiyeti bozan gayr-i meşrû
ilişkilere de set çeker. Dünyanın âdi lezzetlerini, makam sevgisini küçük
gösterir, kalbin Allah’a bağlılığını artırır ve ona bir melekiyet safiyeti
bahşeder. Oruç tutanlar, her türlü arzularına hakim olmayı başarır. Nefsin
arzularını ihtiyaca göre ve meşrû yolla kullanmasını bilir. Bunun için Peygamber Efendimiz: “Ey gençler! Evlenmeye gücü
yeten evlensin. Çünkü evlenmek gözü haramdan engeller ve ırzı korur. Evlenmeye gücü yetmeyen de oruca
devam etsin. Çünkü oruç tutmak, insanın şehvetini kırar” (Buhârî,
Savm 20; Müslim, Nikah 1, 3) buyurur.
Bütün
bu faydalarına rağmen orucun asıl hikmeti, Allah’ın emrine boyun eğerek kulluk
zevkini tatmak; ruhu, riyâ izlerinden temizleyerek ihlâsı artırmak, bizzat
Allah’ın korumasına girerek nefisle cihad etmek ve takvâ derecesine ulaşmaktır.
Bu bakımdan orucun günlerini ve daha başka hikmetlerini haber vermek üzere
buyruluyor ki: |
|
Bakara / 184 |
“Sayılı
günler”den maksat, içinde oruç tutmanın farz olduğu Ramazan ayıdır. Bunlar,
senenin bütününe nazaran az ve sınırlıdır. Bu ilâhî emir karşısında korkmaya ve
ürkmeye gerek yoktur. Zira Allah Teâlâ, kullarının özel durumlarını dikkate
alarak, onların sıhhatlerini bozmayacak ve takatlerini tüketmeyecek bir tarzda
bunu meşrû kılmıştır. Oruç günlerinde hasta ve yolcu olanlara oruç tutma mecburiyeti
yoktur. Onlar, durumları normale döndüğünde, yani hasta olanlar iyileştiği,
yolcu olanlar memleketlerine döndüğü zaman tutamadıkları oruçları gününe gün
tutarlar. Yaşlı insanlar, emzikli ve hamile kadınlar gibi oruç tutmakta
zorlananlar; ona ancak zorlanarak güç yetirmeye çalışanlara gelince, bunlar
oruç tutmayacak, her gün için bir fidye verebileceklerdir. Fidye, bir fakirin
bir günlük yiyeceğidir. Bu yiyecek buğday, arpa ve hurmadan olabileceği gibi, çeşitli
zaman ve mekanlara göre ihtiyacı karşılayabilecek başka yiyecek maddelerinden
de olabilir. Fidye verirken cömert davranmak, elden geldiği kadar fazla
verebilmek, kişinin dünya ve âhirette daha büyük mükafatlar elde etmesine
vesile olacaktır. Ancak şu bir gerçek ki, ister hasta ister yolcu olsun,
isterse oruca zor dayanacak bir durumda bulunsun, her halükarda oruç tutabilmek
mü’min için son derece faydalıdır. Onun dünya ve âhiretine büyük faydalar
getirecektir. İbadetlerin
makbul olabilmesi için iki önemli şarttan biri Allah’a iman, ikincisi ihlâs ve
samimiyettir. Bir işi Allah rızâsını gözeterek, karşılığını sadece Allah’tan
bekleyerek yapmak, riyâ ve gösterişe kaçmamaktır. Ramazan orucunu, onun
farziyetine, faziletine ve faydasına yürekten inanarak ve karşılığını sadece
Allah’tan bekleyerek, tam bir ihlâs ve samimiyetle tutan kimselerin, geçmiş
günahlarından arındırılacaklarını Resûlullah (s.a.s.) şöyle müjdelemektedir: “Kim, faziletine inanarak ve karşılığını Allah’tan bekleyerek
ramazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhârî,
Savm 6; Müslim, Sıyâm 203)
İçinde
oruç tuttuğumuz ramazan ayının faziletini ve ondaki bu feyiz ve bereketin
nereden kaynaklandığını haber vermek üzere buyruluyor ki: |
|
Bakara / 185 |
Oruç
tutmanın farz kılındığı Ramazan ayı[1],
Kur’an’ın indirilmeye başladığı aydır. Kur’ân-ı Kerîm bu ayın Kadir gecesinde
inmeye başlamış ve Peygamberimizin nübüvvet hayatı boyunca yaklaşık yirmi üç
sene peyderpey inmeye devam etmiştir. Efendimizin vefatından kısa bir süre önce
de bu süreç tamamlanmıştır. Kur’an, insanlara bir hidâyet rehberidir. Onlara
doğru yolu gösteren dürüst ve güvenilir bir kılavuzdur. Onda hidâyete davet
eden açık deliller ve küfrün belini kıran mûciz beyânlar yer almaktadır.
Kur’an, aynı zamanda Furkân’dır; hakla bâtılı, doğruyla yanlışı, güzelle
çirkini ve iyiyle kötüyü birbirinden ayırır.
Hakka tabi olmayı ve bâtıldan kaçınmayı öğütler. Bu sebeple Ramazan ayı,
son derece feyizli, bereketli ve şerefli bir zaman dilimidir. Bu aya ulaşan ve
oruç tutma şartlarını taşıyan mü’minler, mutlaka onu tutmalıdırlar. Hasta ve
yolcu olanlar, tutmayabilir ve başka günlerde kaza edebilirler. Kullarına karşı
sonsuz merhamet sahibi olan Allah Teâlâ, ister oruçla ister diğer dinî hükümlerle alakalı olsun hep onlar için kolay
olanı, yapılabilmesi mümkün ve rahat olanı istemektedir. Onların takatlerini
zorlayacak veya aşacak hükümler emretmemektedir. Dolayısıyla dinde “teklîf-i mâ
lâ yutâk”, yani güç yetirilemeyecek hususların emredilmesi sözkonusu değildir. O halde aklı ve imanı sağlam olan mü’minler, Allah’ın emirlerini doğru anlamalı ve ona gerektiği şekilde itaate koşmalıdırlar. Burada bahsedilen oruç olduğuna göre, onu, günlerinin sayısınca tam olarak tutmalıdırlar. Namazlarda, bayram namazında ve hutbesinde hatta mümkün olan bütün vakitlerde أَللّٰهُ أَكْبَرُ (Allahu Ekber) “Allah en büyüktür!” diyerek, Allah’ın birliğini, tekliğini ve büyüklüğünü tasdik ve ikrar etmelidirler. Çünkü Allah, katından bir ikram olarak onlara hidâyeti nasip etmiş ve onlara kendisine vardıracak en güzel yolları göstermiştir. En mühimi de, verdiği nimetler sebebiyle O’na şükretmelidirler. Şunu bilsinler ki, yaptıkları hiçbir amel boşa gitmeyecek ve mükafatları asla zayi olmayacaktır. Zira Allah Teâlâ, kullarına çok yakındır: [1] رَمَضَانُ (ramazan) kelimesinin birkaç mânaya
gelmesi muhtemeldir: 1. Bu kelime, sonbahar mevsiminin başında yağan ve
yeryüzünü tozlardan temizleyen yağmur mânasına gelen رَمضٰي (ramdâ)dan alınmıştır. Bu yağmur yeryüzünü yıkayıp temizlediği
gibi, oruç da mü’minlerin günahlarını yıkayıp kalplerini tertemiz kılar. 2. Bu
kelime, güneşin son derece yakıcı hararetinden taşların gayet kızgın hale
gelmesini ifade eden اَلرَّمَضُ (ramaz) kökünden gelir. Oruç, açlık ve susuzluk sebebiyle
mü’minlerin ciğerini yaktığı, böylece günahlarının yanıp yok olmasına vesile
olduğu için bu ismi almıştır. 3. Bu ismin, Allah’ın güzel isimlerinden biri
olduğu da söylenmiştir. (Elmalılı, Hak Dini,
I, 643-644) |
|
Bakara / 186 |
Âyetin
iniş sebebi hakkında şöyle bir rivayet vardır: Bir bedevî Resûlullah (s.a.s.)’e:
“Eğer Rabbimiz bize yakın ise O’na içten sessizce yalvaralım. Yok eğer uzak ise
O’na yüksek sesle nidâ edelim” deyince Allah Teâlâ, kullarına yakın olduğunu ve
onların dualarına çok sür’atli bir şekilde icâbet ettiğini belirtmek üzere bu
âyeti indirdi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 215) Hayber’i
fethe giderken ashâb-ı kirâm bulundukları bir vâdîdeلَا
إِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ أَللّٰهُ أَكْبَرُ أَللّٰهُ أَكْبَرُ (Allahu ekber Allahu ekber lâ ilâhe
illallah) “Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Allah’tan başka ilâh yoktur” şeklinde
yüksek sesle tekbir getirmeye başladılar. Allah Resûlü (s.a.s.) onlara: “Kendinize
acıyın. Siz, sağır olan veya çok uzakta bulunan birine değil bilakis işiten,
yakın olan ve sizinle beraber bulunan birine dua ediyorsunuz” şeklinde
ikazda bulundu. (Buhârî, Megâzî 38; Müslim, Zikir 44) Diğer
âyet-i kerîmelerde, Allah Teâlâ’nın kullarına olan yakınlığı şöyle haber
verilir: “Gerçek şu ki, insanı biz yarattık ve nefsinin ona neler
fısıldadığını da çok iyi biliyoruz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kāf 50/16) “İyi bilin ki Allah kişiyle
kalbinin arasına girer.” (Enfâl 8/24) Allah’ın
kula yakınlığı, mekan itibariyle değil, ilim ve ihata itibariyledir. O,
yarattığı kullarının her halini en iyi şekilde bilmektedir. Burada en mühim
husus, kulun bu gerçeğin farkında olması, bu yakınlığı şuur halinde yaşaması ve
ruhunun derinliklerinde bunu hissetmesidir. Kulun bu yakınlığı hissetmesinin
önündeki en büyük engel; dünya sevgisi, yeme, içme ve diğer dünyevi meşgalelerdir.
Şartlarına riâyetle tutulan oruçlar, gönülden taşan dualar ve ihlasla yapılan
diğer ibâdetler, bu nevi engellerin aşılmasına ve ilâhî yakınlığın
hissedilmesine vesile olacaktır. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, kullarını duaya,
emirlerine uymaya ve kendine inanmaya davet etmektedir. Zira kulun Rabbiyle,
eşyayla ve kendini ilgilendiren her hususla arasındaki ilişkileri düzenlemede
en doğru olanı keşfetmesinin yolu da budur. Âyet-i
kerîmede Rabbimiz, yapılan dualara hemen icâbet edeceği müjdesini vermektedir.
Bu müjde, samimi olarak yapılan bütün dualar için geçerlidir. Kulun her “Yâ
Rabbi” niyazına Allah “Buyur kulum” diye mukabelede bulunmaktadır. Kulun
istediği şeyi ise, onun hayrına olacak şekilde en münasip vakitte ve durumda
yerine getirir. Dolayısıyla zaman zaman duanın akabinde sabretmek gerekebilir.
Bu hususta Allah Resûlü (s.a.s.) şu uyarıda bulunmaktadır: “Acele etmedikçe her birinizin duası kabul edilir. Acele etmesi
ise: «Dua ettim, fakat duam kabul olunmadı» demesidir.” (Muvatta’,
Kur’an 29) “Dua eden bir kimse mutlaka şu üç durumdan biriyle karşılaşır: Ya
istediği hemen verilir, ya lehine olacak şekilde ertelenir ya da günahlarına
kefâret olur.” (Muvatta’, Kur’an 36)
Gelen
âyet-i kerîmede ise oruçla alakalı önemli bazı hususlar açıklığa kavuşturulmaktadır: |
|
Enbiya suresinin 81. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 81. Ayet Arapça: وَلِسُلَيْمٰنَ الرّ۪يحَ عَاصِفَةً تَجْر۪ي بِاَمْرِه۪ٓ اِلَى الْاَرْضِ ...
"Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder. O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır." (Saf Sûresi ...
"Meryem oğlu İsa da: “Ey İsrâiloğulları! Ben size Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim; daha önce inen Tevrat’ı doğrulamak ve benden sonra g ...
Enbiya suresinin 69. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 69. Ayet Arapça: قُلْنَا يَا نَارُ كُون۪ي بَرْدًا وَسَلَامًا عَلٰٓى اِبْرٰه۪يمَۙ Enbi ...
"Allah’a ve Rasûlü’ne gerektiği gibi inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, sizin için hayırlı olan bu ...
Enbiya suresinin 46. ayetinde şöyle buyrulur: Enbiya Suresi 46. Ayet Arapça: وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ يَا وَ ...